Sözlükte “geride kalmak ve biri diğerinin yerine geçmek” anlamındaki half kökünden türeyen ihtilâf, masdar ve isim olarak “bir şeyin diğer bir şeyin peşinden gelmesi, gidip gelmek, ayrı görüşe sahip olmak, çekişmek, karşı gelmek, eşit olmamak, görüş ayrılığı, anlaşmazlık” gibi mânalara gelir. Bütün bu anlamlarda çeşitli fiil kalıpları ve türevleriyle Kur’an’da birçok yerde geçen kelime hadislerde de aynı anlamlarda kullanılmıştır (Wensinck, el-Muʿcem, “iḫtelefe” md.). Terim olarak ihtilâf, “söz veya davranışta birinin tuttuğu yoldan başka bir yol tutmak” demektir. Bedreddin el-Aynî ihtilâfı “her kişinin kendi başına bir görüşe sahip olması” şeklinde tanımlar. İhtilâf ve hilâf terimleri bazan benzer veya eş anlamlı olarak kullanılırsa da aralarındaki ince fark genellikle korunmaya çalışılmıştır. İhtilâfın daha çok “farklı bir görüşe sahip olma, farklı görüşlerden birini benimseme” anlamı taşımasına mukabil hilâfın diğer görüşlere karşı bir tavır alışı ifade ettiği söylenebilir. Buna göre ihtilâf maksat aynı olmakla birlikte yöntemin farklı olmasını, hilâf ise her ikisinin de ayrı olmasını ifade eder. Bir diğer tanıma göre de delile dayanmayan aykırı görüşe hilâf, delile dayanana ise ihtilâf denmiştir (bk. HİLÂF).
İslâmî literatürde ihtilâf terimi altında pek çok konuya temas edilmiştir. İnsanların doğuştan getirdiği tabii farklılıklar, ilmî ve felsefî görüş ayrılıkları, siyasî muhalefet ve anlaşmazlıklar, “ihtilâfü’l-hadîs” terkibinde olduğu gibi delillerin karşıtlığı bu konulardan bazılarıdır. Literatürde kesbî ve gayri kesbî (tabii) olmak üzere iki farklı ihtilâf kavramından da söz edilir. Bunlara “görüşler ihtilâfı” ve “cinsler ihtilâfı” adını veren Ebû Hilâl el-Askerî ve İbn Akīl, görüşler ihtilâfını “iki hasımdan birinin görüşünün diğerininkinin aksine olması”, cinsler ihtilâfını da “iki şeyden birinin diğerinin yerini tutmasının imkânsızlığı” şeklinde tanımlarlar (el-Furûḳ fi’l-luġa, s. 150; el-Vâżıḥ, I, 109).
Yaratılıştan olması bakımından “tabii ihtilâf” diye de adlandırılabilecek olan cinsler ihtilâfı varlıkların zatlarına ilişkin farklılıklardır. Bu tür ihtilâfın dünya ve âhiret nizamının esasını teşkil ettiğini belirten bazı âlimlere göre, “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir” hadisi (belli bir senedi bulunmayan bu söz için bk. Aclûnî, I, 64-66), ümmetin fertlerinin ilimler ve sanatlar konusunda farklı eğilimlere sahip olmalarını ifade eder (Seyyid Şerîf el-Cürcânî, I, 25-26; Şâtıbî, el-İʿtiṣâm, II, 164-165). Kesbî ihtilâfla fertler ve gruplar arasındaki görüş ayrılıkları kastedilir. Her taraf diğerinin görüşünü yanlış kabul etmekle birlikte görüş ayrılığı ancak asgari müşterekleri bulunan taraflar arasında söz konusu edilebilir ve bu asgari müşterek daima ayrılığa düşülen noktalardan bir üst kategoridir. Fıkhî mezheplerin kendi içlerindeki görüş ayrılıkları da bu kapsamda değerlendirilmelidir.
Kur’an’da ve hadislerde ihtilâf kelimesi mutlak olarak zikredildiğinde olumsuz anlamda kullanılmış, daima birlik olmak, tefrika ve ihtilâftan kaçınmak emredilmiştir. Birçok âyette sözü edilen ihtilâf dinî inançlarla ilgili olup insanın dünya ve âhirette mutlu ya da bedbaht olması bu gibi konularda benimsediği görüşlere ve aldığı tavırlara bağlanmış, bu tür ihtilâflara düşen insanlar arasında hüküm vermeleri için peygamberlerin gönderildiği ifade edilmiştir (el-Bakara 2/213). Peygamberlerin açıklamalarından sonra hâlâ ihtilâflarını sürdürenler ise birçok âyette kınanmış (meselâ bk. Âl-i İmrân 3/19, 105; el-Câsiye 45/17) ve nihaî hükmün âhirette bizzat Allah tarafından verileceği belirtilmiştir (Âl-i İmrân 3/55; el-Mâide 5/48; el-En‘âm 6/164).
