MÜBALAĞA

Bir edebî sanat.

Bölümler İçin Önizleme
  • 1/2Müellif: İSMAİL DURMUŞBölüme Git
    Sözlükte “ulaşmak, son noktasına varmak” anlamındaki bulûğ kökünden türeyen mübâlağa kelimesi “bir işe olanca gayretini sarfetmek, ileri gitmek; büyüt…
  • 2/2Müellif: İSKENDER PALABölüme Git
    TÜRK EDEBİYATI. Mübalağa, edebî bir üslûp yahut şairane bir duyarlık çerçevesinde yapıldığında okuyucuda bir heyecan uyandırır. Edipler ve şairler, du…

Müellif:

Sözlükte “ulaşmak, son noktasına varmak” anlamındaki bulûğ kökünden türeyen mübâlağa kelimesi “bir işe olanca gayretini sarfetmek, ileri gitmek; büyütmek” demektir. Anlama güzellik katan bedîî sanatlar içinde yer alan ve teşbih, temsil, istiare, mürsel mecaz, kinaye, ıtnâb, îcâz, kasr gibi edebî sanatların temelini teşkil eden mübalağa ile ilgili olarak yapılan farklı tanımlar, “bir şeyin vasfını veya mânasını bazan aklın kabul edemeyeceği şekilde büyüterek ifade etme” şeklinde birleştirilebilir.

Şiir sanatında methiye, hiciv, tasvir vb. temalarda vazgeçilmez konumu sebebiyle mübalağaya dair ilk işaretler Câhiliye devrine kadar uzanır. Ukâz panayırında düzenlenen şiir yarışmalarında ünlü muallaka şairi Nâbiga ez-Zübyânî’nin Hassân b. Sâbit’in, ”لنا الْجَفَنَاتُ الغرُّ يَلْمَعْنَ بالضّحى وأسيافنا يَقْطُرن من نَجْدة دما“ (Kuşlukta parlayan ziyafet kazanları bizimdir, kılıçlarımız ise bir imdat uğrunda kan damlatır) beytine yönelttiği eleştiriler mübalağa ifadelerinin güçsüz olmasıyla ilgilidir. Kabilesinin cömertliğini ve yiğitliğini överken şairin övme ve övünme makamına uygun düşmeyen “cifân” ve “süyûf” yerine “cefenât” ve “esyâf” gibi azlık bildiren çoğulları kullanması, ”يُسِلْنَ“ (sel gibi akar) yerine ”يقطرن“ (damlar) demesi, tam beyazlık ve tam parlama bildirmeyen ”يلمعن“ ve ”الغرّ“ kelimelerine yer vermesi, ”بالدجى“ (karanlık gecede) yerine ”بالضّحى“ (kuşlukta) demesini eleştirerek mübalağanın şiir sanatındaki vazgeçilmez yerine vurgu yapmıştır. Ayrıca Nâbiga’nın, “En iyi şair kimdir?” sorusuna, “yalanı iyi ve güzel bulunan, kötüsü güldüren” şeklinde verdiği cevapta (Hâtimî, I, 195) yer alan “iyi ve güzel bulunan yalan” ile mübalağaya işaret ettiği görülmektedir (Kudâme b. Ca‘fer, s. 92-95; Abdülkādir el-Bağdâdî, VIII, 106-115).

Kur’an’da yer alan, “Şairlerin her alana daldıklarını ve yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmez misin” ifadesi (eş-Şuarâ 26/225-226) zem makamında da olsa gerçek dışı anlatımların, hayal ve tasvir unsurları ile mübalağanın şiirin ve şairlerin tabiatı olduğunu belirtmektedir. Asmaî de en iyi şairin, kullandığı lafızlarla değersiz ve önemsiz mânayı değerli ve önemli, büyük mânayı da küçük olarak sunabilen kimse olduğunu söyler (Hâtimî, s. 156).

