Âhirette peygamberlerin ve kendilerine izin verilen kimselerin müminlerin bağışlanması için Allah katında niyazda bulunmaları anlamında bir terim.
Bölümler İçin Önizleme
1/2Müellif: MUSTAFA ALICIBölüme Git
Sözlükte “tek olan bir şeyi dengi veya benzeriyle çift hale getirmek; birinin önüne düşüp işini görmeye çalışmak, işinin görülmesi için birinin aracıl…
2/2Müellif: YUSUF ŞEVKİ YAVUZBölüme Git
İslâm’da Şefaat. Kur’an’da “şef‘” kavramı sözlük anlamında kullanılan biri dışında (el-Fecr 89/3) otuz bir yerde geçmekte, bunların on üçünde şefaat b…
Sözlükte “tek olan bir şeyi dengi veya benzeriyle çift hale getirmek; birinin önüne düşüp işini görmeye çalışmak, işinin görülmesi için birinin aracılığını istemek” anlamlarındaki şef‘ kökünden türeyen şefâat, “suçunun bağışlanması veya dileğinin yerine getirilmesi için birine aracılık etme” mânasına gelir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “şfʿa” md.; Lisânü’l-ʿArab, “şfʿa” md.). Terim olarak “kıyamet gününde peygamberlerin ve kendilerine izin verilen sâlih kulların müminlerin bağışlanması için Allah katında niyazda bulunması” anlamında kullanılır. Şâfi‘ ve şefî‘ “aracılık eden, şefaatte bulunan” demektir.
Şefaat, kurtuluş öğretisiyle bağlantılı olarak birçok dinde yer almakla birlikte niteliği ve biçimi farklılık gösterir. Aşkın ilâh anlayışı, âhiret inancı, ruhban sınıfı ile kutsal kişilere (peygamberler, azizler) ve varlıklara (melekler) vurgu yapan dinî öğretilerde bu kavram daha çok öne çıkmaktadır. Genellikle şefaat, ölmüş veya yaşayan kutsal kişiler vasıtasıyla dindarlar adına yahut günahı ve sevabı birbirine eşit durumdaki bir ruhun lehine Tanrı katında özel bir müdahale ve af talebinde bulunma şeklinde gerçekleşir. Esasen birçok dinde ölmüş kutsal kişilerin öteki dünya için aracılık yapabileceğine ve şefaat istemek üzere onlara dua edilebileceğine, aynı zamanda ölülerin arkasından yapılan duaların azaptan kurtarıcı gücüne inanılmaktadır.
Çin geleneğinde ruhban sınıfının vazifeleri arasında insanları ruhanî açıdan arındırma ve kâhinlik yapmanın yanı sıra tanrıların huzurunda onlar için şefaat dileme görevi de vardır. Bu kapsamda Budist rahipleri tarafından ölen kişinin ardından yedi hafta boyunca ölüyü kötü karmadan kurtarmak amacıyla kutsal metin okunur ve dua edilir. Mahayana (Tibet) Budizmi’nde ayrıca şefaatle bağlantılı olarak başkalarının kurtuluşu için kendi sonsuz saadetinden (nirvana) fedakârlık eden aydınlanmış ruh öğretisi mevcuttur. Bu kurtarıcılar, sahip oldukları fazileti henüz aydınlanmaya ulaşmamış fertlere bahşetme veya aktarma yoluyla onların aydınlanmasına yardımcı olurlar. Hindu geleneğinde, iyilerin tekrar bedene girmeden (tenâsüh) önce bizzat ilâhların şefaatiyle içinde yaşayacakları kısa süreli cennet ya da semavî âlem inancı mevcuttur. Bu âlem, ilâhî varlıkla (Brahman) bütünleşmeye ve kurtuluşa ermeye yetecek kadar güzel amele sahip olmayan iyi ruhların yaşayacağı geçici durumu, aynı zamanda ilâhî lutfa bağlı şefaati ifade eder. Zerdüştîlik’te Hindu öğretisine benzer şekilde doğrudan şefaat yerine günahtan arınma mekânına atıf vardır. Pehlevîce gelenek kitabı Dadestân-ı Denig’de (IX. yüzyıl) öteki dünyada cennet ve cehennemden başka Hemistegân denilen, günahları ve sevapları eşit durumdaki kişilerin yeniden diriltildikten sonra bir müddet kalacakları bir mekândan bahsedilir. Hemistegân’daki ruhlar acı çekmez, zira bizzat Zerdüşt peygamber onların affı için burada Tanrı’ya yalvarır. Pagan karakterli eski Yunan ve Roma dinlerinde şefaat kurban kültü biçiminde ortaya konmuştur. Buna göre yaşayanların ihtiyaçlarını ve arzularını bilen ilâhlaşmış ölü ruhların kendilerine şefaat yakarışlarıyla ibadet edilip kurban kesildiğinde mükâfat verdiklerine, ihmal edildiklerinde ise gücendiklerine inanılmıştır. Ahd-i Atîk’te âhiret inancına yönelik açık bir öğreti yer almamasına rağmen ölüm sonrası şefaat konusuna atıflar mevcuttur. Bunların başında, din uğruna canını feda eden birinin günahkârlar için şefaat edebileceğinden bahseden İşaya pasajı gelir (53/12). Kitâb-ı Mukaddes içerisinde -apokrif metin olarak- yer alan II. Makkabiler’de (12/42-45), yaşayanların ölüler için dua edip kefârette bulunmasının imkânından ve nihaî kader olan ateşten kurtarıcı şefaatten söz edilir. Ölünün şefaat yoluyla kurtuluşa ermesi fikri Rabbânî literatürde daha açıktır. Talmud’da İsrâiloğulları’ndan imanlı olup günah işleyenlere bizzat Hz. İbrâhim’in şefaat edeceği, zira onların İbrâhim ahdinin işaretini taşıdıkları ve bundan dolayı kısa bir süre ara mekânda kalsalar bile cehennem ateşine mâruz kalmayacakları belirtilir (Erubin, 19b; Hagigah, 27a; ayrıca bk. Sifre Deuteronomy, 210). Söz konusu ara mekân, günahı ve sevabı eşit olanların günahlarından arınmak için -on iki ay veya daha az süreyle- kalacakları yere karşılık gelmektedir. Günümüz Ortodoks yahudi öğretisinde arınma yeri inancı ve buna bağlı olarak ölünün arkasından bir yıl boyunca kutsama duası okunmasına yönelik âdet devam etmektedir. Ayrıca ultra-Ortodoks Hasidî gruplar arasında sâlih kabul edilen kişilerin şefaatine inanılmaktadır.
