SÜRGÜN

Bölümler İçin Önizleme
  • 1/3Müellif: TALİP TÜRCANBölüme Git
    Bir kişinin veya bir topluluğun ceza yahut güvenlik tedbiri olarak yaşadığı yerden başka bir yere belli bir süre ya da ömür boyu kalmak üzere isteği d…
  • 2/3Müellif: NEBİ BOZKURTBölüme Git
    Tarih. Kur’ân-ı Kerîm’de hem bir ülke veya belde halkının topluca oradan çıkarılması (ihrâc) anlamında hem de hukukî yaptırım niteliğinde sürgün uygul…
  • 3/3Müellif: KEMAL DAŞCIOĞLUBölüme Git
    Osmanlılar’da. Türkler, Orta Asya bozkırlarında konar göçer bir hayat tarzı benimsemiş olduklarından bu dönemde sistemli bir sürgünden bahsetmek mümkü…

Müellif:

Bir kişinin veya bir topluluğun ceza yahut güvenlik tedbiri olarak yaşadığı yerden başka bir yere belli bir süre ya da ömür boyu kalmak üzere isteği dışında gönderilmesi ve orada ikamet etmeye mecbur tutulmasıdır. Kelime, hakkında bu ceza veya tedbirin uygulandığı kişi ve gönderildiği yeri de ifade eder. Arapça’da bu anlamda kullanılan başlıca kelimeler nefy, celâ’/iclâ’ ve tağrîbdir. Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde insanları yurtlarından çıkarma (ihrâc) eyleminden sıkça söz edilmekle birlikte bu kelimelerden “celâ” (topluluğun sürgün edilmesi) bir âyette (el-Haşr 59/3) ve “nefiy”den türeyen bir fiil hırâbe suçuna verilecek sürgün cezasıyla ilgili olarak yine bir âyette (el-Mâide 5/33) geçmektedir. Hadislerde ise tağrîb, nefiy, iclâ ve türevleri yer almaktadır (, “ġrb”, “nfy”, “cly” md.leri). Sürgün bir ülkeden başka bir ülkeye olabileceği gibi aynı ülke içinde kişinin doğup yaşadığı veya yerleştiği yerden başka bir bölgeye gönderilmesi biçiminde de gerçekleşebilir. Toplu sürgün uygulamasına genellikle siyasal veya sosyal gerekçelere bağlı olarak doğabilecek zararlara karşı önlem niteliğinde ve bilhassa kamu düzeninin korunması amacıyla başvurulur; literatürde bu tür sürgün uygulamaları daha çok “tehcîr” kelimesiyle ifade edilir. İskân amaçlı sürgünler, yerleşik hale getirilmesi istenen göçebe toplulukların belli bir yerde ikamete zorlanması şeklinde tarihte sıkça rastlanan uygulamalardır. Toplu sürgünlerin bir diğer örneği, özellikle savaşlar sonunda yenilen taraf halkının yaşadığı yerden başka yere gitmek zorunda bırakılmasıdır. Gönüllü sürgünde de kişi yaşadığı yeri terketmediği zaman hukukî ya da sosyal başka bir yaptırımla karşılaşacağı için doğrudan veya dolaylı bir zorunluluk hali sürgünün temel unsurudur. Ülke dışına yapılan sürgün uygulamaları neticesinde kişiler vatandaşlık haklarını kaybedebilmekte, hatta mal varlıklarına el konulabilmektedir.

Sürgün uygulamasının kökeni ilkel ceza hukuku dönemlerine uzanmaktadır. Sürgün cezasının Hammurabi kanunlarında yer aldığı, Sumerler, Asurlular, Hititler, Persler, Yunanlılar, Romalılar ve Bizanslılar tarafından uygulandığı bilinmektedir. Eski Yunan’da sürgün cezası adam öldürme suçu için sıkça uygulanır, siyasî suç mahkûmları on yıl süreyle sürgün edilirdi. Erken dönemde Roma’da ölüm cezasına çarptırılan bir vatandaş sürgün edilmeye razı olursa bu cezadan kurtulabiliyordu. Roma İmparatorluğu’nca belli adalar sürgün yeri olarak kullanılırdı. Bizanslılar sınırları içerisinde değişik kitlelere sürgün uygulayıp askerî, ekonomik ve sosyal yönden birtakım çıkarlar sağlıyorlardı. Câhiliye Arapları’nda da kabilenin örf ve âdetine aykırı davranmakta ısrar edenler sürgün edilirdi (Cevâd Ali, V, 591-592). Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde peygamberlerin yahut bir ülke veya belde halkının topluca oradan çıkarılması anlamındaki sürgünle ilgili birçok atıf vardır. İslâm tarihinde ve özellikle Osmanlılar döneminde gerek bir topluluğa yönelik gerekse hukukî yaptırım niteliğindeki sürgün geniş bir uygulama alanı bulmuştur (aş.bk.). Batı ülkelerinin uyguladığı sürgünler kolonileşme tarihi boyunca sürmüş; İngiltere, Portekiz, İspanya, Fransa, İtalya, Rusya, Hollanda, Danimarka gibi devletler suçluları Amerika, Afrika, Brezilya, Avustralya gibi deniz aşırı ülkelere sürgün etmiştir. Fransızlar için Fransız Guyanası, İtalya için Sicilya adası, Rusya için Sibirya önemli sürgün merkezleri olmuştur. İspanya’daki müslümanların ve yahudilerin XV-XVI. yüzyıllarda ülkeden zorla çıkarılması, bilhassa Rusya’nın XIX. yüzyıl boyunca Balkanlar ve Kafkaslar’daki müslüman ahaliyi tehcir etmesi, II. Dünya Savaşı sonrasında Kırım’daki bütün Tatarlar’ı sürmesi toplu sürgün uygulamalarının önemli örneklerindendir. Ulus-devletlerin ortaya çıkması ve devletle vatandaşları arasındaki bağın ilke olarak çözülemez olduğu yönündeki doktrinin benimsenmesinin ardından, işlenen suçlardan ötürü ülke dışına sürgün nâdiren uygulanır hale gelmekle birlikte halk hareketleri ve devrimler birçok siyasî sürgüne yol açmıştır. Diğer taraftan XX. yüzyıl uluslararası hukuku, ülkeleri işgal edilen ve ülkeyi terketmek zorunda bırakılan hükümet üyelerini iktidara ilişkin iddialarını devam ettirmeleri durumunda meşrû hükümet şeklinde tanımış ve bunu ifade etmek için “sürgünde hükümet” kavramını geliştirmiştir.

