ÜSLÛP

Duygu ve düşüncelerin anlatılması sırasında dil malzemesinin kullanılmasındaki özgünlük anlamında edebiyat terimi.

Bölümler İçin Önizleme
  • 1/3Müellif: İSMAİL DURMUŞBölüme Git
    Sözlükte “izlenen yol, benimsenen tarz” anlamına gelir. Dil ve edebiyatta üslûp kişinin kendi duygu, düşünce ve heyecanlarını dile getirme şekli, dili…
  • 2/3Müellif: ADNAN KARAİSMAİLOĞLUBölüme Git
    FARS EDEBİYATI. Belli bir kişi, eser, dönem veya bölgeye özgü anlatım biçimi olarak üslûp normal anlatım dışında özellikler taşır ve bu sebeple ayrı b…
  • 3/3Müellif: ALİM KAHRAMANBölüme Git
    TÜRK EDEBİYATI. Bir eleştiri kavramı olarak üslûb Türkçe’de Fransızca style karşılığında kullanılmaktadır. Türkçe’de eda, tarz, anlatış yolu gibi sözl…

Müellif:

Sözlükte “izlenen yol, benimsenen tarz” anlamına gelir. Dil ve edebiyatta üslûp kişinin kendi duygu, düşünce ve heyecanlarını dile getirme şekli, dili kullanma biçimidir. Bu bakımdan üslûp biliminin (stilistik) ilgi alanı yazarın dil malzemesini kullanırken gramer ve dizim kurallarının, belâgat esaslarının icrasında gösterdiği biçimsel-bireysel özellikleri incelemektir. Üslûp incelemesi gramer, belâgat ve edebî tenkidin verilerine dayanarak yazarın kelimeleri konuya uygun biçimde seçme ve kullanma tarzı, terkip ve cümleleri oluşturma biçimi, îcâz-ıtnâb gibi belâgat türlerinde gösterdiği özgünlükleri ve bireysel nitelikleri irdeler. Üslûp ayrıca yazarın diliyle, kullandığı dilin kuralları arasındaki sapmaların toplamı ve bu sapmaların eserin konusu ve amacı bakımından yerinde ve özgün olması demektir. Böylece üslûp hem teknik hem estetik bütünlük arzeder. Bir yazar veya edibin duygu ve düşüncelerini aktarırken dil malzemesini kullanma biçimi onun karakteri ve ahlâkıyla yakından ilgilidir. Çünkü, “Her kap kendi içindekini sızdırır.” Övgü, mersiye, gazel gibi temalar sevgi dolu yürekten, yergi ve alay temaları nefret dolu kalpten sızan yansımalardır. Fransız edip ve tabiat âlimi Georges Louis Leclerc’e (Comte de Buffon) nisbet edilen, “Üslûb-ı beyân ayniyle insandır” sözü bu gerçeği dile getirir. Bu bakımdan büyük edip, yazar ve şairlerin kendilerine özgü üslûpları bulunur. İbn Haldûn’a göre üslûp zihinde ve hayalde beliren sûretleri kelime ve terkip kalıplarına dökme tarzı, dokuma biçimi, onlardan özgün bir yapı oluşturma yöntemidir (Mîşâl Âsî – Emîl Bedî‘ Ya‘kūb, s. 98-99). Üslûbun karakteristiği estetiktir. Bu da parlak hayal ve ince tasvire, nesneler arasında sezilmesi güç ortak noktaları keşfederek aralarında benzerlik ilgisi kurma, soyuta somut elbisesi giydirme, somutu soyut kıyafetine sokma gibi belâgata dayalı tasarruf ve becerilere dayanır (Ali Cârim – Mustafa Emîn, s. 14-15).

Batı edebiyatlarında üslûp, “kalem” anlamındaki Latince stylus kökenli style terimiyle karşılanmasına bağlı olarak “insanın kendini yazıyla dile getirme biçimi” diye tanımlanır. Üslûpla ilgili en eski veriler kadim Yunan belâgat eserlerinde görülür. Kalabalıkları ikna etme vasıtalarından biri sayılan üslûp, hitabet (belâgat/retorik) ilmi içinde özellikle duruma ve konuma uygun kelime ve tabir seçimiyle ilgili bölüm altında ele alınmıştır. Aristo’nun Retorika’sının üçüncü bölümü, Quintilianus’un Institutio Oratoria’sının (Nüẓumü’l-ḫaṭâbe) sekizinci bölümü etkili hitabetin bir yolu sayılan üslûp konusuna ayrılmıştır. Batılı filologlar üslûba dair bilgi ve kültürü Aristo ve Quintilianus’tan devralarak aşağı (basit), orta (vasît) ve yüksek (sâmî) şeklinde üç üslûp düzeyi belirlemiş, bunların en karakteristik örneklerini Latin şairi Publius Maro Vergilius’un (m.ö. 70-19) şiirlerinde bulmuşlardır. Onun çoban şiirlerini birinciye, çiftçi şiirlerini ikinciye, destanını üçüncü düzeye örnek kabul etmiş, her üslûp düzeyine uygun kelime, tabir ve eşya türlerinin somut biçimde belirlendiği, “Vergilius çarkı” adını verdikleri üç bölümlü, aynı merkezde birleşen yedi daireli bir şekli esas almışlardır. Vergilius çarkı üslûp belirlemelerinde XVIII. yüzyılın sonlarına kadar başta şiir ve tiyatro olmak üzere bütün edebiyat türlerinde esas kabul edilmiştir. Bu asrın sonlarından itibaren romantizm hareketinin yayılmasıyla üslûbun yazarın tabiatından ayrılmaz bir parça olduğu ilkesi benimsenmiş ve bu ilke G. L. Leclerc gibi bilgin ve ediplerin, “Üslûb-ı beyân ayniyle insandır” cümlesinde ifadesini bulmuştur. Modern zamanlarda üslûp yazarın dil malzemesinden yaptığı özgün seçim ve tercihler şeklinde algılanmıştır. Batı şiir üslûbunda Aristo’nun iyi şiirin nitelikleri diye saydığı açık ibareli, seviyesiz sözlerle garip kelimelerden arınmış, mecaz ve istiarelere az iltifat edilmiş olma gibi ilkeler XIX. yüzyılın başlarından itibaren özellikle romantizm hareketiyle birlikte esas alınmış, sade ve tekellüfsüz şiir dili İngiliz William Wordsworth ve Samuel Taylor Coleridge ile Fransız şairi Victor Hugo gibi edip ve filozoflarca savunulmuştur. Ondan önceki dönemlerde özellikle Rönesans’la barok asırlarında (XV-XVII. yüzyıllar) ağdalı şiir üslûbu benimsenmiş, hatta XIX. yüzyılın sonlarında parnasizm ve sembolizm akımlarının etkisiyle Fransız şiirinde eski ağdalı üslûba dönüş örnekleri verilmiştir. Diğer Batı edebiyatlarının şiir üslûbunda da benzer gelişmeler olmuştur. Sanat eserlerinde üslûp özelliklerini incelemeyi amaçlayan ve “stylistique” (üslûp bilimi) adı verilen bilim 1950’lerden itibaren edebiyat alanında bağımsız bir dal haline gelmiş, Charles Bally, Léo Spitzer, Gaston Bachelard, Roland Barthes, Michot gibi filologlar tarafından esasları ortaya konulmuştur. Bu dönemden önceki edebiyat eserlerinde üslûbun niteliği, doğası, bireyselliği, karakteristiği gibi konular dağınık biçimde yer alıyordu.