İslâm düşüncesinde dinî konulardaki ihtilâfın meşruiyeti inanç konuları (usûlü’d-dîn) ve fıkhî hükümler (fürûu’d-dîn) olmak üzere temelde iki farklı alan göz önüne alınarak değerlendirilmiş, inanç konularında taraflardan sadece birinin haklı, diğerlerinin hatalı olduğu ifade edilmekle birlikte genellikle iki ayrı kategori ortaya konmuştur. Yaratıcının varlığı ve birliği konusunda ileri sürülen aykırı düşüncelerin kişiyi İslâm dışına çıkaracağı hususunda İslâm düşünürleri arasında ittifak varken Allah’ın sıfatları ve iradesi, kazâ ve kader gibi konulardaki aykırı yaklaşımlar bid‘at olarak değerlendirilmiştir. İslâm düşüncesinde genel eğilim ehl-i kıbleye mensup insanları tekfir etmemek yönünde olmakla birlikte bu tür konulardaki aykırı tavırları da İslâm dışına çıkmada yeterli görenler olmuştur (bk. EHL-i BİD‘AT; EHL-i EHVÂ; EHL-i KIBLE).
Fıkıh ilminde ihtilâf icmâ ve ittifakın mukabili bir kavram olarak kullanılmakta, Kur’an ve Sünnet’in temel ilkelerinde birleşen ilim adamlarının, “müctehedün fîh” denilen ictihada açık konularda muhtelif sebeplerle ayrı kanaatler benimsemesini ifade etmektedir. İhtilâfın sonuçları usûl-i fıkıhta çeşitli açılardan ele alınmış olup bu çerçevede aynı konuda farklı sonuçlara ulaşan müctehidlerden yalnız birinin mi hepsinin mi isabet etmiş sayılacağı, isabet etmeyenlerin günahkâr olup olmadığı (bk. İCTİHAD), mukallidin istediği ictihadı benimsemesinin yahut mezheplerin ruhsatlarını araştırıp uygulamasının cevazı ve yanlış ictihada uymaktan kaçınmak için ihtiyaten herkesin birleştiği şeyleri yapmanın müstehaplığı (mürâât-ı hilâf) gibi konular anılabilir.
İslâm tarihinde ortaya çıkan ilk ihtilâfın Sakīfe günü halife seçiminde yaşanan, bazı uygulamaları sebebiyle Hz. Osman’ın hilâfetinin son günlerinde ortaya çıkan, Resûl-i Ekrem’in vefat edip etmediği ve ardından nereye defnedileceği konusunda veya Hz. Peygamber’in ölüm döşeğinde iken tavsiyelerini yazdırmak üzere kâğıt kalem istemesi ve Hz. Ömer’in hastalığın etkisiyle bu istekte bulunduğunu söylemesi üzerine yaşanan ihtilâf olduğuna dair çeşitli görüşler ileri sürülmüşse de bu ilk ihtilâf tartışmasının bütün İslâm toplumunu ilgilendiren ayrılıklar etrafında yapıldığı anlaşılmaktadır. Şahıslar arasındaki fıkhî ihtilâfların ise başlangıçtan beri hep var olageldiği bilinmektedir. Ashap Resûlullah döneminde bile ictihadî hükümlerde ihtilâf eder, ancak Hz. Peygamber’e müracaatla ihtilâflarını hallederlerdi. Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra bir ara bulucu kalmadığı için artık herkes kendi görüşünde devam etmiştir. Sahâbe, farklı ictihadları tenkit etmekle birlikte muhaliflerine karşı geniş bir tahammül ve hoşgörü sahibiydi; ortaya çıkan yeni bazı meselelerde ihtilâf ettikleri halde her biri diğerinin muhalefetini kınamaksızın câiz görür ve insanları ferdî ictihadlardan engellemeye asla çaba sarfetmezdi. Şûra neticesi üzerinde görüş birliği sağlanan kararlara ayrı bir önem vermekle birlikte ashap bütün özel hükümlerde icmâ hasıl olmasını da asla savunmazdı.
İslâmî ilimlerin teşekkül etmeye başlamasıyla fıkhî ihtilâfların bilinmesi fıkıh ilminin bir gereği olarak görülmüştür. İlmi icmâ ve ihtilâf olmak üzere iki kategoride ele alan İmam Şâfiî müctehidin muhalifini dinlemekten kaçınmaması gerektiğini, onu dinlemesi halinde farkında olmadığı şeylerin farkına varıp düşüncesini daha sağlamlaştıracağını belirtir (er-Risâle, s. 40). Ona göre müctehid, muhalifinin neye dayanarak görüş ileri sürdüğünü ve terkettiği görüşü niçin terkettiğini anlamak için gayret sarfetmeli ve insaflı olmalıdır ki kendi kabullendiği görüşün benimsemediği görüşten üstünlüğünü anlayabilsin (a.g.e., s. 510-511). Ahmed b. Hanbel de öğrencilerinden İshak b. Bühlûl el-Enbârî âlimlerin ihtilâflarına dair eserine Lübâbü’l-iḫtilâf adını verdiğinde, bunun yerine Kitâbü’s-Seʿa (genişlik, izin) ismini vermesini tavsiye ederek ihtilâfın müsbet bir şey olduğunu vurgulamıştır (İbn Müflih, I, 248).
