HAMÎD

Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri.

Müellif:

Hamîd kelimesi “iyilik, güzellik ve erdemlilikle niteleyip övmek” anlamındaki hamd masdarından sıfat olup “övülen, övgüye lâyık bulunan”, ayrıca “öven” mânalarına gelir. Âlimlerin çoğu, esmâ-i hüsnâdan biri olarak hamîdin ilk anlamına öncelik vermiştir. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân’ının bir yerinde hamîdi “kendisine hiçbir yerginin yönelmediği varlık” (vr. 374b), bir başka yerinde de “dıştan bir sebep olmaksızın zâtıyla övgüye lâyık bulunan” diye tanımlamıştır; O’nun dışındaki herkes yine kendisinin lutfu ile övülmeye hak kazanır. Mâtürîdî kelimenin “öven” mânasına da gelebileceğini söyler. Şöyle ki: Allah insanların güzel fiil ve davranışlarını över ve kendilerini mükâfatlandırır. Aslında kulları bu fiillere muvaffak kılan yine kendisidir (Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân, vr. 789a). Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî ise hamîde “sıfatlarında ve fiillerinde övülen” (mahmûd) anlamını vermiştir (İbn Fûrek, s. 54). Hamîd ismine “öven” mânası verildiği takdirde Allah’ın bizzat kendisini övmesi de kelimenin muhtevası içinde düşünülebilir. Nitekim birçok âyette hamd Allah’ın zâtına izâfe edilmiştir. Bunun insanlara hamdetmeyi öğretme amacını taşıdığı kabul edilir (bk. HAMD).

Kur’ân-ı Kerîm’de hamd kavramı altmış bir yerde Allah’a nisbet edilmekte olup bunların on yedisini hamîd ismi oluşturmaktadır (bk. , “ḥmd” md.). Hamd bir âyette lafza-i celâl yerine tek başına ve “övgüye lâyık olanın (Allah’ın) yolu” (sırâtü’l-hamîd) şeklinde yer almıştır (el-Hac 22/24). On âyette “her şeyden müstağni ve her şey kendisine muhtaç” anlamındaki ganî, üç âyette “yenilmeyen yegâne galip” mânasındaki azîz, bir âyette “şanlı, şerefli” mânasındaki mecîd, bir âyette “bütün emirleri ve işleri yerli yerinde olan” anlamındaki hakîm, bir âyette de “yardımcı ve dost” anlamındaki velî ismiyle birlikte kullanılmıştır. Doksan dokuz esmâ-i hüsnâ içinde yer alan bu isimler, zât-ı ilâhiyyenin övülmeye lâyık olduğunu belirten hamîdin içerdiği övgü yönlerinden bazılarını ifade etmekte ve onu pekiştirmektedir.

Hamîd, doksan dokuz ismi ihtiva eden Tirmizî hadisinde yer almakla birlikte (“Daʿavât”, 82) İbn Mâce’de yoktur. Namazda selâm vermeden önce okunan Salli ve Bârik dualarının her biri “hamîdün mecîd” isimleriyle sona ermektedir. Bu salâtüselâm metinleri Kütüb-i Sitte’den başka Ahmed b. Hanbel’in el-Müsned’i, Dârimî’nin Sünen’i ve İmam Mâlik’in el-Muvaṭṭaʾı gibi ana hadis kitaplarında yer almaktadır (bk. , “ḥamd” md.).

Hamd zât-ı ilâhiyyeyi kemal sıfatlarıyla nitelemek olduğuna göre hamîd “bu sıfatları taşıyan, bütün iyilik ve güzelliklerle övülen, sayısız lutuf ve nimetlerine şükredilen” demektir. Mutlak ve en mükemmel varlık niteliği taşıyan Allah’ın zâtî ve fiilî sıfatlarında övgüye lâyık olması tabii, hatta aklen zaruridir. Bunun yanında takdir ve tahminlerin üstünde bir eser olan tabiat da yaratıcı ve yöneticisinin övgü ve teşekküre lâyık bir varlık olduğuna tanıklık eder. Kur’ân-ı Kerîm’de, şuurlu bir canlı olan insandan önce göklerde ve yerde bulunan herkesin, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve hayvanların Allah’a secde ettiği ifade edilirken buradaki secdenin “şuurlu şuursuz itaat” mânası yanında “yaratıcının ergin sıfatlarının yansıtıcısı” anlamını da içerdiğine işaret edilmektedir. Aynı âyette insanlar “yeryüzündeki akıllı varlıklar” (men fi’l-arz) şeklinde nitelendirilip fizik varlıklarıyla Allah’ın övgüsüne vasıta oldukları anlatıldıktan sonra psikolojik yetenekleri açısından tekrar söz konusu edilmiş ve bir kısmının itaat ettiği, bir kısmının ise inkâr ve isyan yoluna saptığı belirtilmiştir (el-Hac 22/18).

