SARAY

Müellif:

Aslı Eski Farsça srāda (ev) olan sarây kelimesi X. yüzyıldan beri Türkçe’de de kullanılmaktadır. İslâm devletlerinde saray, hem hükümdarın ailesiyle birlikte yaşadığı özel alan hem de devlet işlerinin görüldüğü yer olarak ana merkez konumundadır ve genellikle dört eyvanlı bir avlu etrafında şekillenmiştir. Diğer bir yapılanma özelliği de kare veya dikdörtgen bir avlunun bir cephesini oluşturan binalar topluluğudur. Törenlerin gerçekleştirildiği avludan başka bir kabul odası, hükümdarın yaşadığı kısım bütün saray düzenekleri içinde yer alır. Selçuklular, Gazneliler, Safevîler, Osmanlılar gibi devletlerde saraylar yanında otağlar da kullanılmıştır. Bu otağlarda özel yaşam alanları yanında resmî işleri yürütebilmek için taht odası veya kabul salonu da bulunur. Ek bir çadır divan toplantıları için kurulur. Bütün bu saray yapılanmalarının ortak özelliği aynı zamanda devlet merkezi olmalarıdır. Bilhassa Osmanlı sarayında ikinci avlu neredeyse tamamen devlet işlerine ayrılmıştır. Göktürkler’de hakanlar yazlık ve kışlık olmak üzere iki saraya sahipti. Ayrıca hakanın saray işlevini gören büyük çadır / otağları vardı. Batı Göktürk Hükümdarı İstemi Kağan’ın Akdağ’daki çadır-sarayında elçi kabul ettiği ve burada üç hakanlık otağı bulunduğu kaydedilmektedir.

İslâm mimarisinde ilk saray örneği, Hz. Osman devrinde Suriye Valisi Muâviye b. Ebû Süfyân’ın Dımaşk’ta Kubbetü’l-hadrâ adıyla bilinen binayı yaptırmasıyla ortaya çıkmış, onun Emevî dönemini başlatması üzerine valilerin hilâfet sarayı halini alan bu binanın benzerlerini inşa ettirmesiyle de yaygınlaşmıştır. Valiler tarafından yaptırılan ve “dârülimâre” veya “kasrülimâre” denilen saraylar, Muâviye’nin Kubbetü’l-hadrâ’sı gibi şehrin merkezinde ve cuma camiinin yanında inşa edilmişti. Emevîler’in Suriye ve Ürdün’de, büyük şehir merkezlerinin uzağında bulunan müstahkem av ve sayfiye kasırları ilk dönem İslâm saray mimarisi hakkında daha fazla fikir vermektedir. Ana hatlarıyla kare planlı olan bu binalar köşelerde yuvarlak, yan kenarlarda yarım yuvarlak kuleleriyle yüksek duvarlı küçük birer kale görünümündedir ve genellikle ortadaki avluyu çevreleyen bir revakla odaların yer aldığı iki kattan oluşmaktadır. Bunların günümüze ulaşan en önemli örnekleri Kasrü’l-hayr, Hırbetü’l-mefcer, Kasrü’l-Müşettâ ve Kusayru Amre’dir. İslâm tarihinde ilk sarayların Emevîler’le birlikte ortaya çıkması o dönemde bir saray teşkilâtının da ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu teşkilâtın başı konumunda olan hâcibler ziyaretçileri halifenin huzuruna çıkarmanın yanı sıra törenlerin düzenlenmesinden de sorumluydu. Sarayda halifeyi koruyan bir bölükle çeşitli hizmetlilerin bulunduğu biliniyorsa da hâcibin dışındaki görevliler hakkında fazla bilgi yoktur.

