SİMSAR

Kendi namına, fakat müvekkili hesabına komisyon karşılığı alım satım yapan kimse anlamında bir fıkıh terimi.

Müellif:

Sözlükte “koruyan, gözeten, alıcı ile satıcı arasındaki aracı” anlamına geldiği gibi her işin / mesleğin ehline simsâr, bir yöreyi avucunun içi gibi bilen kişiye ise simsârü’l-arz adı verilir. Aslının Ârâmîce’de “pazarlıkçı” (müsâvim) mânasındaki sifsârâ veya Farsça’da alıcı ile satıcı arasındaki aracıyı ifade eden sîb-sâr olduğu ileri sürülmektedir. Arapça’da sifsâr ve sifsîr de denir. Semsere / delâle (dilâle) alışveriş, simsâriyye / dellâliyye ise simsarlık / tellâllık demektir. Kelime Batı dillerine censal, sensal, sensalis ve sensale şeklinde girmiştir. Ayrıca Arapça’da gezici simsara tavvâf (çerçi), bir yerde sabit simsara cellâs (oturakçı), köle / câriye ve hayvan komisyoncusuna nehhâs adı verilir. Simsarın en geniş anlamı “bir akdin tarafları arasında onlardan müvekkili olanın hesabına aracılık yapan kimse”dir. Ancak İslâm hukukçularınca özellikle -konsinye satışları dışarıda bırakacak şekilde- kendi namına, fakat müvekkili hesabına ücret karşılığı alım veya satım yapan kimse kastedilmiştir. Arapça’da münâdî, dellâl ve sâih genellikle aynı mânada kullanılmışsa da örfte simsar ve dellâle farklı anlamlar yüklenebilmiştir. Meselâ simsar müşteriyi bulup mala veya sahibine götürürken dellâl yanında gezdirdiği metâa alıcı arar. Tarihte Mısır gibi bazı İslâm ülkelerinde kendilerine verilen tekstil ürünlerini ve mücevheratı çatkapı pazarlama yöntemiyle satan ve bohçacıların işlevini gören kadın simsarlar da (dellâle) istihdam edilmiştir. Günümüzde özellikle turistleri komisyon karşılığı anlaştığı otel, motel, dükkân gibi işletmelere yönlendiren kişiye de hanutçu (Arapça “dükkân” anlamındaki hânût kelimesinden) denir.

Hz. Peygamber pazar denetimlerinden birinde Bakī‘deki simsar olarak nitelenen topluluğa râvinin ifadelerinden kendilerinin de hoşuna gittiği anlaşılan tüccar şeklinde hitap ederek yemin ve boş sözlerden kaçınmalarını tembihlemiştir (Ebû Dâvûd, “Büyûʿ”, 1; İbn Mâce, “Ticârât”, 3; Tirmizî, “Büyûʿ”, 4; Nesâî, “Eymân”, 22-23, “Büyûʿ”, 7). İslâm hukukçularının çoğunluğu bu hadisi delil göstererek simsarlığı câiz saymıştır. Tarih boyunca bazı kişilerin meselâ akar / emlâk, kumaş, sebze, kitap, köle, hayvan gibi belli malların simsarlığında uzmanlaştığı ve birçok âlimin “es-simsâr” lakabıyla anıldığı görülür.