Fıkhî konularda ihtilâfın meşruiyeti II. (VIII.) yüzyıldan itibaren sorgulanmaya başlanmıştır. Kur’an’da yer alan, ihtilâf ve tefrikaya düşmeyi kötüleyen genel anlamdaki âyetleri (meselâ Âl-i İmrân 3/19; en-Nisâ 4/82; eş-Şûrâ 42/13; el-Beyyine 98/4) göz önünde bulunduran Müzenî, İshak el-Mevsılî, Câhiz, Zâhirîler, Şîa ve Bâtınîler ihtilâfın dinde yeri bulunmadığını, aksine uzlaşmanın ve birlik olmanın emredildiğini savunmuşlardır. Ancak Bâtınîler, mâsum imam anlayışları gereği fakihlere ictihad hakkı tanımadıkları için bunun sonucu olan ihtilâfı da kesinlikle reddederken ihtilâfa karşı olanların önemli bir kesimi ictihad neticesi farklı görüşler benimsenmiş olmasına değil deliller ortaya çıktıktan sonra ihtilâf halinin sürdürülmesine karşıdırlar ve uzlaşmaya varmak için çareler aramanın gerekliliği üzerinde dururlar. Nitekim İbn Hazm, dinde ihtilâfın câiz olmadığını söylerken bununla Allah ve resulünün emrine muhalefetin asla câiz olmadığını ve Hz. Peygamber aracılığıyla Allah’tan gelen şeyde çelişme bulunmadığını ifade etmek istediğini belirtir (el-İḥkâm, V, 70). Ona göre sahâbe neslinden müctehidler nesline kadar nasları unutmak ya da bilmemek, deliller arasında tercihte bulunmak gibi sebeplerle ihtilâf edenlerden isabet eden iki, isabet edemeyen bir olmak üzere sevap kazanır. Çünkü Allah herkesi gücü nisbetinde sorumlu tutar. Ancak hadisler derlendikten sonra hâlâ ihtilâfı sürdürenler mâzur değildir (a.g.e., II, 128).
İhtilâfın meşruiyetini savunanlara göre Kur’an’da müteşâbih, müşterek ve mecazi lafızların varlığı insanların ihtilâfına zemin hazırlamıştır. İhtilâf gayri meşrû olsaydı bu tür ifadeler yerine daha açıkları kullanılırdı. Ayrıca aklı kullanma ve düşünme emredilmiş olup insanların farklı kapasitelere sahip bulunmaları sebebiyle ihtilâfa düşmeleri kaçınılmazdır. Hz. Peygamber’in, Kur’an ve Sünnet’te cevabını bulamadıkları konularda sahâbeye verdiği ictihad izninin de ihtilâfa sebep olacağı gayet açıktır. İctihadda isabet eden kimsenin iki, hata edenin bir sevap kazanacağını ifade eden hadiste (Buhârî, “İʿtiṣâm”, 21; Müslim, “Aḳżıye”, 15) hata edene bir sevap verilmesi ihtilâfın tasvip edildiğini gösteren bir başka delildir. Karşı tarafın ileri sürdüğü delilleri, hakkında sadece bir mânaya ihtimali olan aklî yahut naklî bir delilin bulunduğu hükümlerde, zanla yetinilmeyip kesin bilgiye ulaşılması şart koşulan tevhid ve Hz. Peygamber’e iman gibi dinin temeli sayılan konularda aykırı görüş belirtmenin, icmâ gerçekleştikten sonra ona muhalefet etmenin veya devlet başkanlarına, valilere ve kadılara karşı gelmenin yahut ictihada ehil olmayanların re’y ihtilâfının yasaklandığı şeklinde anlamak gerekir. Dinin fürû meselelerinde ihtilâf yasaklanmış değildir. Belli bir konuda insanların farklı durumlarına göre farklı hükümler koyan naslar bulunduğuna göre bu tür konularda görüş ayrılıklarına yol açacak ictihadın câiz olması imkânsız değildir. İhtilâfın tamamı kötü olsaydı şeriatın naslarda açıkça belirtilen ahkâmında ihtilâfın da câiz olmaması gerekirdi. Nasta emsali câiz olan ictihadda da câizdir (Cessâs, Aḥkâmü’l-Ḳurʾân, II, 314).
