- 1/3Müellif: ABDÜLKERİM ÖZAYDIN, NEBİ BOZKURTBölüme GitAslı Akkadca “örtmek, gizlemek, başkalarından esirgemek; ayırmak, tecrit etmek” mânalarındaki haramu(m) olan (Soden, I, 323) harem kelimesi Arapça’da …
- 2/3Müellif: MEHMET İPŞİRLİBölüme GitOsmanlı Devleti’nde Harem. Harem hayatı Osmanlı sarayında kuruluştan itibaren mevcut olmakla birlikte teşkilâtlandırılması Fâtih Sultan Mehmed zamanın…
- 3/3Müellif: DENİZ ESEMENLİBölüme GitTürk-İslâm Mimarisinde Harem. Tarih boyunca, gerek halkın evlerinde gerekse idareci sınıfın saraylarında erkeklerin yaşadığı veya yönetim işlerini yür…
Aslı Akkadca “örtmek, gizlemek, başkalarından esirgemek; ayırmak, tecrit etmek” mânalarındaki haramu(m) olan (Soden, I, 323) harem kelimesi Arapça’da “korunan, mukaddes ve muhterem olan şey veya yer” anlamına gelir. Ev, konak ve saraylarda genellikle iç avluya bakacak şekilde planlanan, kadınların yabancı erkeklerle karşılaşmadan rahatça günlük hayatlarını sürdürdükleri bölümlere harem adı verilir. Saygısız davranışların menedildiği, daha çok ibadet amacıyla gidilen Mekke, Medine, Kudüs ve Halîl şehirleriyle buralardaki kutsal mekânlara da harem denilir; kelime aynı zamanda “zevce” anlamını da taşımaktadır.
İslâm Öncesi Dönemde Harem. Evlerde kadınlara mahsus bir kısmın bulunması eski bir gelenektir. Antik Batı’da, evlerin arka tarafında erkeklerin dairesinden ayrı olarak Grekler’in gynaikeion, Romalılar’ın gynaeceum (kadınlara ait) dedikleri bir bölüm bulunuyordu. Eski Ahid’deki bazı ifadeler de hanım ve câriyelere ayrı bölüm veya çadırların tahsis edildiğini göstermektedir (Tekvîn, 18/10; 31/33). Gerek Kitâb-ı Mukaddes’te gerekse Kur’an’da çirkin bakışlar hoş görülmemiştir. Tevrat’ın on emrinden biri komşunun karısına ve câriyesine tamah etmemekle ilgilidir (Çıkış, 20/17). Yeni Ahid’de, kendisiyle nikâh akdi bulunmayan bir kadına şehvetle bakma, onunla gönülde zina etme şeklinde tanımlanır ve böyle bir günahı işlemektense gözlerin çıkarılıp atılması yeğ tutulur (Matta, 5/27-30).
Hükümdarların resmî görevleri yanında günlük hayatlarını sürdürdükleri saraylarda da kadınlara mahsus kısımlar bulunuyordu. Bir Sumer tabletinde geçen, kısır kadının gönderildiği “kadınlar evi” muhtemelen bir haremi ifade etmektedir (Kramer, s. 91). İnanna-İştar kültünün hâkim olduğu Sumerler’de “kutsal fahişeler”in (bk. FUHUŞ) kaldığı bir haremden de söz edilir (a.g.e., s. 254). Yeni Assur dönemi saraylarında ise hükümdar dairesinin bir kısmını, “şa reşi” denilen hadım ağasının sorumluluğundaki harem dairesi oluşturuyordu. Hz. Süleyman’ın sarayında da son derece büyük bir harem dairesinin olması gerekir. Zira Eski Ahid’e göre onun, her biri kral kızı olan yedi yüz karısı ve üç yüz cariyesi vardı (I. Krallar, 11/3). Eski Ahid’de Hz. Süleyman’ın, yapımı on üç yıl süren sarayında, kendi oturacağı evin benzerini eş olarak aldığı Firavun’un kızı için de inşa ettirdiği nakledilmektedir (I. Krallar, 7/1, 8).
