NEFES

Sâlikin yaşadığı yoğun tasavvufî halin hafiflemesi neticesinde duyduğu ferahlık, ayrıca velîlerin himmeti gibi anlamlarda kullanılan tasavvuf terimi.

Müellif:

Nefes kelimesini ilk sûfîler, “sâlikin ilâhî aşk ateşiyle yanıp tutuşan kalbinin bu ateşin hafiflemesi neticesinde rahatlığa kavuşması” anlamında kullanmışlardır. Kuşeyrî bu hali “gönlün gaybdan gelen lutuflarla rahatlaması” şeklinde tanımlamıştır. Bu âşıkın mâşukla, sâlikin Hak’la ünsiyet halidir. Allah, Tûr’da dağa tecelli edince kendinden geçen Mûsâ’nın “sübhâneke” diyerek (el-A‘râf 7/143) ayılıp rahatlaması bu hale örnek olarak zikredilir. Herevî sâlikin bu hali yaşamasını setr, tecelli ve temaşa halleriyle ilgili görmüştür. Çünkü bu üç hal sürekli ve şiddetli olursa sâliki sıkar ve sâlik bu halden kurtulup rahatlamaya (teneffüs) ihtiyaç duyar. Vaktini değerlendiren (sâhibü’l-vakt) ve hal sahibi olan sâlikler de rahatlamaya ihtiyaç duyan sâlikler gibidir. Ancak birincisi henüz müptedidir, nefes sahibi müntehî, hal sahibi sâlik ise bu ikisinin arasında bir mertebededir.

Sonraki dönemlerde nefes kelimesi zikirle bağlantılı olarak ele alınmış, sûfînin alıp verdiği nefesleri denetim altında tutması ve her ânı değerlendirmesi önemli bir tasavvufî uygulama sayılmıştır. Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’nin bir nefesten diğerine zikirsiz geçmeyi kaybolmuş bir zaman olarak görmesi bu önemi vurgulamaktadır. Süleyman Çelebi’nin, “Her nefeste Allah adın de müdam” mısraı da bu anlayışı yansıtmaktadır. Allah ile huzur halinde iken alıp verilen nefeslerin sayılmasını sûfîler en faziletli amel diye kabul etmiştir. Hâcegân tarikatı ilkelerinden “hûş der-dem” “sâlikin nefesini bilinçli olarak alıp vermesi, nefesini gafletten koruyup Hakk’ın huzurunda bulunduğunun idraki içinde olması” anlamına gelir.

Tasavvufta velîlerin nefesinde insanları etkileyen mânevî bir kuvvetin bulunduğuna inanılır ve onların nefesine “enfâs-ı şerefe, enfâs-ı tayyibe, enfâs-ı kudsiyye, nefes-i rahmânî, nefes-i hakkānî” gibi isimler verilir. Mânen ölmüş olanları tekrar hayata kavuşturduğu için böyle tesirli nefese Hz. Îsâ’nın ölüleri diriltmesine telmihen “dem-i Îsâ” denir, buna sahip evliya da “Îsî-nefes” olarak nitelenir. Ölüleri dirilten bu nefes İsrâfil’in sûra üflediği nefese de benzetilir. Halk arasında nefes etmek deyimi “şifa bulması için hastaya dua etmek”, nefesi sinmek ise “duanın etkisinin görülmesi” anlamına gelir. Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem’e üflediği nefha ile (el-Hicr 15/29; Sâd 38/72) bu diriltici nefes arasında ilişki kuranlar da vardır. Velînin nefes bağışlaması “sâlike himmet ve dua etmesi” demektir. Nefes kelimesiyle “üflemek” anlamındaki “nefs” (نفث) arasında bir anlam yakınlığı vardır. Hz. Peygamber’in Felak ve Nâs sûrelerini okuyup üflediği rivayet edilir. Hadiste, “Rûhulkudüs kalbime üfledi” şeklinde bir ifade geçtiğinden nefes (üfleme) vahiy türlerinden biri sayılmıştır (Süyûtî, I, 142). Gazzâlî bu anlamdaki nefesi ilham olarak kabul eder (İḥyâʾ, III, 17).