Taraflarını simsar (ecîr) ve iş verenin (müste’cir, müvekkil) meydana getirdiği simsarlık akdi emeğin ücret karşılığında süreli olarak temlik ve tahsisini konu alan bir iş (hizmet) sözleşmesidir. Âkıl (mümeyyiz) olması şart koşulan simsar için emeği tahsis etme (iş görme), iş veren için de ücreti ödeme borcu söz konusu olduğundan simsarlık iki taraflı ve bağlayıcı bir akiddir. Ya süre ya da iş (amel) üzerine kurulan simsarlık akdinin konusu bakımından sıhhat şartlarından ilki, ecîr-i hâs ve ecîr-i müşterek ayırımına paralel olarak simsarın vereceği hizmetin süresinin veya niteliğinin önceden tarafların hukukunu koruyucu ve anlaşmazlığa düşmelerini önleyici biçimde bilinmesi ve belirlenmesidir. Ancak yapılacak iş örfen biliniyorsa ayrıca açıklanması şart değildir. Erken dönem Hanefî hukukçularına göre simsarın ecîr-i hâs olarak kiralanması câizken ecîr-i müşterek olarak tutulması câiz değildir. Fakat ikinci şıkka sonraki Hanefî fakihlerince ihtiyaca binaen cevaz verilmiş, hatta simsar denilince ecîr-i müşterek anlaşılır olmuştur (meselâ bk. Mecelle, md. 422). Şâfiîler simsarlık akdinin icâre niteliğinde kurulmasını mutlak olarak tecviz etmiştir. Remlî’ye göre fiyatları önemli farklılıklar gösteren ev, hayvan ve kölenin satışı gibi yorucu işlemler için simsar kiralanması sahihtir. Bu tür muamelelerde simsarın ne kadar hizmet ve zaman vereceğinin bilinmemesine rağmen hizmetin bilinmezliği ihtiyaca binaen önemsenmemiştir. Şâfiîler’e göre hem icâre hem cuâleye uygun bir tarzda sözleşme yapıldığında işin mahiyeti belirlenmişse akid icâre, aksi takdirde cuâle sayılır. Mâlikîler süre yerine hizmetin vasfı belirlenerek kurulan sözleşmeyi cuâle olarak niteler. Eğer cu‘l takdir edilmemişse ecr-i misl gerekir; ancak mücâale için tarafların bildiği bir teamül varsa ona itibar edilir.

Akid konusuyla ilgili ikinci şart simsarlık hizmetinin şer‘an serbest ve fiilen mümkün olmasıdır. Bundan dolayı içki ve murdar hayvan gibi haram mallar için yapılan simsarlık geçersizdir. Şehirlinin bedevî adına satışı da meşrû görülmez; zira Resûl-i Ekrem şehirlinin bedevînin malını pazarlamasını yasaklamıştır. Ancak İbn Abbas’ın şehirlinin bedevîye simsarlığı şeklinde yorumladığı bu yasağın (Buhârî, “Büyûʿ”, 68-71, “İcâre”, 14; Müslim, “Büyûʿ”, 19; Ebû Dâvûd, “İcâre”, 11; İbn Mâce, “Ticârât”, 15; Nesâî, “Büyûʿ”, 18) satım akdinin özüne veya aslî unsurlarına değil mücâvir veya hâricî vasfına ilişkin olduğu ileri sürülerek söz konusu işlemler genelde dinen günah, fakat hukuken (kazâen) geçerli sayılmıştır. Süfyân es-Sevrî’nin mekruh gördüğü rivayet edilen simsarlık da bu türe mahsus olabilir (İbn Ebû Şeybe, IV, 454). Ayrıca sonucun elde edilmesinin sadece simsarın ameline değil, aynı zamanda meselâ bir malın belli bir şahsa satılması gibi üçüncü kişilerin uygun fiillerine ve elverişli dış unsurlara bağlı olduğu bir hizmetin ifasının da simsarlık akdine konu edilmesi câiz sayılmamıştır. Bu tür işlerde akdin süre üzerine kurulması önerilerek tarafların haklarının korunmasına ve beklenmedik zararların önlenmesine çalışılmıştır.