İlk dönem Abbâsî sarayları Emevî saraylarının devamı niteliğindedir. Halife Mansûr, Bağdat’ı kurarken şehrin merkezine cuma camiini ve yanına Emevî geleneğine uygun biçimde Kubbetü’l-hadrâ adıyla anılan sarayını yaptırmıştı. Bu saray ortadaki kubbeli bir mekâna açılan tonozlu dört eyvandan oluşuyordu. Mansur, 156 (773) yılında Dicle nehri kıyısına büyük bir bahçe içinde yer alan Huld Sarayı’nı inşa ettirmiştir. Bağdat’ın 120 km. güneybatısında ve Kerbelâ’nın 48 km. batısında yer alan Kasrü’l-Ühaydır büyüklüğü, ihtişamı ve kompleks yapısıyla Abbâsî saray mimarisinin ilk önemli örneği ve daha sonra geliştirilen “T” planlı yapıların ilk temsilcisidir. Yüksek bir surla korunan saray kubbe tonozlu nişlerle çevrili büyük bir merasim avlusu, ona açılan ana eyvan ve arkasında kubbeli kare salonla en arkadaki küçük odalardan müteşekkil olup etrafı avlu ve revaklarla genişletilmiştir. Kûfe ile Ühaydır Sarayı arasında yer alan Atşan Sarayı ise kare planlı mütevazi bir yapıdır. İç mimarisi ve süslemeleri Ühaydır Sarayı ile benzerlik gösterir. Sâmerrâ’da Halife Mu‘tasım-Billâh tarafından 221’de (836) yaptırılan el-Cevsaku’l-Hâkānî, Abbâsî saraylarının en büyüklerindendir. Dicle’nin sol kenarında inşa edilen saray, halifenin ikametine ve devlet işlerine ayrılan çeşitli binalarla büyük bahçelerden meydana geliyordu. Kompleksin birbirine paralel beşik tonozlu üç eyvandan oluşan Bâbü’l-âmme adlı bölümü günümüze ulaşmıştır. Sâmerrâ yakınlarındaki Belküvârâ Sarayı dikdörtgen planlıdır ve ortasında merasim avlusu ile kabul eyvanını ve taht odasını ihtiva eder. Dicle’nin batısında el-Cezîre yaylasında yaptırılan Kasrü’l-âşık ise arka arkaya sıralanmış büyük merasim salonu ve taht odası ile etrafındaki küçük odalardan teşekkül eden nisbeten küçük bir saraydır. Abbâsî sarayları daha sonraki İslâm saraylarına ilham kaynağı olmuştur (bk. ABBÂSÎLER [Sanat]). Abbâsîler döneminde vezâretin ortaya çıkması ve kurumların gelişmesiyle birlikte saray teşkilâtı da genişlemiş ve hâciblerin sayısı arttırılıp saray teşkilâtının başı olarak hâcibü’l-hüccâblık ihdas edilmiştir.

Çok azının kalıntısı bugüne ulaşan Endülüs Emevî saraylarının en ünlüsü III. Abdurrahman tarafından Kurtuba yakınlarında yaptırılan Medînetüzzehrâ’dır. Küçük bir şehir niteliği taşıyan saray Emevî ve Abbâsî sarayları gibi kulelerle donatılmış surlarla çevrilidir ve arazinin topografyasına uygun biçimde üç farklı seviyede taraçalı olarak inşa edilmiştir. Mülûkü’t-tavâif devrinin en önemli örneği, Hûdî Hükümdarı Ebû Ca‘fer Ahmed el-Muktedir-Billâh’ın Sarakusta’da (Zaragoza) yaptırdığı kareye yakın dikdörtgen planlı, kulelerle donatılmış bir surla çevrili Ca‘feriyye (Aljaferia) Sarayı’dır. Endülüs’te İslâm saray mimarisinin zirvesini Gırnata’daki (Granada) Nasrîler (Benî Ahmer) dönemine ait, yapımı bir buçuk asır süren Elhamra Sarayı teşkil eder. Sarayın bugün ayakta olan kısmı VIII. (XIV.) yüzyıl başlarında yapılmıştır (bk. ELHAMRA SARAYI). Kastilya-Leon Kralı I. Pedro’nun isteği üzerine Nasrî Sultanı V. Muhammed’in gönderdiği mimar ve ustalar tarafından 1364-1366 yılları arasında Sevilla’da (İşbîliye) inşa edilen Alkazar Sarayı da içinde herhangi bir müslüman hükümdar oturmamasına rağmen Endülüs İslâm saray mimarisinin en önemli örneklerinden biri sayılır (bk. ALKAZAR).

Kayrevan’ın güneybatısında kurulan Mansûriye’deki Havernak Sarayı günümüze ulaşan Fâtımî saray kalıntılarının başlıcasıdır ve büyük bir salonla ona açılan üç eyvandan ibarettir. Libya’daki Ecdâbiye şehrinin muhtemelen 361 (972) yılına tarihlenen sarayının kalıntıları ile Sicilya’nın Palermo şehrindeki Ziza Sarayı, Fâtımî sarayları hakkında bilgi vermektedir. Eyyûbî sultan ve melikleri gerek Haçlı tehlikesi gerekse kendi aralarındaki sürekli çekişmeler sebebiyle Kahire, Dımaşk ve Halep gibi şehirlerin kalelerinde bulunan saraylarda oturmayı tercih etmişlerdir. Çok mütevazi olan bu sarayların gösterişli taçkapısı ve ortalama 50 m2’lik bir ana salonu bulunmaktaydı. Sarayların önünde günde beş defa nevbet çalınması âdetti. Üst düzeydeki saray görevlileri arasında üstâdüddâr, hâcib, silâhdar, mîrâhur, devâtdâr, taştdâr ve çavuş mevcuttu. Memlük sultanları Kahire’de Selâhaddîn-i Eyyûbî tarafından yaptırılan Kal‘atülcebel’i çeşitli ilâvelerle genişletmişlerdi ve kendi memlükleriyle birlikte orada oturuyorlardı. Sultanın sarayı kalenin güney kısmında yer alıyordu, en önemli bölümü “îvânü’l-kal‘a” veya “kubbe” denilen 1116 m2’lik dikdörtgen taht salonu idi. Memlük sarayında vezir ve hâcibü’l-hüccâbın maiyetinde emîr-i cândâr, üstâdüddâr, hâzindâr, çaşnigîr, mihmandar, emîr-i şikâr, câmedar, bundukdâr, zimâmdâr, nakîbü’l-ceyş gibi görevliler bulunmaktaydı. İlk dönem Safevî saraylarının üç ayrı bölüm halinde düzenlenmiş birkaç salonla odadan ibaret kare ve dikdörtgen şekilli mütevazi binalar olduğu görülmektedir. XVII. yüzyıldan itibaren çok salonlu ve avlulu komplekslere dönüşen Safevî saraylarının büyük kısmının ortasında dört eyvanlı geniş bir salonla bu salonun köşelerinde dört oda bulunmaktadır. Safevî saraylarının dikkat çeken en önemli özelliklerinin başında sarayla şehir arasında bağlantı vazifesi gören bahçeler gelir. Safevîler’de sarayın bütün işlerinden nâzır-ı büyûtât (büyûtât-ı hâssa-i şerîfe) sorumluydu.