İslâm’da usul (akaid) konularında ve genel ilkelerde (külliyat) ihtilâf doğru karşılanmazken fıkhî konularda müctehidler arasında ortaya çıkan görüş ayrılıkları müsamaha ile karşılanmış ve, “Hata ihtimaliyle birlikte bizim mezhebimiz doğrudur; doğru olma ihtimaliyle beraber muhalifimizin mezhebi hatadır” şeklinde formüle edilen bu anlayış, bazı istisnalar dışında İslâm âleminde geniş kabul görmüştür. Avn b. Abdullah, “Hz. Peygamber’in ashabının ihtilâf etmemiş olmasını istemezdim. Zira bir şeyde birleşmiş olsalardı bir kimse onu terkettiğinde sünneti terketmiş, ihtilâf ettiklerinde ise onlardan birinin görüşünü esas alsa yine sünnete uymuş olur” diyerek ihtilâfın dini yaşamayı kolaylaştırdığını vurgulamıştır (Dârimî, “Muḳaddime”, 52).
Fıkhî konularda ihtilâfların sebeplerinden bazıları şunlardır: 1. Usul farklılığı. Sarih bir nas bulunmaması halinde re’y, kıyas, istihsan, istislâh, örf gibi kaynak olup olmadıkları müctehidler arasında tartışmalı olan delillerin hükme esas alınıp alınmaması ya da mürsel rivayetlerin delil teşkil edip etmemesinde olduğu gibi delillerin şartları ile ilgili temel anlayış farklılıkları. 2. Usulün meselelere tatbikindeki farklılık. Aynı usul benimsenmiş olsa bile karşılaşılan meselede bu usulün nasıl uygulanabileceğine ilişkin olarak ortaya çıkan ayrılıklardır. Meselâ bir konuda taraflarca esas alınan nassın nasıl anlaşılacağı hususu ihtilâfa sebebiyet verebilir. Bu cümleden olarak emir ya da nehiy kipleriyle ifade edilen bir hükmün emir ise vücûb mu mendupluk mu, yasaklama ise haramlık mı mekruhluk mu ifade ettiği hususuyla ilgili yaklaşım farklılığı anılabilir. 3. Hadisin ulaşıp ulaşmaması. Çok az kimse tarafından nakledilmiş olması dolayısıyla bir hadisin müctehide ulaşmaması yahut sahih olmayan bir yolla ulaşması ve onun da nasların genel ifadeleri, mefhum ve kıyas gibi başka kaynaklara başvurması; bir konuda biri helâl, diğeri haram kılan iki hadisin bulunması ve hadislerden birinin bir müctehide ulaşıp diğerine ulaşmaması; her müctehidin kendisine ulaşan hadise göre hüküm vermesi yahut her iki hadis de ulaştığı halde söyleniş tarihlerinin hükmü yürürlükten kaldıran (nâsih) hadisin bilinmemesi durumu. 4. İctihada dayalı hüküm verilmiş olan konularda zamanla şartların değişmesi sebebiyle müctehidlerin ictihadlarında değişiklik olması. Mecelle’de (md. 39), “Ezmânın tegayyürüyle ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz” şeklinde ifade edilen maddede kastedilen bu tür ictihad değişiklikleridir. Burada delil ve hüccetten kaynaklanan bir ihtilâf söz konusu değil sadece dönem farkından doğan ihtilâf söz konusudur. Ebû Hanîfe ve iki öğrencisi arasındaki ihtilâfların bir kısmı mezhebin daha sonraki âlimleri tarafından bu tür ihtilâftan sayılmıştır (örnekler için bk. Kemalpaşazâde, s. 231-233).