Simsarlık hizmetiyle beraber akdin konusunu teşkil eden ücretin sonradan tarafları anlaşmazlığa ve mağduriyete düşürmeyecek ölçüde belirli, bilinir ve hukukî değere sahip (mütekavvim) bir mal olması şart koşulmuştur. Dolayısıyla ücretin tamamen veya kısmen bilinmezliği sonucunu doğurarak simsara zarar veren ücret tayini usulleri onaylanmamıştır. Ücretin kazançtan bir pay şeklinde tesbit edildiği simsarlık akdinin câizliği konusunda görüş ayrılıkları vardır. İbn Abbas, mal sahibinin kendi belirlediği bir bedelle satış fiyatı arasındaki farkı komisyon olarak simsara bırakmak üzere anlaşma yapmasını tecviz etmiştir (Buhârî, “İcâre”, 14). Mâlikîler’in meşhur görüşüne ve diğer üç mezhebe göre simsarlık ücretinin belirli olması şarttır. Serahsî’ye göre simsarla muayyen bir ücret karşılığında iş veya süre belirlenerek anlaşılması câizken bunun dışındaki bütün belirsizlikler fâsiddir. Bezzâzî ikisinin de belirlenmediği simsarlık akdini ecr-i misl takdir edilmesi kaydıyla kamu ihtiyacı gereği câiz sayarken bazı Hanefîler, simsarın komisyonunun işlem bedeli üzerinden yüzdelik olarak belirlenmesinin haramlığına hükmetmişlerdir. Mâlikîler simsarla ücret ve süre tayini şartıyla icâre akdi yapılmasına cevaz vermişlerdir. İmam Mâlik ve Rebîa b. Ebû Abdurrahman işlem bedeli üzerinden belli bir yüzde karşılığı -hiç iş yapılmamışsa ücretsiz- simsarlığı cuâle sayarak sakıncalı görmemiştir. Hanbelîler’e göre simsarlık akdi ya süre veya hizmet belirlenerek icâre akdi şeklinde yapılabilir. Simsarla alım veya satım gibi belli bir işi belirli ücret karşılığında yapmak üzere muayyen müddet için anlaşılması icâre çerçevesine girer. Zaman yerine hizmetin tayiniyle bedel üzerinden belli bir yüzde veya alınan / satılan fiyat veya vasfı muayyen parça başına sabit bir ücret takdir edilebilir. Ahmed b. Hanbel’e göre bunların dışındaki uygulamalar ücrette belirsizlik doğuracağından câiz değildir. Buna rağmen işlem gerçekleştirilirse Ebû Sevr ve İbnü’l-Münzir’e göre simsar ecr-i misli hak eder.

Akdin süre üzerine kurulduğu durumlarda ecîr-i hâs konumundaki simsar akid konusu hizmeti vermeye hazır, işin ifası da mümkün olduğu halde iş veren haksız ve özürsüz olarak onu işe başlatmaz veya ifayı kabulden kaçınır ve bu şekilde akid süresi dolarsa ifa ve teslim hükmen gerçekleşmiş sayılır ve kararlaştırılan ücretin ödenmesi gerekir. Hanefîler’e göre ecîr-i hâs olarak kiralanan simsar, üzerinde anlaşılan ücrete belirlenen müddet için iş başı yapmasıyla o süre boyunca hiç iş bağlayamasa bile hak kazanır (Mecelle, md. 425, 475). Ecîr-i müşterek olarak kiralanan simsar sadece iş görmesi durumunda -onlara göre bu tür akidler fâsid olarak kurulduğu, fakat ihtiyaca binaen câiz sayıldığı için- ecr-i müsemmâyı değil onu geçmeyecek miktardaki bir ecr-i misli hak eder; çünkü ücrete istihkakının sebebi kendisinden istenen işlemi tamamlamasıdır (Mecelle, md. 424, 469). Nitekim mezhepte tercih edildiği ve Mecelle’de de geçtiği üzere (md. 577) bir dellâlin satamadığı malı daha sonra sahibinin veya bir başka simsarın satması durumunda ilki ücret alamaz. Diğer üç mezhebe göre ise icâre akdi sahihse simsar üzerinde anlaşılan ücreti, bâtılsa ecr-i misl alır. Malını müzayede usulüyle bizzat satmak isteyen kişi sadece çığırtkanlık yapmak üzere birini kiralasa ve sonuçta satış gerçekleştirilemese çığırtkana görev süresi veya hizmetinin vasıfları tayin edilmişse belirlenen ücret gerekir, aksi takdirde gerekmez. Mâlikîler ise simsarın ücretinin çalıştığı süreye göre takdir edileceği kanaatindedir. Meselâ işi belirlenen sürenin yarısında tamamlarsa yarım ücret alırken süre dolduğu halde hiç iş bitirememiş bile olsa ücretin hepsine hak kazanır, zira akid simsarlık üzerine kurulmuştur. Simsarın belirlenen süre içinde malı satarsa muayyen maktû bir ücret, satamazsa onun yarısı karşılığında anlaşması da câiz sayılmıştır. Mâlikîler’den Ebü’l-Hasan el-Kābisî’ye göre bir simsarın uğraşıp aldığı en iyi teklifi mal sahibi beğenmeyince işten çekilmesi ve tutulan ikinci meslektaşının malı aynı fiyata sattığını öğrenince ücret talep etmesi halinde satışın zamanlamasına bakılır. Eğer önceki pazarlamaya yakın bir vakitte gerçekleşmişse ücret iki simsar arasında emekleri oranında paylaştırılır. Ancak araya mal sahibinin ilk girişimden sonra pazarlamadan vazgeçtiği anlaşılacak kadar bir fâsıla girmişse birinci simsar hak sahibi olmaz. İbn Ebû Zeyd, bir simsarın verilen en yüksek teklif beğenilmediği için satamayıp iade ettiği bir malı sahibinin aynı fiyata veya biraz eksik ya da fazlasına hemen elden çıkarması durumunda dellâliyenin sabit olduğu kanaatindedir. İbyânî’ye göre mal sahibi aynı fiyattan hem de simsarın bulduğu müşteriye satış yaparsa onu hakkından mahrum etmeyi amaçlamış olabileceğinden dellâliyeyi ödemek zorundadır. Ancak malı daha iyi bir teklif alacağını umarak başka simsara vermişse hangi fiyata satılırsa satılsın ücretin tamamına o hak kazanır; öncekine bir şey düşmez. Ayrıca ecîr-i müşterek konumundaki simsar sözleşme konusu işi tamamen ifa ettikten sonra onun kusurundan kaynaklanmayan herhangi bir sebeple satım veya alım işlemi feshedilirse akdin fesadı gerekçe gösterilerek ücret geri alınamaz. Hanefîler’e (Mecelle, md. 579) ve Mâlikîler’e göre satıştan sonra istihkak, ayıp, ikāle vb. sebeplerle malın geri verilmesi veya akdin feshedilmesi simsarlık ücretini düşürmez ya da alınan dellâliyenin iadesini gerektirmez. Ancak satılan malın vakfa ait olması gibi bir sebeple akid aslen kurulmamış hükmündeyse simsar ücreti hak etmez, almışsa da iadesi gerekir. Mâlikîler’e göre satılan mal sahibinden kaynaklanan bir aldatmaca olmaksızın ayıp muhayyerliği kullanılarak geri verilmişse simsarlık ücretinin iadesi gerekir, yani dellâl malın çalıntı veya ayıplı olduğunu bildiği halde gizlemişse hiçbir şekilde ücrete hak kazanamaz.