Türk-İslâm Devletlerinde. İlk müslüman Türk devletlerinden olan Karahanlılar’ın saray teşkilâtı, gerek sıkı teşrifat usul ve kuralları gerekse doğrudan sarayın kurumlarıyla oldukça karışık bir manzara arzeder. İdarî ve askerî görevleri olan saray mensuplarının başında ulu hâcib (uluğ hâcib) gelir. Hâcib, başta hükümdar olmak üzere idarecilerle idare edilenler arasındaki ilişkileri düzenlerdi. Ulu hâcibden sonra en önemli kişi kapıcıbaşı olup saray hizmetlerinin usulünce yürütülmesini sağlamakla görevliydi. Hükümdar ve sarayı korumakla vazifeli olan saray mensubuna candar, hakanın silâhlarına bakmak ve silâhhâneyi idare etmekle görevli kişiye silâhdar, bayrak ve sancakları taşıyan ve koruyan zümrenin başına alemdar denilirdi. Diğer saray görevlilerinden bazıları da şöylece sıralanabilir: Aşçıbaşı, idişçibaşı, câmedâr, doğancı, okçu-yaycılar.

Tirmiz şehrinde yer alan Karahanlı Sarayı (XI. yüzyıl) yaklaşık 7000 m2’lik bir alanı kaplıyordu. Dört eyvanlı avlulu asıl saray binası sivri kemerli bir taçkapıya sahip olup bunun karşısında taht salonunun eyvanı yer alıyordu. Daha sonra Gazneli, Gurlu ve Büyük Selçuklular tarafından kullanılmış olan yapıda özellikle 524 (1130) tarihli tamir kitâbesiyle Gazneli izleri belli olmaktadır. Yapı 1220’de Moğollar tarafından yağmalanmış ve terkedilmiştir. Gazneliler’de saray karşılığında “dergâh, hargâh, derbâr, köşk” kelimeleri de kullanılırdı. Gazneli saray teşkilâtındaki saray görevlileri şöyle sıralanabilir: Hâcib-i büzürg, hâcibler, âgācî, perdedâr, nâib, vekil, emîr-i hares, silâhdar, candar, mîrâhur, kethüdâ, vekîl-i der, atabeg, serheng, resuldâr, mertebedâr, hazinedâr, câmedâr, ferrâş, şarabdâr, çaşnigîr, emîr-i şikâr (Palabıyık, s. 183-230). Gazneli Sultanı III. Mesud tarafından 505 (1112) yılında Gazne’nin doğusunda yaptırılan saray dört eyvanlı bir avlu etrafında şekillenmiştir. Merasim avlusu olduğu anlaşılan bu avlunun güneyinde eyvan arkasında taht veya kabul odası mevcuttur. Sanata meraklı olan Gazneli hükümdarlarından Sultan Mesud’un bu sarayın planını bizzat çizip yapımına nezaret ettiği belirtilmektedir. Batı Asya sarayları içinde en çok dikkati çekenlerden biri 1948 yılında keşfedilen Leşker-i Bâzâr’dır. Birçok yapının eklemlenmesiyle oluşan saray Gazneli Hükümdarı Sebük Tegin ve halefleri tarafından kullanılmıştır. Afganistan’ın güneyinde Büst Kalesi civarında yer alan, 164 m. uzunluğunda, 92 m. genişliğindeki yapılar topluluğu tören meydanı, kabul odası ve camisiyle pek çok bölümden meydana geliyordu. Bu sebeple Leşker-i Bâzâr saraylar şehri olarak da nitelendirilmiştir. Gazneliler’de saray teşkilâtı Türk-İran ve Hint unsurları ile bir araya gelmektedir. Bunun yanı sıra Selçuklu saray teşkilâtı ile de benzerlik göstermektedir. Ancak Türk-İslâm devletlerinin halka açık politikalarına karşılık hükümdar bu teşkilât ve teşrifat içinde halkla doğrudan görüşemezdi.