İslâm hukukçuları cezaî yaptırım olarak sürgünün meşruiyeti hususunda görüş birliği içindedir. Bununla birlikte Kur’an ve Sünnet’te bazı suçlar için öngörülen sürgün cezasının mahiyeti, kimlere uygulanacağı, süresi ve uygulanacağı yer konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Kur’an’da eşkıyalık (hırâbe) suçunu işleyenler için öngörülen cezaî yaptırımlar arasında nefiy de bulunmaktadır (el-Mâide 5/33). Ancak sözlükte “kovmak, uzaklaştırmak” anlamına gelen nefiy kelimesinin geçtiği “yeryüzünden nefyedilmeleri” ifadesinin eşkıyalık suçuna bağlanan bir ceza şeklinde hangi kavramsal içerikte kullanıldığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Hanefî mezhebi bunun söz konusu fiili işleyenlerin hapsedilmesi mânasında olduğunu kabul etmektedir; çünkü amaç suçluların halka zarar vermesinin engellenmesi olup bu da ancak hapis yoluyla gerçekleşebilir. Hanefî mezhebine göre hapis cezası yol güvenliğini ihlâl eden, fakat henüz adam öldürmeden ve mal gasbetmeden yakalanan suçlulara had olarak uygulanır (Serahsî, IX, 135). Mâlikî mezhebinde eşkıyalık suçunu hangi şekilde olursa olsun işleyenlere verilebilecek cezalardan biri olan nefiy, onların bulunduğu yerden en az seferîlik şartının gerçekleşebileceği uzaklıktaki bir yere gönderilmesi ve orada tövbe ettikleri anlaşılıncaya kadar hapsedilmesi biçiminde yorumlanmıştır (Desûkī, IV, 349-350). İmam Şâfiî’ye göre nefiy, haddin uygulanabilmesi için suçluların ele geçirilmesi hususunda gösterilen takip çabasıdır (el-Üm, VI, 146). Bu sebeple Şâfiî mezhebinde sürgün eşkıyalık suçuna bağlanan had türünde cezalar arasında değerlendirilmez; adam öldürme ve gasp fiilini işlemeyen eşkıyanın ta‘zîr mahiyetinde hapis, sürgün veya başka bir ceza ile cezalandırılabileceği kabul edilir (Şemseddin er-Remlî, VIII, 7). Hanbelî ve Zâhirîler’e göre ise adam öldürme ve gasp fiilini işlemeyen eşkıyanın, sığınacak yer bulamayacağı biçimde takip edilerek ıslah oluncaya kadar bütün yerleşim bölgelerinden uzaklaştırılmakla cezalandırılması ve her bir suçlunun diğeriyle buluşamayacak şekilde ayrı ayrı bölgelere sürülmesi gerekir (İbn Hazm, XII, 99; Buhûtî, III, 383).

Evli veya bu hükümde (muhsan) olmayan kimselerin (bk. İHSAN) işledikleri zina suçuna Kur’an’da bildirilen 100 celde cezasına ilâve olarak sünnette bir yıllık sürgün cezası öngörülmüştür (Buhârî, “Ḥudûd”, 30; Müslim, “Ḥudûd”, 12). Bu cezanın had veya ta‘zîr niteliğinde sayılması tartışmalı olup fakihlerin çoğunluğu had mahiyetindeki aslî yaptırımın bir parçası olduğu ve 100 celdeye ilâve olarak uygulanması gerektiği kanaatindedir. Hanefîler ise fâile had mahiyetinde sürgün cezası verilemeyeceğini söyler. Zira onlara göre hadislerdeki sürgün cezası, zina suçu için 100 celde uygulanmasını öngören açık Kur’an hükmüne ilâve niteliğindedir ve nassa ilâve nesih sayılır; halbuki haber-i vâhid yoluyla Kur’an hükmü neshedilemez. Hanefîler ayrıca, sürgüne gönderilen kimsenin tanınmadığı bir ortamda suç işlemeye devam etmesinin daha muhtemel olduğu gerekçesiyle görüşlerini desteklemekte, Hz. Ömer’e ve Ali’ye nisbet edilen bazı söz ve uygulamalara dayanarak (Nesâî, “Eşribe”, 47; Abdürrezzâk es-San‘ânî, VII, 312, 315) sürgün cezasının neshedildiğini ya da ta‘zîr mahiyetinde olduğunu savunmaktadır. Dolayısıyla Hanefîler’e göre bazı durumlarda suçlunun sürgüne gönderilmesi yararlı olabilirse de bu ceza, yetkili organın gerekli görmesi halinde takdir edeceği bir süre için ve ta‘zîr cezası olarak uygulanabilir.