Mübalağa konusunda ilk defa özel mânalı kelimeler kullanan Câhiz, bir şeyin tasvirinde ve vasıflarının anlatımında dengeli ve gerçekçi çizgide olmayı “iktisâd”, mâkul ve mûtat sınırları aşmayı ise “sıfatta isrâf, ifrât” ve “tecâvüzü’l-mikdâr” tabirleriyle karşılamış (Kitâbü’l-Ḥayevân, VI, 425), diğer bir ifadesinde Acem (Fars) mübalağasından, onların kisrâlarını abartılı biçimde tasvir etmesinden söz ederek “nefḫ” (şişirme, abartma) ve “tezeyyüd” (zorlama ve yapay ekleme) ehli olduklarını belirterek mübalağa için bu kelimelere yer vermiştir (a.g.e., VII, 56). İbn Kuteybe, mübalağa terimini ilk kullanan edip olduğu gibi onu ifade etmek üzere farklı birçok terimi gündeme getirmiş, ilk defa mübalağanın yalandan farkı ve sanat değeri hakkında, ayrıca istiarede mübalağa bağlamında âyet ve şiirden şâhidler üzerinde yorumlar ortaya koymuştur. İbn Kuteybe, “Gök ve yer onların ardından ağlamadı” meâlindeki âyette (ed-Duhân 44/29) temsilî istiarede yer alan mübalağayı açıklamış, bunun önemli ve ulu kimselerin ölümüyle uğranan musibetin büyüklüğünü dile getirmek için kullanılan bir anlatım şekli olduğunu ve Araplar’da bu tür tasvirlerin yaygın bulunduğunu söylemiştir (Teʾvîlü müşkili’l-Ḳurʾân, s. 167-180). Sa‘leb Ḳavâʿidü’ş-şiʿr’inde mübalağa türlerinden olan “iğrâk” terimini icat etmiş, aşırı mübalağaya tekabül eden “ifrât fi’l-iğrâk” ve “nihâyetü’l-vasf” tabirlerini kullanmış (s. 36-49); İbnü’l-Mu‘tez, “ifrât fi’s-sıfa” tabirine yer verdiği mübalağayı söz ve şiir güzelliklerinden saymıştır (el-Bedîʿ, s. 65).

Yukarıda adı geçen edipler, mübalağayla ilgili olarak kullandıkları terim ve tabirlerin aynı zamanda birer tanım olduğunu düşünmüş olmalıdırlar ki mübalağa için tam bir tarif yapmamışlardır. Tarifin ilk örneğini Kudâme b. Ca‘fer vermiştir. Mânaları güzelleştiren bir tür diye telakki ettiği mübalağayı, “şairin şiirde zikrettiği bir durum ve vasıfta maksadını ifade edecek miktarla yetinmeyerek temasını en üst düzeyde anlatacak unsuru ziyade etmesi” şeklinde tanımlamış ve örneklerle açıklamıştır (Naḳdü’ş-şiʿr, s. 146). Mübalağanın en abartılı türü olan “gulüv” kavramına ilk defa yer vermiş olan Kudâme mübalağa, gulüv, iğrâk ve ifrat terimlerini aynı veya yakın anlamda kullanmıştır (a.g.e., s. 91-95, 100, 106, 117, 146-147, 201-202). Kudâme gulüvvü, “bir şeyin herhangi bir sıfatına imkân dahilinde bulunmak şartıyla mevcut olanın üstünde ziyadede bulunmak” şeklinde tanımlamış ve Nemir b. Tevleb’in, “Kollarını, bacaklarını ve boynunu kestikten sonra eğer o kılıçla vurursan maktulü geçip yere saplanır” anlamındaki dizesini örnek vermiş ve dizeyi, “Bir kılıcın bunu yapması tabiatı dahilinde olmakla birlikte neredeyse vukuu imkânsız bir sınırdadır” diyerek açıklamıştır (a.g.e., s. 201-202). Ayrıca makbul olmayan gulüv türünü ifade etmek üzere “îkāu’l-mümteni‘” tabirini kullanmış ve bunu bir mâna kusuru saymıştır (a.g.e., a.y.).