Arkeolojik çalışmalar, Ahamenîler’in Persepolis’teki (Parsa) krallık sarayında bir harem dairesi bulunduğunu göstermektedir. Yine Eski Ahid’de Yahudi kızı Ester’in hikâyesinde verilen bilgilerden de İran sarayının harem teşkilâtı hakkında birtakım fikirler edinmek mümkün olmaktadır. Hikâyeye göre hükümdar Ahaşveroş (Xerxès), kızdığı Kraliçe Vaşti’nin yerine yeni bir kraliçe bulmak için bütün ülkede güzel bâkireler aratır. Kadınlar evine getirilen kızlar arasında Ester de vardır. Genç kızlar burada bir yıl kadar mür yağı ve güzel kokularla güzelleştirilir ve saray âdâbı ile terbiye edilir. Ardından sırası gelen kız geceyi kralın yanında geçirir, ertesi sabah “kadınların ikinci evi”ne (haremin câriyeler dairesi) giderek kızlar ağası Şaaşgazın yönetimine döner ve kral kendisinden hoşlandığını belli edip çağırtmadıkça bir daha yanına giremezdi (Ester, 2/12-14). Ester bir müddet sonra kralın dikkatini çeker ve kraliçelik tacını giyer; artık nedimeleri vardır ve harem ağaları da emrindedir (Ester, 4/4). Bir süre sonra saraydaki nüfuzu ve hükümdarın kendisine duyduğu sevgi sayesinde yahudileri bir katliamdan kurtarır.
İslâm Devletlerinde Harem. Araplar’da yerleşik hayat sürenler (ehl-i meder, hadarî) olsun, göçebe ve bedevîler (ehl-i veber), olsun evlerde kadın ve çocukların bulunduğu kısımla erkeğin misafirleriyle oturduğu kısım ayrıydı. Çadırlarda ve tek odadan oluşan evlerde mekânı bölen perdeye “hıdr” denildiği için Hz. Peygamber kadınlara hitap ederken zaman zaman “yâ zevâte’l-hudûr” (ey perde ehli) ifadesini kullanmıştır (Buhârî, “Ṣalât”, 2, “Ḥayıż”, 23; “ʿÎdeyn”, 12, 15, 20; Müslim, “ʿÎdeyn”, 10, 12). Resûl-i Ekrem’in evlerinde de bu şekilde perde bulunmaktaydı. Kur’an’da, “Ey iman edenler! … Peygamber’in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman hicâb arkasından isteyin. Bu hem sizin kalpleriniz hem onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır” (el-Ahzâb 33/53) meâlindeki âyette yer alan “hicâb” kelimesiyle içteki hıdr ve dış kapıdaki perde kastedilmiştir. Âyet, evlerdeki harem bölümünün var oluş sebebini de ortaya koymaktadır. Kur’an’da inanan erkek ve kadınların gözlerini haramdan sakınmaları, ırz ve namuslarını korumaları istenir. Ayrıca kadınların “ziynet” olarak nitelenen saç, boyun, kulak, gerdan gibi fizikî güzelliklerini veya buralara taktıkları süs eşyasını herkese göstermemeleri emredilir (en-Nûr 24/30-31). Hz. Peygamber’in hadislerinde de aile mahremiyetine büyük önem verildiği görülür; Resûlullah’ın, gizlice aile sırlarına muttali olmak isteyen kimselere karşı kullandığı ifadeler çok serttir (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “ṭlʿa” md.). Buna bağlı olarak hadislerde ve sahâbe tatbikatında, kadınların mahremi olmayan erkeklerle bir arada bulunup görüşmesi veya kadınların cemaatle namaza iştiraki konusunda getirilen bazı ölçü ve düzenlemelerin yanı sıra, daha sonraki dönemlerde fetihler ve nüfus hareketlerinin İslâm şehirlerini daha karmaşık ve gayri mütecânis hale getirmesi müslümanlar arasında haremlik-selâmlık denilen kadın ve erkeklerin ayrı mekânlarda bir araya gelmesi usulünün yaygınlaşmasının ve kökleşmesinin de ana sebebini teşkil etmiştir. Ancak bu usul, toplumun geniş kesimlerinde dinî nitelikli bir görgü kuralı mahiyetinde iken büyük konaklarda ve saraylarda diğer bazı sebeplerin de etkisiyle kurumsal bir yapı kazanmıştır.