Hıristiyanlık Îsâ Mesîh yoluyla kurtuluş öğretisine dayandığından fidye, bu dinde kefâret, mutlak aracılık gibi kavramlar kapsamında şefaate daha çok yer verilir. Ahd-i Cedîd’de şefaat kelimesi (Gr. entygchanein; Lat. interpellare), “bir kişinin bir başka kişinin savunucusu olması veya onun lehine af dilemesi” anlamında kullanılmıştır (İbrânîler’e Mektup, 7/25). Kutsal kişilerin şefaatini ifade eden aracı kelimesi (Gr. mesites; Lat. mediator) Tanrı ile insanı -kefâret yoluyla- birbirine yakınlaştırmayı ifade etmektedir (Timoteos’a Birinci Mektup, 2/5). Bu bağlamda özellikle Îsâ Mesîh, başrahip sıfatıyla inananların günahlarının bağışlanmasını dileyen (Yuhanna’nın Birinci Mektubu, 2/2) ve inananlar hatta bütün insanlık adına Tanrı katında şefaatte bulunan biri diye sunulmuştur (İbrânîler’e Mektup, 7/25). Ancak şefaat sadece Îsâ’ya ait bir eylem değildir. Pavlus’a göre Îsâ Mesîh göklerde şefaat ederken Parakletos (yardımcı) diye isimlendirilen kutsal ruh da tıpkı Îsâ gibi inananların zayıf anlarında Tanrı huzurunda onlar adına yakarır, yeryüzünde azizlerin mücadelelerine yardım eder ve onlara şefaatte bulunur; Tanrı bunun karşılığında kutsal ruhun şefaat duasına olumlu cevap verir (Romalılar’a Mektup, 8/26-28, 34).
Ahd-i Cedîd öğretisine paralel biçimde ilk dönemden itibaren kilise babaları ruhanî varlıklara dua etmeyi ve onlardan şefaat istemeyi gerekli görmüşlerdir. Meselâ ilk kilise babalarından Origen, Îsâ’nın yanı sıra meleklerin ve azizlerin şefaatinden bahsetmiş, aynı şekilde Kudüslü Cyril, Nazianzuslu Gregory, Jean Chrysostome ve Jerome gibi Batılı ve Doğulu kilise babaları, hıristiyanları İbrânî atalarına, peygamberlere, kilise elçilerine, Tanrı’nın dostlarına ve din uğruna şehid olanlara yalvararak şefaatlerini istemeye teşvik etmiştir. Ortaçağ’ın hıristiyan teologu Thomas Aquinas da özellikle azizlere niyazda bulunmayı, onlardan dua ve tövbelere ortak olmalarını istemeyi öğütlemiştir.
Hıristiyan mezhepleri şefaat konusunda kendi teolojilerine uygun öğretiler geliştirmişlerdir. Roma Katolik kilisesi Trent Konsili’nde (1545-1563) şefaati ve başkası lehine niyazda bulunmayı bir dogma şeklinde ortaya koymuştur. Buna göre müminler, öncelikle a‘râftakilerin cennete kabulü için dua edip bu amaçla kutsal komünyon âyini yapabilirler. Katolik öğretisinde a‘râf, ilâhî lutfa muhtaç durumda ölen bir kişinin cennete girmesi için gereken kutsallığı elde etmek maksadıyla bulunduğu arınma yerini ifade eder ve bu inancın temelinde ölü lehine şefaat duası yer alır. A‘râftaki ruhların kurtuluşu için özellikle Latin Amerika’da “ölüler günü” adıyla özel kült törenleri düzenlenir. Trent Konsili kararlarında ayrıca Îsâ Mesîh ile beraber Tanrı krallığında hüküm süren azizlerin de Tanrı katında insanlar lehine dua ve niyazda bulunduğu ifade edilmiştir. Roma Katolik öğretisine göre başta Meryem olmak üzere azizlerin şefaatlerine inanıp onlara niyazda bulunmak Îsâ’nın mutlak rab oluşuna ve aracılık rolüne zarar vermez; aksine bütün lutuf ve meziyetlerin ondan geldiği inancını güçlendirir. Bu bağlamda dindar bir insanın ölmüş veya yaşayan bir başka dindar insandan dua yahut şefaat dilemesi meşrû görülür. Ayrıca Katolik öğretisinde kilisenin Îsâ aracılığıyla bağışlama gücüne sahip olmasından dolayı bilhassa Ortaçağ’da gerek yaşayanlar gerekse ölenler için tam veya kısmî kurtuluş (indulgentia) satın alma yaygın biçimde uygulanmıştır.
Doğu ve Ortodoks kiliseleri de -şefaat konusunda Katolikler kadar derin öğretilere sahip olmasalar da- genel anlamda hem gökteki azizler komünyonu üyelerinin kendileri veya başkaları lehine Tanrı katında şefaat etmesini hem de ölü için şefaat dilemeyi meşrû kabul ederler. Genel olarak Protestan kiliseleri, Pavlus’un öğretisi ışığında insanları günahtan kurtarıcı fidye ya da kefâret olması bakımından Îsâ Mesîh’in aracılığının mutlaklığına inanır; bunun ötesinde bir şefaat anlayışı ise tartışmalıdır. Martin Luther, rasyonel açıdan kurtuluşun tamamen gerçekleşmesi bağlamında Îsâ’nın haçta şefaat niyazı yaptığına kanidir. Îsâ dışındaki kişilerin, yani Meryem’in ve azizlerin şefaati ise Îsâ’nın tek ve mutlak şefaatçi olduğu inancına aykırı düşmesi sebebiyle Protestan teolojisi açısından problemli görülür; bu konuda Protestan kiliseleri arasında görüş farklılıkları vardır. Anglikanizm açık bir dille Trent Konsili’nin şefaat öğretisini aşırılık, Tanrı’ya karşı saygısızlık, faydasız ve mantıksız bir öğreti sayıp reddederken Kalvinistler, şefaati ve özellikle yeryüzünde olup biten şeylerden habersiz azizlere niyazda bulunmayı duanın gerçek anlamını yok ettiği için bir tür şeytan aldatmacası ve sahtekârlık diye kabul eder. Diğer reformist kiliseler de Augsburg İtirafı (1530) olarak bilinen ve reformist öğretinin temelini oluşturan hükümlere bağlı şekilde sadece Îsâ Mesîh’in insanlar için mutlak aracı ve şefaatçi olabileceğine inanır. Bununla birlikte günümüzde bazı Protestan kiliseleri ancak “yaşayanların birbirine dua etmeleri” anlamında şefaati kabul etmekte, Anglo-Katolikler ve bir kısım Protestan kiliseleri Katolik öğretiye benzer biçimde meleklerin ve gökteki azizlerin inananlar için dua etmesine olumlu bakmaktadır.