Arap edebiyatında üslûba dair bilgiler belâgat ve edebî tenkit eserlerinde dağınık vaziyette ele alınmış, modern zamanlarda üslûp incelemelerinde daha çok Kur’an ve hadislerdeki üslûp özelliklerine ilişkin birçok eser ortaya konulmuştur. Üslûp konusuna ilk değinenlerden olan Abdülkāhir el-Cürcânî Delâʾilü’l-iʿcâz’ında, üslûbun güzelliğini yerine/makamına göre uygun kelime seçiminde görür. Ona göre aynı kelime bir yerde güzel dururken diğer yerde böyle olmayabilir. Swift’in üslûbu “uygun yerlerdeki uygun kelimeler” şeklinde tanımlaması da Cürcânî’nin görüşüyle paralellik arzeder.

Üslûbun biçim, düzey, edebî ekol, edebî tür ve edebî devirlere, ayrıca metne ve yazara göre değişen çeşitleri vardır: Sade-yalın, orta-yüksek, lirik, epik üslûp, övgü-yergi, ironi üslûbu, Câhiliye-Emevî, Abbâsî üslûbu, yumuşak-sert, sakin-âteşîn üslûp, objektif-sübjektif üslûp, zihnî-hissî üslûp, edebî, ilmî üslûp gibi. Farklı yönlerden yapılmış üslûp tasnifleri içinde ilmî ve edebî eserlerle hitabette uyulması gereken dört tür anlatım tarzı önemlidir.

1. İlmî Üslûp. Bilimsel eserlerin anlatımında kullanılan bu üslûbun karakteristiği ilmî ifade titizliği ve açıklıktır. İlmî üslûp bu iki özelliğe engel olan çok anlamlı, müphem, az kullanılan (garip) kelimeler, mecazlar ve kinayelerle bedîî süslerden arınmış olmalıdır. Edebî tasvir amacı taşımayan ve konuların açıklanmasına yardım eden örnekleme türünden teşbihler bu üslûba uygun düşer. Aynı şekilde duygusallıktan uzak, lafız-mâna dengesine sahip, îcâzdan ve tekrarlarla gereksiz uzatmalardan arındırılmış, fikir ve olaylar akıl ve mantık ölçülerine göre dizilmiş, abartısız ve yalın bir anlatım ilmî üslûbun önde gelen özellikleridir.

2. Edebî Üslûp. Manzum olsun mensur olsun edebî eserlerin anlatım ve yazımında kullanılan üslûbun karakteristiği estetiktir. Estetik onda yer alan parlak hayal, ince tasvir, nesne ve olaylar arasındaki uzak benzerlik ilgilerini keşfetmekle somutu soyut, soyutu somut biçiminde ortaya koymak gibi faktörlerden kaynaklanır. Yazarın psikolojik durumunu yansıtan sübjektif, duygusal ve abartılı anlatım, özellikle olayların gerçek sebeplerini görmezlikten gelip onları bağlama uygun düşürülmüş edebî sebeplere dayandırma sanatı (hüsn-i ta‘lîl), teşbih, mecaz, istiare, cinas, seci, tezat, tevriye gibi beyan ve bedî‘ sanatlarıyla örülmüş süslü ama kapalı, çoğu zaman sembolik bir anlatım şekli edebî üslûbun öne çıkan nitelikleridir. Mütenebbî “Vasfü’l-hummâ” kasidesinde yakalandığı sıtmaya tıbbî gerçek açısından bakmaz, onu zaman zaman kendisini ziyaret eden utangaç bir zamane kızına benzetir; İbnü’l-Hayyât da şiirinde bulutları kıtlık ve kuraklıkla savaşan ordular olarak niteler. Maarrî şu beytinde dolunayın yüzeyinde görülen lekeleri, övülen kişinin ölümüne üzülen dolunayın yüzünü tokatlamasından kalmış darbe izleri diye tasvir eder: ”وما كلفة البدر المنير قديمة / ولكنها في وجهه أثر اللطم“ (Parlak dolunaydaki leke değildir kadîm / O sadece yüzünde tokatlama izidir). Edebî üslûpta etkilemek amacıyla duyguyu güçlü bir tonla dile getirmek de arzu edilen bir husustur. Aynı temada (mersiye), aynı tasvir öğesiyle (teşbih) anlatılmış iki şiirden Mütenebbî’ninki daha dingin, İbnü’l-Mu‘tezz’inki daha güçlü tondadır: ”ما كنت آمل قبل نعشك أن أرى / رضوى على أيدي الرجال تسير“ (Ümit etmezdim senin tabutundan önce göreceğimi / Radvâ dağının adamların elleri üzerinde yürüdüğünü) (Mütenebbî). ”قد ذهب الناس ومات الكمال / وصاح صرف الدهر أين الرجال // هذا أبو العباس في نعشه / قوموا انظروا كيف تسير الجبال“ (Gitti insanlık, yok oldu kemâl / Bağırdı zamanın felâketi: Nerede ricâl // İşte Ebü’l-Abbas tabutu içinde / Kalkın da bakın nasıl gidiyor cibâl) (İbnü’l-Mu‘tez).

3. İlmî-Edebî Üslûp. Önceki iki üslûbun özelliklerini birleştirir. Böylece bilimsel konular edebî bir anlatım çeşnisiyle yazıya dökülür. Bu da gençlere ve uzman olmayan kimselere kolaylık sağlamak, bilimselliğin soğuk yüzünü sevimli kılmak, keskin yanını hafifleterek daha cazip bir anlatım sunmak amacıyla deneysel bilimlerle beşerî coğrafya, tarih, psikoloji ve sosyoloji gibi bilimlerde uygulanan bir anlatım yöntemidir. Bu üslûpta açıklık, yalınlık, bilinen lafız ve ibarelerin seçimi, basit cümlelerle edebî anlatım örgüsü önemli niteliklerdir.

4. Hatâbî Üslûp. Hutbe, hitabe ve konuşmalarda geçerli anlatım biçimidir. Fesahat ve belâgat esaslarına dayanmada edebî üslûpla ortaksa da bazı özellikleriyle ondan ayrılır. Konuşmanın muhatapların düzeyine, durum ve şartlarına göre basit-tumturaklı, yumuşak-sert vb. şekilde yapılması, ibareye göre ses tonunun ayarlanması, jest ve mimiklerle anlatımın desteklenmesi, pekiştirme, eş anlamlı kelimeler ve tekrarlarla ifadenin güçlendirilmesi, ana fikre sık sık vurgu yapılması, muhatapların ilgisini canlı tutmak için ihbar ve inşâ üslûpları arasında geçişler uygulanması, uygun vecize, hikmetli söz ve mesellerle ara cümlelere yer verilmesi, bıktırıcı uzun cümlelerden uzak durulması, girişte ana fikre işaret eden telmihlerde bulunulması, başlangıçtan asıl konuya geçişte kopukluk oluşturmayacak, bütünlüğü sağlayacak şekilde geçiş ifadelerinin (tehallus) kullanılması, nihayet konuşmanın parlak cümlelerle bitirilmesi hatâbî üslûbun başarı şartlarındandır.

