TA‘KĪD

İfadedeki karışıklık ve bozukluk sebebiyle sözün güç anlaşılması mânasında belâgat terimi.

Müellif:

Sözlükte “bağlamak, düğümlemek” anlamındaki akd kökünden türeyen ta‘kīd “ip vb. şeyleri düğümlemek, sağlam düğüm atmak” mânasına gelir. Belâgat terimi olarak “lafzında veya mânasındaki karışıklık ve bozukluk sebebiyle sözün güç anlaşılır biçimde ifade edilmesi” demektir. Muâdale, iğlâk, tak‘îr gibi kelimeler de ta‘kīd ile eş anlamlı veya yakın anlamlıdır. Belâgat âlimlerinin ta‘kīd kavramını tanımlamaları tarihî süreç içinde bazı farklılıklar göstermiştir. Câhiz bu kavramı “muhatap tarafından güç anlaşılacak şekilde sözde bulunan kapalılık, söz söyleyenin dilindeki pelteklik sebebiyle kelimeleri rahat telaffuz edememesi” mânasında kullanmıştır (el-Beyân ve’t-tebyîn, I, 8). Ta‘kīdi “sözde anlamı bilinmeyen kelimelere yer verilmesi ve sözün bölümlerinin birbiriyle aşırı irtibatlandırılması neticesinde mânanın belirsizleşmesi” şeklinde tanımlayan Ebû Hilâl el-Askerî’nin garîb kelime kullanımını da ta‘kīd kapsamına dahil ettiği görülür (Kitâbü’ṣ-Ṣınâʿateyn, s. 45). Ancak daha sonra Hatîb el-Kazvînî garâbeti ta‘kīdden ayrı bir kavram biçiminde değerlendirmiş ve onu sözün değil kelimenin fesahatini bozan bir özellik diye nitelemiştir. Fahreddin er-Râzî sözün ta‘kīdden uzak olmasını fesahatin gereği olarak belirlerken Sekkâkî bu özelliği fesahatin anlamla ilgili kısmına ait görmüştür. Öte yandan fesahat ve belâgat kavramlarını, aralarındaki farkı daha açık biçimde ortaya koyan Hatîb el-Kazvînî fesahati kelime, söz ve söz söyleyenle ilgili olmak üzere üç kısma ayırır ve sözde bulunan fesahat özellikleri arasında ta‘kīdden uzak olmayı da zikreder. Kazvînî, ta‘kīdi lafızla ve mâna ile ilgili olmak üzere ikiye ayırır.

Lafızla İlgili Ta‘kīd. Sözün düzenlenmesinde muhatabın anlamı kavrayamayacağı şekilde karışıklık ve bozukluğun bulunmasıdır. Bu da cümleyi oluşturan öğelerin yerlerinin değiştirilmesi (takdim-tehir), hazfedilmesi veya daha sonra gelen isme önceden zamirle göndermede bulunulması gibi hususlarda ortaya çıkan kapalılık ve bozukluktur. Söz dizimindeki karışıklık, meşhur nahiv kurallarına uyulmaması veya uyulsa bile ifade edilmek istenen mânanın anlaşılmasının aşırı derecede zorlaştırıldığı durumlarda bahis konusu olmaktadır. Ferezdak’ın Halife Hişâm b. Abdülmelik’in dayısı İbrâhim b. Hişâm’ı övdüğü şu beytinde görüldüğü gibi: ”وما مثله في الناس إلا مملّكًا / أبو أمّه حيّ أبوه يقاربه“ Burada zamirlerin merciinin karışık olması, vezin zaruretiyle ”أبو أمّه أبوه“ cümlesinin öğeleri arasına onlarla gramatikal ilgisi bulunmayan ”حيّ“ ve ”يقاربه“ kelimelerinin getirilerek lafızların diziminde bozukluk ve karışıklığın oluşması sözü anlaşılmaz duruma sokmuştur. Aslında bu dizimdeki dört zamirden birinci, üçüncü ve dördüncü zamirler İbrâhim b. Hişâm’a, ikinci zamir de Halife Hişâm’a aittir. Cümlenin düzenli kurgusu şöyledir: ”وما مثله في الناس حيّ يقاربه / إلا مملّكا أبو أمّه أبوه“ (Hayattaki insanlar arasında erdemlerde ona yaklaşacak kimse yoktur. Ancak bir halifenin dışında ki onun annesinin babası onun [İbrâhim b. Hişâm] babasıdır).