Hz. Peygamber, aynı zamanda devlet başkanı olduğu halde eski ve çağdaşı hükümdarlar gibi saltanat sürmemiş, son derece mütevazi bir hayat yaşamıştır. Onun, siyasî otoritenin de merkezi durumunda bulunan mescidinin doğu duvarı boyunca yer alan odalar hanımlarına tahsis edilmişti; bunlar çok sade bir yapıya sahipti. Mısır mukavkısı tarafından kendisine hediye edilen câriye Mâriye ise ayrı bir evde oturuyordu. Resûl-i Ekrem’in hanımlarının ayrı birer odasının bulunması ve kendileriyle ancak perde arkasından görüşülmesine müsaade edilmesi, İslâm’ın tesettür emri ve nâmahrem kadınlarla erkeklerin birbirlerine bakmaları yasağıyla ilgilidir; dolayısıyla Resûlullah’ın hükümdar saraylarındakine benzer bir hareminden söz etmek mümkün değildir. Huzâî ve Abdülhay el-Kettânî, Hz. Peygamber dönemindeki devlet teşkilâtına dair eserlerinde “harem emini” diye bir başlığa yer vermekte iseler de burada haremden kastedilen belli bir mekân değil Resûl-i Ekrem’in eşleridir. Nitekim zikredilen rivayetlerde, Hz. Ömer zamanında Resûlullah’ın bazı eşleri hacca gittiklerinde Hz. Osman ile Abdurrahman b. Avf’ın onları koruyup gözetmekle görevlendirilmelerinden söz edilmektedir (Taḫrîcü’d-delâlâti’s-semʿiyye, s. 447; et-Terâtîbü’l-idâriyye, II, 115-116).
Hulefâ-yi Râşidîn bir yönetim binasına (dârü’l-hilâfe, saray) sahip olmadığı için hanımları kendi evlerinde kalıyorlardı; bu sebeple söz konusu devirde bir müessese olarak haremden bahsedilemez. Genellikle İslâm tarihinde saray hareminin ilk defa Emevîler devrinde ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Sarayın harem kısmında hadım hizmetkâr kullanımı I. Muâviye ile başlamıştır. Tarihçi Mes‘ûdî, Muâviye’nin bir gün genç bir hadımla birlikte hareme girdiğini ve o sırada başı açık durumda bulunan karısı Fâhite’nin hemen örtünüp kocasına, hadımlar dahil genç erkeklerin hareme girmesinin câiz olmadığını söylediğini ve Muâviye’nin o günden sonra yaşlı hadımlar hariç hiçbir erkeğin içeri girmesine izin vermediğini kaydeder (Mürûcü’ẕ-ẕeheb, VIII, 148-149).
Abbâsîler döneminde saray teşkilâtı hiç şüphesiz daha fazla gelişmiş ve buna paralel olarak “harîmü dâri’l-hilâfe” adıyla anılan harem de kurumlaşmıştır. Milliyetleri farketmeksizin kadınların daima halife ve hükümdarlar üzerinde etkili oldukları bilinmektedir. Abbâsîler’de de bu durum ilk devirlerden itibaren hissedilmiştir. Halifeler üzerinde büyük nüfuza sahip ilk kadın, Hâdi-İlelhak ile Hârûnürreşîd’in annesi Hayzürân’dır. Hayzürân, hem kocası Mehdî-Billâh hem de oğulları üzerinde etkili olmuş, halifeler onun istemediği birini vezir veya hâcib tayin edememişlerdir. Hâdî, annesinin tahakkümünden ve sonu gelmez isteklerinden bıkıp usanınca ona sert tepki göstermiş ve emîrlerin Hayzürân’ın kapısına gitmelerini yasaklamıştır. Ancak Hayzürân oğlunun bu davranışına çok kızmış ve intikam duyguları ile onun öldürülmesinde rol oynamıştır. Hârûnürreşîd’in halife olmasından sonra da iktidarı tekrar ele geçirmiş ve büyük bir servet toplamıştır. Muktedir-Billâh’ın halifeliği sırasında annesi Seyyide ile Hâle ve Ümmü Mûsâ el-Hâşimiyye adlı câriyeler devlet yönetiminde büyük nüfuz sahibi olmuşlardı. İbn Tiktakā, Muktedir devrinde haremin nüfuzunun zirveye ulaştığını, devletin kadınlar ve hadımlar tarafından idare edildiğini söyler (el-Faḫrî, s. 191, 262). O dönemde saraydaki siyah ve beyaz hadımların sayısı 11.000’e çıkmıştı.