Mübalağayı, “açıklama amacıyla anlamın dildeki aslî haline göre büyük ve çok olduğunu göstermek” şeklinde tanımlayan Rummânî, Kur’an’da yer alan altı mübalağa şeklini şöylece sıralamıştır: 1. Mübalağa sîgalarıyla. Gaffâr, tevvâb, rahmân, rahîm, vedûd, kadîr, alîm gibi. Ziyâeddin İbnü’l-Esîr ve Mağribî, bu tür sıfatların Allah hakkında mübalağa ifade etmeyeceğini, çünkü ilâhî sıfatların nihayetsiz bir kemale sahip bulunduğunu, ayrıca mübalağanın artma-eksilme, büyüme-küçülme özelliği bulunan sıfatlarda gerçekleştiğini, Allah’ın sıfatlarının ise bundan münezzeh olduğunu söylemiştir (el-Mes̱elü’s-sâʾir, III, 191; Mevâhibü’l-fettâḥ, II, 558). 2. Özelin yerine genel sîganın kullanılması. Kur’an’da “Her şeyin yaratıcısı” (el-En‘âm 6/102) ifadesi gibi. 3. En büyük olandan haber verme. “Rabbinin varlığının delilleri geldi” yerine “Rabbin geldi” (el-Fecr 89/22) denilmesi gibi. 4. Mümkünü mümkün olmayan şeklinde ifade etme. “Onlar, deve (veya halat) iğne deliğinden geçmedikçe cennete giremezler” (el-A‘râf 7/40) âyeti gibi. 5. Tartışmada mutedil bir üslûp kullanmak amacıyla sözü ihtimalli biçimde söyleme. “O halde biz veya siz, ikimizden biri ya doğru yol üzerinde veya açık bir sapıklık içindedir” (Sebe’ 34/24) âyeti gibi. 6. Cevap ifadelerinin anlatımdan çıkarılması. Bu durum cevabın farklı yönleriyle düşünülmesini gerektirdiği, ayrıca dinleyici ve okuyucuyu düşünce ve hayal ufkuna yönlendirdiği için mübalağa belirtir. “Ateşin karşısında durduruldukları … zaman onları bir görseydin …” (el-En‘âm 6/27) âyeti gibi.

Abbâsîler döneminden itibaren mübalâğanın özellikle makbul olmayan gulüv türü yaygınlık kazanmıştır. Çoğu İran kökenli olan Hammâd er-Râviye, Hammâd Acred, Hammâd b. Zibrikān, Sâlih b. Abdülkuddûs, Mutî‘ b. İyâs, Beşşâr b. Bürd gibi zındıklığı ile tanınan ediplerin şiirlerinde din ve inanç esasları ile alay etme, müstehcen gazel, haramları mubah sayma, içki meclisi ve eğlence âlemi tasvirlerinin yaygınlık kazanması buna ait sebeplerin başında gelir. Nitekim Beşşâr şiirlerinde İslâm’ı ve Kur’an’ı alaya almış, İblîs’in Âdem’den üstün olduğunu söylemiş ve ateşperestliği savunmuştur. Ebû Nüvâs İslâm’ın beş şartı ile alay etmiş, âhireti, cennet ve cehennemi inkâr etmiş, lezzetin haramlarda olduğunu ve şaraplı cehennemi şarapsız cennete tercih edeceğini söylemiştir. I. (VII.) yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan, ancak Emevîler devrinde gelişme ve yayılma fırsatı bulamayan, Abbâsîler döneminde Arap olmayan unsurların ve özellikle İranlılar’ın yönetime katılmasıyla yeniden alevlenip gelişen Şuûbiyye hareketi de bu konuda önemli faktörlerden biridir. İsmâil b. Yesâr, Dîkülcin, Hureymî, İbnü’r-Rûmî ve Mihyâr ed-Deylemî gibi Şuûbî şairleri Arap örf, âdet ve geleneklerine karşı abartılı ve alaylı yergiler yöneltmişlerdir. Şîa hareketi de gulüv türünün yayılmasında rol oynamıştır. İbn Hânî el-Endelüsî ve hayatının ilk döneminde İbn Ebü’l-Hadîd gibi gulât-ı Şîa şairleri başta Hz. Ali olmak üzere Ehl-i beyt mensuplarına, Fâtımî, Büveyhî gibi Şiî halife ve valilerine insan üstü, hatta ulûhiyyet ve risâlet makamıyla ilgili sıfatlar nisbet etmiştir. Bunlarla birlikte Di‘bil, Ebû Firâs el-Hamdânî, Şerîf er-Radî, Seyyid el-Himyerî ve Sâhib b. Abbâd gibi övgüleri mutedil olan Şîa şairleri de vardır. Bazı Abbâsî halifelerinin kendilerini aşırı biçimde övmeleri için şairlere verdikleri büyük ihsanların da gulüv türü mübalağanın artmasında etkili olmuş, şairler abartıları ölçüsünde ödüle nâil olur hale gelmişlerdir. Mütenebbî’nin Seyfüddevle el-Hamdânî için yazdığı övgülerin (es-Seyfiyyât) bu konuda önemli bir yeri vardır. İslâm fetihleri sonucunda İranlılar’ın Araplar’la karışması, vezir ve kâtiplerin çoğunun İranlı olması, II. (VIII.) yüzyıldan itibaren bazı Farsça eserlerin Arapça’ya çevrilmesiyle Acem mübalağası Araplar’a geçmiş ve Arap şiirine yansımıştır. Özellikle şarap tasviri, müzekker gazel ile edebî sanatlarda cinasta abartı bunun önemli sonuçlarındandır. Ayrıca gelir dağılımındaki eşitsizlik, yoksulluğun yaygınlaşması şiirin bir kazanç kapısı haline gelmesine sebep olmuş, neticede varlıklı ve nüfuzlu kimselerle ilgili abartılı övgüler ortaya çıkmıştır.