İhtilâfı rahmet olarak gören genel müslüman kitle arasında fıkıh konularındaki ihtilâfların uygulamaya yansıması dönemlere, ferdî ve kamusal alana göre farklılıklar göstermiştir. İslâm’ın ilk iki asrında ferdî alanda insanlar diledikleri âlimlere meselelerini sorar ve verilen cevaplar içinde dilediklerini uygularlardı. el-Muvaṭṭaʾı kanun kitabı haline getirme teşebbüsü karşısında İmam Mâlik’in sarfettiği, “Âlimlerin ihtilâfı yüce Allah’ın bu ümmete bir rahmetidir. Herkes kendisince doğru olana uyar, herkes doğru yoldadır ve herkes Allah’ın rızâsını aramaktadır” sözü (Aclûnî, I, 66) o dönemde İslâm toplumunda yaşanan vâkıanın bir tesbitidir. Mezheplerin teşekkülüyle belli bir mezhep içinde yetişen kimselerin bir bütün olarak başka mezhebe geçmesi ya da bazı konularda diğer mezheplerden faydalanması yolu açıktı. Daha sonra mezheplerin kurumsallaşmasının ardından bu imkânın sınırları “taklid, iltizam, intikal, telfîk” gibi başlıklar altında tartışmaya açılmıştır. X. (XVI.) yüzyıl âlimlerinden Abdülvehhâb eş-Şa‘rânî, dört mezhep arasındaki bütün ihtilâfları tahfîf (ruhsat) ve teşdîd (azîmet) kategorileri içinde değerlendirerek kişilerin durumlarına göre bunları uygulayabileceğini belirtir ve bütün fıkıh konularını tek tek bu açıdan ele alır. Kamusal alanda ise klasik dönemde kadılar müctehid sayıldığı için ihtilâflı konularda belli bir görüşle hüküm vermek mecburiyetleri yoktu. Zamanla müctehid olmayan kadılar tayin edilmeye başlayınca belli bir mezhebe müntesiplik arandı. Ancak bu kadıların mezhep içindeki farklı ictihadlardan istifade imkânları vardı. Memlükler döneminde her merkeze dört mezhep kadısı göndermek suretiyle farklı mezhep ictihadlarının yürürlükte olmasına imkân tanınmıştır. Osmanlı devrinde ise bazı istisnaî konular dışında Hanefî mezhebine göre hüküm veriliyordu. Modern zamanlarda İslâm dünyasında kanunlaştırma hareketlerinin başlamasıyla hukuk birliğini sağlama gayesine yönelik olarak bazı düzenlemelere gidilince muhtelif ictihadlardan istifade edilmiş, ancak hâkimin kanun metni dışına çıkması engellenmiştir (Mecelle, md. 1801). Osmanlı hâkimleri, Hanefî mezhebine göre hüküm vermeye memur olmakla beraber farklı mezheplerden müslümanların yaşadığı Irak, Hicaz ve Yemen gibi bölgelerde halkın mensup bulunduğu mezhebin âlimleri arasından birinin hakem tayin edilerek hüküm vermesi ve padişah tarafından tayin edilen Hanefî hâkimin bu hükmü tasdik ve tenfîz etmesi ilkesi getirilmişti (Ali Haydar, IV, 694-695; farklı mezheplerden kadıların verdikleri ihtilâflı hukuk davalarının halli hakkında bk. a.g.e., IV, 699, 796-799).
İhtilâfları İslâm toplumu için ciddi bir tehlike olarak gören bir kısım âlimler ve siyasetçiler bunların çözümü için bazı usuller teklif etmiştir. Bunlardan bilinen en eski teklif, Basra’da insanlar arasında anlaşmazlıkları giderip onları barıştırma çabalarıyla tanınan Humeyd et-Tavîl’e aittir. Humeyd, Emevî Halifesi Ömer b. Abdülazîz’e toplumda birlik sağlamayı teklif edince halife ihtilâfların bulunmasını hoş karşıladığını belirterek yönetimi altındaki eyaletlere mektup gönderip kendi bölgelerinin fakihlerinin birleştikleriyle hüküm vermelerini emretti (Dârimî, “Muḳaddime”, 52). İbnü’l-Mukaffa‘a ait çözüm önerisi daha sistematiktir. Tâbiîn neslinden itibaren teşekkül eden Hicaz ve Irak ekolleri, hatta aynı ekolün mensupları arasında dahi pek çok fıkhî meselede görüş ayrılıklarının bulunduğuna ve birbirine zıt görüşlerin mahkemelerde hükme esas teşkil ettiğine dikkat çeken İbnü’l-Mukaffa‘, toplumda hukuk birliğinin sağlanması gayesiyle ihtilâfların devlet eliyle derlenip bunlar arasından bir kanun metni hazırlanması için Halife Ebû Ca‘fer el-Mansûr’a bir teklif götürdü. Risâle fi’ṣ-ṣaḥâbe adlı eserde (bk. bibl.) ayrıntıları verilen bu teklifi yerinde gören halife, İmam Mâlik’in el-Muvaṭṭaʾını kanun metni haline getirme teşebbüsünde bulunmuştur. Ancak hukukçuların görüşlerine rağmen siyasî otoritenin görüşüne üstünlük tanıyan bu proje gündeme geldiğinde ulemâ derhal tepki gösterdi. Daha sonra Halife Hârûnürreşîd, bu amaçla Başkadı Ebû Yûsuf’a özellikle vergi ve ceza hukuku konularına dair olarak Kitâbü’l-Ḫarâc’ı yazdırdı.
Müzenî, Fesâdü’t-taḳlîd adlı eserinde ihtilâfların hallini akademik bir yolla çözüme kavuşturmayı teklif eder. Ona göre ihtilâf halinde şûra usulüne başvurularak doğru çözüm aranmalıdır. Bunun için devlet başkanı devrin âlimlerini bir araya getirir ve ihtilâf konusu hakkında tartışmalarına zemin hazırlar. Devlet başkanı bunu gerçekleştirmezse fetva konusunda otorite olan âlim, ulemâyı toplayarak aynı şekilde tartışma ortamı teşkil eder (Zerkeşî, VI, 232-233).
