İBRÂHİM EFENDİ, Olanlar Şeyhi

(ö. 1065/1655)

Mutasavvıf-şair.

Müellif:

1000 (1591-92) yılında, bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan Köstendil livâsına bağlı Eğridere’de doğdu. “Dil-i Dânâ Kasidesi”nde Melâmî-Hamzavî kutbu İdrîs-i Muhtefî ile (ö. 1024/1615) on beş yaşında iken görüştüğünü belirttiğine göre 1015 (1606) tarihinden önce İstanbul’a gelmiş ve bu yıllarda İdrîs-i Muhtefî’nin “kalbe bakıcısı” Lâmekânî Hüseyin Efendi vasıtasıyla Hamzavîliğe intisap etmiş olmalıdır. Yirmi yaşında kaleme aldığı Vahdetnâme’sini Lâmekânî Hüseyin Efendi’nin verdiği ilhamla yazdığını söylemesi de bu görüşü teyit etmektedir. İbrâhim Efendi, aynı yıllarda Halvetî şeyhi Hakîkîzâde Osman Efendi’ye de intisap ederek seyrüsülûkünü tamamladı ve Aksaray’daki Gavsî Tekkesi’ne şeyh olarak tayin edildi. Lakabına izâfetle daha sonra Olanlar Tekkesi diye anılan bu tekkede kısa zamanda büyük bir şöhret kazandı ve ölümüne kadar tekkenin şeyhlik makamında bulundu. 22 Rebîülâhir 1065 (1 Mart 1655) tarihinde vefat eden İbrâhim Efendi tekkesinin hazîresine defnedildi. Cerrahpaşa’dan Aksaray’a giden yolun sağında, bugün yerinde Ziraat Bankası’nın bulunduğu tekke 1957’de yolun genişletilmesi sırasında yıkılmış, İbrâhim Efendi’nin türbesi Murad Paşa Camii’nin avlusuna nakledilmiştir.

İbrâhim Efendi “oğlanlar şeyhi” lakabıyla anılmasının sebebini anlatırken, altı yedi yaşlarında bulunduğu sırada Sârbân Ahmed’in dervişi olan dedesi Taptap Şah Ali’nin kendisine mürşidinin ilâhilerini ezberlettiğini, bir gün, “Varımı ol Hakk’a verdim hânümânım kalmadı” mısraını okuyunca, “Acaba kendilerinin varı var mı?” dediğini, bunun üzerine, “Bu oğlancık şeyhtir” diyen dedesinin bu olaydan sonra kendisini “oğlan şeyh” diye sevmeye başladığını söyler (Sun‘ullah Gaybî, Sohbetnâme, vr. 39b). Müstakimzâde ve ondan naklen Mehmed Tevfik, çok küçük yaşta çocuklara biat verdiği için İbrâhim Efendi’ye “oğlanlar şeyhi”, diğer kaynaklar ise lakabın veriliş sebebinden söz etmeksizin “oğlan şeyhi” denildiğini, tekkesine halkın her kesiminin büyük rağbet gösterdiğini, ulemâ ve vüzerânın rağbetinden halkın içeriye girmeye imkân bulamadığını belirtir (Şeyhî, s. 621; Uşşâkīzâde İbrâhim, vr. 398a). Mutasavvıflar, yanlış anlaşılmayı önlemek için ona “olanlar şeyhi” demeyi tercih etmişlerdir.