İslâm hukukçuları simsarın ücretinin onu tutana ait olduğu hususunda esas bakımından görüş birliği içindedir. Bununla beraber ayrıntılarda bazıları şarta, bazıları da hem şart hem örfe itibar edileceği kanaatindedir. Hanefîler’e göre malı sahibinin onayıyla satan simsarın ücreti satıcıya ait olup bu konuda örfe bakılmaz. Ancak simsar alıcı ile satıcının arasını bulmuş, fakat malı bizzat sahibi satmışsa örfe göre ücret satıcıya veya alıcıya yahut her ikisine yüklenebilir. Simsar malı fuzûlî olarak satarsa satış akdi mevkuftur; mal sahibinin onayıyla geçerlilik kazanırsa da işlemi teberru kabilinden yaptığı farzedilen simsar dellâliye ücreti alamaz. Mâlikîler’e göre aksi yönde bir şartın veya örfî uygulamanın yokluğu halinde asıl olan simsarlık ücretini müvekkilin ödemesidir; ancak karşı tarafın daha önce şart koşulmamış ödemesi bağış kabilinden câizdir. Simsar fiyatı ortaya çıkmış malı -sahibinin çıkarını gözetmesi durumu hariç- izinsiz satmamalıdır. Şâfiîler simsarlık ücretinin satıcıya düştüğü, müşteri tarafından ödenmesinin şart koşulması durumunda akdin fâsid olacağı kanaatindedir. Müşterinin simsara hibe kabilinden ödemede bulunması câiz sayılmakla birlikte bunu yükümlü olduğu zannıyla yapmışsa ödediği miktarı geri isteyebilir. Simsar, ücretinin mal sahibince ödenmediği şeklindeki bir yalan beyanla müşteriden de komisyon almışsa iade etmesi vâciptir. Hanbelîler’e göre herhangi bir şart koşulmamışsa simsarlık ücreti müvekkile aittir. Mâlikîler’in görüşü esnekliği açısından günümüz şartlarına daha uygun görünmektedir; çünkü taraflardan birine meşrû yarar sağlayan böyle bir sahih muteber şartın koşulması akdin muktezâsına aykırı düşmez. Nasla çelişmeyen örf de muteberdir.