Sünnî fıkıh mezhepleri ile Şiî mezhebi arasındaki ihtilâfları çözmek ya da en azından asgari seviyeye indirmek gayesiyle Abbâsî Halifesi Me’mûn ve Selçuklu Veziri Nizâmülmülk dönemlerinde bazı başarısız girişimler olmuşsa da bunlardan en önemlisi, XVIII. yüzyılda Kaçar hânedanı devrinde Nâdir Şah’ın Osmanlı sultanına sunduğu ve sonuçsuz kalan tekliftir. Yakın dönemde Sünnî-Şiî yakınlaşmasını sağlamak amacıyla Sünnî ulemâdan Muhammed Abduh, öğrencisi Reşîd Rızâ, Mustafa es-Sibâî ve Mûsâ Cârullah; Şiî dünyasından Muhammed el-Hâlisî, Şerefeddîn-i Âmilî, Seyyid Ahmed-i Kesrevî gibi âlimler bazı çalışmalar yapmışlardır. 1945 yılında Kahire’de aynı amaçla İranlı Şiî âlim Muhammed Takī el-Kummî ile bazı Sünnî âlimlerin gayretleri sonucu Dârü’t-takrîb adıyla bir kurum faaliyete geçirilmiş ve bu kapsamda 1949’dan kurumun dağıldığı 1972 yılına kadar Risâletü’l-İslâm adıyla bir dergi çıkarılmıştır. İran’da 1991’de Mecmaü’t-takrîb adıyla aynı nitelikli bir başka kurum tesis edilmiş ve 1993 yılından itibaren de Risâletü’t-taḳrîb adıyla bir dergi çıkarılmaya başlanmıştır.
İlm-i hilâf ve ictihadî meselelerdeki ihtilâfları konu alan eserlerle ilgili geniş bir literatür hilâf maddesinde verilmiş olup ihtilâf kavramının mahiyet ve sebeplerine dair bazı çalışmalar şunlardır: 1. Klasik Eserler. İbnü’s-Sîd el-Batalyevsî, el-İnṣâf fi’t-tenbîh ʿale’l-meʿânî ve’l-esbâbi’lletî evcebeti’l-iḫtilâf beyne’l-müslimîn fî ârâʾihim (nşr. Muhammed Rıdvân ed-Dâye, Dımaşk 1983); İbn Teymiyye, Refʿu’l-melâm ʿani’l-eʾimmeti’l-aʿlâm (nşr. Muhammed Züheyr eş-Şâvîş, Dımaşk 1384/1964); Sa‘deddin et-Teftâzânî, el-İnṣâf fi’t-tenbîh ʿale’l-esbâbi’lletî evcebeti’l-iḫtilâfe beyne’l-müslimîn fî ârâʾihim (Kahire 1318); Kemalpaşazâde, Risâle fî taḥḳīḳi enne’l-iḫtilâf beyne’l-eʾimme ve beyne eʾimmetîne’s̱-s̱elâs̱e min eyyi şeyʾ neşeʾe (bk. bibl.); Celâleddin es-Süyûtî, Cezîlü’l-mevâhib fi’ḫtilâfi’l-meẕâhib (Ebü’l-Muzaffer İbn Hübeyre’nin el-İfṣâḥ ʿan meʿâni’ṣ-ṣıḥâḥ adlı eserinin başında, Beyrut 1996); Muhammed Hayât es-Sindî el-Medenî, el-Îḳāf ʿalâ sebebi’l-iḫtilâf (el-Hizânetü’t-Teymûriyye, nr. 172/5); Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, el-İnṣâf fî beyâni sebebi’l-iḫtilâf (Beyrut 1977; nşr. Kusay Muhibbüddin Hatîb, Kahire 1978; trc. Şükrü Özen, İstanbul 1987, Mezheplerin Doğuşu ve İçtihad Tartışması içinde).