Halifeler etnik menşelerine bakmaksızın sevdikleri câriyelerle evlenirler, bu durum sarayda ve üst kademede bazı karışıklıklara sebep olurdu. Çünkü bu hanımlar dost ve akrabalarını kayırır ve onları önemli görevlere getirirlerdi. En meşhur örneklerden biri Gıtrîf b. Atâ’dır. Halife Mehdî-Billâh, Cüreş âmiline mektup yazarak karısı Hayzürân’ın kardeşi Gıtrîf b. Atâ’nın merkeze gönderilmesini istedi ve daha sonra kendisini Yemen valiliğine tayin etti. Halife Muktedir’in de Garîb adlı Rum asıllı bir dayısı vardı ve büyük nüfuza sahip olduğu için kendisine emîr diye hitap edilirdi. Saraydaki pek çok entrika ve çekişmenin kaynağı haremdi. Özellikle halifelerin anneleri devlet yönetimine çok fazla müdahale ettikleri için annesi hayatta olmayan hânedan mensuplarının halifeliğe getirilmesi istenirdi. 300 (912-13) yılında haremdeki kadınlardan sorumlu iki câriyenin bulunduğu bilinmektedir. Bunlardan biri Halife Muktedir-Billâh’ın, diğeri de annesi Seyyide’nin câriyesiydi. Meşhur mahkûm ve tutuklular zaman zaman sarayda hapsedilir ve halifenin câriyesinin gözetimi altında rahat bir hapis hayatı geçirmeleri sağlanırdı. Bunlar arasında İbnü’l-Furât, Emîr Hüseyin b. Hamdân ve Ali b. Îsâ sayılabilir.
Haremin Fâtımî Devleti’nde de büyük bir nüfuz ve önemi vardı. Haremdeki kadınların bir bölümü devlet işlerine yaptıkları müdahalelerle tanınırken bir kısmı da servetleriyle meşhur olmuşlardı. Meselâ Muiz-Lidînillâh’ın iki kızı Reşîde ve Abde’nin çok miktardaki para, mücevherat ve kıymetli elbiseleri dillerde dolaşıyordu. Azîz-Billâh’ın Rum asıllı karısı Seyyide devlette büyük nüfuz sahibi idi ve iki kardeşini önemli görevlere tayin ettirmişti. Azîz-Billâh’ın kızı ve Hâkim-Biemrillâh’ın kardeşi Sittülmülk’ün muazzam bir serveti, 800 câriyesi ve yıllık 50.000 dinar tahsisatı vardı. Bu hanım zekâsı ve cömertliğiyle ünlüdür; ayrıca Hâkim-Biemrillâh’ın öldürülmesi olayına da adı karışmıştır. Zâhir-Lii‘zâzidînillâh’ın karısı ve Müstansır-Billâh’ın annesi Sudanlı idi ve onun gayret ve himayesi sayesinde ordudaki Sudanlılar’ın sayısı 50.000’e ulaşmıştı.
Mervânîler’den Nasrüddevle’nin hareminde 500 odalığı vardı ve burada 500 hadım görev yapıyordu. Zengîler’den II. Seyfeddin Gazi küçük yaştaki hadımlar hariç diğerlerinin hareme girmesine izin vermezdi. Muvahhidler’in kurucusu Abdülmü’min el-Kûmî, Endülüs’e sevkettiği 20.000 süvarinin eşlerini hadımların nezaretinde onların peşinden göndermişti (İbnü’l-Esîr, X, 17; XI, 63, 156).