BİBLİYOGRAFYA H. Denzinger, Enchiridion Symbolorum definitionum et declarationum de rebus fidei et morum (ed. P. Hünermann), Bologna 1995, s. 984; P. Enns, The Moody Handbook of Theology, Chicago 1989, s. 239-240, 247; G. M. Burge, “Intercession”, Dictionary of Paul and His Letters (ed. G. F. Hawthorne – R. P. Martin), Downers Grove 1993, s. 436-438; W. Grudem, Systematic Theology: An Introduction to Biblical Doctrine, Leicester 1994, s. 627; Catechism of the Catholic Church, London 1994, s. 221, 305, 372; J. P. Baker, “Office of Christ”, New Dictionary of Theology (ed. S. B. Ferguson – D. F. Wright), Leicester 1998, s. 476-477; İskender Oymak, Zerdüştlük, Elazığ 2003, s. 173-174; Mehmet Aydın, Ansiklopedik Dinler Sözlüğü, Konya 2005, s. 43; K. Kohler, “Purgatory”, JE, X, 274; T. B. Scannell, “Intercession (Mediation)”, The Catholic Encyclopedia, New York 1912, VIII, 70-72; E. J. Hana, “Purgatory”, a.e., XII, 575-580; H. Zimmermann, “Intercession”, Encyclopedia of Biblical Theology (ed. J. B. Bauer), London 1970, s. 400-403; A. J. Maclean, “Intercession”, ERE, VII, 382-388; H. Thurston, “Saint and Martyrs (Christian)”, a.e., XI, 54-55; J. I. Smith, “Afterlife: An Overview”, ER, I, 110.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2010 yılında İstanbul’da basılan 38. cildinde, 411-412 numaralı sayfalarda yer almıştır.
İslâm’da Şefaat. Kur’an’da “şef‘” kavramı sözlük anlamında kullanılan biri dışında (el-Fecr 89/3) otuz bir yerde geçmekte, bunların on üçünde şefaat biçiminde yer almakta, diğer yerlerde fiil ve isim kalıplarıyla tekrar edilmektedir. Nisâ sûresinde (4/85) iyi bir işe destek verenle kötü işe destek verenlerden her birinin o işin sonucundan pay alacağı ifade edilirken dünya hayatındaki faaliyetlerin kastedildiği anlaşılmaktadır. İbn Cerîr et-Taberî bu âyetin tefsirinde, Asr-ı saâdet’teki iman-küfür mücadelesi sırasında müslümanların veya küfür ehlinin safında bulunma şeklindeki yorumu âyetin bağlamına daha uygun görmüştür (Câmiʿu’l-beyân, V, 253-254). Bunun dışında şefaati konu edinen âyetlerde hâkim fikrin şirk inancının reddi ve tevhid inancının telkin edilmesi olduğunu söylemek mümkündür. Zümer sûresinde anlatıldığı üzere (39/3) putperestler kendilerini Allah’a yaklaştıracağına inandıkları için putlara tapıyorlardı. Bazı âyetlerde putlar “şefî‘” (çoğulu şüfeâ’) diye zikredilmiştir. Bu âyetlerde kıyamet günü Allah’tan başka hiçbir dost ve şefaatçinin bulunmayacağı belirtilmekte, o gün şefaatin ancak Allah’ın izni ve rızasıyla gerçekleşeceği beyan edilmektedir. Genellikle olumsuz anlatımlarla başlayan âyetlerin bir kısmında istisnalar yapılmak suretiyle Allah’ın izni ve rızasına bağlı olarak hakkı (tevhidi) benimseyenlere şefaatte bulunulacağı kaydedilmektedir (ez-Zuhruf 43/86; krş. Taberî, XXV, 134-135; Kurtubî, XVI, 81-82). İlgili âyetlerde kıyamet günü şefaatten mahrum olanların ana vasfı olarak inkâr veya şirk, yine inkâr anlamında (Râzî, III, 56) zulüm (el-Mü’min 40/18), âhireti inkâr; buna sürükleyen davranışlar arasında namaz kılmama, fakiri doyurmama, bâtıla dalanlarla beraber olup aynı davranışı sergileme (el-Müddessir 74/41-48) gibi hususlar zikredilir.