2. Çağdaş Eserler. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, Esbâbü iḫtilâfi’l-fuḳahâʾ (Riyad 1397); Abdullah Şa‘bân, Ḍavâbiṭu’l-iḫtilâf fî mîzâni’s-sünne (Kahire 1417/1997); Abdülvehhâb Abdüsselâm Tavîle, Es̱erü’l-luġa fi’ḫtilâfi’l-müctehidîn (baskı yeri ve tarihi yok); Ahmed b. Muhammed Ömer el-Ensârî, Âs̱âru iḫtilâfi’l-fuḳahâʾ fi’ş-şerîʿa (Riyad 1416/1996); Ali el-Hafîf, Esbâbü iḫtilâfi’l-fuḳahâʾ (Kahire, ts.); Ali Umlîl, Fî Şerʿiyyeti’l-iḫtilâf (Beyrut 1993); Osman Küçükahmet, Dört Hak Mezhep ve İhtilâf Sebepleri (İstanbul 1973); Haldûn Ahdeb, Esbâbü iḫtilâfi’l-muḥaddis̱în (Cidde 1987); İsmail Lütfi Çakan, Hadislerde Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları (İstanbul 1982); Muhammed el-Abduh – Târık Abdülhalîm, Muḳaddime fî esbâbi iḫtilâfi’l-müslimîn ve teferruḳıhim (Küveyt 1406/1986); Muhammed b. Abdurrahman b. Sâlih eş-Şâyi‘, Esbâbü iḫtilâfi’l-müfessirîn (Riyad 1995); Ebû Serî‘ Muhammed Abdülhâdî, İḫtilâfü’ṣ-ṣaḥâbe: Esbâbühû ve âs̱âruhû fi’l-fıḳhi’l-İslâmî (Kahire 1991); Muhammed Avvâme, Es̱erü’l-ḥadîs̱i’ş-şerîf fi’ḫtilâfi’l-eʾimmeti’l-fuḳahâʾ (Halep 1399; Beyrut 1987; trc. Mehmet Hayri Kırbaşoğlu, İmamların Fıkhî İhtilâflarında Hadislerin Rolü, İstanbul 1980) ve Edebü’l-iḫtilâf fî mesâʾili’l-ʿilm ve’d-dîn (Beyrut 1997); Muhammed Ebü’l-Feth el-Beyânûnî, Dirâsât fi’ḫtilâfâti’l-fıḳhiyye: Ḥaḳīḳatühâ, neşʾetühâ, esbâbühâ, el-mevâḳıfü’l-muḫtelefe minhâ (Halep 1975; Kahire 1983); Muhammed Hüsnî Abdülhakîm, el-İcmâl ve’l-beyân ve es̱eruhümâ fi’ḫtilâfi’l-fuḳahâʾ (Kahire 1982); Muhammed b. Ömer b. Sâlim Bâzmûl, el-İḫtilâf ve mâ ileyhi (Riyad 1995); Muhammed b. Sâlih el-Useymîn, el-Ḫilâf beyne’l-ʿulemâʾ: Esbâbühû ve mevḳıfünâ minhü (Beyrut-Dımaşk 1405); Muhammed Sâlim Atıyye, Mevḳıfü’l-ümme min iḫtilâfi’l-eʾimme (Medine 1991); Mustafa Çelik, İhtilâf Ahlâkı (Ankara 1996); Mustafa Saîd el-Hın, Es̱erü’l-iḫtilâf fi’l-ḳavâʿidi’l-uṣûliyye fi’ḫtilâfi’l-fuḳahâʾ (Beyrut 1982, 1985; trc. Halit Ünal, İslâm Hukukunda Yöntem Tartışmaları, Kayseri 1993); Suûd b. Abdullah Fenisân, İḫtilâfü’l-müfessirîn: Esbâbühâ ve âs̱âruhâ (Riyad 1997); Tâhâ Câbir el-Alvânî, Edebü’l-iḫtilâf fi’l-İslâm (Katar 1984; Cezayir 1986, 1987; Riyad 1991, 1992, 1995; trc. Abdülhalim Ural, Müslümanlar Arasında Görüş Ayrılığı ve İslâmda İhtilâf Usulü, İstanbul 1991; İng. trc. Abdülvâhid Hâmid, The Ethics of Disagreement in Islam, Herndon 1994); Yâsir Hüseyin Bürhamî, Fıḳhü’l-ḫilâf beyne’l-müslimîn (Riyad 1415); Yûsuf el-Kardâvî, eṣ-Ṣaḥvetü’l-İslâmiyye beyne’l-iḫtilâfi’l-meşruʿ ve’t-teferruḳ (Beyrut 1992, 2. bs., trc. Osman Taha, İhtilâflar Karşısında İslâmî Tavır, İstanbul 1992); Zekeriya Güler, Zâhirî Muhaddislerle Hanefî Fakihleri Arasındaki Münakaşalar ve İhtilâf Sebepleri (Ankara 1997).
BİBLİYOGRAFYA
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ḫlf” md.
a.mlf., eẕ-Ẕerîʿa ilâ mekârimi’ş-şerîʿa, Beyrut 1400/1980, s. 167-170.
Wensinck, el-Muʿcem, “iḫtelefe” md.
Dârimî, “Muḳaddime”, 52.
Buhârî, “İʿtiṣâm”, 21.
Müslim, “Aḳżıye”, 15.
İbnü’l-Mukaffa‘, Risâle fi’ṣ-ṣaḥâbe (nşr. Ahmed Zekî Safvet, Cemheretü resâʾili’l-ʿArab fî ʿuṣûri’l-ʿArabiyyeti’z-zâhire içinde), Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-ilmiyye), III, 39-41.
Şâfiî, er-Risâle, s. 40, 488-494, 501, 510-511, 560-598.