Selçuklular’da hükümdarın “hatun” veya “terken hatun” denilen nikâhlı eşleriyle câriyelerinin yaşadığı haremin kendine has bir teşkilâtı olduğu bilinmekte, ancak elde yeterli belge bulunmamaktadır. Hatunlar sarayda ve devlet yönetiminde etkiliydiler. Sultan Alparslan’ın karısı Mirdâsî Emîri Mahmud’un öldürülmesini engellemiş, Ümmü Kıfçak adlı diğer bir karısı da Vezir Amîdülmülk Kündürî’nin öldürülmemesi için şefaatçi olmuştu. Sultan Melikşah’ın karısı Terken Hatun kocasının ölümünden sonra devlet idaresini ele geçirmiş ve çocuk yaştaki oğlu Mahmud’u sultan ilân ettirmiştir. Selçuklu sultanlarının haremi hatunlarını, odalıklarını, onların hizmetçi ve câriyelerini içine alırdı. Hatunların kendilerine has divanları, şahsî iktâları ve emlâki vardı. Bunlar bazan veraset yoluyla evlâdına intikal ederdi. Meselâ Tuğrul Bey’in hanımı Altuncan Hatun’un Irak’ta mülkü bulunuyordu. Alparslan, Kavurd Bey’in her kızına 100.000 dinar verdi ve bazı yerleri onlara iktâ etti. Sümeyrem şehri de Muhammed Tapar’ın karısı Gevher Hatun’un iktâları arasında yer alıyordu. Saray teşkilâtı içerisinde hatunların şahsî hizmetini gören çoğu kadın birtakım görevliler vardı. Nizâmülmülk eserinde saraylı kadınların, özellikle hatunların devlet işlerine karışmamaları tezini savunurken onların kadın hâcib ve hizmetçilerinin sözlerine göre hareket edeceklerinden endişelenir (Siyâsetnâme, s. 235-236). Sultanlar sefere çıktıklarında, bir ülkeye gittiklerinde veya herhangi bir maksatla başşehirden ayrıldıklarında Hz. Peygamber’in sünnetine uygun olarak haremlerini tamamen veya kısmen yanlarında götürürlerdi. Alparslan, 1071’de Bizans İmparatoru Romanos Diogenes üzerine yürüyünce haremini Tebriz’e geri göndermişti. Sultan Sencer’in karısı Katvân savaşı sırasında yanında bulunuyordu ve Karahıtaylar tarafından esir alınmıştı. Anadolu Selçukluları’nda da sultanın bir haremi bulunuyordu. Hatunların kendilerine ait sarayı ve hıristiyan kadınlardan oluşan halayık ve câriye kadroları, ayrıca bir kadın hazinedar idaresinde bulunan hazinesi vardı. Sultanların kızları haremde eğitilirdi. Burada da hatunun ve haremdeki diğer kadınların devlet işlerine müdahaleleri olurdu; meselâ I. Kılıcarslan’ın karısı Ayşe Hatun kocasının ölümünden sonra Malatya’yı idare etmişti.
Hârizmşah Alâeddin Tekiş’in karısı ve Alâeddin Muhammed b. Tekiş’in annesi Terken Hatun devlet işlerine yaptığı müdahaleleriyle tanınmıştır. Çok nüfuzlu bir kadın olan Terken Hatun’un ayrı bir sarayı, kendine bağlı devlet erkânı, özel emlâk ve akarı vardır; sözü sultanlar ve yakınları tarafından dinlenir ve devlet hazinesini dilediği gibi harcardı. Hârizmşahlar’da da hatunların iktâları vardı. Celâleddin Hârizmşah Tuğrul b. Arslan’ın kızıyla evlenince onun iktâlarını arttırmış, Selemâs ve Urmiye’yi de ona vermişti.
Memlük sultanlarının Kahire yakınlarındaki Kal‘atü’l-cebel’de harem halkının kaldığı bir sarayı vardı. Harem işlerine tablhâne ümerâsı arasından seçilen zimâmdârın emrindeki tavâşîler bakardı.