Arap Edebiyatında Üslûp. Câhiliye devrinden itibaren çeşitli dönemlerde meydana gelen edebî nesir (inşâ) üslûpları, başta seci ile vezindaşlık (tevâzün) olmak üzere bedîî süslerin kullanılmasına göre farklılık arzeder. Seci süsünün egemen olduğu üslûba “müsecca üslûp” denir. Hutbe, vasiyet, kâhin secileri ve emsâl gibi Câhiliye döneminden intikal eden edebî nesir örneklerinde îcâzın esas alındığı ve secinin hâkim kılındığı müsecca üslûp görülür. Bunun yanında bazı ticarî yazışmalarda serbest nesir konumundaki mutlak (mürsel) üslûba da rastlanır. Hz. Peygamber ve dört halife devirlerindeki nesir örneklerinde mutlak, müsecca ve hatâbî üslûp görülür. Resûl-i Ekrem ile halifelerin özel ve resmî mektuplarında îcâzın hâkim olduğu, başta ve sonda Allah’a hamdüsenânın yer aldığı, Kur’an ve hadislerle meseller, hikmetli beyit ve sözlerden tazmin ve iktibaslarla desteklenmiş serbest nesir üslûbu nitelikleri görülür. Halifelerin yanı sıra ileri gelen devlet adamlarının genellikle dinî ve siyasî içerikli hutbe ve konuşmaları, ayrıca mev‘izalarda külfetsiz secilerin hâkim olduğu, Kur’an’ın etkisiyle Câhiliye’ye özgü secili üslûptan ayrılarak başta ve sonda tesbih ve hamd ifadeleriyle Kur’an ve hadisten iktibasların yer aldığı, kısa ibareli ve secili hatâbî üslûp hâkimdir.

Kur’an’da secili, müzdevic-vezindaş öğelerle hatâbî nesir üslûbunu yansıtan kısımlar yer alırsa da âlimlerin çoğunluğu onun üslûbunun kendine özgü olduğu görüşündedir. Zekî Mübârek ise Kur’an üslûbunu Câhiliye edebî nesir üslûbunun en sağlıklı temsilcisi diye nitelemiş, çağdaş bir yazar da onun üslûbuna “müveşşah üslûp” demiştir (Kemâl el-Yâzicî, s. 23-24). Özellikle Mekke’de inen ilk sûrelerde kısa bölümlü doğal secilerin, secili veya secisiz vezindaş öğelerin, tekrarların, yeminli ve şartlı ifadelerin egemen kılındığı, ikna amaçlı âteşîn-şiirsel bir hatâbî üslûp hâkimdir. Medine’de inen sûreler genellikle teşrî‘ amaçlıdır; üslûp da bu amaca uygun biçimde uzun cümleli, ayrıntılı, serbest düzende, hükümlere ait hüccet ve illetlerin açıklandığı, halden hale, sîgadan sîgaya intikallerin (iltifat), parlak-ayrıntılı temsillerin yer aldığı sâkin bir nitelik arzeder. Encyclopaedia Britannica’da “Koran” maddesini yazan Theodore Nöldeke, Kitâb-ı Mukaddes kültürünün etkisiyle Kur’an’ın kıssa anlatım üslûbunda zayıf cihetlerin bulunduğunu, hadiselerin tarihî silsileye göre verilmediğini, sıra ve düzenlerine riayet edilmediğini, olaylardaki kesiklik, kopukluk ve karışıklığın anlaşılmayı zorlaştırdığını, ayrıca bazı lafız ve ibarelerin çok tekrar edildiğini, halden hale, sîgadan sîgaya geçişlerin fazla olduğunu söylemiştir. Gerçekte bunlar Kur’an’ın üslûbunu ve edebî yapısını bilmemekten kaynaklanan haksız eleştirilerdir. Kur’an’ın hikâye üslûbu ve hikâye anlatımındaki amacı, Tevrat’taki gibi giriş-gelişme-sonuç bölümleriyle tarihî kronolojiye riayet ederek anlatmak değildir; Kur’an’ın bu anlatımındaki amacı muhatapları belli şeylere özendirmek, belli nesnelerden sakındırmaktır ve hikâyeden bu amacı destekleyecek ve ona misal teşkil edecek bir kesit sunmaktır. Kur’an’da bazı hikâyelerin uzun veya kısa olarak tekrarı da bağlam ve amaç değişikliğinden ileri gelir. Ayrıca Kur’an’da tekrar edilen kelime ve ibarelerin çokluğu onun hatâbî üslûbunun gereği olduğu gibi onda şahıstan şahısa, sîgadan sîgaya, mâziden muzâriye ve aksine intikallerin bulunması da ince mânalar ve nüanslar içeren iltifat sanatının icabıdır. Hz. Peygamber’in hadislerinde ise tekellüften, seci ve bedî‘ süslerinden, gereksiz uzatmalardan arınmış, açık ve kapalı işaretler içeren veciz ve yalın bir anlatım hâkimdir.