Hadislerde zina suçu karşılığında öngörülen sürgünün nasıl uygulanacağı hususunda da görüş ayrılığı vardır. Mâlikîler, suçlunun suçun işlendiği yerden başka yere gönderilip orada hapsedilmesi gerektiği görüşündedir; çünkü hapsedilmezse gönderildiği yerde aynı suçu tekrar işleyebilir. Hanefîler, ta‘zîr mahiyetinde sürgüne karar verildiği takdirde suçlunun hapsedilmesinin gerekliliği hususunda Mâlikîler’le aynı gerekçeyi paylaşmakla birlikte suçlunun suçun işlendiği yerde hapsedilmesi durumunda sürgün cezasıyla elde edilmek istenen faydaya ulaşılabileceğini, dolayısıyla başka yere sürgün edilmesine gerek bulunmadığını söylemektedir. Şâfiî ve Hanbelî hukukçuları ise sürgün cezasının suçlunun yaşadığı yerden başka bir yere gönderilmesinden ibaret olduğu kanaatindedir; çünkü hadislerde geçen nefiy ve tağrîb bu anlamdadır ve hapis bundan farklıdır. Ancak Şâfiîler’e göre, suçlunun sürgün edildiği yerden kendi yaşadığı yere dönmesi yahut orada da aynı suçu işlemesi ihtimaline dayanarak gözetim altında tutulması veya hapsedilmesi mümkündür (Hatîb eş-Şirbînî, V, 449). Yetkili organların, had cezası öngörülmeyen suçlar için kamu yararı gereği ta‘zîr cezası olarak sürgün uygulamasına başvurabileceği İslâm hukuk doktrininde kabul edilmiştir. İslâm hukukçuları, bu tür uygulamaların meşruiyeti konusunda Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn tarafından gerçekleştirilen bir kısım uygulamaları delil göstermektedir (aş.bk.). İslâm hukuk doktrininde çoğunluk görüşü sürgün bakımından kadın ile erkek arasında fark olmadığı yönündedir. Bazı hukukçular yalnızca eşkıyalık suçundan, bazıları yalnızca zina suçundan, bazıları ise hem eşkıyalık hem zina suçundan ötürü kadınlara sürgün cezası verilemeyeceği görüşündedir. Kişilerin müslüman-gayri müslim vatandaş-yabancı, hür-köle ayırımına dayalı statü farklılıkları da suça göre değişecek biçimde sürgün cezasının uygulanmasında görüş ayrılığına yol açmıştır.

Sürgün cezaları süre bakımından tartışma konusu olmuştur. Zina suçuna verilecek sürgün cezasının had türünde olduğunu kabul eden çoğunluğa göre hadislerde süre açıkça bir yıl şeklinde belirtildiği için cezanın ne kadar olacağı bellidir. Eşkıyalık suçunda ise sürgün cezasının suçlu tövbe edinceye ya da tövbe etmedikçe ölünceye kadar süreceği, tövbe etse bile bir yıldan az olamayacağı, zina haddine kıyasla bir yıl veya zina haddinde öngörülen süreyi aşmaması için bir yıldan bir miktar az olacağı ya da yetkili organın uygun göreceği bir süre ile sınırlanabileceği biçiminde görüşler ileri sürülmüştür. Ta‘zîr türünde sürgün cezalarının süresi konusunda iki temel yaklaşım ortaya çıkmıştır. Şâfiî ve Hanbelî mezhepleri, ta‘zîr suçlarında uygulanacak sürgün cezalarının zina haddindeki bir yıllık süreyi aşmamak şartıyla bir gün bile olabileceği görüşünü benimsemiştir. Buna karşılık Hanefî ve Mâlikî hukukçuları süreyi maslahat esasına bağlı olarak yetkili organların takdirine bırakmıştır. Suçlunun sürgün edileceği yerin belirlenmesi konusunda kimin yetkili olduğu ve sürgün yerinin suçun işlendiği ya da suçlunun yaşadığı yere ne kadar uzaklıkta bulunması gerektiği hususları da doktrinde tartışmalıdır (, XLI, 125-128, 131-132).


BİBLİYOGRAFYA

Şâfiî, el-Üm (nşr. M. Zührî en-Neccâr), Beyrut 1393, VI, 133-135, 146, 154, 155.

, I, 176-180, 363-383; II, 706-707, 717; III, 933-934, 1000-1001.

, VII, 312, 315; XI, 242-243.

, I, 357-358; II, 28-30, 57-59; III, 285-286; V, 47; VII, 103-112.

Sahnûn, el-Müdevvene, Beyrut 1994, IV, 504, 552-557.

Belâzürî, Fütûḥu’l-büldân (nşr. Abdullah Enîs et-Tabbâ‘ – Ömer Enîs et-Tabbâ‘), Beyrut 1407/1987, s. 41, 88-90, 117-118.

, I, 24, 193; II, 134, 171-173.

, IV, 317-326, 327-328, 347, 398-399; V, 358-359, 413-414; VI, 556-558; VII, 232, 509.

İbn Hazm, el-Muḥallâ (nşr. Abdülgaffâr Süleyman el-Bündârî), Beyrut 1408/1988, XII, 97-107.

İbn Abdülber, el-İstîʿâb fî maʿrifeti’l-aṣḥâb (İbn Hacer, el-İṣâbe içinde), Beyrut, ts. (Dârü’l-kitâbi’l-Arabî), I, 316-318, 344-345; II, 406-407.

, IX, 43-45, 135-136, 199.

, XXVI, 9.

Burhâneddin el-Mergīnânî, el-Hidâye, İstanbul 1986, II, 99.

İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, Kahire 1401/1981, II, 436, 455-457.

Muvaffakuddin İbn Kudâme, el-Muġnî, Beyrut 1405, IX, 45-46, 129.

Yâkūt, Muʿcemü’l-büldân, Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), III, 27, 141-142.

İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîḫ, Beyrut 1387/1967, III, 56-57, 69-72; IV, 366-367.

, VI, 164-165.

, I, 280-284.

, VII, 171-173.

İbn Hacer, el-İṣâbe fî temyîzi’ṣ-ṣaḥâbe, Beyrut, ts. (Dârü’l-kitâbi’l-Arabî), I, 262; II, 387-388; III, 316, 580-581.

Hatîb eş-Şirbînî, Muġni’l-muḥtâc (nşr. Ali M. Muavvaz – Âdil Ahmed Abdülmevcûd), Beyrut 1415/1994, V, 449.

Şemseddin er-Remlî, Nihâyetü’l-muḥtâc, Beyrut 1404/1984, VIII, 7.

Buhûtî, Şerḥu Müntehe’l-irâdât, Beyrut, ts. (Âlemü’l-kütüb), III, 383.

Muhammed b. Ahmed ed-Desûkī, Ḥâşiye ʿale’ş-Şerḥi’l-kebîr, Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), IV, 349-350.

, V, 591-592.