Mübalağa konusunda kaleme alınan eserlerden bazıları şunlardır: Câbir Abdurrahman Yahyâ, el-Mübâlaġa fi’ş-şiʿri’l-ʿArabî fi’l-ʿaṣri’l-ʿAbbâsî (Kahire 1406/1986); Abdülazîz b. Abdullah eş-Şübeylî, el-Mübâlaġa fi’ş-şiʿri’l-ʿAbbâsî (Riyad 1401/1981); Ali Sirhân el-Kureşî, el-Mübâlaġa fi’l-belâġati’l-ʿArabiyye (Tâif 1406/1985); Muhammed b. Abdurrahman b. Hamed er-Rebî‘, el-Mübâlaġa fi’ş-şiʿri’l-ʿAbbâsî (baskı yeri yok, 1415/1995).

BİBLİYOGRAFYA
Câhiz, Kitâbü’l-Ḥayevân (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire, ts. (Matbaatü Mustafa el-Halebî), VI, 425; VII, 56; İbn Kuteybe, Teʾvîlü müşkili’l-Ḳurʾân (nşr. Seyyid Ahmed Sakr), Kahire 1373/1954, s. 167-180; Sa‘leb, Ḳavâʿidü’ş-şiʿr (nşr. Ramazan Abdüttevvâb), Kahire 1995, s. 36-49; İbnü’l-Mu‘tez, el-Bedîʿ (nşr. M. Abdülmün‘im Hafâcî), Kahire 1410/1990, s. 65; İbn Vehb, el-Burhân fî vücûhi’l-beyân (nşr. Ahmed Matlûb – Hadîce el-Hadîsî), Bağdad 1387/1967, s. 153-155; Ebü’l-Hasan İbn Tabâtabâ, ʿİyârü’ş-şiʿr (nşr. Abbas Abdüssâtir), Beyrut 1402/1982, s. 51-54; Kudâme b. Ca‘fer, Naḳdü’ş-şiʿr (nşr. M. Abdülmün‘im Hafâcî), Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), s. 91-95, 100, 106, 117, 146-147, 201-202; Âmidî, el-Muvâzene (nşr. Seyyid Ahmed Sakr), Kahire 1380/1961, s. 148-151; Rummânî, en-Nüket fî iʿcâzi’l-Ḳurʾân (S̱elâs̱ü resâʾil fî iʿcâzi’l-Ḳurʾân, nşr. M. Halefullah – M. Zağlûl Sellâm), Kahire, ts. (Dârü’l-maârif), s. 96-97; Hâtimî, Ḥilyetü’l-muḥâḍara (nşr. Ca‘fer el-Kettânî), Bağdad 1979, s. 156, 195-204; Ebü’l-Hasan el-Cürcânî, el-Vesâṭa beyne’l-Mütenebbî ve ḫuṣûmih (nşr. M. Ebü’l-Fazl İbrâhim – Ali M. el-Bicâvî), Kahire-Beyrut 1966, s. 420-433; Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ṣ-Ṣınâʿateyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha), Beyrut 1404/1984, s. 394-406; İbn Reşîḳ el-Kayrevânî, el-ʿUmde (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1383/1963, II, 57-86; İbn Sinân el-Hafâcî, Sırrü’l-feṣâḥa (nşr. Abdülmüteâl es-Saîdî), Kahire 1389/1969, s. 236-237; Abdülkāhir el-Cürcânî, Esrârü’l-belâġa (nşr. H. Ritter), Beyrut 1403/1983, s. 249-253; Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, el-Mes̱elü’s-sâʾir (nşr. Ahmed el-Havfî – Bedevî Tabâne), Kahire 1382/1962, III, 177-195; İbn Ebü’l-İsbâ‘, Taḥrîrü’t-Taḥbîr (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1383/1963, s. 147-158, 321-326; a.mlf., Bedîʿu’l-Ḳurʾân (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1377/1957, s. 54-58; Kartâcennî, Minhâcü’l-büleġāʾ ve sirâcü’l-üdebâʾ (nşr. M. Habîb İbnü’l-Hoca), Tunus 1966, s. 133-136; İbnü’n-Nâzım, el-Miṣbâḥ (nşr. Abdülhamîd Hindâvî), Beyrut 1422/2001, s. 229-235; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâḥ fî ʿulûmi’l-belâġa (nşr. M. Abdülmün‘im Hafâcî), Beyrut 1391/1971, s. 514-516; Yahyâ b. Hamza el-Alevî, eṭ-Ṭırâẓü’l-müteżammin li-esrâri’l-belâġa, Kahire 1332/1914, III, 116-131; Safiyyüddin el-Hillî, Şerḥu’l-Kâfiyeti’l-bedîʿiyye (nşr. Nesîb Neşâvî), Dımaşk 1403/1983, s. 151-155; Teftâzânî, el-Muṭavvel, İstanbul 1304, s. 339-340; Abdülkādir el-Bağdâdî, Ḫizânetü’l-edeb, VIII, 106-115; İbn Ya‘kūb el-Mağribî, Mevâhibü’l-fettâḥ (nşr. Halîl İbrâhim Halîl), Beyrut 2003, II, 546-558; M. Guneymî Hilâl, en-Naḳdü’l-edebiyyü’l-ḥadîs̱, Kahire 1958, s. 217, 219, 221, 222; Câbir Abdurrahman Yahyâ, el-Mübâlaġa fi’ş-şiʿri’l-ʿArabî fi’l-ʿaṣri’l-ʿAbbâsî, Kahire 1406/1986, tür.yer.; W. Heinrichs, “Mubālaġa”, EI2 (Fr.), VII, 278-280.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2006 yılında İstanbul’da basılan 31. cildinde, 425-427 numaralı sayfalarda yer almıştır.

Müellif:

TÜRK EDEBİYATI. Mübalağa, edebî bir üslûp yahut şairane bir duyarlık çerçevesinde yapıldığında okuyucuda bir heyecan uyandırır. Edipler ve şairler, duygu ve heyecanları tabii boyutlarının dışına taşıyıp muhatabın zihninde kuvvetli bir iz bırakmak istediklerinde mübalağaya başvurur, böylece anlatmak istedikleri şeyi ya büyüterek veya küçülterek ya da ona uygun bir çağrışımla etkili bir teşbihte bulunup mübalağa kalıbına dökerler. Burada önemli olan husus, sanatkârın heyecanıyla yaptığı mübalağa arasında bir nisbet ve letâfetin bulunmasıdır. Bir edebî sanat olarak mübalağanın yapmacıktan uzak, zarif ve nükteli olması gerekir. Gerçeği aşan bir söz güzel ve etkili bir hayalle çerçevelenmiyorsa mübalağa soğuk düşer ve ifade bayağılaşır.