Türk dili belâgatında da lafzî ta‘kīde örnekler gösterilebilir. “Pek ziyade seni gördüğümde memnun oluyorum” cümlesinde anlatılmak istenen görüşmekten duyulan memnuniyetin çokluğu iken kelimelerin yanlış dizilmesi sebebiyle sık görüşmekten duyulan memnuniyet anlamı ifade edilmektedir. “Bazıları o bulutları ince, zarif birer tüle benzeterek semayı bir yüzü örtülü mâşuka gibi severler” cümlesinde “bir” sıfatı mâşukayı, “yüzü örtülü” sıfatı da mâşuka ismini nitelemektedir. Ancak bir sıfatı ile mâşuka isimleri arasına “yüzü örtülü” sıfatı getirilince mâşuka tasvirinde belirsizlik meydana gelmiştir. Böylece mâşukanın bir yanağı örtülü, diğeri açık veya peçeli bir kadın olduğu düşünülebilir. Cümlenin ilgili kısmı, “yüzü örtülü bir mâşuka” şeklinde kurulduğunda anlatımdaki kapalılık ortadan kalkacak ve yüzü örtülü bir sevgili tasviri yapıldığı anlaşılacaktır. Türkçe’de cümlenin öğelerinin yerli yerinde bulunmaması, özellikle yüklemin özne ve nesneden önce gelmesi nesirde ifade kusuru diye görülmekle birlikte şiirde bu tür takdim tehirler hoş karşılanmış ve yaygın biçimde kullanılmıştır. Ahmed Cevdet Paşa bu hususu Fars dili ve şiirinin Türk edebiyatına tesiri şeklinde açıklar (Belâgat-ı Osmâniyye, s. 13). Ancak cümle öğelerinin kural dışı sıralanması şiiri anlamayı zorlaştırdığında bu uygulama şiirde de fesahati engelleyen bir kusur olarak değerlendirilmişti. “Telh eder âdemin elbette mezâk-ı ayşin / Bâde nûş eyle bugün eyleme fikr-i ferdâ” beytinde şair, “Bugün bâde iç ve yarını düşünme, çünkü gelecek endişesi ağzının tadını kaçırır” demek istemektedir. “Telh eder” yükleminin beytin başında, özne olan “fikr-i ferdâ” tamlamasının sonunda yer alması ifadeyi kapalılığa götürmektedir. Burada ta‘kīde sebep olan bir diğer husus da cümledeki bir ismin iki ayrı fiille bağlantılı olup birinin öznesi, diğerinin nesnesi konumunda bulunmasıdır, bu ise “tenâzu-ı fiil” olarak adlandırılır. Buna göre “fikr-i ferdâ” hem “telh eder” fiilinin öznesi hem de “eyleme” fiilinin nesnesidir. Cümlede kelimelerin bazı kısımlarının hazfedilmesi de anlamın açıklığını engelleyebilir. Ayrıca kelime ve kelime gruplarını yaygın kabule aykırı kullanmak ta‘kīde sebep olur. Râgıb Paşa’nın, “Ben fakîri etme tek memnûn-ı ebnâ-yı zaman / Hâsıl etmezsen değil gam matlabım yâ rab bana” şeklindeki beyti bu türden bir ta‘kīde örnek gösterilmektedir. Buna göre birinci mısrada yer alan memnun kelimesi “minnettar” yerine kullanılmıştır.