Muhammed b. Abdullah el-Ahmed, Ḥükmü’l-ḥabs fi’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye, es-sicn, el-mülâzeme, en-nefy, Riyad 1404/1984, s. 35-38, 257-304.

Semîre Seyyid Süleyman Beyyûmî, el-Ḥabs fi’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye, Kahire 1409/1988, s. 138-180.

Ahmed Fethî Behnesî, el-Mevsûʿatü’l-cinâʾiyye fi’l-fıḳhi’l-İslâmî, Beyrut 1412/1991, I, 379-384.

Kemal Daşcıoğlu, Osmanlı Devleti’nin Sürgün Siyaseti (XVIII. Yüzyıl) (doktora tezi, 2004), Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, tür.yer.

Ömer Lutfi Barkan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Sürgünler”, , XI/1-4 (1949-50), s. 524-569; XIII/1-4 (1951-52), s. 56-78; XV/1-4 (1953-54), s. 209-237.

Halîl Usâmine, “Uḳūbetü’n-nefy fî ṣadri’l-İslâm ve’d-devleti’l-Ümeviyye”, el-Kermil, sy. 5, Hayfa 1984, s. 55-80.

“Exile”, , VIII, 967-968.

Guido de Ruggiero, “Exile”, Encyclopaedia of the Social Sciences, New York 1957, V, 686-690.

R. Murphey, “Sürgün”, , s. 767.

“Taġrîb”, , XIII, 46-49.

“Nefy”, a.e., XLI, 118-132.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2010 yılında İstanbul’da basılan 38. cildinde, 164-166 numaralı sayfalarda yer almıştır.

Müellif:

Tarih. Kur’ân-ı Kerîm’de hem bir ülke veya belde halkının topluca oradan çıkarılması (ihrâc) anlamında hem de hukukî yaptırım niteliğinde sürgün uygulamalarından söz edilir. Birçok âyetten, toplu sürgünün tarih boyunca güçlü toplumların güçsüz toplumlara karşı gerçekleştirdiği yaygın bir uygulama ve etkili bir sosyal yaptırım niteliği taşıdığı anlaşılmaktadır. Hz. Lût hayâsızlıkları yüzünden kavmini uyardığında onların cevabı, “Lût ailesini memleketinizden çıkarın!” olmuştur (el-A‘râf 7/80-82; en-Neml 27/54-56). Firavun’un, Mûsâ ve Hârûn’un iman çağrısını etkisiz kılmak amacıyla Mısır halkına onların kendilerini sihir yoluyla yurtlarından sürüp çıkarmak istediklerini söylemesi (el-A‘râf 7/109-110, 123; Tâhâ 20/63; eş-Şuarâ 26/35) tarihte sürgün edilme tehlikesinin ciddi bir endişe kaynağı olduğunu göstermektedir. Peygamberlerin ve onlara inananların yurtlarından sürülmelerinin sıkça yaşanan bir olgu (sünnetullah) diye haber verilmesi ve bunun karşılığında dünyada ve âhirette mükâfat vaad edilmesi de (Âl-i İmrân 3/195; İbrâhîm 14/13-14; el-İsrâ 17/76-77) aynı bağlamda değerlendirilebilir.

Peygamberler tarihinde sürgün denince daha çok İsrâiloğulları akla gelir. Kur’an’da İsrâiloğulları’ndan mîsâk (söz) alınan şeylerden birinin de birbirlerini yurtlarından çıkarmamaları olduğu belirtildikten sonra Medine yahudilerinin aksi davranışlarına değinilir (el-Bakara 2/84-85). Ayrıca onlara verilen kitapta iki kere fesat çıkaracakları, azgınlık derecesinde bir kibre kapılacakları ve bunun sonunda güçlü orduların ülkelerinin her köşesine girip her şeyi kontrolleri altına alacakları hususunun yazılı olduğu belirtilir (el-İsrâ 17/4-7). Tefsirlerde farklı yorumlara rastlanırsa da bu âyetlerle telmihte bulunulan hadise muhtemelen yahudilerin sürgünüyle sonuçlanan iki büyük olaydır. Bunlardan birincisi milâttan önce VIII. yüzyılın sonlarında Asurlular’ın İsrail yurdunu ele geçirip halkını sürgüne yollaması ve topraklarına ülkelerinden getirdikleri insanları yerleştirmesi, ikincisi, milâttan önce VI. yüzyılın ilk yarısında Bâbil Hükümdarı Buhtunnasr’ın (II. Nebukadnezzar) Kudüs’ü aldığında Süleyman Mâbedi’ni yıktırması ve şehrin halkını Bâbil’e götürmesidir. İsrâiloğulları’nın Bâbil sürgünü tarihte görülen en önemli sürgünlerden biri olup yahudi edebiyatı ve Ahd-i Atîk’in büyük bir bölümü bu sürgünle ilgilidir (Concordance, s. 338-339). Kökleri hakkında değişik görüşler ileri sürülen Hayber yahudilerinin Asur Kralı Salmanasar veya Buhtunnasr zamanındaki sürgünde buraya yerleştikleri hakkında farklı görüşler vardır (Arslantaş, LXXII/264 [2008], s. 431). Kur’an’da Hz. Peygamber’in ve müslümanların Mekke’yi terketmeye mecbur bırakılmaları “yurtlarından çıkarılma” şeklinde nitelenmekte (et-Tevbe 9/13, 40; el-İsrâ 17/76; el-Hac 22/40; Muhammed 47/13; el-Haşr 59/8; el-Mümtehine 60/1) ve bunun haram aylarda savaş yapmaktan daha büyük bir günah olduğu bildirilmektedir (el-Bakara 2/217). Öte yandan Benî Nadîr, müslümanlarla yaptığı antlaşmayı bozup onlara ihanet etmesinin karşılığı olarak Medine’den sürülmüştü ve Kur’an’daki anlatıma göre eğer Allah bunu mukadder kılmasa onları dünyada başka bir cezaya çarptıracaktı (el-Haşr 59/2-3).