Mal, sahibinin belirlediği fiyattan daha yüksek bir bedelle satılırsa aradaki fark satıcınındır; simsar ücretten fazlasına hak sahibi olmaz. Ancak ücret belirlenmemişse ecr-i misl alır (Mecelle, md. 578). Mal sahibince simsara bir değer bildirilip onunla satış fiyatı arasındaki farkın komisyon olacağı üzerinde anlaşmaya varılsa bu icâre akdi ücretin belirsizliği sebebiyle fâsid, simsar da ecîr-i müşterek hükmündedir. Ebû Yûsuf’a göre eğer aradaki farkı bölüşmek üzere sözleşilmişse simsar malı pazarlayamaması veya sadece belirlenen fiyattan satabilmesi durumunda ücret alamaz. İstenenin üzerinde bir bedelden satarsa farkın yarısını aşmayacak bir ecr-i misli hak eder; fetva da bu yöndedir.

Mecelle’ye de yansıdığı üzere (md. 1504) Hanefîler’e göre simsar vekâleten sattığı malın karşılığını müşteriden tahsil etmeye mecburdur; çünkü o hizmetine mukabil ücret almakta ve yaptığı iş de ancak semenin tahsiliyle tamamlanmaktadır. Şâfiîler, simsarın müvekkili tarafından yetkilendirilmedikçe malın satış bedelini kabzetmemesi gerektiğini düşünmektedir. Mâlikîler’e göre simsar satışına vekil kılındığı malı bütün gayretini gösterdikten sonra en iyi teklifi verene sahibinin onayını almaksızın satarsa işlem câiz olmaz. Ancak mal sahibi başlangıçta simsarı buna yetkilendirmişse câizdir. Şâfiîler, simsarın tekstil imalâtçısına ve tüccara mallarını kendisinden başkasına sattırmaması şartıyla borç vermesini menfaat karşılığı ikrazı yasaklayan hadisler gereği haram saymıştır. Simsarın mescidlerde satış yapmasının câiz olmadığı konusunda görüş birliği vardır.

Esasen müvekkiline karşı emanetçi konumunda görüldüğünden simsar, uhdesindeyken telef / zayi olan veya zarar gören mal yahut semeni tazminle mükellef sayılmamakla beraber kasıtlı ve kusurlu fiiliyle verdiği zararı öder. Ayrıca simsarın akidde kararlaştırılan hususlara, örf ve âdetten doğan ölçülere, iş verenin dinen ve hukuken geçerli emir ve şartlarına aykırı bir davranışla sebep olduğu zararı ödemesi gerekir. Ancak bu konuya ilişkin ayrıntılarda görüş farkları vardır. Hanefîler’e göre simsar müvekkilinin malını bir başkasınınki veya kendisininki ile karıştırırsa tazminle mükellef olur. Kādîhan gibi bazı Hanefîler, simsarı uhdesindeki malı yabancıya emanet edip veya müşteride bırakıp ayrılması gibi durumlarda tazminle yükümlü tutar; çünkü emanetin emanete verilmemesi kuraldır. İbn Âbidîn, âdet gereği incelemesi için malı müşteriye veren ve sonra onu gözden kaçıran simsarı tazminle yükümlü tutmaz. Ona göre simsar, satışını üstlendiği malı sultan veya emîre bile bile gabn-i fâhiş sayılacak miktarda bir tenzilâtla satarsa farkı tazmin eder. Hanefîler simsarın satmaya vekil kılındığı malı iade ettiğini, sahibinin ise almadığını söylemesi durumunda yeminle beraber simsarın kavlinin kabul edileceği kanaatindedir. Malın teaddîsiz helâk olduğunu söyleyen simsarın durumu da böyledir. Mâlikîler, simsarın yetkilendirilmesi dışında malı müşteride bırakıp onun fiyat teklifini görüşmek için müvekkiline gitmek üzere ayrılması gibi durumlarda tazmin yükümlülüğü olduğu kanaatindedir. Müşteri malın kendi elindeyken kaybolduğunu ikrar ederse mal sahibi ikisinden hangisini isterse ona ödetir. Malı kabzdan sonra, ancak henüz pazarlamaya başlamadan önce kaybeden simsarın aşırı ihmali söz konusu değilse tazmin sorumluluğu yoktur; çünkü müvekkilinin emanetçisi konumundadır. Aynı gerekçeyle simsar malı geri verdiğini, sahibi ise aksini ileri sürerse simsarın sözüne itibar edilir. Fakat onlar malın ayıplı veya istihkaklı çıkması halinde simsara tazmin sorumluluğu yüklemez. Simsar satamayıp iade ettiğinde sahibi malının o olmadığını ileri sürerse müddeîye iddiasını kanıtlaması, haklılığında ısrarlı davranan simsara ise yemin gerekir. Ancak şüpheye düşen ve doğru malı bulamayan simsar iddia sahibine yemin etmesi durumunda tazminle mükelleftir. Hanbelîler simsarın ecîr-i hâs ve ecîr-i müşterek olmasına göre farklı ictihadlara sahiptir. Birinci durumda itlâf kastı veya ifrat yoksa vekil gibi, ikinci durumda ise kendi fiili veya hatası bulunmuyorsa mudârib gibi tazminle yükümlü tutulmaz. Öte yandan simsarların yalan beyanda bulunmalarının uygulamada çok karşılaşılan bir durum olması kasıt veya kusur karînesi sayılarak doğruluklarıyla tanınan veya aksini ispatlayanlar dışında kendi fiilleri sonucunda meydana gelen telef ve hasarı tazmin etmeleri hükmü benimsenmiştir.