İbrâhim Efendi ile görüştüğünü söyleyen Hediyyetü’l-ihvân müellifi Şeyh Mehmed Nazmi Efendi, IV. Murad’ın siyasî sebeplerle bazı meşhur şeyhleri öldürttüğünü, İbrâhim Efendi’nin de öldürülmesini emrettiğini, fakat onun padişaha yakınlığı olan Aziz Mahmud Hüdâyî’ye sığınarak uzun süre yanında saklandığını ve halife tayin edildiğini kaydeder. Müstakimzâde, Risâle-i Melâmiyye-i Şettâriyye’de İbrâhim Efendi’yi sadece Lâmekânî Hüseyin Efendi’ye müntesip gösterirken Mecelletü’n-nisâb’da Hakîkîzâde Osman, Abdülahad Nûri ve Hâşimî Osman’dan hilâfet aldığını kaydeder. Yirmi üç yaşında iken yazdığı Müfîd ü Muhtasar adlı eserinde, “Her güruhtan hem mülakkan hem mücâz olmuşuz” diyerek dokuz tarikattan irşada yetkili olduğunu söyleyen İbrâhim Efendi, Lâmekânî Hüseyin Efendi’den bu dokuz tarikatın zübdesi ve serçeşmesi diye bahseder. Onun mensup olduğu ve görüşlerini temsil ettiği asıl tarikat, Lâmekânî’nin kalbe bakıcı olarak görev yaptığı Hamzavîlik, diğer adıyla Bayramî Melâmîliği’dir. Ancak İbrâhim Efendi, gerek diğer tarikatlardan farklı bir tasavvuf anlayışına sahip olmaları, gerekse devletin resmî-Sünnî ideolojisine aykırı görüşler taşımaları dolayısıyla bu tarikat mensupları takibat altında tutulduğu için zâhiren Halvetî şeyhi olarak faaliyet göstermiştir.

Tarikat silsilesini Sârbân Ahmed’in dervişi olan dedesi vasıtasıyla İsmâil Ma‘şûkī, Pîr Ali Aksarâyî, Dede Ömer Sikkînî şeklinde yürüterek Hacı Bayrâm-ı Velî’ye ulaştıran İbrâhim Efendi, Hamzavî-Melâmî büyüklerine bağlığını eserlerinin birçok yerinde ifade etmiş, İdrîs-i Muhtefî’den sonra kutbiyyet makamına geçen Hacı Kabâyî Efendi ve Sütçü Beşir Ağa’ya da bağlılığını sürdürmüştür. Mehmed Nazmi Efendi, onun hayatının son yıllarında Abdülahad Nûri’ye intisap ettiğini söyler. Abdülahad Nûri’yi metheden bir manzumesi bulunmaktaysa da ölümüne kadar yanında bulunan Sun‘ullah Gaybî böyle bir olaydan bahsetmemektedir. Nazmi Efendi’nin bu rivayeti kendi şeyhini yüceltme gayretinden kaynaklanmış olmalıdır.

Uşşâkīzâde Hasîb, halkın bir kısmının İbrâhim Efendi’yi sapık bir mutasavvıf olarak gördüğünü, bir kısmının ise büyük bir şahsiyet olduğuna inandığını kaydederek Nazmi Efendi’nin ikinci görüşe katıldığını belirtir. Nazmi Efendi de onun hakkında “ikinci Muhyiddin İbnü’l-Arabî” ifadesini kullanır (Hediyyetü’l-ihvân, vr. 122a). İbrâhim Efendi, XIX. yüzyılda kaleme alınan Îzâhu’l-esrâr adlı müellifi bilinmeyen bir eserde Hurûfî, kâfir ve mülhid olmakla suçlanmış, Rıza Tevfik de onun Hurûfî olduğunu iddia etmiş, Abdülbaki Gölpınarlı ise Şîa’ya mütemayil bulunduğunu ispata çalışmıştır.

“Şer‘-i şerîfe kemal mertebe riayet oluna” diyen (Sun‘ullah Gaybî, Sohbetnâme, vr. 2a) ve sözlerinin İbnü’l-Arabî ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî kulağıyla dinlenilmesini isteyen İbrâhim Efendi, vahdet-i vücûdu ve Hamzavîliğin bütün görüşlerini benimsemiş güçlü bir mutasavvıf şairdir. Ancak diğer tarikatlara “tarîk-i berzahiyye” diyerek tarikat çevrelerinin hiçbir mezhebe bağlı olmadığını, Ebû Hanîfe’nin “dinin önün art eylediğini”, velâyetin nübüvvetten üstün olduğunu söylemesi ve benzeri fikirleri ulemânın tepkisini çekmiş olmalıdır. Eserleri üzerinde henüz yeterince inceleme yapılmaması onun hakkında farklı kanaatlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. 1059 (1649) yılından ölümüne kadar yanında bulunan Sun‘ullah Gaybî’nin İbrâhim Efendi’nin sözlerini kaydederek meydana getirdiği Sohbetnâme adlı eser onun düşünceleri için başvurulması gereken temel kaynaktır.

