SEBE’ SÛRESİ

Kur’ân-ı Kerîm’in otuz dördüncü sûresi.

Müellif:

Mekke döneminde Lokmân sûresinden sonra nâzil olmuştur. 6. âyetinin Medine’de indiği görüşü taraftar bulmamıştır (Kurtubî, XIV, 166). Adını 15. âyette geçen Sebe’den alır. Elli dört âyet olup fâsılası ب، د، ر، ظ، ل، م، ن harfleridir. Nüzûl sebebi olarak Ebû Süfyân’ın ölümden sonraki ebedî hayatı ve kötülerin azaba mâruz kalacağı gerçeğini inkâr edişi zikredilirse de (Ebû Hayyân el-Endelüsî, VII, 256) bunun Ebû Süfyân’a has bir tavır olmadığı dikkate alındığında Hz. Peygamber’in muhataplarının Allah’ın birliğini ve âhiret hayatının varlığını inkâr konusunda katı bir tutum sergilemeleri şeklinde genel bir nüzûl sebebinden söz etmek daha uygun olur. Mekke döneminin ikinci yarısında indiği tahmin edilen Sebe’ sûresinin temel konusunun, Allah’ın birliğine ve âhiret inancına davetten ibaret olduğu söylenebilir. Sûrede tevhid ilkesini pekiştirmek için yer yer çok tanrı inancı eleştirilmekte ve Allah’ın dünya hayatında lutfettiği hükümranlık ve refah gibi nimetlerin geçiciliğine dikkat çekilmektedir.

Sûrenin muhtevasını dört bölüm halinde ele almak mümkündür. Bütün evrenin sahibi olup sözleri ve fiilleri yerli yerinde bulunan, her şeyin iç yüzünü bilen, merhametli ve bağışlayıcı Allah’a hamd ve senâyı içeren giriş niteliğindeki ilk iki âyetten sonra birinci bölümde inkârcılıkta direnenlerin âhiret hayatını kabullenemedikleri belirtilir. Onlara göre dünyanın düzeni bozulmayacak, çürüyüp parçalara ayrılan bedenin yeniden hayata kavuşturulması mümkün olmayacaktır. Bunun gerçekleşeceğini ileri süren kişi ya Allah adına yalan söylemekte veya cinnete yakalanmış bulunmaktadır. Buna karşılık âyetlerde kıyametin mutlaka kopacağı ve bu dünyada yapılanların karşılığının görüleceği âhiret hayatının başlayacağı haber verilmekte, aslında insanın evrene yönelik dikkatli bir bakışla bunu mümkün göreceği ifade edilmektedir (âyet 3-9).

İkinci bölümde dünyada kendilerine egemenlik, üstünlük ve refah lutfedilen iyi kullarla âsi kullardan bazı örnekler verilmiştir. Burada önce Hz. Dâvûd’a bağışlanan mânevî imtiyazlara, bunun yanında demirin onun elinde yumuşamasına, rüzgârın ve cinlerin Hz. Süleyman’ın emrine verilmesine, fakat bu fâni nimetlerin ölümle son bulduğuna değinilmiştir. Ardından Arap yarımadasında meşhur olan Sebe (Krallığı) halkının müreffeh hayatı kısaca tasvir edilmiş, ancak gerçeğe boyun eğmekten yüz çevirmeleri üzerine sel felâketiyle helâk edilip efsane haline getirildiği belirtilmiştir (âyet 10-21; ayrıca bk. SEBE).

Üçüncü bölümün girişinde tevhid inancının karşıtı olan şirk telakkisinin mâkul ve tutarlı bir dayanağının bulunmadığı, Resûlullah’ın bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı bir elçi olarak gönderildiği belirtilir (âyet 21-28). Ardından tekrar âhiret hayatının varlığına geçilir. Kur’an’a da ondan önceki ilâhî kitaplara da inanmayan ve bu yolla hem kendilerine hem de etki alanları içinde bulunan insanlara zulmeden kişilerin âhiretteki acıklı halleri etkileyenler-etkilenenler (müstekbir-müstaz‘af) kavramları çerçevesinde tasvir edilir. Daha sonra iman ve makbul davranışların eşlik etmediği mal ve evlât zenginliğinin kişiyi kurtuluşa eriştirmeyeceği ve Allah’a yaklaştıramayacağı vurgulanır, ayrıca çok tanrı inancı bir defa daha eleştirilir (âyet 29-42).