İbn Kuteybe, Teʾvîlü muḫtelifi’l-ḥadîs̱ (nşr. Abdülkādir Ahmed Atâ), Beyrut 1408/1988, s. 31, 36, 180.
Eş‘arî, Maḳālât (Ritter), s. 1-3, 478.
Nu‘mân b. Muhammed, İḫtilâfü uṣûli’l-meẕâhib (nşr. Mustafa Gālib), Beyrut 1983, s. 29, 32-45.
Cessâs, Aḥkâmü’l-Ḳurʾân (Kamhâvî), II, 314-315.
a.mlf., el-Fuṣûl fi’l-uṣûl (nşr. Uceyl Câsim en-Neşemî), Küveyt 1414/1994, III, 271; IV, 20, 54, 56, 70, 93, 325-327.
Ebû Hilâl el-Askerî, el-Evâʾil, Beyrut 1407/1987, s. 126-135.
a.mlf., el-Furûḳ fi’l-luġa, Beyrut 1403/1983, s. 150-151.
Bağdâdî, el-Farḳ (Kevserî), s. 11-12, 14-21.
İbn Abdülber, Câmiʿu beyâni’l-ʿilm, Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), II, 35, 46-47, 78-92.
İbn Hazm, el-İḥkâm (nşr. Ahmed M. Şâkir), Beyrut 1403/1983, II, 124-130; V, 64-70, 124-125; VI, 83.
Gazzâlî, el-Müstaṣfâ fî ʿilmi’l-uṣûl, Bulak 1324, II, 246, 260, 359-360.
a.mlf., el-Ḳısṭâsü’l-müstaḳīm (nşr. V. Chelhot), Beyrut 1983, s. 82-91.
Ebü’l-Vefâ İbn Akīl, el-Vâżıḥ fî uṣûli’l-fıḳh (nşr. G. Makdisi), Beyrut 1417/1996, I, 109.
Seyfeddin el-Âmidî, el-İḥkâm fî uṣûli’l-aḥkâm, Kahire 1387/1968, IV, 8-9, 14.
Takıyyüddin İbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne (nşr. M. Reşâd Sâlim), Riyad 1406/1986, V, 256-279.
Şâtıbî, el-Muvâfaḳāt, III, 94-96, 347-348; IV, 118-135, 150-154, 160-162, 172-174, 202-205, 211-224.
a.mlf., el-İʿtiṣâm (nşr. M. Reşîd Rızâ), Beyrut 1986, II, 164-233, 285-286.
Zerkeşî, el-Baḥrü’l-muḥîṭ (nşr. Abdülkādir Abdullah Halef el-Ânî), Küveyt 1413/1992, IV, 549; VI, 232-233.
Seyyid Şerîf el-Cürcânî, Şerḥu’l-Mevâḳıf, İstanbul 1292, I, 25-26.
Burhâneddin İbn Müflih, el-Maḳṣadü’l-erşed (nşr. Abdurrahman b. Süleyman el-Useymîn), Riyad 1410/1990, I, 248.
Kemalpaşazâde, Risâle fî taḥḳīḳi enne’l-iḫtilâf beyne’l-eʾimme ve beyne eʾimmetîne’s̱-s̱elâs̱e min eyyi şeyʾ neşeʾe (a.mlf., Resâʾil [nşr. Ahmed Cevdet] içinde), İstanbul 1316, s. 231-233.
Şa‘rânî, Kitâbü’l-Mîzân, Kahire 1321/1903, I, 4, 6, 20-21.
Aclûnî, Keşfü’l-ḫafâʾ, I, 64-66; II, 350-351.
Mecelle, md. 39, 1801.
Ettafeyyiş, Şerḥu Kitâbi’n-Nîl ve şifâʾi’l-ʿalîl, Beyrut 1973, XVII, 448-455, 481-483.
Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, IV, 694-701, 795-801.
Mustafa Ahmed ez-Zerkā, el-Fıḳhü’l-İslâmî fî sevbihi’l-cedîd, Dımaşk 1967-68, I, 211-218.
Muhammed el-Hudarî, Târîḫu’t-teşrîʿi’l-İslâmî, Kahire 1980, s. 89-97.
Norman Colder, “Ikhtilāf and Icmā in Shāfi‘ī’s Risāla”, St.I, LVIII (1983), s. 55-81.
İlyas Üzüm, “Sünnî-Şiî Yakınlaşması: Dârü’t-Takrîb Tecrübesi”, İslâm Araştırmaları Dergisi, sy. 2, İstanbul 1998, s. 171-185.
J. Schacht, “Ik̲h̲tilāf”, EI2 (İng.), III, 1061-1062.
“İḫtilâf”, Mv.Fİ, IV, 90-94.
“İḫtilâf”, Mv.F, II, 291-302.
Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2000 yılında İstanbul’da basılan 21. cildinde, 565-568 numaralı sayfalarda yer almıştır.