Eski belâgat kitaplarında “izâm” başlığı altında ve ifrat, tefrit, iktisad, istidrak ile birlikte kullanılan mübalağa belâgat ilminin ihtilâflı konularındandır. Çünkü düşüncenin değerine uygun ifade bulunamadığı veya istenilen şekilde ifade edilemediği zamanlarda olduğu gibi söze değer katmak gerektiği durumlarda da mübalağaya başvurulabilir. Kur’ân-ı Kerîm’de mübalağanın sıkça kullanılmış olması, ayrıca teşbih, istiare ve kinaye sanatlarıyla doğrudan ilişkili bulunması şairleri mübalağalı ifadeler kullanmaya yöneltmiş, giderek mübalağalı sözlerin daha etkili olacağı fikri benimsenmiştir. Mübalağanın güzelliği teşbih unsurunun ön planda olması, bir şart cümlesiyle ifade edilmesi, yergi veya övgü amacıyla kullanılması, içinde güzel bir hayal barındırması gibi hususları ihtiva etmesiyle ölçülür.

Belâgat kitaplarında mübalağa ifadedeki aşırılığın derecesine göre tebliğ, iğrâk ve gulüv şeklinde üç kısma ayrılarak incelenmiş, akla yatkın ve âdete uygun mübalağaya tebliğ, akla uygun olmakla birlikte âdete uygun bulunmayan, gerçekle çelişen mübalağaya iğrâk, akla ve âdete uygun olmayan mübalağaya da gulüv adı verilmiştir. Tebliğ, muhatabın hayal gücünü okşayarak tarif veya tasvir edilen şeyin daha iyi kavranmasını sağlaması bakımından mübalağanın en makbul türü sayılır. Fuzûlî’nin, “Ey Fuzûlî çıksa can çıkmam tarîk-i aşktan / Rehgüzâr-ı ehl-i aşk içre kılın medfen bana” beyti bu tür mübalağaya örnektir. Çünkü canı pahasına aşktan dönülmemesi ve mezarların yol kenarlarına yapılması akla da göreneğe de uygun düşmektedir. Nâbî’nin, “Âb akmada mânend-i cinan ravzalarından / Sahnında gönül olmada bülbül gibi nâlân” beytinde de böyle bir mübalağa vardır. İç açıcı bir bahçeden akan suların cennet tasvirlerine benzetilmesi ve orada insan gönlünün bülbül gibi coşması mümkün ve akla uygundur.

Belli bir nükte taşıyan iğrâk örnekleri de belâgatçılar tarafından makbul sayılmıştır. Ahmed Paşa’nın, “Hey kıyâmet gel hesâbın gönlüme sor zülfünün / Elli bin yıldan uzundur her şeb-i hicran ona” beytinde böyle bir mübalağa söz konusudur. Bir gecenin uzunluğunun elli bin yıl gibi bir zaman hesabıyla ölçülmesi akla uygunsa da böyle bir kıyaslama âdete aykırıdır. Bâkî’ye ait, “Kāmetin yâdına bir âh edeyim kim dûdu / Gülşen-i aşkına bir serv-i hırâmân olsun” beytinde sevgilinin boyunu hatırlayınca ah etmek, ayrıca gül bahçelerinde servilerin bulunması akla ve geleneğe uygundur; ancak ağızdan çıkınca göklere doğru yükselip giden buğunun bir duman gibi düşünülüp bahçede servi olarak bir yerde çakılı durup salınması gerçeğe aykırıdır.