Şefaat kavramı hadislerde de yer alır ve şefaatin hem dünyevî hem uhrevî tarafının bulunduğu belirtilir. Başta Resûlullah olmak üzere bütün peygamberler, melekler ve sâlih kullar büyük günah işleyen müminlere şefaat edecektir (Buhârî, “Tevḥîd”, 24; Müslim, “Îmân”, 302). Hadislerde âhiretteki şefaat konusuna daha fazla yer verilmekle birlikte “dünyada bir kimsenin meşrû işine yardımcı olmak” anlamındaki şefaate izin verildiğine ilişkin uygulamalardan söz edilmiş (Buhârî, “İstiḳrâż”, 9, 18), ancak had cezası doğuran suçların cezasının kaldırılması yolunda şefaatte bulunulamayacağı bildirilmiştir (Buhârî, “Ḥudûd”, 2; “Enbiyâʾ”, 54; “Meġāzî”, 53). Ayrıca Hz. Peygamber ölünün bağışlanması için müslümanların dua etmesini dünyada ona şefaatçi olma diye nitelemiştir (Müsned, II, 256; Müslim, “Zühd”, 74). Âhirette gerçekleşecek şefaatle ilgili olan hadislerin çoğu Resûl-i Ekrem’in şefaatine dairdir. Allah’ın, özellikle bir duasını mutlaka kabul edeceğine dair her peygambere tanıdığı imtiyazı Resûlullah dünyada kullanmamış, şefaat etmek amacıyla bunu âhirete bırakmış ve Allah’a ortak koşmamak şartıyla büyük günah işleyen herkesin bundan yararlanacağını söylemiştir (Buhârî, “Tevḥîd”, 31; Müslim, “Îmân”, 338-345). Hz. Peygamber’in âhiretteki ilk şefaati mahşerde gerçekleşecektir. Hesaba çekilmek üzere orada uzun süre bekleyen insanlar hesabın başlatılmasını sağlamak için Hz. Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ’dan şefaat isteyecek, fakat o günün dehşeti karşısında kimse buna cesaret edemeyecek, sonunda Îsâ bunu Hz. Muhammed’den istemelerini tavsiye edecek ve Resûl-i Ekrem’in yapacağı şefaati Cenâb-ı Hak kabul edip hesabı başlatacaktır (Buhârî, “Tevḥîd”, 19, “Riḳāḳ”, 51; “Tefsîrü’l-Ḳurʾân”, 17/5). Daha sonra Resûlullah ilkin ümmetinden cennet ehli olanlar için şefaatçi olacak, cehenneme giren günahkârlar için üç defa şefaat edecek ve bu sayede cehennemlikler buradan çıkarılıp cennete alınacaktır (Buhârî, “Tevḥîd”, 19, 24, “Riḳāḳ”, 51; Müslim, “Îmân”, 332). Kur’an okuyan ve oruç tutan kimseler hakkında bu ibadetlerin de şefaatçi olacağı bildirilmiştir (Buhârî, “Tevḥîd”, 24; Müslim, “Îmân”, 47, 302). Hadislerde belirtildiğine göre bütün şefaatçilerin şefaat etmesinden sonra hayırlı hiçbir ameli bulunmayan cehennemdeki müminlere de kullarına karşı çok merhametli olan Allah şefaat edecek, böylece “rahmânın âzatlıları” adı verilen bu grup da cennete girecektir (Buhârî, “Tevḥîd”, 24; Müslim, “Îmân”, 302). Şefaat konusunda bazı hadisler uydurulmuştur. Resûlullah’ın şefaatinin bid‘at çıkaranlara ulaşmayacağı, şefaatin Ehl-i beyt’i sevenlere has olacağı, hırsızlık yapsa ve zina etse bile onun ümmetinden günah işleyen herkese şefaat edeceği yolundaki rivayetler bunlardan bazılarıdır (Abdülmüteâl M. el-Cebrî, s. 18-19). Şefaat hadislerini kabul etmeyen Hâricîler’e karşı ashaptan İmrân b. Husayn’ın hadislerin Kur’an’ı açıkladığını belirtmesini, yine Cehm b. Safvân ile Mu‘tezile kelâmcılarının şefaat vasıtasıyla insanların cehennemden çıkacağını muhtemel görmediğine dair bilgileri (Eş‘arî, s. 474; Malatî, s. 134) dikkate alarak âhiretteki şefaat inancıyla ilgili tartışmaların I. (VII.) yüzyıldan itibaren ortaya çıktığını ve II. (VIII.) yüzyılın ilk yarısından sonra mezheplerin ayırt edici esası haline geldiğini söylemek mümkündür. Tasavvuf ilminin teşekkülünden sonra dünya hayatında şefaat konusu da gündeme gelmiş ve mesele istigāse, istimdad, tevessül gibi kavramlar etrafında tartışılmıştır. Bu sebeple şefaat konusunu iki bölüm halinde incelemek mümkündür.
1. Dünyada Şefaat. Hayatta bulunan sâlih kişilerden dünyevî bir ihtiyacın karşılanması veya günahların bağışlanması için dua etmeleri anlamındaki şefaatin câiz olduğu konusunda âlimler ittifak etmiştir. Zira bu yolda dua edilmesi Hz. Peygamber’e ve müslümanlara Kur’an’da emredilmiş, ashap da yağmur yağması veya başka ihtiyaçlarının giderilmesi için hayatta bulunan Resûlullah’tan dua etmesini istemiş, ayrıca hayatta iken Resûl-i Ekrem’le tevessülde bulunmuştur (Muhammed 47/19; el-Haşr 59/10; İbn Teymiyye, Mecmûʿatü’r-resâʾil, I, 10; Âlûsî, VI, 127). Buna karşılık ilâhî emirlere aykırı bir şefaatte bulunmanın câiz olmadığı hususunda görüş birliğine varılmıştır (Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, X, 206). Dünyadaki şefaatle ilgili olarak iki konuda farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri dualarda “Hz. Peygamber hakkı için, velîler ve sâlihler hakkı için” şeklinde ifadelerin kullanılması, diğeri de bir ölüden veya diriden şefaat istenmesidir. a) Başta İbn Teymiyye olmak üzere müteahhir dönemi Selefî âlimleriyle Vehhâbîler’e göre bunların ikisi de câiz değildir, böyle bir şefaat inancı ilk devir müslümanlarında yoktur. Nitekim ashap, yağmur dualarında hayatta bulunan Resûl-i Ekrem’i şefaatçi kıldığı halde vefatından sonra hayatta bulunan amcası Abbas b. Abdülmuttalib’i vesile edinmiştir. Ölüden veya diriden şefaat beklemek Allah’tan başkasına dua ve ibadet etmek demektir, bu ise bir nevi şirktir. Dua ederken Allah’tan istemek yerine “Peygamber hakkı için” veya “filanca velî hakkı için” ifadesinin kullanılması da Allah’tan başkasına yemin etmeye benzer. İşlerini yapmakta âciz kalan müslümanlara ölülerden yardım istemelerini tavsiye eden (Aclûnî, I, 85) ve hadis diye nakledilen rivayet uydurmadır (İbn Teymiyye, Mecmûʿatü’r-resâʾil, I, 11-31; el-Ḥasene ve’s-seyyiʾe, s. 324-325; İbn Kayyim, I, 375; Âlûsî, VI, 124-129; Muhsin el-Emîn, Keşfü’l-irtiyâb, s. 238-255). b) Yapılacak dualarda Hz. Peygamber’i, velî ve sâlih kişileri bir anlamda aracı kılmak, ayrıca diri veya ölü bir kişiden dünya ve âhirete ilişkin şefaat istemek meşrûdur. Âhirette şefaat etmesine izin verilen makbul kullardan dünyada da şefaat talebinde bulunmak câiz olmalıdır. İbn Teymiyye’den önceki altı yüzyıl boyunca bu konuda âlimlerin sükûtî icmâından ve bazı uygulamalarından söz etmek mümkündür. Bir velînin kabri yanında adını anarak dua etmek ona tapmak anlamına gelmez, müşriklerin putlara tapmasına ise asla benzetilemez. Nitekim Hz. Ebû Bekir, Resûlullah vefat edince alnını öptükten sonra, “Allah katında bizleri de an” demiştir. Sûfiyye’ye mensup âlimlerle Tâceddin es-Sübkî, İbn Hacer, Muhsin el-Emîn gibi Eş‘arî ve Şiî âlimleri bu görüştedir (Sübkî, II, 234; Âlûsî, VI, 126; Muhsin el-Emîn, Keşfü’l-irtiyâb, s. 246-336; Reşîd Rızâ, XI, 6).