Emevîler devrinde secili üslûbun örnekleri olan hutbe ve hitabelerde üslûp fitneleri bastırmak amacıyla sertleşmiş, tehdit ifade eden tekrarlar artmış, hutbeler uzamıştır. Ziyâd b. Ebîh ile Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî’nin hutbeleri gibi mürsel üslûp örneklerini teşkil eden özel ve resmî mektuplar, uygarlığın gelişmesine paralel şekilde bedevî sertliğinden medenî yumuşaklığa ve anlam inceliğine, konuya uygun lafız ve ibare seçimine doğru gelişme kaydetmiştir. Secili veya secisiz olarak vezindaş, çoğu zaman da çifte vezindaş kelimelerin karakteristiğini teşkil ettiği mütevâzin/müzdevic üslûbun doğuşu da bu döneme rastlar. Hasan-ı Basrî’nin “Âdil devlet başkanının özellikleri” adlı risâlesinde serbest-secili-vezindaş üslûpların karması bir anlatım tarzı görülür. Risâlelerinde aynı vezindeki kelimelerin bir araya getirilmesine dayalı mütevâzin/müzdevic üslûbu yaygın biçimde ilk defa kullanan edip Abdülhamîd el-Kâtib’dir (ö. 132/750). Onun Fars asıllı olması sebebiyle bu üslûbun Fars edebiyatı etkisiyle doğduğu genellikle kabul edilmiştir. Abdülhamîd’den Ebü’l-Fazl İbnü’l-Amîd’e (ö. 360/970) kadar uzanan dönemdeki edebî nesir türlerinde hâkim üslûp olan mütevâzin üslûp Abbâsî devrinde Sehl b. Hârûn, Ebû İshak İbnü’l-Müdebbir, İbrâhim es-Sûlî, Câhiz ve Ebû Hayyân et-Tevhîdî gibi yazarların edebî risâlelerinde devam etmiştir. Bu tür üslûpta kelâmın bütün kelimeleri çifterli (müzdevic) vezindaş olabildiği gibi sadece fıkra sonları da vezindaş olabilir: ”وَآتَيْنَاهُمَا الْكِتَابَ الْمُسْتَبِينَ · وَهَدَيْنَاهُمَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ“ âyetiyle (es-Sâffât 37/117-118) ”مَنْ أَعْرَضَ عَنْهُ فَإِنَّهُ يَحْمِلُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وِزْرًا · خَالِدِينَ فِيهِ وَسَاءَ لَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ حِمْلًا“ (Tâhâ 20/100-101) âyetinde görüldüğü gibi. Mütevâzin üslûp Ebû Bekir es-Sûlî’nin Edebü’l-küttâb’ı, Kādî el-Cürcânî’nin el-Vesâṭa’sı, Seâlibî’nin Yetîmetü’d-dehr’i gibi eserlerde de hâkim üslûptur. İbnü’l-Mukaffa‘ın Edebü’l-ʿâlim adlı risâlesinde ve Ebû İshak İbnü’l-Müdebbir’in er-Risâletü’l-ʿaẕrâ’sında yer alan Edebü’l-kâtib risâlesiyle ilk örnekleri verilen risâle/mektup yazım (teressül) üslûbu Ebü’l-Fazl İbnü’l-Amîd, Sâhib b. Abbâd, Kādî el-Fâzıl, Ebû İshak es-Sâbî, Şerîf er-Radî ve Bedîüzzaman el-Hemedânî’nin risâlelerinde yoğun secilerin egemen kılındığı secili teressül üslûbu şeklinde gelişme kaydetmiştir. Bedîî süslerden uzak düz nesir üslûbu olan mutlak üslûp Abbâsî devrinde tarih ve terâcim kitapları ile ilmî eserlerde, İhvân-ı Safâ’nın risâlelerinde, İbn Miskeveyh ile Ebû Hayyân et-Tevhîdî’nin ilmî-edebî eserlerinde, yoğun seci süsüyle hikâye anlatma tarzı olan secili kasasî üslûp da Ebü’l-Alâ el-Maarrî’nin Risâletü’l-ġufrân’ı ile Hemedânî ve Harîrî’nin Maḳāmât’ları gibi edebî metinlerde uygulanmıştır. Ayrıca Maarrî el-Fuṣûl ve’l-ġāyât’ında, secili üslûbun uzantısı olup her faslı bir seci harfine tahsis ettiği Endülüs veşşah şairlerinin etkisiyle müveşşah üslûbu edebî nesre ilk uygulayan ediptir. Yoğun bedîî süslerin beraberinde secinin egemen olduğu bedîî müsecca üslûp IV. (X.) yüzyılda Ebü’l-Fazl İbnü’l-Amîd’in risâleleriyle yaygın hale gelmiştir. Daha sonra Ebû İshak es-Sâbî, Kādî el-Fâzıl, İbn Zeydûn, İbn Şüheyd, Bedîüzzaman el-Hemedânî, Harîrî, Maarrî, Lisânüddin İbnü’l-Hatîb gibi ediplerin eser ve risâlelerinde uygulanmıştır. Bu ağdalı üslûp bazı tarih, ahbâr ve terâcim kitaplarında, bu arada Seâlibî’nin Yetîmetü’d-dehr’i, Feth b. Hâkān el-Kaysî’nin Ḳalâʾidü’l-ʿiḳyân’ı, İmâdüddin el-İsfahânî’nin Ḫarîdetü’l-ḳaṣr’ı, İbn Bessâm eş-Şenterînî’nin eẕ-Ẕaḫîre’si, Hafâcî’nin Reyḥânetü’l-elibbâ’sı, Muhibbî’nin Nefḥatü’r-Reyḥâne’si, İbn Ma‘sûm’un Sülâfetü’l-ʿaṣr’ı, Muhammed Diyâb el-İtlîdî’nin İʿlâmü’n-nâs’ı, Şehâbeddin İbn Arabşah’ın Fâkihetü’l-ḫulefâʾsı, Murâdî’nin Silkü’d-dürer’i vb. eserlerde kendini göstermiştir. Arap edebiyatında secinin hâkimiyeti aralıksız on asır kadar devam ettikten sonra ancak modern zamanlarda yerini düz nesir üslûbu almıştır.

Doğu’da İbnü’l-Mukaffa‘ ile başlayan sade-açık anlatım tarzı Endülüs’te İbn Abdürabbih’in el-ʿİḳdü’l-ferîd’i, İbn Hazm’ın Ṭavḳu’l-ḥamâme’si gibi eserlerde devam etmiştir. Endülüs’te vezindaş kelimelerin egemen olduğu mütevâzin teressül üslûbu İbn Bürd el-Ekber, İbnü’l-Cezîrî, İbn Derrâc, Ebü’l-Mugīre İbn Hazm gibi ediplerin resmî (divanî) ve özel risâlelerinde Câhiz üslûbunun etkisiyle yansıma bulmuştur. Secinin hâkimiyetindeki müsecca teressül üslûbu, Bedîüzzaman el-Hemedânî’nin risâle üslûbunun uzantısı şeklinde İbn Zeydûn ile İbnü’l-Hatîb’in risâlelerinde yer almıştır. Secidaş öğelerle hikâye anlatma tarzı olan müsecca kasasî üslûp, İbn Şüheyd’in et-Tevâbiʿ ve’z-zevâbiʿi ile İbn Şeref el-Kayrevânî’nin el-Maḳāmâtü’l-Endelüsiyye’si gibi eserlerde uygulanmıştır.

Mağrib’de felsefî-kasasî, felsefî-analitik ve seyahat edebiyatı üslûbu şeklindeki üç anlatım biçimi dikkat çeker. Sembolik felsefî-kasasî üslûp İbnü’l-Mukaffa‘ın Kelîle ve Dimne çevirisiyle başlamış, İhvân-ı Safâ’nın Risâletü’l-insân ve’l-ḥayevân’ı, İbn Şüheyd’in et-Tevâbiʿi, Maarrî’nin Risâletü’l-ġufrân’ı, Hemedânî ve Harîrî’nin Maḳāmât’larında devam etmiş, tam felsefî hikâye ve roman tarzı olarak Mağribli filozof İbn Tufeyl’in Ḥay b. Yaḳẓân’ında kullanılmıştır. İbn Haldûn’un Muḳaddime’sinde ise felsefî analiz ağırlıklı bir anlatım biçimi göze çarpar. Seyahat edebiyatı üslûbu, Şerîf el-İdrîsî’nin Nüzhetü’l-müştâḳ’ıyla başlayıp İbn Cübeyr’in Teẕkiretü’l-esfâr’ı (Riḥletü İbn Cübeyr) ve İbn Battûta’nın Tuḥfetü’n-nüẓẓâr’ıyla gelişmiştir. Modern zamanlarda ve çağımızda başta Kur’an olmak üzere hadis, belâgat ve nahiv alanlarında üslûp incelemelerine dair birçok eser kaleme alınmıştır. Bunlarda belâgat ve nahiv konuları üslûp özellikleri açısından ele alınıp incelenmiştir (bk. bibl.).


BİBLİYOGRAFYA

Tâhâ Hüseyin, Fi’l-Edebi’l-Câhilî, Kahire 1927, s. 365-375, ayrıca bk. tür.yer.

a.mlf., Min Ḥadîs̱i’ş-şiʿr ve’n-nes̱r, Kahire 1936, s. 24-46, ayrıca bk. tür.yer.

Zekî Mübârek, en-Nes̱rü’l-fennî fi’l-ḳarni’r-râbiʿ, Kahire 1352/1934, s. 17-30, ayrıca bk. tür.yer.

Şevkī Dayf, el-Fen ve meẕâhibüh fi’n-nes̱ri’l-ʿArabî, Kahire 1946, s. 5-16.

İhsan Abbas, Târîḫu’l-edebi’l-Endelüsî: ʿAṣrü’ṭ-Ṭavâʾif ve’l-Murâbıṭîn, Beyrut 1985, II, 280-326.

a.mlf., Târîḫu’l-edebi’l-Endelüsî: ‘Aṣru siyâdeti Ḳurṭuba, Beyrut 1985, s. 325-341.

Ali el-Cârim – Mustafa Emîn, el-Belâġatü’l-vâżıḥa, Kahire 1383/1964, s. 12-17.