Büyük Selçuklular zamanında ülkenin başşehri sırasıyla Nîşâbur, Rey, İsfahan ve Merv olup hükümdar sarayları da bu şehirlerde kurulmuştu. Selçuklular döneminde Nîşâbur’da inşa edildiği söylenen ilk saraylarla ilgili bilinen en eski kayıtlar bu sarayların Oğuz istilâsının ardından yenilenmiş olduğuna dairdir. Daha sonra Sultan Alparslan burada oğlu ve gelini için Şâdiye adı verilen bir saray yaptırmıştır. Merv şehrinde Kasr-ı Sâdegân, Sultanlık Sarayı ve Enderâb Köşkü hükümdarın evi ve devlet merkezi olarak kullanılmıştır. Bunlardan Sultanlık Sarayı’nın elli odalı büyükçe bir yapı düzeneği olduğu tesbit edilmiştir. Selçuklular zamanında pek çok saray inşa edilmiş olmalıdır, kaynakların verdiği ip uçları henüz tamamıyla açıklanamamıştır. Irak Selçukluları’nın başşehri Hemedan da saray ve köşklerin yapıldığı bir şehirdi. Hemedan Köşkü, Eski Köşk, Yeni Köşk, Mâmur Köşkü, Köşk-i Mes‘ûdî, Köşk-i Bağdâd gibi binaların büyük bir saray düzeneğinin parçaları olduğu düşünülmektedir.

Büyük Selçuklu Devleti saray teşkilâtı, İslâm öncesi Türk devlet yapısı ve ilk İslâm devletleri olarak iki kaynaktan beslenmiş ve kendisinden sonraki Türk-İslâm devletlerinin saray teşkilâtlarına tesir etmiştir. Sarayda en üst mevki Abbâsîler’de de görülen hâciblik olup hâcibü’l-hüccâb, emîr-i hâcib, hâcib-i büzürg (âgācî) şeklinde anılmıştır. Hükümdarın görüşmelerini ve saraydaki görevlilerin işlerini düzenleyen hâcibü’l-hüccâb Selçuklular’da daha farklı ve geniş vazifeler üstlenmiştir. Kendisine bağlı olan hâcibler ise sarayın kapılarından ve güvenliğinden sorumluydu. Selçuklu saray teşkilâtında görev yapan her bir topluluğun başı olan kimseye emîr adı veriliyordu. Üstâdüddâr sarayın gelir ve harcamalarıyla ilgilenir, kendisine vekîl-i hâs da denirdi. Emîr-i cândâr sarayın korunmasından sorumlu olan candarların başıdır. Emîr-i silâh hükümdarın silâhlarından sorumlu olup törenlerde yanında silâhını taşırdı. Bayrakları taşıyan alemdarların âmiri olarak mîralem de (emîr-i alem) saray teşkilâtı içinde yer almaktadır. Câmedar hükümdarın elbiselerinden sorumludur. Selçuklular’daki şarâbdâr-ı hâs şerbet ve şarap gibi içecekleri takdim eden görevlidir. Taştdâr veya âbdâr adı verilen ibrikdar temizlik ihtiyacı için kullanılan suyu temin ederdi. Bunlardan başka yemek ve sofra işleri çaşnigîre, atlar ve ahırlar ise mîrâhura bağlıdır. Serheng ve çavuşlar divan toplantıları ve saraydaki kabullerde teşrifatçılık yapar, saray içinde ve dışında hükümdarın maiyeti olarak törenlere katılırlardı. Hânsâlâr ise mutfak malzemelerini sağlardı. Hükümdara sohbet arkadaşlığı yapan hasekiler ve musâhiplere “inak” (güvenilir kişi) adı verilirdi. Yine hükümdarın en yakınında bulunan hizmetlilere bendegân-ı hâs denirdi. Kihteran saraydaki diğer hizmetlilere verilen isimdi. Bu görev sahipleri idarecilikle ilgili önemli vazifelere tayin edilebilir veya saray içinde terfi edebilirlerdi. “Müfred” adı verilen yaklaşık 200 kişi sultanın muhafızlığını yapıyordu. Selçuklular’da şehzadeler ülkenin vilâyetlerine vali tayin edildiklerinden saray içinde yaşamazlardı ve çok geniş olmasa da kendi sarayları ve maiyetleri olurdu.

Anadolu Selçukluları’nın başşehri Konya’daki sarayları günümüze ulaşmamakla birlikte II. Kılıcarslan döneminde sarayın bir uzantısı olarak yaptırılan Alâeddin Köşkü’nün kalıntıları bu konuda fikir verebilir. Şehir surlarının üzerine inşa edilen bu yapı kare şeklinde iki katlı olup balkonlarla çevriliydi. Köşkün duvarları insan ve hayvan figürleri de bulunan çini ve alçı bezemelerle tezyin edilmişti. I. Alâeddin Keykubad tarafından Beyşehir gölü kıyısında yaptırılan Kubâdâbâd Külliyesi saray, kışla, cami ve diğer binalardan oluşmaktaydı. Sarayın çinileri ve duvarları üzerindeki minyatürler Türkiye Selçuklu sanatının en önemli örneklerindendir. Alanya (Alâiye) Kalesi’ndeki Selçuklu sarayı da fresklerle bezenmiş duvarlarla çevrilen pek çok avludan müteşekkildi. Anadolu Selçuklu saray teşkilâtı önemli ölçüde Büyük Selçuklu Devleti teşkilâtına benziyordu. Hâcibü’l-hüccâbın yanı sıra üstâdüddâr, emîr-i çaşnigîr, emîr-i silâh, mîrâhur gibi görevlilerle çok miktarda çavuş ve serheng mevcuttu. Selçuklular’da hükümdarın hatun veya Terken Hatun denilen nikâhlı eşleriyle câriyelerin yaşadığı hareminde kendine has bir teşkilâtı vardı (bk. HAREM).