2. Âhirette Şefaat. İslâm âlimleri Hz. Peygamber’in, mahşer meydanında uzun bekleyiş sıkıntısı içindeki insanların hesaba çekilmesini sağlamak, ayrıca müminlerin cennetteki derecelerini yükseltmek amacıyla Allah katında şefaat edeceği, buna karşılık kâfirler hakkında şefaatin gerçekleşmeyeceği hususunda ittifak etmiştir (Kādî Abdülcebbâr, Şerḥu’l-Uṣûli’l-ḫamse, s. 688). Konunun tartışılan yönü tövbe etmeden ölen, küçük veya büyük günah işlemiş müslümanlarla ilgili olup bu husustaki görüşleri şöylece özetlemek mümkündür: a) Âhirette şefaat yalnızca küçük günah işleyenler hakkında vuku bulacaktır. Mu‘tezile’den Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf bu görüştedir (a.g.e., s. 691; Sıddîk Hasan Han, s. 300). b) Kur’an’da haber verilen şefaat mümin olarak ölenleri kapsar, büyük günah işleyip de tövbe etmeden ölen kimseler fâsık olup şefaatten mahrum kalır (Kādî Abdülcebbâr, Şerḥu’l-Uṣûli’l-ḫamse, s. 687-690; Teftâzânî, II, 239). Nitekim Kur’an’da, âhirette zalimler için sözüne itibar edilen bir şefaatçinin bulunmayacağı, fâcirlerin cehennemden çıkmayacağı, izin verilen şefaatçilerin yalnızca tövbe ederek ilâhî emirlere uymaları neticesinde Allah’ın kendilerinden razı olduğu kimselere şefaat edeceği bildirilmiştir. Büyük günah işleyenlerin ise zalim, fâsık ve fâcir zümreleri arasında bulunduğu açıktır. Ayrıca bu tür beyanları içeren âyetlerin kâfirlere tahsis edilmesi gerektiğine dair delil yoktur. Resûl-i Ekrem’in büyük günah işleyenlere şefaat edeceğine ilişkin hadisler âhâd yoluyla nakledilmiştir. Bunlar sahih olsa bile büyük günah işleyenlerin bağışlanmasının ölmeden önce tövbe etmeleri şartına bağlı olduğu kabul edilmelidir. Nitekim başka hadislerde bildirildiğine göre Hz. Peygamber geçimini haram mal satarak sağlayanlara, çalıştırdığı işçinin ücretini hakkıyla ödemeyenlere ve emanete hıyanet edenlere kıyamet günü düşman olacağını bildirmiş, sürekli içki içenlerin, fitne ve fesat çıkaranların, haksız yere bir gayri müslimi öldürenlerin cennete giremeyeceğini açıklamıştır. Aklî istidlâl açısından da âhiretteki şefaatin fâsıkları kapsamaması gerekir. Dünyada ısrarla günah işlemeye devam eden kimse şartlarına uyarak tövbe etmediği takdirde affedilmez. Âhirette insanı kurtaracak olan şefaat değil iman ve iyi davranışlardır. Ayrıca büyük günah işleyenlerin şefaat sayesinde affedileceğini söylemek müslümanları günah işlemeye teşvik eder. Mu‘tezile’ye bağlı âlimlerin büyük çoğunluğu ile Hâricîler ve çağdaş bazı araştırmacılar bu görüştedir (İbn Huzeyme, s. 355-365; Kādî Abdülcebbâr, Şerḥu’l-Uṣûli’l-ḫamse, s. 687-693; Râzî, eş-Şefâʿatü’l-ʿuẓmâ, s. 40-55; Hasan el-Cevâhirî, VII/28 [1421/2000], s. 81). c) Selefiyye, Mâtürîdiyye, Eş‘ariyye ve Şîa mezheplerine mensup âlimlere göre şefaat büyük günah işleyen ve tövbe etmeden ölen müminleri de kapsayacaktır. Kur’an’da ve sahih hadislerde âhirette hâkimiyet ve şefaatin yalnız Allah’a ait olduğu açıkça belirtilmekle beraber bazı âyetlerde şefaat etme izni verdiği kullarının, razı olduğu ve şefaat edilmelerine izin verdiği kimseler hakkında şefaatçi olabilecekleri bildirilmektedir. O’nun şefaat izni vereceği kulları Hz. Peygamber, diğer bütün peygamberler, melekler, sâlih ve müttaki müminlerdir. Haklarında şefaat edilmesine razı olduğu kimseler ise samimi bir şekilde kelime-i şehâdet getirerek müslüman olanlardır (İbn Teymiyye, el-Ḥasene ve’s-seyyiʾe, s. 310-311, 322-323). Allah’ın âhirette bazı kullarını diğerleri hakkında şefaatçi kılması şefaat etme yetkisinin sadece O’nun elinde bulunduğunu ifade eder. Resûl-i Ekrem’in, münafıkların cenaze namazını kılmasının ve haklarında istiğfar etmesinin ardından bunun Allah tarafından onaylanmaması ve münafıkların bağışlanması talebinde bulunmamasının emredilmesi (et-Tevbe 9/80, 84) şefaat etme yetkisinin yalnız Cenâb-ı Hakk’a ait olduğunu kanıtlar. Bir kimse için Allah nezdinde şefaatte bulunmak ona dua edip bağışlanmasını istemektir. Nitekim Kur’an’da meleklerin günahkâr müminler için istiğfar ettiği bildirilmiş, Hz. Peygamber’e de müminlerin bağışlanması için dua etmesi emredilmiştir. Buna göre esasen müslümanların bağışlanmasını isteyen Allah Teâlâ’dır, bunu dünyada dilediği gibi âhirette de dileyebilir. Allah’ın, tövbe