Eserleri. 1. Divan. On üç büyük kaside ile bir kısmı hece vezniyle yazılmış ilâhilerden meydana gelen eserin İstanbul kütüphanelerinde mevcut on beş kadar nüshası içinde en mükemmeli İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndedir (TY, nr. 333). Vahdet-i vücûdun Türkçe’de en iyi anlatımı olan 294 beyitlik “Dil-i Dânâ Kasidesi” ile tasavvuf tariflerini ihtiva eden manzumesi meşhurdur. Tasavvufun en çetin meselelerini çok başarılı bir şekilde ifade eden İbrâhim Efendi’nin hece vezniyle yazdığı sayısı yirmi beşi bulan ilâhileri Türk tasavvuf şiirinin en güzel örnekleri arasında yer alır.

2. Vahdetnâme (Tasavvufnâme). 1020’de (1611), yirmi yaşında iken Lâmekânî Hüseyin Efendi’nin mânevî işaretiyle yazdığını bildirdiği eser şairin bu yaşta yüksek bir irfan seviyesine ulaştığını göstermektedir. On iki bölümden ve yaklaşık 1250 beyitten meydana gelen, tasavvuf ve bilhassa melâmet âdâbının anlatıldığı mesnevi tarzındaki eser genellikle divan nüshalarıyla aynı cilt içinde bulunur.

3. Müfîd ü Muhtasar. 1023 (1614) yılında telif edilen 1115 beyitlik eser, İbrâhim Efendi’nin diğer tarikatlarla münasebetlerini ortaya koyması bakımından önemlidir (Süleymaniye Ktp., Karaçelebizâde Hüsâmeddin, nr. 354/2; İÜ Ktp., TY, nr. 698).


BİBLİYOGRAFYA

Olanlar Şeyhi İbrâhim Efendi, Müfîd ü Muhtasar, Süleymaniye Ktp., Karaçelebizâde Hüsâmeddin, nr. 354/2, vr. 91a.

a.mlf., Vahdetnâme, İÜ Ktp., TY, nr. 333, s. 2, 3.

a.mlf., Divan, İÜ Ktp., TY, nr. 333, s. 67-69.

Sun‘ullah Gaybî, Sohbetnâme, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3137, vr. 2a, 3a-b, 39b.

a.mlf., Bîatnâme, Süleymaniye Ktp., Tahir Ağa, nr. 222, s. 9.

Mehmed Nazmi Efendi, Hediyyetü’l-ihvân, İÜ Ktp., TY, nr. 1604, vr. 122a.

Uşşâkīzâde İbrâhim, Zeyl-i Şekāik, İÜ Ktp., TY, nr. 6191, vr. 398a.

Şeyhî, Vekāyiu’l-fuzalâ, İÜ Ktp., TY, nr. 81, s. 621.

Mehmed Tevfik, Mecmûa-i Terâcim, İÜ Ktp., TY, nr. 192, vr. 45a.

Müstakimzâde, Hulâsa-i Hediyye, İÜ Ktp., nr. 9686, vr. 194a.

a.mlf., Risâle-i Melâmiyye-i Şettâriyye, İÜ Ktp., İbnülemin, nr. 3357, vr. 41a.

a.mlf., Mecelletü’n-nisâb, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 628, vr. 123a.

, II, 290-294.

Îzâhu’l-esrâr, İÜ Ktp., TY, nr. 4382, vr. 40a, 43a.

Rıza Tevfik, Etude sur la religion des Houroûfis, Leiden 1909, s. 277.

Abdülbaki [Gölpınarlı], Melâmîlik ve Melâmîler, İstanbul 1931, s. 90-113.

, II, 374-377.

Fevziye Abdullah Tansel, “Olanlar Şeyhi İbrâhim Efendi ve Devriyesi”, , XVII (1969), s. 187-199.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2000 yılında İstanbul’da basılan 21. cildinde, 298-300 numaralı sayfalarda yer almıştır.