H. Enkvist – J. Spencer, Linguistics and Style, London 1964.

Hüseyin Nassâr, Neşʾetü’l-kitâbeti’l-fenniyye, Kahire 1966, s. 9-28, ayrıca bk. tür.yer.

M. Kürd Ali, Ümerâʾü’l-beyân, Beyrut 1388/1969, s. 26-82, ayrıca bk. tür.yer.

J. Marouzeau, Précis de stylistique française, Paris 1969.

Abdurrahman el-Muttaridî, Esâlîbü’t-tevkîd fi’l-Ḳurʾân, Trablus 1395/1975, tür.yer.

Enîs el-Makdisî, Teṭavvürü’l-esâlîbi’n-nes̱riyye fi’l-edebi’l-ʿArabî, Beyrut 1982, tür.yer.

M. Ali Ebû Hamde, Min Esâlîbi’l-beyân fi’l-Ḳurʾân, Amman 1403/1983, s. 47-161.

İlyâs Dîb, Esâlîbü’t-tevkîd fi’l-luġati’l-ʿArabiyye, Beyrut 1984, tür.yer.

M. Saîd İsbir – Bilâl Cüneydî, eş-Şâmil, Beyrut 1985, s. 98-102.

Kemâl el-Yâzicî, el-Esâlîbü’l-edebiyye fi’n-nes̱ri’l-ʿArabiyyi’l-ḳadîm, Beyrut 1986, s. 15-16, 23-67, ayrıca bk. tür.yer.

İbrâhim es-Sâmerrâî, Min Esâlîbi’l-Ḳurʾân, Beyrut 1407/1987, tür.yer.

Mîşâl Âsî – Emîl Bedî‘ Ya‘kūb, el-Muʿcemü’l-mufaṣṣal fi’l-luġa ve’l-edeb, Beyrut 1987, I, 22-24, 98-99.

Seyyid Ca‘fer el-Hüseynî, Esâlîbü’l-beyân fi’l-Ḳurʾân, Tahran 1413, s. 791-802, ayrıca bk. tür.yer.

Şükrî M. Ayyâd, Medḫal ilâ ʿilmi’l-üslûb, Cîze 1996, tür.yer.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2012 yılında İstanbul’da basılan 42. cildinde, 383-385 numaralı sayfalarda yer almıştır.

Müellif:


FARS EDEBİYATI. Belli bir kişi, eser, dönem veya bölgeye özgü anlatım biçimi olarak üslûp normal anlatım dışında özellikler taşır ve bu sebeple ayrı bir adla anılmaya değer görülür. Farsça’da üslûp kelimesi karşılığında Arapça’da “eritip kalıba dökmek” anlamındaki sebk kullanılmıştır. III. (IX.) yüzyılın ikinci yarısında ilk örnekleri görülen yeni Farsça şiirde ve nesirde asırlar boyunca çeşitli uslûplar öne çıkmıştır. Bunlar farklı açılardan birkaç şekilde incelenebilir: Şair yahut yazara göre, sebk-i Menûçihrî, sebk-i Hâfız ve sebk-i Bîdil; eserin yazıldığı zamana göre sebk-i Meşrutiyyet ve sebk-i Sâmânî; eserin muhtevasına göre, sebk-i irfânî ve sebk-i hamâsî; eserin yazıldığı coğrafî bölgeye göre, sebk-i Hindî ve sebk-i Horasânî; eserin muhatap aldığı kitleye göre sebk-i âmiyâne ve sebk-i rûşenfikrâne, eserin yazıldığı amaca göre sebk-i hicvâmîz, sebk-i ta‘lîmî. Ortak özelliklere ve anlatım tarzlarına sahip belirli bir çağdaki şairler açısından İslâm sonrası Fars şiirinde başlıca şu üslûplar görülür:

Sebk-i Horasânî. Horasan ve Mâverâünnehir şairlerinin, III. (IX.) yüzyılın ikinci yarısından VI. (XII.) yüzyıla kadar uzanan bir dönemde hamâsî bir ruhla sade, tabii, akıcı ve dış dünyayı gerçekçi biçimde anlatma tarzını temsil etmektedir. Arapça kelime ve terkiplerin daha az kullanıldığı, çoğunlukla methiye konulu (kaside) nazım şeklinin tercih edildiği bu üslûbun şairlerinden bazıları Rûdekî, Firdevsî, Unsurî, Ferruhî-yi Sîstânî, Menûçihrî, Mes‘ûd-i Sa‘d-i Selmân, Emîr Muizzî, Nâsır-ı Hüsrev, Senâî’dir.

Sebk-i Irâkī. Selçuklular’ın tarih sahnesine çıkışıyla Azerbaycan ve Irâk-ı Acem bölgelerine yayılan şiir, dinî ilimler ve tasavvufî anlayışın da etkisiyle büyük bir değişime uğrayarak yeni özellikler kazanmış, bu üslûp VI. (XII.) yüzyılın ikinci yarısından IX. (XV.) yüzyılın sonlarına kadar hâkim olmaya devam etmiştir. Arapça kelime ve terkiplerin çoğaldığı, bilimsel kavram ve açıklamaların görüldüğü bu dönem şiirinde Evhadüddîn-i Enverî ve Zahîr-i Fâryâbî gibi şairlerin sanatlı ve mübalağalı kasideleri yanında zarif, âşıkane ve lirik gazeller öne çıkmış, mesnevi nazım şekli de özel bir konum edinmiştir. Azerbaycan’da Nizâmî-i Gencevî ve Hâkānî-yi Şirvânî, Irâk-ı Acem’de Cemâleddîn-i İsfahânî ve oğlu Kemâleddîn-i İsfahânî bu üslûbun öncüleri, Sa‘dî-yi Şîrâzî ve Hâfız-ı Şîrâzî ise üslûbun en kalıcı ve etkileyici isimleridir. Molla Câmî bu geleneğin son büyük temsilcisi kabul edilmektedir. Dinî, tasavvufî ve ahlâkî düşünceleri şiire başarıyla aktaranlar arasında Ferîdüddin Attâr, Fahreddîn-i Irâkī ve en önemlisi Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî bulunmaktadır. Bu şairlerin özellikle gönül dünyasına hitap eden, mazmunlar içeren ve yaratılış güzelliklerini teşbih, mecaz, istiare gibi sanatlarla dile getiren gazel ve mesnevileri Farsça şiirin asırlar boyunca okunan ve örnek alınan edebî ürünleridir.

Sebk-i Hindî. İran bölgesinde Safevîler’in, Hindistan’da Bâbür Devleti’nin kuruluş yıllarından sonra giderek önem kazanan bu şiir akımı İsfahan üslûbu adıyla da anılmaktadır. Bu üslûp X. (XVI.) yüzyıl başlarından XII. (XVIII.) yüzyılın ortalarına kadar etkinliğini sürdürmüştür. Safevîler’in şiiri dinin ve Şiîliğin hizmetinde görmek istemeleri, methiyeci şairlere iltifat etmemeleri şaire ve şiire Hindistan yolunu açarken geleneğin takipçisi, Timurlular’ın vârislerinden Bâbür şairlere burada yeni imkânlar hazırlamıştır. Benzeri bir yöneliş kısmî şekilde Anadolu için de geçerlidir. Şiir bir yandan saraydan uzaklaşıp meslek sahipleri ve halk arasında yer bulurken diğer yandan gerileyen medrese eğitimi sebebiyle ilmî tabirler şiirden uzaklaşmıştır. Şiire giderek ince hayaller, garip teşbihler, yeni mazmunlar ve bilinmeyen kelimeler girmiş, günlük deyişler, tecrübe ve bilgiler şiire aktarılmıştır. Bu üslûbun önde gelen şairleri Örfî-i Şîrâzî, Tâlib-i Âmülî, Sâib-i Tebrîzî, Kelîm-i Kâşânî ve Bîdil’dir (ayrıca bk. SEBK-i HİNDÎ).