ettikleri takdirde büyük günah işleyenleri lutuf ve keremi sayesinde bağışlamasıyla kullarından bazılarını şefaatçi kılarak bağışlaması arasında fark yoktur (Halîmî, I, 412; Nesefî, II, 792; İbn Teymiyye, el-Ḥasene ve’s-seyyiʾe, s. 303-309; İbn Ebü’l-İz, I, 300-302). Âhirette şefaatin olmayacağını ve zalimleri koruyan herhangi bir dost ve şefaatçinin bulunmayacağını bildiren âyetler kâfirler hakkındadır. Zira mutlak anlamda zalimler kâfirlerdir, ilgili âyetlerin bağlamı da bunu göstermektedir (Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, III, 56; XXVII, 50-51). Büyük günah işeyen müslümanlar ilâhî emirlere aykırı davranmaları sebebiyle bir yönden fâsık olup ilâhî cezayı hak etmişlerse de tevhide iman etmeleri, ayrıca güzel davranışlarda bulunmaları bakımından dünyada ve âhirette kâfirlerle aynı konumda düşünülemez. Aksi halde Kur’an’da ve hadiste müjdelenen ilâhî lutuf ve bağışlama anlamını yitirecek, Resûlullah’ın şefaatine ümit bağlamış müslümanların duası geçersiz hale gelecektir. Ayrıca Kur’an’da Hz. Peygamber’in “makām-ı mahmûd”a çıkarılacağı bildirilmiş ve bunun bütün insanların yanı sıra müminlere şefaatçi kılınması anlamına geldiği sahih rivayetlerle nakledilmiştir (Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevḥîd, s. 587-588; Nesefî, II, 793; Râzî, eş-Şefâʿatü’l-ʿuẓmâ, s. 38-47; Teftâzânî, II, 239; Âlûsî, I, 252). d) Âhiretteki şefaat yalnızca Allah’a ait olup mahiyeti insanlarca bilinemez. Bu sebeple kimlerin şefaatçi olacağı ve şefaatin kimleri kapsayacağı meselesini ilâhî ilme havale etmek (tefvîz) gerekir. Esasen Kur’an’da âhirette şefaatin vuku bulacağına dair açık bir âyet yoktur, aksine şefaatin vuku bulmayacağı veya kimseye fayda sağlamayacağı anlamına gelen beyanlar mevcuttur. Şefaati Allah’ın iznine bağlayan istisna kaydı ise onun vuku bulmayacağını kesin derecesinde ifade etme amacı taşıyan bir üslûp özelliği olabilir. Bu sebeple şefaate ilişkin âyetleri müteşâbih kabul etmek gerekir. Ancak şefaatin gerçekleşeceği sahih hadislerle sabit olduğundan dünyada uygulanan ve kötülük yapanları cezadan kurtarma anlamına gelen bir şefaatin âhirette vuku bulmayacağını kabul ederek konunun geri kalan kısmını Allah’a havale etmek en doğru yoldur. Muhammed Abduh ve M. Reşîd Rızâ gibi son devir âlimleri bu görüştedir. Her ne kadar M. Reşîd Rızâ, Kur’an’da şefaatin geçtiği ilk âyetleri yorumlarken bunların âhirette şefaatin vuku bulmayacağını kesinlikle ifade ettiğini ve sırf müslüman adı taşımanın yapılan kötülüklerin cezasından kişiyi kurtarmayacağını belirtmişse de sonraki âyetlerin tefsirinde şefaatle ilgili hadislerin sahih olduğunu zikrederek tefvîz görüşünü tercih etmiştir (Tefsîrü’l-Menâr, I, 121, 305-308; III, 17-18, 31-34; VI, 377-378; VII, 273; X, 211).
Âhiretteki şefaatin sadece Hz. Peygamber’e veya genel olarak peygamberlere tahsis edildiğini ileri süren bazı münferit görüşler dışında (el-Mevsûʿatü’l-İslâmiyyetü’l-ʿâmme, s. 816) âlimlerin büyük çoğunluğuna göre Allah katında yüksek dereceler elde eden iyi kullar şefaat etmeye yetkili kılınacaktır. Bunlar peygamberler, melekler, sahâbîler, âlimler, velîler, sıddîklar, sâlihler, şehidler ve müttaki müminlerdir. Bunların şefaat yetkisi Allah katındaki mertebelerine göre farklıdır. Derecesi en yüksek olan Resûl-i Ekrem en büyük şefaat yetkisine sahip olacaktır. Zira mahşer gününde hesabın başlaması için bütün insanlara şefaat edecek, ardından ümmetinden birçok kişinin hesaba çekilmeden cennete girmesi, ayrıca günahları sebebiyle cehenneme girmesi gereken müminlerle iyilik ve kötülükleri eşit olan müminlerin doğrudan cennete alınması için şefaatte bulunacaktır. Resûlullah’ın yapacağı diğer şefaatler arasında cennettekilerin derecelerinin yükseltilmesi, cehennemde bulunanlardan azabın hafifletilmesi ve büyük günah işleyen müminlerle tevhid ehlinden olanların cehennemden çıkarılması yer alır. Şefaat türlerine ilişkin bu hükümlerin dayanağı hadislerdir. Şîa’ya mensup âlimler, Ehl-i beyt imamlarının da şefaat eden seçkinler içinde yer alacağına özel bir vurgu yapar (İbn Huzeyme, s. 255; Mâtürîdî, Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân, VI, 422; İbn Fûrek, s. 169; Kādî İyâz, I, 293-301; İbn Kesîr, II, 227-239).