Osmanlılar’da. Osmanlı tarihinde bilinen ilk saray Bursa Sarayı’dır. Burası kale dibinde yapılmış olup terkedildikten sonra uzun yıllar askerî ve idarî işler için kullanılmıştır. İlk saraylardan bir diğeri Edirne Eski Sarayı’dır. Edirne’nin Bizanslılar’dan alınmasından sonra I. Murad tarafından yaptırılan saray Selimiye Camii civarında idi. I. Murad’dan II. Murad’a kadar bu iki saray birlikte kullanılmıştır. Bu gelenek daha sonra da sürmüş, yeni bir saray yapıldığında eski saray tamamıyla terkedilmemiştir. Edirne’deki ikinci saray kısa bir süre sonra Tunca kenarına II. Murad zamanında inşa edilmiş, 861’deki (1457) yangının ardından Fâtih Sultan Mehmed şehri yeniden onarttığı zaman bu saraya da ilâveler yapılmıştır. Bu yıllarda İstanbul Eski Sarayı inşa edilmiş olduğu halde Edirne Sarayı padişah tarafından hâlâ kullanılıyordu. İstanbul’un alınmasından sonra burada yapılan sünnet düğünü de Edirne Sarayı’nın bir süre daha kullanıldığının işaretlerinden biridir (bk. SARÂY-ı CEDÎD).

İstanbul Eski Sarayı fethin ardından şehrin merkezinde yaptırılmıştır. Mimari olarak sade, fakat geniş olan bu sarayla ilgili görsel ve yazılı kaynaklardan etrafının sur gibi duvarlarla çevrili olduğu, içinde yatay biçimde genişleyen birimler bulunduğu anlaşılır. Bütün saray yapılanmalarında olduğu gibi burada da zaman içinde ilâveler ve onarımlar gerçekleştirilmiştir. Topkapı Sarayı’nın inşasından sonra burası bir nevi hânedan evi olarak kullanılmıştır. Saltanat süresi bitmiş hükümdarların yakınları bu sarayda yaşamış ve iktidardaki padişah da zaman zaman burayı ziyaret etmiştir (bk. SARÂY-ı ATÎK-i ÂMİRE).

Topkapı Sarayı (Sarây-ı Cedîd), en uzun süreli kullanılan devlet merkezi olarak bugünkü Sarayburnu denilen mevkide Marmara denizine ve şehrin karşı kıyılarına hâkim bir tepede 70 dönümlük bir alana 1465’te Fâtih Sultan Mehmed tarafından yaptırılmaya başlanmıştır. Sarayın surları ve anıtsal kapıları ile birlikte ilk inşa edilen kısımlarından olan Çinili Köşk hem mimari hem süsleme açısından Orta ve Batı Asya sarayları etkilerini yansıtır. 883’te (1478) ana yapısının tamamlandığı kabul edilen Topkapı Sarayı’na XIX. yüzyılın başına kadar her dönemde çeşitli bölümler eklenmiştir. Devlet teşkilâtına ve kullanıma göre şekillenen sarayda birçok mimari ve süsleme özelliğine rastlanır. Saray topografyaya uygun, yayvan ve birbirine eklemlenmiş bir yapılanmaya sahiptir. Bu özelliği karakteristik Türk eviyle de uyumludur. Başlangıçtan XVII. yüzyıla kadar devlet merkezi olarak kullanılmış, yönetimle ilgili her türlü toplantı ve elçi kabulü burada yapılmıştır. XVII. yüzyılda divan toplantıları ve bürokrasi birimlerinin yavaş yavaş sadrazamlık sarayına taşınması ile bu işlevi azalmış olsa da burası hiçbir zaman sadece padişahın özel yaşam alanı olmamıştır.

XVI. yüzyılın sonuna kadar vilâyetlerde aynı zamanda idarî merkez olarak kullanılan şehzade saraylarının varlığı bilinmektedir. Bunların içinde en geniş olanı Manisa Sarayı’dır ve avlulu, çok birimli bir yapılanmaya sahiptir. Şehzadelerin sancağa çıkma usulünün sona ermesinin ardından Topkapı Sarayı’nın Harem Dairesi’nin genişlemesi gündeme gelmiş olmalıdır. Ancak XIX. yüzyılda şehzadelere saray dışında yaşama izni verilince büyük ve güzel binalara taşınmışlarsa da bunlara saray denilmemiştir. Hânedanın kadın üyeleri için İstanbul’un çeşitli yerlerinde muhtelif tarihlerde pek çok sultan sarayı inşa edilmiştir.