Güzel bir nükte yahut latif bir söyleyişi ihtiva etmiyorsa gulüv türü mübalağa makbul sayılmaz. Nef‘î’nin, “Erdi bir gāyete te’sîr-i hevâ kim bir mûr / Bir dem-i germ ile eyler yedi deryâyı serâb” beytinde görüldüğü gibi bir karıncanın nefesiyle denizleri kurutması akla uygun olmadığı için bu beytin muhatapta bıraktığı etki pek hoş değildir; dolayısıyla beyitteki mübalağa gulüvvün makbul olmayan bir türü sayılır. Edep dairesini veya dinî sınırları aşan mübalağalar da gulüv cinsinden kabul edilmiştir. Öte yandan ihtiva ettiği nükte bakımından insanı hayrete düşüren gulüvler de vardır. Nedîm’in, “Güllü dîbâ giydin ammâ korkarım âzâr eder / Nâzenînim sâye-i hâr-ı gül-i dîbâ seni” beytinde böyle ince bir nükte mevcuttur. Çünkü ipekten incinmek hem akla hem göreneğe aykırıdır. Bununla birlikte bir şairin sevgilisine zarafet, nezaket ve narinlik yakıştırması ancak bu derece güzel olabilir. Belâgatçılar latife yollu yazılmış gulüv örneklerini de makbul saymıştır. Zâtî’nin, “Eyitti ol perî bir gün düşüne girerim bir şeb / Sevincimden nice yıllar geçiptir görmedim uyku” beyti bu tür mübalağaya güzel bir örnektir. Uyuyabilse sevgilisini rüyasında görebilecek olan âşıkın sevinçten uykularının kaçması hoş bir nükte kabul edilir. Mübalağada maksadın tam olarak ifade edilmesi önemlidir. Bir sanatkâr, mübalağanın hangi türünü kullanırsa kullansın eğer maksadını güzel ve etkili biçimde ifade edebiliyorsa mübalağası başarılı sayılır. Buna göre sanatkâr, kendi heyecanını muhatabına duyurabildiği sürece mübalağayı gulüv derecesinde yapmış olsa da başarılıdır.

Divan şairleri geniş hayal dünyalarını anlatabilmek için sık sık mübalağaya başvurmuşlar, özellikle methiye, fahriye ve hicviye yazarken güzel mübalağa örnekleri ortaya koymuşlardır. Bu şairler içinde mübalağanın en makbul örneklerini övme, övünme ve yerme hususunda üstat kabul edilen Nef‘î vermiştir. Nâmık Kemal’in tebliğ için “makbul”, iğrâk için “mâkul”, gulüv için “medhul” dediği meşhurdur. Şeyh Galib Nâbî’yi eleştirirken, “Hem bir dâhî bu kim ol sühan-sâz / İğrâkda mürg-ı pest-pervâz” diyerek onun mübalağa konusunda iğraktan öte geçemediğini, bunun da bir şair için eksiklik sayıldığını ima eder.

BİBLİYOGRAFYA
Agâh Sırrı Levend, Divan Edebiyatı (İstanbul 1943), İstanbul 1984, s. 481; Mustafa Nihat Özön, Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü, İstanbul 1954, s. 197; S. Kemal Karaalioğlu, Türkçe ve Edebiyat Sözlüğü, İstanbul 1962, s. 102; Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lügatı, İstanbul 1973, s. 105-106; Necmeddin Şahiner, Edebî Sanatlar, İstanbul 1975, s. 29-30; Cem Dilçin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara 1983, s. 447-449; M. Orhan Soysal, Edebî San’atlar ve Tanınması, İstanbul 1992, s. 64-66; İsa Kocakaplan, Açıklamalı Edebî Sanatlar, İstanbul 1992, s. 105-108; Numan Külekçi, Açıklamalar ve Örneklerle Edebî Sanatlar, Ankara 1993, s. 149-156; İskender Pala, Şairlerin Dilinden, İstanbul 1996, s. 226-231; a.mlf., Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, İstanbul 1999, s. 298; M. A. Yekta Saraç, Klâsik Edebiyat Bilgisi Belâgat, İstanbul 2000, s. 198-202; Turan Karataş, Ansiklopedik Edebiyat Terimleri Sözlüğü, Ankara 2004, s. 330-332; W. Heinrichs, “Mübālag̲h̲a”, EI2 (İng.), VII, 277; “Mübalağa”, TDEA, VI, 462-463.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2006 yılında İstanbul’da basılan 31. cildinde, 427-428 numaralı sayfalarda yer almıştır.