Sonuç olarak dünyada şefaat talebinde bulunma konusunda şunları söylemek mümkündür: Mânevî mertebelerinin yüksek olduğu inancıyla dünyada ölülerden veya gıyabında dirilerden şefaat istemenin yahut yapılan dualarda falanın hakkı için gibi ifadeler kullanmanın Allah’tan başkasına dua etmeye benzeyen bir aşırılık olduğunda şüphe yoktur. Dünyevî ve uhrevî ihtiyaçların giderilmesi için yalnızca Allah’a dua etmek dinî bir zorunluluktur. Bununla birlikte İbn Teymiyye ve takipçilerinin iddia ettiği gibi söz konusu davranışlarda bulunan müslümanları müşrik diye nitelemek bir başka aşırılık sayılmalıdır. Öte yandan peygamberlerden başka hiç kimse mâsum değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de peygamberlerden sonra özenilecek kişiler arasında sıddîklar, şehidler ve sâlih kullar zikredilmiştir (en-Nisâ 4/69). Tasavvufta ortaya çıkan bazı yanlış fikirler halk arasında âdeta mutlak kurtarıcı seviyesinde bir evliya telakkisi doğurmuşsa da bu anlayış gerek mutedil mutasavvıflar gerekse diğer âlimler tarafından reddedilmiştir. Esasen Kur’an’da velî ve evliya kelimeleri bütün müminler için kullanılmıştır. Yine peygamberler dışındaki müminlerin Allah nezdindeki derecelerine dair kanaatlerin iyi niyet sınırını aşmaması gerekir. Bu sebeple iman, ibadet, dua ve niyazlarına özenilecek örnek insanlar isimleriyle değil nitelikleriyle belirlenmelidir. Âhiretteki şefaat konusuna gelince âlimlerin büyük çoğunluğu, bunun müslümanlara yönelik olarak vuku bulacağı ve kâfirleri kapsamadığı hususunda ittifak etmiştir. Hz. Peygamber’in İslâmiyet’i benimsemeyen amcası Ebû Tâlib’e şefaatinin fayda vereceğine dair rivayetler bu açıdan problemlidir (M. Reşîd Rızâ, VII, 548). Şefaat konusunda İslâm âlimleri arasındaki asıl ihtilâf, şefaatin tövbe etmeden ölen müslümanları kapsayıp kapsamadığı konusunda ortaya çıkmıştır. Bu kişilere de şefaat edileceğini söyleyen Ehl-i sünnet ve Şîa’nın görüşü isabetli görünmektedir. Allah’ın, günahkârları şefaat yoluyla affetmesi onların cehenneme girmeyeceği anlamına gelmez; âyet ve hadislerde belirtildiği üzere günahları sevaplarından fazla olanlar cehennemde cezalandırıldıktan sonra oradan çıkarılacaktır. Mu‘tezile âlimlerinin tövbe etmeden ölen müminleri fâsık kabul etmesi onların müslüman vasfını ortadan kaldırmaz.
Şefaat konusunda yazılan bazı eserler şunlardır: Fahreddin er-Râzî, eş-Şefâʿatü’l-ʿuẓmâ (Kahire 1989); Şa‘râvî, İnkârü’ş-şefâʿa: Muḥâvele cedîde li’ṭ-ṭaʿn fi’s-sünne ve’t-tehaccüm (Kahire 1999); eş-Şefâʿa ve’l-maḳāmü’l-maḥmûd (Kahire 2000); Gulâm Muhammed Bahâeddin el-Kārî, el-Vesîletü’l-ʿuẓmâ fi’d-dâreyn li-men lehü’ş-şefâʿatü’l-kübrâ (Haydarâbâd 1331); Ali b. Mustafa el-Halebî, Şefâʿatü’n-nebî (İÜ Ktp., nr. 1192); Nâsır b. Abdurrahman b. Muhammed el-Cedî‘, eş-Şefâʿa ʿinde Ehli’s-sünne ve’r-red ʿale’l-muḫâlifîn fîhâ (Riyad 1996); Mustafa Mahmûd, eş-Şefâʿa: Muḥâvele li-fehmi’l-ḫilâfi’l-ḳadîm beyne’l-müʾeyyidîn ve’l-muʿârıżîn (Kahire 1999); Yûsuf el-Kardâvî, eş-Şefâʿa fi’l-âḫire beyne’n-naḳl ve’l-ʿaḳl (Kahire 1999); İsmâil ed-Deftâr, Şefâʿatü’r-resûl fi’l-Ḳurʾâni’l-Kerîm ve’s-Sünne (Kahire 1999); Ali Ekber Nâsırî, el-İmâme ve’ş-şefâʿa (Tahran 1979); Sâlih b. Ahmed Sâlih Ziyâb, eş-Şefâʿa beyne’l-vehm ve’l-ḥaḳīḳa (Medine 1995); Muhammed Ali el-Enesî, el-Minhâcü’l-bedîʿ fî eḥâdîs̱i’ş-şefîʿ (Kahire 1374); Âiş b. Ayyâş el-Ceyşî, eş-Şefâʿa fi’l-İslâm (1980, yüksek lisans tezi, Câmiatü Ümmi’l-kurâ, Mekke); İsmet Uçma, Kur’an ve Sünnet’te Şefaat Kavramı (1986, yüksek lisans tezi, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Bekir Yiğit, İslâm Mezheplerinde Şefaat (1986, yüksek lisans tezi, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); İshak Halis, Vehhâbilik ve Ehl-i Sünnet’e Göre Şefaat Görüşü (1991, yüksek lisans tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü); Ahmet Uludağ, Âyet ve Hadislere Göre Şefaat (1992, yüksek lisans tezi, EÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Bahattin Akbaş, Hadislere Göre Hz. Peygamber’in Şefaati Meselesi (1994, yüksek lisans tezi, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Mehmet Yılmaz, Kur’an’da Şefaat Kavramı ve Yaygın Şefaat Anlayışıyla Karşılaştırılması (2006, yüksek lisans tezi, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Yaşar Düzenli, Üslûb ve Semantik Açıdan Kur’ân ve Şefaat (İstanbul 2006).