Mâna ile İlgili Ta‘kīd. Birinci mânadan ikinci mânaya zihnî geçişin açık olmaması halidir. Bu da kelime veya terkiplerin hakikat mânalarının dışında yersiz/ilgisiz mecaz veya kinaye olarak kullanılmasında görülür. Bu tür ifadelerde birinci mâna lafzın delâlet ettiği sözlük anlamıdır. İkinci mâna ise ifadeyle asıl kastedilen anlam olup birinci mânanın delâletiyle anlaşılır ve ondan ayrılmaz. Ta‘kīd, kastedilen mânaya ulaştıran karînelerin kapalı veya iki anlam arasındaki ilginin uzak olması sebebiyle ortaya çıkmakta ve sözün belâgat üslûbuna uygun söylenmediğini ifade etmektedir. İbnü’l-Ahnef’in şu dizesinde olduğu gibi: ”سأطلب بُعد الدار عنكم لتقربُوا / وتسكب عيناي الدموع لتجمدا“ (Evimin sizden uzak olmasını isteyeceğim, bana yakın olasınız diye / Gözlerim de yaşlar dökecek, donmaları [sevinmeleri] için). Şair, gözlerin yaş dökmesi sözüyle ayrılığın sebep olduğu hüzünden kinaye yaparak uygun bir ifade kullanmış olmasına rağmen gözlerin donması ifadesiyle ilgisiz biçimde sevinçten kinaye yapmak istemiştir. Gerçekte gözlerin donması dökecek yaşı kalmayıp kurumasından kinayedir; gözlerin kuruması da ağlanması gereken durumda ağlamamasından, göz yaşında ve ağlamada cimrilik yapmaktan kinaye olur.

Türk edebiyatında mâna ile ilgili ta‘kīd için, “Dergeh-i lutfuna gelmem zîrâ / Seni her dem görebilmek dilerim” beyti örnek verilebilir. Şair hem sevgilinin bulunduğu yere gelmeyi arzu etmemekte hem de sevgiliyi her an görmek istemektedir. Burada şairin “gelmem” derken kastettiği şey esasen hiç ayrılmayacağını beyan etmektir. Çünkü bir yere gelebilmek için orada bulunmamak ya da bir an için oradan ayrılmak gerekir. Fakat şairin burada kurduğu bağlantının uzak ve zor anlaşılır olması ta‘kīde düşmesine sebep olmuştur. Ayrıca konuya âşina olanların teşhis edebileceği türden telmihler bir ifade kusuru diye görülmüştür. Mecazla kinayenin aynı ifadede birleştirilmesi de anlam kapalılığına yol açar. “Sabaha kalma şem‘iz Yûsuf-âsâ olma dâmen-keş / Bizim engüştümüzden destimiz ey mâh kûtehtir” beytinde şair sevgiliye karşı sabaha kadar yanmaktan erimiş ve âciz kalmış olduğunu söyleyerek “Yûsuf peygamber gibi bizden elini eteğini çekme” demek istemektedir. Sabaha kadar yanan mumun kendisi kısaldığından ele, fitili ise mumdan uzun kaldığından parmağa benzetilmiştir. Elin kısalığı ayrıca kinaye yoluyla acze delâlet etmektedir. Bazan ta‘kīd bir ifadeyi hiçbir anlam çıkarılamaz hale getirebilmektedir. Bu hususa Nef‘î’nin, “Âlemin cânı değilsin cân-ı âlemsin sen” mısraı örnek gösterilebilir.

Mâna ile ilgili ta‘kīdden uzak olan kelâmı, “lafzın doğrudan delâlet ettiği birinci anlamından asıl kastedilen ikinci anlamına geçişin açık olduğu kelâm” şeklinde tanımlayan Hatîb el-Kazvînî, böyle ifadelerde muhatabın mânayı lafzın kendisinden doğrudan anlaması gerektiğini belirtir. Sözün açık ve anlaşılır olması fesahatin temel özellikleri arasında sayılmakla birlikte halkın kullandığı, hemen anlaşılabilen sıradan ifadelerden farklı olarak edebî değer taşıyan ve üzerinde düşünmeyi gerektiren sözlerle anlaşılması zorluk gösteren ifadelerin birbirinden ayrılması gerektiği de vurgulanmıştır. Mütenebbî’nin şiirlerinde ta‘kīd bulunduğu iddiasına karşı Ebü’l-Hasan el-Cürcânî ta‘kīdin bir şairin değerini düşürmemesi gerektiğini, zira Ebû Temmâm gibi büyük bir şairin pek çok beytinde buna rastlandığını, edebî değeri yüksek, fakat anlaşılması zor beyitlerin bu özelliği taşıdığını belirterek şairi savunmuştur. Ayrıca Mütenebbî’nin, şiirlerinin dil ve belâgat âlimleriyle ediplerin dikkatini çekmesi için bu tür kusurları bilinçli olarak şiirlerine yerleştirdiği söylenir. Abdülkāhir el-Cürcânî ise herhangi bir şeye istek ve özlemin verdiği sıkıntıdan sonra ulaşıldığında o şey insana daha hoş ve değerli geldiği için muakkad ibarelerin üzerinde düşünülerek anlam inceliklerinin farkına varıldığı şiirlerin daha çok etki yaptığını ifade etmiştir. Yûnus Emre’nin, “Çıktım erik dalına anda yedim üzümü / Bostan issi kakıyıp der ne yersin kozumu” beytiyle başlayan şiiri ilk anda anlaşılmaz olduğu için mâna ile ilgili ta‘kīde örnek gösterilebilir. Ancak bu kapalılığın şairin bilinçli bir tercihinin sonucunda meydana geldiği, tasavvufî özellikler taşıdığı ve erbabınca anlaşılır biçiminde yorumlandığı göz önünde bulundurularak bunun bir kusur sayılmamasının gerektiği vurgulanmıştır (Saraç, s. 48-49).