Sebk-i Bâzgeşt. XII. (XVIII.) yüzyılın ikinci yarısından XIV. (XX.) yüzyılın başlarına kadar devam eden bu üslûp Şîraz, İsfahan ve Horasan bölgelerinde ilgi görmüş, mazmun arayışında yeniliğini kaybedip doğallıktan uzaklaşan, anlaşılmaz teşbih ve istiarelerle dolu, muammaya dönüşen Hint üslûbuna bir tepki olarak doğmuştur. İlk defa İsfahan’da bir araya gelen bazı şairlerin çabalarıyla Irak ve Horasan üslûplarının öncüleri örnek alınıp şiirler yazılmaya başlanmış, Kaçarlar hânedanının Safevîler’den sonra şiire ve şairlere tekrar alâka göstermesinin de yardımıyla bu tavır yaygınlaşmıştır. Horasan ve Irak üslûplarının üstatları Unsurî, Ferruhî-yi Sîstânî, Muizzî ve Enverî gibi kaside şairleriyle Sa‘dî-yi Şîrâzî, Hâfız-ı Şîrâzî gibi gazel ustaları taklit edilmiş, bu sebeple bazı şairlerin şiirleri bu üstatların şiirlerinden ayırt edilemez hale gelmiştir. Ancak bu durum şairlerin yaşadıkları zamandan ve toplumdan uzaklaşmalarına da yol açmıştır. Bu üslûbun önde gelen şairleri Sabâ-yı Kâşânî, Visâl-i Şîrâzî, Kāânî-i Şîrâzî, Fürûgī-i Bistâmî, Sürûş-i İsfahânî, Hâtif-i İsfahânî, Yağma-yi Cendekī ve Ebû Nasr-ı Şeybânî’dir.

Sebk-i Meşrûtiyyet/Meşrûta. Yeni Farsça şiir XIV. (XX.) yüzyılın ilk yarısındaki örneklerle yeni ve farklı bir yönde ilerlemiş, şairin ilgisi ve şiirin konusu topluma yönelmiş, halk dilinin yanı sıra siyasî konular ve Batı kökenli kelimeler eserlerde yer almaya başlamıştır. Dönemin önemli şairleri Bahâr, Îrec Mirza, Ârif-i Kazvînî, Ferruhî-yi Yezdî, Seyyid Eşrefüddîn-i Gîlânî ve Mirzâde-i İşkî’dir.

Bu üslûplar arasında geçiş zamanlarını farklı üslûp veya dönem adlarıyla adlandırma ihtiyacı da duyulmuştur. Meselâ Sâmânîler dönemindeki üslûba sebk-i Türkistânî, Gazneliler dönemiyle Selçuklular’ın ilk yılları için sebk-i Horasânî, Irak üslûbuna intikal edilirken, yani VI. (XII.) yüzyıl için ara dönem üslûbu veya aynı dönemde İran’ın batısı için Azerbaycan üslûbu, Irak üslûbundan Hint üslûbuna geçiş dönemi için de mekteb-i vukū‘ (X./XVI. yüzyıl) adları kullanılmıştır. Meşrutiyet devri şiir anlayışından sonra Farsça’da yeni şiir üslûbu adıyla yapıda ve içerikte yeniliklere gidilirken Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sa‘dî-yi Şîrâzî, Hâfız-ı Şîrâzî gibi klasik dönem şairleri okunmaya ve örnek alınmaya devam edilmiştir. Batı medeniyeti ve edebiyatıyla başlayan temaslar neticesinde İran’da edebî muhitler hikâye, roman ve tiyatro gibi türlere de ilgi gösterirken XX. yüzyılın ilk yarısında şiirde klasik kalıpların dışına çıkılmaya başlanmıştır.

Farsça nesirde de üslûp bakımından farklı devirler görülmüştür. Başlangıçta III. (IX.) yüzyılın sonlarından V. (XI.) yüzyılın ortalarına kadar (Sâmânîler dönemi) nesir sade, sanatsız ve kolay anlaşılır biçimde sonraki dönemlere göre daha az sayıda Arapça kelime barındırırken V. (XI.) yüzyılın ortalarından VI. (XII.) yüzyılın ortalarına kadar (Gazneli ve Selçuklu dönemi) yazılarda cümleler uzamış ve Arapça kelimeler çoğalmıştır. VII. (XIII.) yüzyıldan XII. (XVIII.) yüzyıla kadar hâkim olan nesir (Irak üslûbu) sanatlı ve tekellüflü bir hüviyet kazanmıştır. XIII. (XIX.) yüzyılda geriye dönüş üslûbu nesirde de kısmen etkili olmuş, ardından konuşma diline yönelik sade bir üslûp tercih edilmiştir (ayrıca bk. İRAN [Edebiyat]).

Üslûp özellikleri, “sebk-şinâsî” adı verilen yeni bir edebî disiplin altında çeşitli kitap ve makalelerde incelenmiştir. Fars edebiyatında üslûp konusunu bilimsel açıdan ilk defa Meliküşşuarâ Bahâr Sebkşinâsî yâ Târîḫ-i Teṭavvür-i Nes̱r-i Fârsî adlı eserinde ele almıştır (I-III, Tahran 1321 hş./1942). Daha sonra kapsamlı bir çalışma Sîrûs Şemîsâ tarafından Külliyyât-ı Sebkşinâsî (Tahran 1372 hş.) ve Sebkşinâsî-i Şiʿr (Tahran 1374 hş.) adlı çalışmalarla ortaya konmuştur. Bânû Nusret Tecrübekâr’ın Sebk-i Şiʿr der ʿAṣr-ı Ḳācâriyye’sinde (Tahran 1350 hş.) üslûp özellikleri belirli bir dönemle sınırlı biçimde incelenmiştir. Mahmûd Âbâduyân’ın Der Âmedî der Sebkşinâsî der Edebiyyât (Tahran 1372 hş.), Mihrdâd Çetranî’nin Dersnâme-i Sebkşinâsî Şiʿr ve Nes̱r-i Fârsî (İsfahan 1386 hş.), Muhammed Gulâm Rızâyî’nin Sebkşinâsî-i Şiʿr-i Fârsî ez Rûdekî tâ Şâmlû (Tahran 1377 hş.) adlı eserleriyle bu alandaki çalışmalar devam etmiştir.


BİBLİYOGRAFYA

, I, 632-633.

Celâleddin Hümâî, Târîḫ-i Edebiyyât-ı Îrân, Tahran 1340 hş., s. 482-488.

M. Ca‘fer Mahcûb, Sebk-i Ḫorâsânî der Şiʿr-i Fârsî, Tahran 1345 hş., s. 3-45.

Bahâr, Sebkşinâsî, Tahran 1349 hş., II, 1-4.

Bânû Nusret Tecrübekâr, Sebk-i Şiʿr der ʿAṣr-ı Ḳācâriyye, Tahran 1350 hş.

Zeynelâbidîn Mü’temen, Şiʿr u Edeb-i Fârsî, Tahran 1364 hş.