Hadislerde de sürgünle ilgili birçok açıklama yer almaktadır. Bazı rivayetlerde belirtildiğine göre Hz. Peygamber’e ilk vahiy geldiğinde eşi Hatice’nin ihtiyar amcazadesi Varaka b. Nevfel vahyi getiren meleğin Cebrâil, dolayısıyla Hz. Muhammed’in de peygamber olduğunu anlayarak başka peygamberler gibi onun da memleketinden çıkarılacağını tahmin etmiş ve bunu ona söyleyip, “Keşke o gün geldiğinde -sana yardım edebilmek için- genç ve güçlü kuvvetli olabilseydim!” demiştir (Buhârî, “Bedʾü’l-vaḥy”, 1). İbn Abbas’ın rivayetine göre Hz. Peygamber, Mekke’den çıkarken yemin edip beldeler içinde Allah’a ve kendisine en sevimli gelen beldenin Mekke olduğunu, eğer halkı kendisini çıkarmasa orayı asla terketmeyeceğini söylemiştir (Ebû Ya‘lâ, V, 69). Resûl-i Ekrem, Medine’de devlet başkanı sıfatıyla kamu yararını gözeterek çeşitli sebeplerle sürgün cezası uygulamıştır. Meselâ anlaşma yaptıkları müslüman topluma yönelik düşmanca tutumları ve ihanetleri yüzünden Medine’deki yahudi kabilelerine (Kaynukā‘, Nadîr ve Kurayza) karşı toplu sürgün yaptırımına başvurmak zorunda kalmıştır (Buhârî, “Meġāzî”, 14; Müslim, “Cihâd”, 62).

İslâm tarihinde ilk ferdî sürgün olayı Hz. Peygamber’in, sonradan “tarîdü Resûlillâh” diye anılan Hakem b. Ebü’l-Âs’ı Medine’den Tâif’e sürmesidir. Bunun sebebi, onun Mekke’nin fethinden sonra Medine’ye geldiğinde Resûlullah’ın yürüyüş ve hareketlerini alaya alarak taklit etmesi, kapısını dinlemesi, müşrikler hakkındaki sözleri ve bazı özel bilgileri etrafa yaymasıydı (Taberânî, XII, 148; Kettânî, II, 59). Hakem b. Ebü’l-Âs’ın sürgün hayatı Resûl-i Ekrem’in vefatına kadar devam etmiş, Hz. Ebû Bekir ve Ömer de onun sürgün hayatının sürmesi gerektiğine karar vermiştir. Hakem ancak yeğeni Hz. Osman’ın hilâfeti sırasında Medine’ye dönebilmiş ve Osman’ın bu tutumu daha sonra isyancılar tarafından aleyhine kullanılmıştır. Yine hadislerde Resûlullah’ın zina suçu işleyenlerden muhsan olmayanlara -Kur’an’daki 100 celde cezasına ilâve olarak- bir yıl sürgün cezası verdiğinden (Buhârî, “Ḥudûd”, 30; Müslim, “Ḥudûd”, 12), kadınsı davranışlarıyla toplum düzenini bozmaya çalışan erkeklere ve diğer bazı suçları işleyenlere bu cezayı uyguladığından (Buhârî, “Libâs”, 62, “Ḥudûd”, 33; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 53; Abdürrezzâk es-San‘ânî, XI, 242-243) söz edilmektedir. Rivayete göre Hît (Buhârî, “Meġāzî”, 57) ve Mâti‘ (İbn Kesîr, IV, 348-349) adlarında iki kişi kadınsı davranışları ve hayâ dışı konuşmaları yüzünden yerleşim yerlerinin uzağına sürgün edilmiş, sahâbeden bazıları onların açlıktan ölebileceğini söyleyince yalnız cuma günleri gelip yiyecek almaları için Medine’ye girmelerine izin verilmiştir (İbn Hacer, VI, 564).

Hulefâ-yi Râşidîn döneminde sürgün uygulaması devam etmiştir. Hz. Ömer’in uyguladığı bireysel sürgünlerde kişilerin ahlâkî bakımdan düşük davranışlarda bulunmasını ya da onların toplumsal ahlâkı ve kamu düzenini bozabilecek yapıda olmasını dikkate aldığı görülmektedir. Meselâ ırza tecavüz suçunu işleyen bir köleyi sopa ve sürgünle cezalandırmış, genel ahlâkı koruma gerekçesiyle iki kişiyi Medine’den Basra’ya sürgün etmiştir (Buhârî, “İkrâh”, 6; İbn Sa‘d, III, 285). Ancak içki içtiği gerekçesiyle Hayber’e sürdüğü Rebîa b. Ümeyye’nin Bizans’a sığınıp hıristiyan olması üzerine bir daha hiçbir müslümanı sürgüne göndermeme kararı almıştır (Nesâî, “Eşribe”, 47). Devletin iskân politikasının gereği olarak toplu sürgün uygulamaları da yapan Hz. Ömer, Resûl-i Ekrem’in, “Arap yarımadasında iki din bir arada bulunmaz” sözünden hareketle Hayber ve Fedek yahudileriyle Necran yahudi ve hıristiyanlarını Hicaz’dan çıkarıp başka bölgelere yerleştirmiştir (, “Câmiʿ”, 18-19).

Hz. Ömer Hayber yahudilerini ensardan Muzahhir b. Râfi‘i öldürdükleri ve kendi oğlu Abdullah’ı da uyurken damdan atıp iki elinin kırılmasına sebep oldukları için Suriye taraflarına sürdü (20/641). Hz. Ömer döneminde Necran’daki hıristiyanlar da zararlı faaliyetleri sebebiyle Kûfe ve Suriye’ye sürgüne gönderilmiştir. Belâzürî, Necran bölgesindeki hıristiyanlardan Suriye’ye sürülenlerle birlikte orada yaşayan yahudilerin de gönderildiğini rivayet etmektedir (Fütûh, s. 94, 95). Sürülenlere geride bıraktıkları malların karşılığı tamamen ödenmiştir.