Sadrazam saraylarının XV. yüzyıldan itibaren resmî işlemler için kullanıldığı tesbit edilmiştir. Padişah sarayında bitmeyen pek çok iş burada (Bâb-ı Âsafî) yapılır, sadrazam haftada dört gün sabahtan öğleye kadar padişah sarayındaki toplantıya katıldıktan sonra kendi sarayında ikindi divanı adıyla toplantı düzenlerdi. Kanûnî Sultan Süleyman zamanında inşa ettirilen ve bugün İbrâhim Paşa Sarayı diye bilinen saray (Türk ve İslâm Eserleri Müzesi) en güzel sadrazam sarayı örneğidir. XVII. yüzyıldan sonra padişah sarayındaki toplantılar sadrazamların sarayına kaydırılmıştır. XIX. yüzyılda devletin bu ikinci merkezi Bâbıâli adını almış ve sadrazam ayrı bir konakta yaşamaya başlamıştır.

Osmanlı sarayı teşkilâtı genel olarak dört ana yapılanmaya sahiptir: Özel yaşam alanı (Harem), eğitim yapılan bölüm (Enderun), idarî merkez (Dîvân-ı Hümâyun), hizmet ve koruma (Bîrun). Saraydaki üç âbidevî ana kapı olarak birinci kapı (Bâb-ı Hümâyun), ikinci kapı (Bâbüsselâm) ve üçüncü kapı (Bâbüssaâde) önlerindeki meydanlarla yapıyı teşkilâta göre şekillendirir. Birinci kapı ile ikinci kapı arasındaki büyük meydan Bîrun halkının çalıştığı yer olması yanında halkın girip çıkabildiği bir alan, özellikle büyük törenler esnasında halktan başka askerin de rağbet ettiği ve kısmen de olsa törene iştirak edebildiği yerdir. Saray içinde idarî görevleri olan matbah-ı âmire emini, ıstabl-ı âmire emini, arpa emini gibi eminler, cerrahbaşı, kehhâlbaşı gibi hekimlerle hünkâr imamı, padişah hocası gibi ulemâ sınıfından gelenler de sabah gelip akşam gittiklerinden Bîrun halkı diye kabul edilirdi. Kurum olarak fırınlar ve çalışanları, hastahane, nakkaşhâne, mimarlar ocağı, mehterhâne, ıstabl-ı âmire bu kısma ait sayılırdı. İkinci kapı ile üçüncü kapı arasındaki Alay Meydanı iki bakımdan devletin en önemli idarî merkezidir. Bunlardan birincisi divan toplantılarının yapıldığı Divanhâne’nin burada olması, ikincisi, devlet için en önemli törenlerin bu meydanda Bâbüssaâde önüne taht kurularak yapılmasıdır. İkinci avluda meydanın sağında yer alan matbah-ı âmire temelde bu dönemde inşa edilmişse de sarayın bugünkü silüeti içindeki belirgin görüntüsü daha sonraya aittir. Bâbüssaâde’den içeri girilince karşıda Arz Odası bulunup buradaki meydan Enderun odalarının açıldığı üçüncü avludur (Enderun Meydanı).

Enderun Mektebi devşirme yoluyla alınan çocukların eğitim gördüğü bir kurumdur. Bu öğrenci adayları önce Edirne Eski Sarayı’na alınır, buradan Edirne Yeni Sarayı’na veya Topkapı Sarayı’na gönderilirdi. Daha sonraki dönemlerde Galata Sarayı veya İbrâhim Paşa Sarayı bunların yerini almıştır. Edirne Yeni Sarayı’nda bir Enderun mektebi olmakla birlikte padişahın burasını ikametgâh olarak kullanmasından dolayı acemi yetiştirilmesi için uygun değildi. Öncelikle devlet adamı yetiştiren bu okul sınıflar halindeydi. İlk gelenler küçük odaya alınır, buradan terfi edenler büyük odaya verilirdi. Ardından diğer odalara gönderilirlerdi. Ayrıca saraydaki kuşlardan sorumlu olan doğancı koğuşu, padişahın sofrasından sorumlu kilâr koğuşu, hazineden sorumlu hazinedar koğuşu vardı. Mektebin en üst sınıfı Has Oda olup buradaki dört büyük ağa silâhdar, rikâbdar, çuhadar, dülbend ağası veya ibrikdar padişahın en yakınında görev yapardı. Seferli Ocağı IV. Murad tarafından eklenmiştir.