Sîrûs Şemîsâ, Külliyyât-ı Sebkşinâsî, Tahran 1372 hş.

a.mlf., Sebkşinâsî-yi Şiʿr, Tahran 1374 hş.

Meymenet Mîr Sâdıkī, Vâjenâme-i Hüner-i Şâʿirî, Tahran 1373 hş., s. 124-142.

M. Gulâm Rızâyî, Sebkşinâsî-i Şiʿr-i Fârsî ez Rûdekî tâ Şâmlû, Tahran 1377 hş., s. 15-16, 19-21.

Abbâspûr-Rebîiyân, “Sebk”, Ferhengnâme-i Edeb-i Fârsî (nşr. Hasan Enûşe), Tahran 1381 hş., II, 785-791.

Ebü’l-Kāsım Râdfer, “Der Bâre-i Sebkhâ-yi Şiʿr-i Fârsî, Rypka ve Sebk-i Âẕerbâycânî”, Sebk-i Âẕerbâycânî ve Seyr-i Târîḫî-yi ân der Şiʿr-i Fârsî (nşr. Fâtıma Müderrisî – Mahbûb-i Tâliî), Urûmiye 1383 hş., s. 333-342.

Hicabi Kırlangıç, “İran Şiiri İçin Bir Sınıflandırma Denemesi”, Nüsha, I/1, Ankara 2001, s. 96-108.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2012 yılında İstanbul’da basılan 42. cildinde, 385-387 numaralı sayfalarda yer almıştır.

Müellif:

TÜRK EDEBİYATI. Bir eleştiri kavramı olarak üslûb Türkçe’de Fransızca style karşılığında kullanılmaktadır. Türkçe’de eda, tarz, anlatış yolu gibi sözlerle üslûp kastedilmiş, son dönemde üslûp için biçem kelimesi türetilmiştir. Daha çok edebiyat alanında geçmekle beraber başta mûsiki ve mimari olmak üzere diğer güzel sanat dallarında, hatta tavır ve kıyafet gibi günlük yaşayışta da üslûp “kişiyi başkalarından ayıran tarz, eda ve davranış” anlamında kullanılmaktadır. Edebiyatta üslûp duygu ve düşünceleri ifade etme şekline, kelimelerin seçiminden onların terkibine, cümle ve paragraflar haline gelişine, söz ve yazı sanatlarıyla günlük dilin dışına çıkmasına denilmektedir. Bir yazarın, dili kendine özgü kullanış biçimine üslûp denildiği gibi (Tanpınar’ın üslûbu) çağa bağlı (Ortaçağ üslûbu), edebî akımlara bağlı (Edebiyât-ı Cedîde üslûbu), konuya bağlı (filozofik), okura bağlı (popülist) üslûplardan da söz edilmiştir. Üslûp için akıcı, bayağı, canlı, çocuksu, özensiz, yapmacık, tasvirî, renkli, lirik, sürükleyici gibi nitelemeler de yapılmaktadır.

Üslûp kavramının Türkçe’de Batılı bağlamıyla bir edebiyat teorisi kavramı olarak ortaya çıkışı XIX. yüzyılda edebiyattaki yenileşme sürecinde gerçekleşmiştir. Bununla beraber divan şiiri döneminde, hem şuarâ tezkirelerinde tezkireciler tarafından hem de başta gazeller olmak üzere şiir içinde bizzat şairler tarafından “şiirde tutulan yol” anlamıyla üslûp, tarz, eda, vadi, şive gibi kelimeler kullanılmıştır. Tezkirelerde divan şairlerinin şairlik gücünü, şiirdeki tarzlarını, söyleyişlerindeki orijinal yanları ayırt etmek üzere kaydedilen kalıplaşmış ifadeler içinde “tarz-ı şi‘r, tarz-ı hâs, tarz-ı Necâtî, Nevâyî tarzı, tarz-ı dilfirîb, üslûb-ı nazm, üslûb-ı makāl, üslûb-ı Acem, üslûb-ı acîb, vâdî-i sühan, tarîk-i şiâr, güzel edâ” gibi tabirlere rastlanmaktadır. Yine divan şairleri özellikle gazellerinin mahlas beyitlerinde kendilerinden söz ederken üslûp bağlantılı bazı ifadeler kullanır. “Bâkiyâ tarz-ı şi‘r böyle gerek / Hem zarîfâne hem levendâne” derken Bâkî, “Sözü rengîn-edâ etmek Hayâlî ihtirâıdır / Horasân ehli sanmasın bunu tarz-ı Nevâyî’dir” derken Hayâlî Bey, “Bu tarz-ı hâsa ey Nef‘î yine sûret veren sensin / Nazîre söyleyenler ekseri efsâne yazmışlar” veya “Sözde nazîr olmaz bana ger olsa âlem bir yana / Pür tumturak u hoşedâ ne Hâfız’am ne Muhteşem” derken Nef‘î, “Nev‘iyâ nazm içre îcâd eyledin bir tarz-ı hâs / Rûm’u kurtardın Acem eş‘ârına taklîdden” derken Nev‘î, “Tarz-ı selefe takaddüm ettim / Bir başka lisan tekellüm ettim”; “Zannetme ki şöyle böyle bir söz / Gel sen dahi söyle böyle bir söz” derken Şeyh Galib sadece övünmüyor, bu övünmeyi hak edecek bir dil gücüyle söyleyişlerinin orijinal olduğunu, şiirde yeni bir vadi açtıklarını da ifade ediyor, bunu ispat etmek için kendilerini başka milletlerin şairleriyle veya diğer meslektaşlarıyla karşılaştırıyordu. Nâbî de, “Hüsn-i ta‘bîr verir ma‘niye hüsn-i dîger / Şevket-i hüsne çok imdâdı olur üslûbun” der. Nedîm ise, “Ma‘lûmdur benim sühanım mahlas istemez / Fark eyler anı şehrimizin nüktedanları” derken zekâ sahiplerinin anlayabileceği bir şiir tarzının bulunduğunu ileri sürer.

Fuzûlî’nin kendine özgü şairaneliğini ifade etmek için Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kullandığı, “Az çok muhtar bir eyalete benzer” sözleri, ortak bir mazmun sistemi içinde bile güçlü bir şairin kendine has şiir dilinden söz edilebileceğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Divan şiiri değerlendirilirken önde gelen temsilcilerinin belirginlik kazanmış şiir söyleyiş edaları yanında uzun sayılacak bu şiir dönemi içindeki bazı üslûp hareketlerinden de söz edilmiştir. Temsilcileri arasında Necâtî Bey, Ahmed Paşa, Bâkî, Hayâlî Bey, Zâtî ve Fuzûlî’nin yer aldığı klasik üslûp; Nef‘î, Fehîm-i Kadîm, Nâilî, Neşâtî, Nâbî ve Şeyh Galib gibi şairler üzerinde etkili olan sebk-i Hindî; Nâbî ekolü olarak da bilinen ve Sâbit, Mustafa Sâmi Bey, Seyyid Vehbî, Koca Râgıb Paşa gibi temsilcileri bulunan hikemî tarz; kökleri Necâtî’ye kadar indirilen ve diğer üslûp hareketlerinde adı anılan birçok şairle beraber Türkî-i basît yönelimini de içine alan, ancak en fazla Nedîm’le özdeşleştirilen mahallîleşme cereyanı divan şiiri içindeki belli başlı üslûp hareketleridir. Divan şairlerinin nazîrecilik geleneği içinde yüzyılların birikimini aşmaya çalışma gayretleri zamanla onları yeni üslûp ve tarz arayışlarına yöneltmiş bir “reh-i nâ-refte” (gidilmemiş yol) yahut “tarz-ı nev-edâ” (yeni söyleyiş üslûbu) benimsemelerine kapı aralamıştır. Bu tür kişisel üslûp arayışları usta şairler tarafından sistemleştirilecek bir mükemmellikle uygulanmıştır. Fuzûlî’nin âşıkane, Bâkî’nin rindâne, Nedîm’in şuhâne, Nâbî’nin hikemiyâne, Şeyh Galib’in mutasavvıfane edaları kendilerinden sonraki şairler tarafından örnek birer üslûp kabul edilerek taklide çalışılmıştır.