Simsarlık şirketinin hükmü hususunda görüş ayrılığı vardır. Hanefî ve Şâfiîler’e göre câiz değildir. Hanefîler bir nevi ebdân şirketi sayılan bu ortaklıkta sermaye bulunmadığını, ortaklarından her birinin yapacağı icâre akdinde harcayacağı emek veya sürenin diğerlerininkinden muhtemel farklılığı sebebiyle akdin konusunda belirsizlik olduğunu, dolayısıyla kâr paylaşımına belli bir ölçü konamayacağını ileri sürerler. Ebdân şirketini bâtıl sayan Şâfiîler simsarların ortaklığını da tecviz etmez. Ahmed b. Hanbel’den olumlu bir görüş rivayet edilmesine karşılık simsarların ortaklığı akidsiz iş birliği olması durumu dışında Hanbelîler’in çoğunluğunca câiz sayılmaz. Çünkü şirket vekâlet ve damân (hukukî sorumluluk) üzerine kurulur; halbuki simsarların ortaklığında birinin diğerini başkasının malının satımına / alımına vekil kılması mümkün olmadığı gibi aralarından birinin zimmetine geçen herhangi bir borç da emek taahhüdü de yoktur. Buna karşılık Hanbelî fakihi Takıyyüddin İbn Teymiyye, simsarın satmaya vekil kılındığı malı bir başka meslektaşına devretmesini ve dolayısıyla simsarların ortaklığını örfe uygun olması veya mal sahibinin rıza göstermesi halinde tecviz etmekte, İbn Kayyim el-Cevziyye de zincirleme vekâlete cevaz verilmesi durumunda ortaklığın sahih, aksi takdirde gayri sahih olacağını söylemektedir. Mâlikîler’e göre ortakların aynı malın satımını / alımını beraberce yapmaları şartına bağlanan simsarlık şirketi câizken birbirlerinden bağımsız olarak iş gördükten sonra kazandıklarını paylaşmaları esasına dayandırılanı câiz değildir.

Hisbeye dair eserlerde simsarlıkla ilgili bazı kurallara özel vurgu yapılır. Buna göre simsar, 1. Satıcı veya alıcı istemedikçe re’sen fiyat arttırımına gitmemelidir. 2. Mal sahibiyle ortaklık kurmamalıdır. 3. Sahibinden gizleyerek malı kendisi için veya başka simsarlarla ortak olup şirketi için satın almamalıdır. 4. Müşteriye maldaki ayıpları açıklamalıdır. 5. Kendisine ait malı başkasınınmış ve fiyatı arttırılıyormuş gibi yüksek bir bedelle pazarlamaya çalışmamalıdır. 6. Çalıntı olma ihtimali bulunan malı satmamalıdır. 7. Farklı satıcılardan aldığı malları birbirine karıştırmadan ayrı ayrı pazarlamalıdır. Öte yandan dükkân sahiplerinin kendilerine gelen satıcıları güvenilir olduğunu ileri sürdükleri simsara yönlendirmeleri karşılığında komisyondan üzerinde anlaştıkları bir pay almaları haram sayılmıştır. Günümüzdeki komisyonculuk simsarlık çerçevesine girerken konsinye işlemler farklı değerlendirilmelidir (simsarlıkla ilgili diğer bazı konular için ayrıca bk. DELLÂL; MURÂBAHA; MÜZAYEDE; SAK).