Hz. Osman döneminde sürgün uygulamalarının büyük ölçüde siyasal gerekçelere bağlı olduğu görülmektedir. Ebû Zer el-Gıfârî, Muâviye’nin Suriye valiliği sırasında onun yönetimini eleştirince Osman tarafından Medine’ye çağrılmış, orada da eleştirilerine devam edince Medine yakınlarındaki Rebeze’ye gönderilmiştir. Onun Rebeze’ye kendi isteğiyle gittiği de rivayet edilmektedir (, X, 267). Bu bağlamda Hz. Osman’ın, iddetini tamamlamayan bir kadınla evlenen âzatlısı Humrân b. Ebân’ı eşinden ayırıp Basra’ya sürmesi (İbn Asâkir, XXVI, 9) ve İslâm’ın temeli diye nitelediği Medine halkını irat ettiği bir hutbede, “Sakın ola ki sizden herhangi birinizin bid‘at çıkardığı kulağıma gelmesin, aksi takdirde onu sürgüne gönderirim” (Taberî, Târîḫ, IV, 398-399) diye uyarması zikredilebilir. Yine onun döneminde zühd ve takvâsıyla “ümmetin rahibi” diye anılan Âmir b. Abdullah’ın, kendisini Hz. İbrâhim seviyesinde gördüğü gibi iddialarla şikâyet edilmesi üzerine Basra’dan Dımaşk’a sürüldüğü kaydedilmektedir (İbn Sa‘d, VII, 108, 110; Halîl Usâmine, sy. 5 [1984], s. 69). Hz. Osman zamanında Kûfe’de yönetime karşı açıkça cephe alan Eşter ve arkadaşları önce Dımaşk’a ardından Humus’a sürgün edildiler. Hz. Ali’nin de Abdullah b. Sebe’i sapkın inançlar yayması ve fitne çıkarması yüzünden sürgünle cezalandırdığı rivayet edilmektedir (, I, 133).

Emevî ve Abbâsî idaresinde farklı sebeplerle sürgünler devam etmiştir. Bu dönemde özellikle siyasî muhaliflerin, idareye karşı isyan edenlerin ve bazı sapkın mezhep ileri gelenlerinin sürgün edildiği görülmektedir. Ziyâd b. Ebîh zamanında Hâricîler’e sempati duyan Ezd kabilesinden bir grup Mısır’a sürülmüştür (Halîl Usâmine, sy. 5 [1984], s. 75). Ziyâd’ın oğlu Ubeydullah zamanında Hz. Hüseyin taraftarı bir zümre Suriye, Mısır, İfrîkıye ve Hicaz’a gönderip dağıtılmıştır. Bir dönem Uman’da Zâre bölgesi, daha sonra Kızıldeniz’in güneyindeki Dehlek adalar topluluğu sürgün yeri olmuş ve şair Ahvas el-Ensârî, Medine Kadısı Arrâk b. Mâlik, Horasan Valisi Abdülcebbâr el-Ezdî’nin oğulları ile bir kısım Mu‘tezilî ve Kaderiyye mensubu buraya sürülmüştür. Kudüs daha Emevîler zamanından başlayarak bir sürgün yeri olmuştur. Memlükler devrinde burada bir tür sürgün sistemi olan battallık ortaya çıkmıştır (Gül, LXVI/246 [2002], s. 212 vd.). İslâm tarihinde farklı zamanlarda ilginç sebeplerle yapılmış sürgünlere rastlanmaktadır. İbn Kesîr 323 (935) yılı olayları içinde İbn Şenebûz adında bir kişinin şâz kıraatler sebebiyle Vezir İbn Mukle tarafından Basra’ya sürülmesinden söz eder (el-Bidâye ve’n-nihâye, XI, 193-194). Aynı müellif, 324 (936) olayları içinde Halife Râzî-Billâh’ın, hastalanan kardeşi Hârûn’u kasten tedavi etmediğinden şüphelendiği tabip Buhtîşû‘u Enbâr’a sürdüğünü ve annesinin araya girmesiyle onu geri getirttiğini söylemektedir (a.g.e., XI, 200).


BİBLİYOGRAFYA

Buhârî, “Ḥudûd”, 32, “Şürûṭ”, 14.

Tirmizî, “Ḥudûd”, 11.

, IV, 125; XI, 242-243.

, III, 285; VII, 108, 110.

, s. 32, 33, 34, 35, 37, 94, 95.

Ebû Ya‘lâ el-Mevsılî, Müsned (nşr. Hüseyin Selîm Esed), Dımaşk-Beyrut 1404/1984, V, 69.

, IV, 398-399.

a.mlf., Târîḫ (Ebü’l-Fazl), IV, 398-399.

Taberânî, el-Muʿcemü’l-kebîr (nşr. Hamdî Abdülmecîd Selefî), Beyrut 1404/1984, XII, 148.

, XXVI, 9.

, V, 82.

Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye (nşr. Ali M. Muavvaz v.dğr.), Beyrut 1405/1985, IV, 348-349; IX, 197; XI, 193-194, 200.

, VI, 564, 702.

, I, 621 vd.

Concordance to the Good News Bible (ed. D. Robinson), Suffolk 1983, s. 338-339.

Muhammed b. Abdullah el-Ahmed, Ḥükmü’l-ḥabs fi’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye, es-sicn, el-mülâzeme, en-nefy, Riyad 1404/1984, s. 257 vd.

Mustafa Fayda, Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müslimler, İstanbul 1989, s. 184 vd., 187 vd.

a.mlf., “Dehlek”, , IX, 105.

, II, 59.

Vecdi Akyüz, Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, İstanbul 1991, s. 21.

Halîl Usâmine, “ʿUḳūbetü’n-nefy fî ṣadri’l-İslâm ve’d-devleti’l-Ümeviyye”, el-Kermil, sy. 5, Hayfa 1984, s. 55 vd., 69 vd., 75.

Muammer Gül, “Mısır Memlûkları’nda Bir Sürgün Sistemi Olan Battallık ve Kudüs”, , LXVI/246 (2002), s. 212 vd.

Nuh Arslantaş, “Sürgünden Sonra Hayber Yahudileri”, a.e., LXXII/264 (2008), s. 431 vd., 436, 437, 438, 439.