Harem ikinci ve üçüncü avluların sağ tarafına yaslanan ayrı bir mekândı. Burada başta kurumun en itibarlısı olan vâlide sultanla padişahın eşleri, kız kardeşleri ve kızları yaşardı. Padişahın yakını olan bu kadınların maiyeti sonraları gittikçe kalabalıklaşmıştır. Şehir hayatına katılmayan bu hanımların sarayda eğitim, eğlence, giyim kuşam, yeme içme gibi hususlarda başka insanlara da ihtiyaçları vardı. Ayrıca Enderun’a gelen devşirmeler gibi Harem’e de savaş esirleri veya câriye olarak satın alınan kızlar getiriliyordu, Bunlar Enderun’da olduğu gibi hem çeşitli hizmetlerde bulunuyor hem eğitim alıyorlardı. Harem Dairesi’nin çalışanları ve ihtiyaçları ile Dârüssâde ağası ilgilenirdi.

Sultan Abdülmecid, Avrupa sarayları tarzında bir bütün olarak tasarlanmış olan Dolmabahçe Sarayı’nı Boğaziçi’nin Avrupa sahiline, biraz daha şehrin içinde bir mevkiye inşa ettirmiştir. 110 dönümlük bir alana yayılmış olan saray 1924 yılına kadar Yıldız Sarayı ile münâvebeli olarak kullanılmıştır. Bu sarayın yapıldığı yüzyılda devlet işleri ve bürokrasi büyük ölçüde Bâbıâli’de yürütüldüğünden daha önce söz konusu edilen saraylar gibi devletin yegâne merkezi konumunda değildi. Sarayın ana binası Mâbeyin, tören alanı ve Harem olmak üzere üç bölüm halinde tasarlanmış, ayrıca tiyatro, ıstabl-ı âmire, hazine daireleri ana binaya ek olarak yapılmıştır.

Topkapı Sarayı’nın terkedilip Dolmabahçe Sarayı’na geçilmesi saray teşkilâtında bazı görevlilerin öne çıkması, bazılarının artık sadece isim olarak kalması sonucunu doğurmuştur. Bu aynı zamanda bir zihniyetin değişimini beraberinde getiriyordu ve VIII. yüzyıldan beri devam edegelen saray geleneklerinden başka bir yapılanmaya geçiliyordu. Bu arayış döneminin ikinci büyük sarayı Yıldız Sarayı’dır. Burası, İstanbul’un Avrupa yakasında Beşiktaş ve Ortaköy semtleri arasında Boğaziçi’ne hâkim bir tepede yaklaşık 500.000 m2’lik bir alan üzerinde yer almaktadır. Sarayın ilk yapısı III. Selim’in annesi için inşa ettirdiği Yıldız Köşkü olup saray da ismini bu köşkten almıştır. Yıldız Sarayı’nın ilk önemli yapılarından biri olan Büyük Mâbeyin üç katlı mermer bir bina olarak Türk evi planına uygundur. Yine aynı dönemde sarayın önemli diğer iki köşkü, Çadır ve Malta köşkleri de benzer biçimde inşa edilmiştir. Bu tarihlerde yapılanma genişlemiş, sarayın temel karakteri ortaya çıkmıştır. II. Abdülhamid’in 1877’de Dolmabahçe’den Yıldız’a taşınması ile birlikte burası tamamıyla bir saray olmuştur. Padişahın yerleşmesinden sonra Küçük Mâbeyin, Harem binaları, Câriyeler Dairesi, Kızlar Ağası Köşkü, Cihannümâ Köşkü, Şale Köşkü, Yıldız-Hamidiye Camii, şehzade daireleri-köşkleri ve diğer yapılar inşa edilerek büyütülmüştür. Sarayın en önemli binaları Büyük Mâbeyin ve Şale Köşkü son dönem Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerindendir. Sarayın iç bahçe, dış bahçe ve Harem bahçesi olmak üzere üç dinlenme alanı vardır. Sultan Vahdeddin de bu sarayda oturmayı tercih etmiş, böylece saray kırk dört yıl devletin merkez sarayı olarak kullanılmıştır. Osmanlı saray sisteminde Topkapı ayrı binalardan oluşmakla birlikte avlulu düzeneklerle birbirine bağlı bir bütünlük oluştururken Dolmabahçe, Avrupa sarayları özelliğinde ancak bütün halinde tek bir ev gibidir. Yıldız Sarayı ise Dolmabahçe Sarayı’ndaki keskin değişimin daha yumuşatılmış ve şehre uyum sağlamış hali olarak düşünülebilir.