BİBLİYOGRAFYA
Tehânevî, Keşşâf (Dahrûc), I, 486-488; Tâcü’l-ʿarûs, “ʿaḳd” md.; Kāmus Tercümesi, I, 648-649; Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, I, 8, 135-136; Ebü’l-Hasan el-Cürcânî, el-Vesâṭa beyne’l-Mütenebbî ve ḫuṣûmih (nşr. M. Ebü’l-Fazl İbrâhim – Ali M. el-Bicâvî), Beyrut 1427/2006, s. 345-346; Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ṣ-Ṣınâʿateyn (nşr. M. Ebü’l-Fazl – Ali M. el-Bicâvî), Kahire 1371/1952, s. 45, 162; İbn Sinân el-Hafâcî, Sırrü’l-feṣâḥa, Beyrut 1402/1982, s. 111; Abdülkāhir el-Cürcânî, Esrârü’l-belâġa (nşr. H. Ritter), İstanbul 1954, s. 20-21, 126-130; a.mlf., Delâʾilü’l-iʿcâz (nşr. Mahmûd M. Şâkir), Kahire 1410/1989, s. 83-84, 268-271, 398; Fahreddin er-Râzî, Nihâyetü’l-îcâz fî dirâyeti’l-iʿcâz (nşr. Nasrullah Hacımüftüoğlu), Beyrut 1424/2004, s. 31; Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî, Miftâḥu’l-ʿulûm (nşr. Abdülhamîd Hindâvî), Beyrut 1420/2000, s. 526-527; Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, el-Mes̱elü’s-sâʾir (nşr. Ahmed el-Havfî – Bedevî Tabâne), Kahire, ts. (Dâru nehdati Mısr), II, 219-222; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâḥ fî ʿulûmi’l-belâġa, Beyrut 1405/1985, s. 8-10; Teftâzânî, el-Muṭavvel, İstanbul 1304, s. 16-17; Kalkaşendî, Ṣubḥu’l-aʿşâ, II, 189-190, 255-259; Muhammed b. Ahmed ed-Desûkī, Ḥâşiye ʿalâ şerḥi’t-Teftâzânî li-Telḫîṣi’l-Miftâḥ (Şürûḥu’t-Telḫîṣ içinde), Bulak 1317, I, 102-112; Ahmed Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmâniyye, İstanbul 1299, s. 14-16; Recâizâde Mahmud Ekrem, Ta‘lîm-i Edebiyyât, İstanbul 1299, s. 103-111; Muallim Nâci, Edebiyat Terimleri: Istılâhât-ı Edebiyye (haz. M. A. Yekta Saraç), İstanbul 1996, s. 169; Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lügatı, İstanbul 1973, s. 142-143; Mehmet Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri-Belâgat, İstanbul 1989, s. 38-41; M. A. Yekta Saraç, Klâsik Edebiyat Bilgisi Belâgat, İstanbul 2001, s. 40, 46-49; Ahmed Matlûb, Muʿcemü’l-muṣṭalaḥâti’l-belâġıyye ve teṭavvürühâ, Beyrut 2000, s. 387-388; Cüneyt Eren – M. Vecih Uzunoğlu, Arap Edebiyatında Edebî Sanatlar-Belâgat, İzmir 2006, s. 39-40.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2010 yılında İstanbul’da basılan 39. cildinde, 457-458 numaralı sayfalarda yer almıştır.