Ahmet Önkal, “Âmir b. Abdullah”, , III, 65.

Abdullah Aydınlı, “Ebû Zer el-Gıfârî”, a.e., X, 267.

Selman Başaran, “Hakem b. Ebü’l-Âs”, a.e., XV, 175-176.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2010 yılında İstanbul’da basılan 38. cildinde, 166-167 numaralı sayfalarda yer almıştır.

Müellif:

Osmanlılar’da. Türkler, Orta Asya bozkırlarında konar göçer bir hayat tarzı benimsemiş olduklarından bu dönemde sistemli bir sürgünden bahsetmek mümkün değildir. Selçuklu Devleti, kendilerine tahsis edilmiş sahalarda kitleler halinde yaşayan ve sadece reislerine itaat eden Türkmenler’in gücünü zorunlu iskân, iktâ dağıtımı, Oğuz beylerinin çocuklarının sarayda rehin tutulması, maaşlı askerî birliklerin kurulması vb. yöntemlerle kırmaya çalışmıştır. Selçuklular bu yöntemlerle, Anadolu’ya devamlı göç etmekte olan Türkmen kitlelerini merkezî otoriteye sorun çıkarmamaları için Anadolu’nun batı taraflarına sürmüştür.

Osmanlı Devleti’nde sürgün uygulaması sistematik bir tarza dönüşmüştür. Kanunnâmelerde ve arşiv belgelerinde Osmanlı ceza hukukunda ta‘zîr cezaları arasında yer alan sürgünle ilgili hükümler bulunmaktadır. Sürgün, belgelerde genellikle “nefiy” şeklinde geçer, sürgün yeri için de “menfâ” kelimesi kullanılır. Osmanlı ceza hukukunda sürgün cezasının süresi belirtilmemekle birlikte özellikle ırza karşı işlenen suçlarda uygulanan sürgün bir yıl ile sınırlandırılabilmektedir. Kanunnâmelerde geçen bu bilgiler, ilk devirlerde toplu şekilde yapılan sürgün faaliyetlerinde uyulması gereken kurallara yönelik olarak hazırlanmıştır. Bunun yanında bireysel sürgünlerle ilgili ferman, buyrultu vb. hükümler de bulunmaktadır. Osmanlı Devleti’nde değişik amaçlar için yapılmakla birlikte sürgünün başlıca iki uygulaması vardır. Birincisi kişilerin cezalandırılıp olay mahallinden veya bulundukları yerden uzaklaştırılması, ikincisi bütün toplumu etkileyen sosyoekonomik bir politikanın, yani iskân siyasetinin gereği olarak toplu sürgün uygulamasıdır.

Özellikle sosyal ve ekonomik sebepler yüzünden bireylere yönelik sürgün cezalarının Osmanlı Devleti’nde sıkça uygulandığı görülmektedir. Rüşvet, sahtekârlık, zina, fuhuş, iftira, yalancı şahitlik, hırsızlık, tehdit ve küfür, emre itaatsizlik, kız kaçırma vb. suçlardan pek çok kişi sürgün edilmiştir. Ayrıca görevden alınan devlet adamları İstanbul’dan uzaklaştırılıp sürgüne yollanmıştır. Son dönemlerde siyasî suçlar için de bu cezanın verildiği dikkati çekmektedir. Sürgün yeri olarak merkeze yakın mahaller yanında özellikle ulaşımı zor olan uzak sınırlardaki şehir veya kasabalar, mahfuz kaleler ve adalar tercih edilmiştir. Başlıca sürgün mahalleri İstanbul’a yakın Bursa, Edirne, Gelibolu gibi yerlerle Sakız, Midilli, Limni, Rodos, İstanköy, Bozcaada, Kıbrıs gibi adalar; Bağdat, Trablusgarp/Fizan, Tâif, Akkâ gibi uzak yerlerdi. İmparatorluğun son dönemlerinde yurt dışına sürgün yoluna da başvurulmuştur.

Bireysel sürgünlerin dışında topluluklara uygulanan sürgün cezaları daha yaygındır. Osmanlı sürgün usulü sosyoekonomik sebeplere göre şekillenmiş olup bu yola Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren sıkça başvurulmuştur. Özellikle yeni fethedilen bölgelerin Türkleştirilmesi-İslâmlaştırılması için iskân edilmesi ve ıssız bölgelerin şenlendirilmesi amacıyla sürgünlerin yapıldığı bilinmektedir. Devlet, gerek gördüğünde tebaasını kalıcı olarak yerleşmek üzere istediği bölgelere toplu halde sürgün edebiliyordu. Böyle durumlarda köy ve kasabalar büyüklüğüne göre onda bir veya onda iki hâne sürgün çıkarmak zorundaydı. Devlete baş kaldırma, şekavet, halkı rahatsız etme vb. suçlardan sorumlu tutulan gruplar hemen sürgüne gönderilirdi.