Yenilik dönemi Türk edebiyatı içinde teorik alanda üslûp bahsinin ortaya çıkışı 1870-1880 yıllarını bulur. İlk defa Süleyman Paşa, Batılı retorik kitaplarının “style” konusunu “kelâm” başlığıyla Türk edebiyat teorisi alanına sokar. Ancak asıl açılım Recâizâde Mahmud Ekrem’in Ta‘lîm-i Edebiyyât’ıyla gerçekleşir. Bir üslûp bilgisi kitabı olarak da nitelenen Ta‘lîm-i Edebiyyât’ta üslûp, Georges Louis Leclerc’in (Comte de Buffon) Fransız Akademisi’ne girerken (1753) verdiği üslûp üzerine söylevinde geçen, “Le style c’est l’homme même” (Üslûp insanın ta kendisidir) cümlesinin “Üslûb-ı beyân ayniyle insandır” şeklinde çevirisiyle formülleştirilmiştir. Recâizâde’nin bu çeviri cümlesi kadar kitabında yaptığı üslûb-ı sâde, üslûb-ı müzeyyen, üslûb-ı âlî şeklindeki üçlü üslûp tasnifi de uzun süre Türk edebiyatında yaygın biçimde kullanılmıştır. 1940’lara gelindiğinde Buffon’un üslûp üzerine sözleri eskimiş olarak nitelense de üslûp konusu ele alınırken bu sözlere atıfta bulunmanın kaçınılmazlığı da belirtilmiştir (Buffon, sy. 7 [1941], dipnot, s. 32).

Türk edebiyatının yenileşme süreci içinde üslûp konusu, Halit Ziya Uşaklıgil’in Mâi ve Siyah romanının kahramanı Ahmet Cemil’in ağzından, “Biz nasıl şiir isteriz?” sorusuna cevap şeklinde tartışıldığı gibi üslûbun ne olduğunu sorgulayan bağımsız yazılarda da ele alınmıştır. Bununla beraber 1940’lı yıllarda filolojik çalışmalarda dildeki uzmanlıkla edipliğin birleştirilmesi gerektiğine değinen yazıların yayımlandığı görülmektedir. 1940’tan sonra özellikle dünyadaki çalışmalara paralel olarak üslûp araştırmalarının edebiyat biliminde ayrı bir başlık altında incelenmeye başlanmasıyla üslûp meselesi farklı bir boyut kazanmıştır. Üslûp biliminin bir uzmanlık dalı haline gelmesi Türk edebiyatındaki üslûp araştırmalarının geleceğini de etkilemiş, üslûp incelemeleri metne yönelik eleştiride uygulanan yöntemlerden biri haline gelmiştir. Mehmet Kaplan 1943’te tamamladığı Tevfik Fikret’le ilgili doçentlik tezinde üslûba ayrı bir bölüm ayırmış, Fikret’in üslûbunu yazı, ses, armoni, ritim, kafiye, kelime, kelimeler dünyası, tekrarlanan kelimeler, isimler, zamirler, izâfet terkibi, sıfatlar, fiiller, cümle, hayaller, yapı olmak üzere on altı başlık altında ele almıştır. Kaplan’ın bu çalışması o yıllarda yeni bir deneme olarak dikkat çekmiştir.

XX. yüzyılın ortalarından itibaren dil bilimi alanındaki gelişmelerin üslûp incelemelerinde kullanılmaya başlanması yeni problemler ve tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Bu konuda teorisyenler, modern dil biliminin doğuşuyla üslûp incelemelerinin başlaması arasındaki paralelliğe dikkat çekmişler ve üslûp incelemesinin üslûp öğelerini tesbitle metin içindeki işlevlerine yorum getirmek olduğuna işaret ederek üslûp teorisi konusunda dil bilimiyle eleştiri arasında bir uzlaşmanın sağlanmasını en faydalı yol olarak görmüşlerdir. Üslûbun dilden ayrı düşünülemeyeceği, ancak bir metnin dil biliminin ortaya koyduğu metot ve kurallardan hareketle incelenmesinin de üslûp araştırması sayılamayacağını dile getiren Şerif Aktaş, dil biliminin çalışma alanının cümleyle sınırlı kalmasına rağmen üslûp incelemesinde aynı dil malzemesinin metin adı verilen bir bağlam içinde kazandığı söz değerine yönelmek gerektiğini ifade etmiştir. Böylece edebî eleştiriyle dil bilimi arasında yer alan bir alanda metin değerlendirmesine imkân sağlayan bir sahanın varlığı ortaya çıkmaktadır.


BİBLİYOGRAFYA

Recâizâde Mahmud Ekrem, Ta‘lîm-i Edebiyyât, İstanbul 1330, s. 61-64, 192, 198-199, 203-204.

Mustafa Nihat Özön, Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü, İstanbul 1954, s. 282-283.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler (haz. Zeynep Kerman), İstanbul 1977, s. 143.

Şerif Aktaş, Edebiyatta Üslûp ve Problemleri Üzerine, Ankara 1986.

Pervin Çapan, “Divan Şairinin Üslubuna Dair”, Tuncer Gülensoy Armağanı (haz. Ahmet Buran), Kayseri, ts. (Bizim Gençlik Yayınları), s. 174-181.

Hasan Boynukara, Modern Eleştiri Terimleri, İstanbul 1997, s. 240-242.

Gürsel Aytaç, Genel Edebiyat Bilimi, İstanbul 1999, s. 47-79.

Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Kongresi UTEK 2007 Bildiriler: Türkçe’nin Söz Dizimi ve Türk Edebiyatında Üslûp Arayışları (ed. Hayati Develi), İstanbul 2009, I-II.

M. Orhan Okay, Bir Hülya Adamının Romanı Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul 2010, s. 251-252.

Azra Ahat [Erhat], “Üslûp İlminde Yeni Bir Usûl”, Romanoloji Semineri Dergisi, I, İstanbul 1937, s. 1-6.

Buffon, “Üslûp Hakkında Nutuk” (trc. Sabahattin Eyüboğlu), Tercüme, sy. 7, İstanbul 1941, s. 32-37.

Kâzım Yetiş, “Bir Araştırma Konusu Olarak Üslûp ve Mehmet Kaplan”, , XXXII/1-2 (1994), s. 377-388.

Şener Demirel, “XVII. Yüzyıl Klasik Türk Şiirinin Anlam Boyutunda Meydana Gelen Üslup Hareketleri: Klasik Üslup-Sebk-i Hindî-Hikemî Tarz-Mahallileşme”, Turkish Studies, IV/2 (2009), s. 279-306.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2012 yılında İstanbul’da basılan 42. cildinde, 387-388 numaralı sayfalarda yer almıştır.