Sebe’ sûresinin son bölümünde bir anlamda önceki âyetlerde yer alan uyarıların ve ibret verici örneklerin hedefini teşkil eden Hz. Peygamber dönemi müşriklerine hitap edilmektedir. Bunlar Resûlullah’ı atalarının dinini bozmak isteyen, kendisinin düzenlediği bir metni Allah’a nisbet eden biri, Kur’an’ı da büyüleyici bir söz olarak nitelemiştir. Halbuki onlar daha önce ne ilâhî bir kitap okumuş ne de bir peygamberle karşılaşmışlardı. Bu Câhiliye zihniyetine karşı Resûl-i Ekrem’e şu cevabı vermesi emredilir: “Size tek bir öğüt vereceğim: İster başkalarıyla birlikte ister yalnız başınıza Allah’ın huzurunda bulunduğunuzun bilinci içinde derin derin düşünün, o zaman arkadaşınızda (Muhammed) hiçbir ruhî bozukluğun bulunmadığını anlayacaksınız” (âyet 46). Hz. Peygamber’e ayrıca, risâlet görevine karşılık hiçbir bedel talep etmediğini ve hakkın eninde sonunda üstün geleceğini muhataplarına bildirmesi emredilmiştir (âyet 43-50). Sûre, gerçeği inkâr edenlerin kıyamet gününde korku ve telâş içinde ilâhî vahye inandıklarını söyleyeceklerini, fakat bunun kendilerine bir fayda sağlamayacağını belirten âyetlerle sona ermektedir.

Hz. Peygamber’in Sebe’ sûresinin de içinde yer aldığı otuz kadar sûre (mesânî) hakkında, “Bana İncil yerine bu sûreler verilmiştir” dediği nakledilmiştir (İbrâhim Ali es-Seyyid Ali Îsâ, s. 224-227, 292). “Bütün resul ve nebîler Sebe’ sûresini okuyan kimsenin kıyamette dostu ve arkadaşı olacaktır” meâlinde Resûl-i Ekrem’e nisbet edilen hadisin (Zemahşerî, IV, 594; Beyzâvî, III, 415) mevzû olduğu belirtilmiştir (Muhammed et-Trablusî, II, 720). Şerefeddin Ali er-Râcihî tarafından Sebe’ ve Fâtır sûrelerinin dil özellikleri üzerine bir çalışma yapılmıştır (ed-Dersü’l-luġavî fî sûretey Sebeʾ ve Fâṭır, İskenderiye 1992).


BİBLİYOGRAFYA

Buhârî, “Tefsîr”, 34/2.

, IV, 594.

İbn Atıyye el-Endelüsî, el-Muḥarrerü’l-vecîz (nşr. Abdüsselâm Abdüşşâfî Muhammed), Beyrut 1413/1993, IV, 404.

Kurtubî, el-Câmiʿ, Beyrut 1408/1988, XIV, 166.

Beyzâvî, Envârü’t-tenzîl, Beyrut 1410/1990, III, 415.

Ebû Hayyân el-Endelüsî, el-Baḥrü’l-muḥîṭ, Kahire 1328-29/1910 → [baskı yeri yok] 1403/1983 (Dârü’l-fikr), VII, 256, 257.

Muhammed et-Trablusî, el-Keşfü’l-ilâhî ʿan şedîdi’ż-żaʿf ve’l-mevżûʿ ve’l-vâhî (nşr. M. Mahmûd Ahmed Bekkâr), Mekke 1408/1987, II, 720.

, V, 3937.

İbrâhim Ali es-Seyyid Ali Îsâ, Feżâʾilü süveri’l-Ḳurʾâni’l-Kerîm, Kahire 1421/2001, s. 224-227, 292.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2009 yılında İstanbul’da basılan 36. cildinde, 243-244 numaralı sayfalarda yer almıştır.