BİBLİYOGRAFYA
BA, BEO, Sadâret Defterleri, nr. 349, 357, 359; BA, D.TŞF, nr. 3, 9, 14, 16; BA, KK, nr. 676, 676 m.; Fâtih’in Teşkilât Kanunnâmesi (nşr. Abdülkadir Özcan, , sy. 33 [1982] içinde), s. 7-56; Ali Seydi Bey, Teşrîfât ve Teşkilât-ı Kadîmemiz (haz. Niyazi Ahmet Banoğlu), İstanbul, ts. (Tercüman 1001 Temel Eser), s. 55; Uzunçarşılı, Medhal, tür.yer.; a.mlf., Merkez-Bahriye, s. 20, 21; a.mlf., Saray Teşkilâtı; İsmail H. Baykal, Enderun Mektebi Tarihi, İstanbul 1953, tür.yer.; Rifat Osman, Edirne Sarayı (haz. A. Süheyl Ünver), Ankara 1957; Abdülmün‘im Mâcid, Nüẓumü devleti selâṭîni’l-Memâlîk ve rüsûmühüm fî Mıṣr, Kahire 1967, II, 9-59; Bilge Aygen, “Fatih Zamanında Topkapı Sarayı Suyu”, Türk San‘atı Tarihi Araştırma ve İncelemeleri, İstanbul 1969, II, 214; Nurhan Atasoy, İbrahim Paşa Sarayı, İstanbul 1972; Ayverdi, Osmanlı Mi‘mârîsi III-IV, tür.yer.; Aydın Taneri, Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Döneminde Hükümdarlık Kurumunun Gelişmesi ve Saray Hayatı-Teşkilatı, Ankara 1978, tür.yer.; Fevvâz Ahmed Tûkān, el-Ḥâʾir: Baḥs̱ fi’l-ḳuṣûri’l-Ümeviyye fi’l-bâdiye, Amman 1979, tür.yer.; Kemal Çığ, “Fâtih Topkapı Sarayını Niçin Yaptırdı”, Kemal Çığ’a Armağan, İstanbul 1984, s. 17-35; Ülker Akkutay, Enderûn Mektebi, Ankara 1984; Oktay Aslanapa, Türk Sanatı, İstanbul 1984, s. 42, 51-52, 89, 187-192, 292-297; O. Grabar, İslam Sanatının Oluşumu (trc. Nuran Yavuz), İstanbul 1998, s. 137-168; a.mlf., “The Architecture of Power: Palaces, Citadels and Fortifications”, Architecture of the Islamic World (ed. G. Michell), London 1984, s. 48-79; Mualla Anhegger-Eyüboğlu, Topkapı Sarayı’nda Padişah Evi (Harem), İstanbul 1986; Metin Sözen, Devletin Evi Saray, İstanbul 1990; Gülru Necipoğlu, Architecture, Ceremonial and Power: The Topkapi Palace in the Fifteenth and Sixteenth Centuries, New York 1990; Bülent Bilgin, Türk Saray Mimarisinin Gelişmesi Çerçevesinde Yıldız Sarayı (doktora tezi, 1993), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Yıldız Sarayı: Şale Kasr-ı Hümâyunu, İstanbul 1993; Ratip Kazancıgil, Edirne Sarayı ve Yerleşim Planı, Edirne 1994; R. Hillenbrand, Islamic Architecture: Form, Function and Meaning, Edinburgh 1994, s. 377-457; Zeynep Tarım-Ertuğ, XVI. Yüzyıl Osmanlı Devleti’nde Cülûs ve Cenaze Törenleri, Ankara 1999, s. 133-143; a.mlf., “Saray Teşkilatı ve Teşrifatı”, Fatih ve Dönemi (ed. Necat Birinci), İstanbul 2004, s. 212-220; a.mlf., “Onsekizinci Yüzyıl Osmanlı Sarayı’nda Bayram Törenleri”, Prof. Dr. Mübahat S. Kütükoğlu’na Armağan (ed. Zeynep Tarım Ertuğ), İstanbul 2006, s. 573-594; Abdülkerim Özaydın, Sultan Berkyaruk Devri Selçuklu Tarihi (485-498/1092-1104), İstanbul 2001, tür.yer.; M. Hanefi Palabıyık, Valilikten İmparatorluğa Gazneliler Devlet ve Saray Teşkilatı, Ankara 2002, s. 165-230; Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilâtı, Ankara 2002, s. 130-156; Erdoğan Merçil, Selçuklular’da Hükümdarlık Alâmetleri, Ankara 2007, tür.yer.; İslam Sanatı ve Mimarisi (ed. M. Hattstein – P. Delius, trc. Nurettin Elhüseyni), İstanbul 2007, tür.yer.; Abdurrahman Şeref, “Topkapı Saray-ı Hümâyunu”, TOEM, sy. 5 (1328), s. 265-299; sy. 6 (1329), s. 329-364; sy. 7, s. 393-421; sy. 8, s. 457-483; sy. 9, s. 521-527; sy. 10, s. 585-594; sy. 11, s. 649-657; sy. 12 (1329), s. 713-730; Ülkü Altındağ, “Has Oda Teşkilatı”, TEt.D, sy. 14 (1974), s. 97-113; Ars Orientalis, XXIII, Michigan 1993 (özel sayı); Mübahat S. Kütükoğlu, “Minyatürlerde Divân-ı Hümâyûn ve Arz Odası”, TED, sy. 16 (1998), s. 47-69; Sheila S. Blair, “Sarāy”, EI2 (İng.), IX, 44-47; C. E. Bosworth, “Courth and Courtiers”, EIr., VI, 361-364; Roger M. Savory, “Courth and Courtiers”, a.e., VI, 371-375; Afife Batur, “Yıldız Sarayı”, TCTA, IV, 1048-1054.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2009 yılında İstanbul’da basılan 36. cildinde, 117-121 numaralı sayfalarda yer almıştır.