Erken dönem Osmanlı kaynaklarında rastlanan ilk toplu sürgün olayı, tuz yasağına uymadıkları gerekçesiyle Batı Anadolu bölgesinden bir kısım konar göçerlerin Rumeli kesimine iskânıdır. Ayrıca Safevîler’e taraftar olan Türkmen gruplarının yine Rumeli yakasına sürüldüğü bilinmektedir. Kitle halinde bir tehdit algılaması olarak yapılan sürgün “tehcir” şeklinde nitelendirilmiştir ve bunun tek örneği 1915’teki Ermeni tehciridir. Burada güvenlik gerekçesiyle bir topluluğun imparatorluk toprakları içinde bir başka yere geçici şekilde iskân edilmesi amaçlanmıştır. Bunların dışında, İstanbul’un fethinden sonra Anadolu’dan müslüman ahali ile birlikte fethedilen yerlerden gayri müslimlerin de bu şehre “sürgün” yöntemiyle iskân edildiği bilinmektedir. Aynı şekilde Trabzon’un Osmanlı idaresine geçmesinin ardından şehrin bütün Rum ileri gelenleri Anadolu’nun çeşitli yerlerine sürgüne gönderilip iskân edilmiş, boşalan yerlere de müslüman halk yerleştirilmiştir. Öte yandan Rodos adası ele geçirildiğinde adanın şenlendirilmesi için Anadolu’nun değişik yerlerinden bir kısım ahali adaya sürülmüştür. Kıbrıs’ın Osmanlı hâkimiyetine geçmesinden sonra da bu usulle adaya sürgünler yapılmıştır. Kıbrıs fethedildiğinde adanın iskânı için 1 Cemâziyelevvel 979 (21 Eylül 1571) tarihinde bir sürgün emri çıkarılmıştır. Bu tür toplu sürgün emirlerinde sürgüne gönderilecek kişilerle ilgili şartlar ve sürgünün nasıl yapılacağına dair bilgiler de yer almaktadır. Adaya iskân edilecek olanlarda birtakım özellikler aranmış ve teşvik için bazı muafiyetler uygulanmıştır. Zamanla insanların sürgün yerlerine kolayca gitmelerini sağlamakta zorluklarla karşılaşılmış, ahaliden gönüllü sürgün gidenlerin sayısında önemli oranda azalmalar olmuştur. Hatta bazı köylüler sürgün emrine uymaktan kaçındıklarından civar bölgelere dağılmıştır. Sürgün göndermek mecburiyetinde kalan yerler ise işsiz veya topluma zararlı kimseleri seçmiş, böylece sürgün kelimesi suçluların cezalandırılması anlamında kullanılmaya başlanmıştır.

Osmanlı Devleti’nde toprak kayıplarının başladığı dönemlerde iskân ve sürgün politikalarında değişiklikler yapılmıştır. İlk devirlerde görülen iskâna yönelik (dışa dönük) kitlesel sürgün siyaseti yerini, 1699’dan itibaren toprak kayıplarına bağlı olarak dışarıdan gelen göçmenlerin yerleştirilmesi (içe dönük) ve ülke içindeki aşiretlerin zor kullanılıp iskân edilmesi şekline bırakmıştır. Bu dönemde yapılan zorunlu iskânlarla Anadolu’daki konar göçer aşiretler yerleşik hayata geçirilmiştir. Buna rağmen yerleşik hayatı benimsemeyen bazı aşiretler eşkıyalık yaparak halkın huzur ve güvenliğini bozdukları için Rakka, Halep gibi bölgelere sürülüp zorunlu iskâna tâbi tutulmuştur. Osmanlı Devleti’nde uygulanan iskân şeklindeki sürgünlerle sürgün şeklindeki iskânlar birbiriyle iç içe geçmiş olup bunları ayırt etmek oldukça güçtür.

Başlangıcından itibaren gerek iskân gerekse ceza amaçlı kullanılan sürgün Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde iktisadî, askerî ve sosyal alanlardaki krizler sebebiyle yaygın bir uygulama alanı bulmuştur. Daha sonraki uygulamalara da yansıyarak Türkiye’de kabul edilen ilk anayasa olan 1876 Kānûn-ı Esâsî’sinde padişaha sürgün yetkisi tanınmıştır. Osmanlı Devleti’nin ardından Türkiye Cumhuriyeti dönemi ceza kanunlarında da sürgün cezası yer almıştır. Bu bağlamda 1926 tarihli Türk Ceza Kanunu’nda bulunan sürgün cezası 1965’te kaldırılmıştır. 1982 anayasasında olağan üstü hallerde idareye tanınan sürgün yetkisi ise halen yürürlüktedir.


BİBLİYOGRAFYA

, Cevdet-Zabtiye, nr. 305, 522, 1149, 3699.

, Cevdet-Dahiliye, nr. 2440, 3298, 6247.

, Cevdet-Hariciye, nr. 801, 1601, 2773.

, Cevdet-Askerî, nr. 4292.

, nr. 9671, 9856, 11209.

, nr. 677, 678.

, Ali Emîrî, II. Süleyman, nr. 21, 2978; III. Ahmed, nr. 6; II. Ahmed, nr. 12; II. Mustafa, nr. 9.

, nr. 7126.

Ahmet Mumcu, Osmanlı Hukukunda Zulüm Kavramı, Ankara 1972, s. 29.

a.mlf., Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl, Ankara 1985, s. 47-49.

U. Heyd, Studies in Old Ottoman Criminal Law (ed. V. L. Ménage), Oxford 1973, s. 275-286.

Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, İstanbul 1990-94, I-VIII, tür.yer.

R. Mantran, XVI-XVII. Yüzyıl’da İstanbul’da Gündelik Hayat (trc. Mehmet Ali Kılıçbay), İstanbul 1991, s. 45 vd.

Mehmet Akif Erdoğru, “Kıbrıs’ın Türkler Tarafından Fethi ve İlk İskân Teşebbüsü (1570-1571)”, Kıbrıs’ın Dünü-Bugünü Uluslararası Sempozyumu, Ankara 1993, s. 45-56.

Konur Ertop, Sürgün Edebiyatı, Edebiyat Sürgünleri (haz. Feridun Andaç), İstanbul 1996.

Tahir Taner, “Tanzimat Devrinde Ceza Hukuku”, Tanzimat I, İstanbul 1999, s. 221.

Ömer Lutfi Barkan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Sürgünler”, Osmanlı Devletinin Sosyal ve Ekonomik Tarihi (haz. Hüseyin Özdeğer), İstanbul 2000, I, 509-607.

Hüseyin Arslan, Osmanlı’da Nüfus Hareketleri (XVI. Yüzyıl), İstanbul 2001, s. 317.

Kemal Daşcıoğlu, Osmanlı’da Sürgün: Osmanlı Devleti’nin Sürgün Siyaseti (XVIII. Yüzyıl), İstanbul 2007.

M. Çağatay Uluçay, “Sürgünler Yeri ve Yakınçağlar’da Manisa’ya ve Manisa’dan Sürülenler”, , XV/60 (1951), s. 507-592.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2010 yılında İstanbul’da basılan 38. cildinde, 167-169 numaralı sayfalarda yer almıştır.