Şüphe yok ki canlı cansız, şuurlu şuursuz bütün kâinatın sahip olduğu iyilik ve güzellikler yaratıcısına râcidir. Bu gerçekten hareket eden âlimler, başkalarına yöneltilmiş bile olsa bütün övgülerin Allah’a mahsus olduğunu söylemişlerdir (, s. 3). Fakat tabiattaki her şey iyi ve güzel midir, yerilecek bir nesne veya olay yok mudur? Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye göre yerilecek yönü bulunan her şeyin mutlaka övülecek bir yanı da vardır, onun övülecek yanı Allah’a râcidir. Yerilecek yönüne gelince aslında zemmin dayanağı yokluktur. Şu halde onun ne temeli ne de dayanağı vardır. Öyle anlaşılıyor ki İbnü’l-Arabî tabiattaki kötülüklerin sunî ve ârızî olduğunu kabul etmekte ve tabii olarak bunların Allah’a nisbetini doğru bulmamaktadır. İbnü’l-Arabî, ayrıca Allah’ın ilk peygamber Hz. Âdem’e esmâyı, son peygamber Hz. Muhammed’e de onlarla kendisini senâ etmeyi öğrettiğini ifade eder (el-Fütûḥât, IV, 286-287). Ebû Abdullah el-Halîmî, sayılamayacak kadar çok olan ilâhî nimetlerin içinden hayat ile aklı fevkalâde önemli görmekte (el-Minhâc, I, 202), Abdülkāhir el-Bağdâdî ise hamîde “övülen, gönül hoşluğuyla bağlanılan, şükredilen” anlamını verdikten sonra bu ismin müminlerle olan ilgisini şöyle belirtmektedir: Onlar hamîd olan Allah’ı rab, İslâmiyet’i din, Muhammed’i peygamber, Kâbe’yi kıble, Kur’an’ı önder kabul etmiş ve bunlara gönülden bağlanmışlardır (el-Esmâʾ ve’ṣ-ṣıfât, vr. 90b-91a).

İnsanlar içinde de hamîd olanlar vardır. Gazzâlî’ye göre inancı, ahlâkı ve diğer davranışları övgüye lâyık olan kimse hamîd niteliğini taşır ki bu Hz. Muhammed’dir, sonra ona yaklaşan peygamberler, velîler ve âlimler gelir. Fakat hiç kimse yergiden ve eksiklikten uzak olmadığına göre mutlak mânada hamîd sadece Allah’tır (el-Maḳṣadü’l-esnâ, s. 141).

Abdülkāhir el-Bağdâdî’ye göre hamîd ismi “övülen” mânasına alındığı takdirde övenlerin mevcudiyetini gerektireceğinden ezelî olmaz; ancak kelimeye “öven” anlamı verilmesi halinde kelâm sıfatına râci olacağından ezelî niteliği taşır. Ebû Bekir İbnü’l-Arabî ise hamîdi zât-ı ilâhiyyeye râci sübûtî sıfatlardan ve kelâm statüsü içinde mütalaa ettiği halde (el-Emedü’l-aḳṣâ, vr. 58b, 87a) O’na hamdedeceklerin bulunmadığı dönemlerde hamîd olmadığını ve daha sonra bununla nitelendiğini söyler (a.g.e., vr. 94b-95a). Eş‘arî âlimlerini bu kanaatlere sevkeden şey, onların hamd kavramını şükür mânasına almaları ve ayrıca fiilî sıfatları hâdis telakki etmeleridir. Halbuki hamdin ağırlıklı mânası zât-ı ilâhiyyenin bütün kemal sıfatlarıyla vasıflanması yönündedir; hamîd ise bundan türeyen bir sıfat olup “kemal sıfatlarıyla nitelenen” demektir. Bu sebeple hamîd Allah’ın zâtî isimlerinden olup ezelîdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de hamîdle birlikte kullanılan beş isimden sadece biri (velî) kevnî (insanla ilgili) olup diğerleri zâtîdir (yk.bk.; ayrıca bk. ESMÂ-i HÜSNÂ). Allah’a nisbet edilen bütün isimler “esmâ-i hüsnâ” (en güzel isimler) diye nitelendirildiğine göre hepsi hamîdi pekiştirmekte ve açıklamaktadır.


BİBLİYOGRAFYA

, “ḥmd” md.

, “ḥmd” md.

, s. 356.

, “ḥamd”, “s̱enâ”, “şükr” md.leri.

, “ḥmd” md.

Tirmizî, “Daʿavât”, 82.

Zeccâc, Tefsîru esmâʾillâhi’l-ḥüsnâ (nşr. Ahmed Yûsuf ed-Dekkāk), Beyrut 1395/1975, s. 55.

, s. 3.

a.mlf., Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 40, vr. 374b, 789a.

Ebû Süleyman el-Hattâbî, Şeʾnü’d-duʿâʾ (nşr. Ahmed Yûsuf ed-Dekkāk), Dımaşk 1404/1984 → Dımaşk, ts. (Dârü’s-sekāfeti’l-Arabiyye), s. 78.

, I, 202.

, s. 54.

, s. 141.

Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî (nşr. Abdülhamîd Mahmûd – Süleyman Dünyâ), Kahire, ts. (ed-Dârü’l-Mısriyye), XX/2, s. 215-216.

Abdülkāhir el-Bağdâdî, el-Esmâʾ ve’ṣ-ṣıfât, Kayseri Râşid Efendi Ktp., nr. 497, vr. 90b-91b.

Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, el-Emedü’l-aḳṣâ, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 499, vr. 58b, 87a, 93b-95a.

, s. 302-303.

İbnü’l-Arabî, el-Fütûḥât, Kahire, ts. (Mektebetü’s-sekāfeti’d-dîniyye), IV, 286-287.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1997 yılında İstanbul’da basılan 15. cildinde, 458-459 numaralı sayfalarda yer almıştır.