BİBLİYOGRAFYA
Fîrûzâbâdî, el-Ḳāmûsü’l-muḥîṭ, “sifsîr” md.; Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, el-Câmiʿu’ṣ-ṣaġīr, Beyrut 1406/1986, s. 421; İbn Ebû Şeybe, el-Muṣannef (nşr. Kemâl Yûsuf el-Hût), Beyrut 1409/1989, IV, 454, 557; V, 10; Sahnûn, el-Müdevvene, IV, 456-458, 491; Küleynî, el-Fürûʿ mine’l-Kâfî (nşr. Ali Ekber el-Gaffârî), Beyrut 1401, III, 513; V, 285-286; İbyânî, Mesâʾilü’s-semâsire (nşr. Muhammed el-Arûsî el-Matvî), Beyrut 1992; Suğdî, en-Nutef fi’l-fetâvâ (nşr. Selâhaddin en-Nâhî), Beyrut-Amman 1404/1984, I, 536; II, 575; İbn Abdülber en-Nemerî, el-Kâfî fî fıḳhi ehli’l-Medîneti’l-Mâlikî (nşr. M. M. Uhayd el-Morîtânî), Riyad 1400/1980, I, 375-376; Serahsî, el-Mebsûṭ, XV, 114-116; Kādî İyâz, Meẕâhibü’l-ḥükkâm fî nevâzili’l-aḥkâm (nşr. Muhammed b. Şerîfe), Beyrut 1990, s. 162-169; Celâleddin eş-Şeyzerî, Nihâyetü’r-rütbe fî ṭalebi’l-ḥisbe (nşr. Seyyid el-Bâz el-Arînî), Kahire 1365/1946, s. 64; İbn Kudâme, el-Muġnî, IV, 150; V, 270; Nevevî, Ravżatü’ṭ-ṭâlibîn (nşr. Züheyr eş-Şâvîş), Beyrut 1405/1985, IX, 69; a.mlf., el-Mecmûʿ, IX, 170; Şehâbeddin el-Karâfî, eẕ-Ẕaḫîre (nşr. Muhammed Haccî), Beyrut 1994, V, 73, 88, 162; VI, 10; X, 392, 396; İbn Teymiyye, Mecmûʿu fetâvâ, XXIX, 305; XXX, 54-55, 97-99, 389; İbnü’l-Uhuvve, Meʿâlimü’l-ḳurbe fî aḥkâmi’l-ḥisbe (nşr. M. Mahmûd Şa‘bân – Sıddîk Ahmed Îsâ el-Mutîî), Kahire 1976, s. 216-217; Ebû Ali Ömer b. Kaddâh el-Hevvârî, el-Mesâʾilü’l-fıḳhiyye (nşr. M. Ebü’l-Ecfân), Malta 1996, s. 155; İbn Bessâm el-Muhtesib, Nihâyetü’r-rütbe fî ṭalebi’l-ḥisbe (Fi’t-Türâs̱i’l-iḳtiṣâdî el-İslâmî içinde), Beyrut 1990, s. 375-376; İbn Kayyim el-Cevziyye, eṭ-Ṭuruḳu’l-ḥükmiyye (nşr. M. Cemîl Gāzî), Kahire, ts. (Matbaatü’l-Medenî), s. 358; Şemseddin İbn Müflih, el-Fürûʿ (nşr. Ebü’z-Zehrâ Hâzim el-Kādî), Beyrut 1418, IV, 303; Cündî, Muḫtaṣarü’l-ʿAllâme Ḫalîl fî fıḳhi’l-İmâm Mâlik (nşr. Ahmed Ali Harekât), Beyrut 1415/1995, s. 184, 246; Bedreddin ez-Zerkeşî, el-Mens̱ûr fi’l-ḳavâʿid (nşr. Teysîr Fâik Ahmed Mahmûd), Küveyt 1405, I, 146; III, 296; Burhâneddin İbn Ferhûn, Tebṣıratü’l-ḥükkâm (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Kahire 1406/1986, II, 328-331; Ali b. Süleyman el-Merdâvî, el-İnṣâf fî maʿrifeti’r-râciḥ mine’l-ḫilâf (nşr. M. Hâmid el-Fıkī), Beyrut 1376/1957, VI, 17, 394; Mevvâk, et-Tâc ve’l-iklîl, Beyrut 1398, IV, 453; V, 195, 390, 429; Venşerîsî, el-Miʿyârü’l-muʿrib (nşr. Muhammed Haccî), Beyrut 1401/1981, VIII, 355-364; Zekeriyyâ el-Ensârî, Esne’l-meṭâlib (nşr. M. M. Tâmir), Beyrut 1422/2001, V, 458, 479; Menûfî, Kifâyetü’ṭ-ṭâlibi’r-rabbânî, Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), II, 178; Hattâb, Mevâhibü’l-celîl (nşr. Zekeriyyâ Umeyrât), Riyad 1423/2003, IV, 239, 451-452; V, 71, 430, 506; VI, 14; İbn Nüceym, el-Baḥrü’r-râʾiḳ, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), VII, 89, 96, 150, 268; a.mlf., el-Eşbâh ve’n-neẓâʾir (nşr. M. Mutî‘ el-Hâfız), Dımaşk 1403/1983, s. 223; Şemseddin er-Remlî, Nihâyetü’l-muḥtâc, Beyrut 1404/1984, V, 266, 269-279; Buhûtî, Keşşâfü’l-ḳınâʿ (nşr. M. Emîn ed-Dannâvî), Beyrut 1417/1997, III, 530-531; IV, 206; V, 153; a.mlf., Şerḥu Müntehe’l-irâdât, Beyrut, ts. (Âlemü’l-kütüb), II, 231, 350, 352, 376-380; Kalyûbî, Ḥâşiye ʿalâ şerḥi Minhâci’ṭ-ṭâlibîn, Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), II, 218; el-Fetâva’l-Hindiyye, IV, 450-451; Şebrâmellisî, Ḥâşiye ʿalâ Nihâyeti’l-muḥtâc (Şemseddin er-Remlî, Nihâyetü’l-muḥtâc içinde), Beyrut 1404/1984, V, 269-270; Ahmed b. Saîd el-Müceylidî, et-Teysîr fî aḥkâmi’t-tesʿîr (nşr. Mûsâ Lekbâl), Cezayir 1970, s. 55; Derdîr, eş-Şerḥu’l-kebîr (nşr. Muhammed İlîş; Desûkī Ḥâşiye ʿale’ş-Şerḥi’l-kebîr içinde), Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), III, 6, 128; IV, 8, 26-27; Büceyrimî, Tuḥfetü’l-ḥabîb ʿalâ Şerḥi’l-Ḫaṭîb, Beyrut 1398/1978, II, 387; III, 168; Muhammed b. Ahmed ed-Desûkī, Ḥâşiye ʿale’ş-Şerḥi’l-kebîr (nşr. Muhammed İlîş), Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), III, 129; IV, 26-27; Mustafa es-Süyûtî, Meṭâlibü üli’n-nühâ fî şerḥi Ġāyeti’l-müntehâ, Dımaşk 1380/1961, III, 551-552, 612-613; IV, 212; İbn Âbidîn, Reddü’l-muḥtâr, tür.yer.; Mecelle, md. 424, 425, 469, 475, 577, 578, 579, 1504; Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, İstanbul 1330, I, 456, 693, 697-700, 926-928; III, 936-937; M. Amîmülihsân el-Müceddidî, Ḳavâʿidü’l-fıḳh, Karaçi 1407/1986, s. 293, 326; Abdülkerîm el-Hatîb, es-Siyâsetü’l-mâliyye fi’l-İslâm ve ṣılatühâ bi’l-muʿâmelâti’l-muʿâṣıra, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), s. 173-175; Abdullah Alwi Bin Haji Hasan, “al-Mudārabah (Dormant Partnership) and its Identical Islamic Partnerships in Early Islam”, HI, XII/2 (1989), s. 22-23; Hâlid Abdullah eş-Şuayb, “Aḥkâmü’s-semsere fi’l-fıḳhi’l-İslâmî”, Mecelletü’ş-şerîʿa ve’d-dirâsâti’l-İslâmiyye, XXI/66, Küveyt 1427/2006, s. 263-306.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2009 yılında İstanbul’da basılan 37. cildinde, 215-218 numaralı sayfalarda yer almıştır.