BİBLİYOGRAFYA et-Taʿrîfât, “şefâʿat” md.; Tehânevî, Keşşâf, I, 762 vd.; Müsned, I, 5; II, 89, 174, 256, 400; III, 11, 218, 325; IV, 404; V, 43, 232; Taberî, Câmiʿu’l-beyân (nşr. Sıdkī Cemîl el-Attâr), Beyrut 1415/1995, V, 253-254; XXV, 134-135; İbn Huzeyme, Kitâbü’t-Tevḥîd (nşr. M. Halîl Herrâs), Beyrut 1403/1983, s. 245-272, 355-371; Eş‘arî, Maḳālât (Ritter), s. 293, 474; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevḥîd (nşr. Bekir Topaloğlu – Muhammed Aruçi), Ankara 1423/2003, s. 579-582, 587-590; a.mlf., Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân (nşr. Ahmet Vanlıoğlu), İstanbul 2005, II, 154-155; III (nşr. Mehmet Boynukalın), s. 360-361; V (nşr. Ertuğrul Boynukalın), İstanbul 2006, s. 100-101; VI, 422; VII (nşr. Hatice Boynukalın), s. 12; IX (nşr. Murat Sülün), İstanbul 2007, s. 107-108, 168, 237, 500; Âcurrî, eş-Şerîʿa (nşr. M. Hâmid el-Fıkī), Beyrut 1403/1983, s. 338-342, 349-352; Ebü’l-Hüseyin el-Malatî, et-Tenbîh ve’r-red (nşr. M. Zâhid Kevserî), Beyrut 1388/1968, s. 13, 134; Kelâbâzî, et-Taʿarruf li-meẕhebi ehli’t-taṣavvuf, Kahire 1933, s. 32; Halîmî, el-Minhâc, I, 407-412; İbn Fûrek, Mücerredü’l-Maḳālât, s. 167-176; Kādî Abdülcebbâr, Şerḥu’l-Uṣûli’l-ḫamse, s. 687-693; a.mlf., Müteşâbihü’l-Ḳurʾân (nşr. Adnân M. Zerzûr), Kahire 1969, s. 90, 177, 447, 494, 499, 522, 600, 604, 686; a.mlf., Fażlü’l-iʿtizâl ve Ṭabaḳātü’l-Muʿtezile (nşr. Fuâd Seyyid), Tunus 1393/1974, s. 207-209; Ebû Ca‘fer et-Tûsî, el-İḳtiṣâd fîmâ yeteʿallaḳu bi’l-iʿtiḳād, Necef 1399/1979, s. 206-213; Nesefî, Tebṣıratü’l-edille (Salamé), II, 782-795; Kādî İyâz, eş-Şifâʾ, I, 293-301; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, III, 55-65; VII, 10-11; IX, 144; X, 206; XI, 54; XVI, 263; XXI, 31; XXII, 118-119, 160; XXVII, 33-34, 50-52; XXVIII, 307; XXX, 211; a.mlf., eş-Şefâʿatü’l-ʿuẓmâ fî yevmi’l-ḳıyâme (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkā), Kahire 1989, s. 37-57; Seyfeddin el-Âmidî, Ġāyetü’l-merâm (nşr. Hasan Mahmûd Abdüllatîf), Kahire 1391/1971, s. 306; Kurtubî, el-Câmiʿ, Beyrut 1408/1988, XVI, 81-82; İbn Teymiyye, Mecmûʿatü’r-resâʾil, I, 10-31; a.mlf., el-Ḥasene ve’s-seyyiʾe (Şeẕerâtü’l-bilâtîn içinde), Beyrut 1375/1956, s. 303-312, 322-325; a.mlf., İḳtiżâʾü’ṣ-ṣırâṭi’l-müstaḳīm, Cidde, ts. (Mektebetü’l-medenî), s. 442-444; İbn Kayyim el-Cevziyye, Medâricü’s-sâlikîn, Kahire 1403/1983, I, 370-375; Sübkî, Ṭabaḳāt, II, 234; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, en-Nihâye (nşr. M. Ahmed Abdülazîz), Beyrut 1988, II, 227-239; İbn Ebü’l-İz, Şerḥu’l-ʿAḳīdeti’ṭ-Ṭaḥâviyye (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî – Şuayb el-Arnaût), Beyrut 1408/1987, I, 282-302; Teftâzânî, Şerḥu’l-Maḳāṣıd, İstanbul 1305, II, 239-240; Bedreddin el-Aynî, ʿUmdetü’l-ḳārî, Beyrut, ts. (Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî), XXIII, 122-123; Şa‘rânî, el-Yevâḳīt ve’l-cevâhir, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), s. 153-155; M. Abdürraûf el-Münâvî, et-Tevḳīf ʿalâ mühimmâti’t-teʿârîf (nşr. M. Rıdvân Dâye), Beyrut 1410/1990, s. 432; Aclûnî, Keşfü’l-ḫafâʾ, I, 85; Emîr es-San‘ânî, Taṭhîrü’l-iʿtiḳād ʿan edrâni’l-ilḥâd (nşr. Abdullah b. Yûsuf), Küveyt 1984, s. 22-31; Seffârînî, Levâmiʿu’l-envâri’l-behiyye, Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-İslâmiyye), II, 204-218; Şevkânî, ed-Dürrü’n-nażîd fî iḫlâṣi kelimeti’t-tevḥîd (er-Resâʾilü’s-Selefiyye fî iḥyâʾi sünneti ḫayri’l-beriyye [nşr. Hâlid Abdüllatîf] içinde), Beyrut 1411/1991, s. 150-151; Âlûsî, Rûḥu’l-meʿânî, I, 251-252; V, 97; VI, 124-129; XV, 140-141; XIX, 106; XXII, 136; XXIV, 9-10; Sıddîk Hasan Han, Delîlü’ṭ-ṭâlib (trc. Leys Muhammed Lâl Muhammed, nşr. M. Lokmân es-Selefî), Riyad 1422, s. 291-303, 323-327; Muhsin el-Emîn, Keşfü’l-irtiyâb fî etbâʿi Muḥammed b. ʿAbdilvehhâb, Dımaşk 1347, s. 238-336; Aʿyânü’ş-Şîʿa, I, 108; Elmalılı, Hak Dini, I, 851; VII, 5546-5547; Reşîd Rızâ, Tefsîrü’l-Menâr, I, 121, 305-308; II, 67; III, 17-35; VI, 327, 377-378; VII, 273, 410, 546-549, 569; IX, 284, 293; X, 211; XI, 6, 220-221, 296; Abdülmüteâl M. el-Cebrî, el-Müştehir mine’l-ḥadîs̱i’l-mevżûʿ ve’ż-żaʿîf, Kahire 1987, s. 18-19; Ca‘fer es-Sübhânî, el-İlâhiyyât (nşr. Hasan M. Mekkî el-Âmilî), Beyrut 1410/1989, I, 449-451; Hasan el-Cevâhirî, “eş-Şefâʿa ve mefhûmüha’l-İslâmî”, Risâletü’t-taḳrîb, VII/28, Tahran 1421/2000, s. 78-79, 81; A. J. Wensinck – [D. Gimaret], “S̲h̲afāʿa”, EI2 (İng.), IX, 177-179; Annemarie Schimmel, “S̲h̲afāʿa”, a.e., IX, 179; M. Seyyid el-Celyend, el-Mevsûʿatü’l-İslâmiyyetü’l-ʿâmme, Kahire 1422/2001, s. 816-817.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2010 yılında İstanbul’da basılan 38. cildinde, 412-415 numaralı sayfalarda yer almıştır.