Muhyiddin İbnü’l-Arabî, nefes kelimesini Allah’ın rahmân ismine nisbet ederek evrenin yaratılışı ve varlıkla ilgili bir kavram diye ele almıştır. İnsanın nefesi kelimenin, sesin ve sözün vücuda gelmesine, bu da birçok dilin ortaya çıkmasına sebep olur. Bütün kelimeler ses zemininde ve sesten oluştuğu gibi maddî ve mânevî bütün varlıklar da Allah’ın kelimeleridir. İbnü’l-Arabî, derya mürekkep olsa bile mürekkebin tükenip rabbin kelimelerinin tükenmeyeceğini bildiren âyetteki (el-Kehf 18/109) kelimeler ifadesini “varlıklar ve nesneler” olarak yorumlamıştır. Her varlık ve nesne “ol” (kün) emriyle yaratıldığından (en-Nahl 16/40; Meryem 19/35) bu emrin sonucu olarak var olan bütün nesneler aslında kelimedir. Nefes-i rahmânî de ilâhî isim ve sıfatların ayrıntılı hale geldiği bir mertebedir. Ayrıca, “Rabbimin nefesinin Yemen yönünden geldiğini hissediyorum” meâlindeki hadise dayanarak (Müsned, II, 541) Hakk’ın nefesi bulunduğunu belirten İbnü’l-Arabî bu anlamdaki nefesi “varlıkların aynları üzerine yayılmış olan umumi vücut” veya “vücudun sûretlerini taşıyan heyûlâ” şeklinde tanımlamış, arada fark bulunmakla beraber bunun filozofların tabiat dedikleri şeye benzediğini söylemiştir (el-Fütûḥât, II, 257, 513; Fuṣûṣ, s. 144). İbnü’l-Arabî, bu görüşlerin yanı sıra esasta bir ve tek olan sesin lafız ve kelimeler halinde çoğalması örneği üzerinde durarak bütün varlıkların tek ve hakiki varlığın yansımaları olduğunu göstermeye çalışmıştır.

Dinî-tasavvufî Türk edebiyatında nefes genellikle Bektaşî ve Alevîler’in görüş ve düşüncelerini dile getiren manzumeler olup “dua” anlamında kullanılmıştır. Zaman içinde Sünnîler’in tekkelerinde makamla okunan dinî manzumelere “ilâhi” denilmesi yaygınlaşınca anlam daralmasına uğrayarak Alevî ve Bektaşîler’in cem âyinlerinde, ikrar ve kurban âyinlerinde ve diğer dinî toplantılarda okudukları manzumeler için de ilâhi karşılığı olarak “nefes” kullanılmıştır. Nefesler kendilerine özgü bir beste ile okunmak için yazılır. Nazım birimi dörtlük olup kafiyelenişi koşmaya benzer ve daha çok hece ölçüsüyle yazılır. Ancak beyit nazım birimi ve aruz ölçüsüyle yazılmış nefeslere de rastlanmaktadır. Özellikle Hatâyî, Pîr Sultan, Kul Nesîmî, Mehmed Ali Hilmi Dedebaba, Rıza Tevfik, Sâmih Rifat güzel nefesler söylemişlerdir. Nefesler halka hitap ettiklerinden ilâhilere göre daha sade bir dille söylenir. Bektaşîler’de nefes okunurken herhangi bir şey yenilmez, içilmez ve konuşulmaz. Nefes okunup bitince okuyana, “Aşk olsun”, nefesi okuyan mürşid ise, “Nefesiniz var olsun” denir. Nefeslerin konusunu genellikle vahdet-i vücûd anlayışı, Ehl-i beyt ve on iki imam muhabbeti oluşturur.

BİBLİYOGRAFYA
Müsned, II, 541; Serrâc, el-Lümaʿ, s. 424; Kuşeyrî, er-Risâle (nşr. Abdülhalîm Mahmûd), Kahire 1966, s. 241; Herevî, Menâzilü’s-sâʾirîn, Kahire 1310, s. 40; Gazzâlî, İḥyâʾ, Kahire 1358/1939, III, 17; Baklî, Şerḥ-i Şaṭḥiyyât, Tahran 1360 hş./1981, s. 152, 199, 339, 382, 565; , s. 178; Sühreverdî, ʿAvârifü’l-maʿârif, Beyrut 1966, s. 530, 537; İbnü’l-Arabî, el-Fütûḥât, II, 257, 513; a.mlf., Fuṣûṣ (Afîfî), s. 144; Kâşânî, Iṣṭılâḥâtü’ṣ-ṣûfiyye, s. 94; İbn Kayyim el-Cevziyye, Medâricü’s-sâlikîn, Kahire 1403/1983, III, 194; İbnü’l-Hatîb, Ravżatü’t-taʿrîf (nşr. Abdülkādir Ahmed Atâ), Kahire 1968, s. 588, 598; Abdurrahman-ı Câmî, Nefeḥâtü’l-üns (nşr. Mahmûd Âbidî), Tahran 1370 hş., s. 263, 387, 395, 543; Süyûtî, el-İtḳān (Bugā), I, 142; Nurettin Albayrak, Ansiklopedik Halk Edebiyatı Terimleri Sözlüğü, İstanbul 2004, s. 408.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2006 yılında İstanbul’da basılan 32. cildinde, 522-523 numaralı sayfalarda yer almıştır.