Bâbürlü saray teşkilâtında “mahal, şebistân-ı hâs ve şebistân-ı ikbâl” adı verilen harem, Büyük Selçuklu geleneğine uygun biçimde gelişmişti. Harem irili ufaklı birçok bina, koğuş ve daireden oluşuyordu; her köşk ve dairenin kendine has yol ve geçitleri, çeşmeleri, depoları ve bahçeleri vardı ve bu mekânlar en mükemmel şekilde tefriş edilmişti. Sâkinlerinin mevkilerine göre yerleştirildiği köşk ve daireler, zamanlarının büyük bir kısmını burada hanımları ve câriyeleriyle birlikte geçiren hükümdarların zevk ve tercihlerine göre planlanmıştı. Şehzadelerin köşkleri nisbeten küçük olmakla birlikte ihtişamları diğerlerinden geri kalmazdı. Haremin özellikle Cihangir ve Şah Cihan zamanlarındaki görüntüsü üzerine birçok tasvir yapılmıştır. Agra sarayında Cihangir’in annesiyle karısı Nurcihan Begüm’ün kaldığı haremler çok meşhurdu.
Bâbürlü hareminde kadınlar ve hadımlarla erkek hizmetkârlar olmak üzere iki çeşit görevli vardı. Haremin dâhilî işlerini ve nizamını kadınlar ve hadımlar, hâricî işlerini ise erkek görevliler yürütürdü. Hizmetli sayısının Ekber ve Evrengzîb dönemlerinde 2000’i geçtiği, haremde hizmet eden hanımların seçiminde belirli prensiplerin konulduğu ve bu iş için akıllı, tecrübeli, yetenekli kadınların seçildiği bilinmektedir. XVII. yüzyılda Keşmirli kadınlar haremin kapısında bekçi olarak görevlendirilmiştir; peçe kullanmayan bu kadınların görevi içeriyle dışarı arasında irtibatı kurmak ve haberleşmeyi sağlamaktı. Haremlerde her türlü davranış ve eğlencenin disiplin çerçevesinde olmasına büyük dikkat gösterilirdi. Harem binaları özellikle geceleri çok iyi korunurdu; içeride güçlü, cesur, silâh kullanmakta maharetli kadınlar güvenliği sağlarken dışarıda hadımlar kapıları beklerdi.
Bâbürlü hükümdarları sarayda devamlı kalmazlar, seferler ve başka maksatlarla başşehrin dışında uzun zaman geçirirlerdi. Bundan dolayı haremin merkezî sarayda ve ordugâh veya taşrada iki ayrı konumu, teşkilâtı ve günlük hayatı vardı. Ordugâhlarda merkezî bir yerde hükümdarın çadırı bulunur, burada kendine has saltanat haremi yer alırdı. Haremdeki hanımların kıyafet ve günlük hayatlarıyla ilgili özel prensipler tesbit edilmişti. Temel kurallardan biri, bütün kadınların disipline riayet etmesi ve ortalıkta dolaşmaktan kaçınması idi. Hükümdar hanımları ve kızları nâdiren dışarı çıkar, genellikle zamanlarını kendi köşklerinde geçirirlerdi. Harem sakinlerinin gezileri şehir içi ve şehir dışı olmak üzere iki şekilde olurdu. Şehir dışı gezilerde hadımlar ve bazı kadın görevliler onlara refakat ederdi. Seyahatlerde genellikle filler kullanılır, fillerin üzerinde sâyebanlar ve mahfeler yer alırdı.
BİBLİYOGRAFYA
Wensinck, el-Muʿcem, “ṭlʿa” md.
a.mlf. – M. Fuad Köprülü, “Hâdim”, İA, V/1, s. 44-46.
Buhârî, “Ṣalât”, 2, “Ḥayıż”, 23, “ʿÎdeyn”, 12, 15, 20.
Müslim, “ʿÎdeyn”, 12, 18.
Mes‘ûdî, Mürûcü’ẕ-ẕeheb (Meynard), VIII, 148-149.
Sâbî, Rüsûmü dâri’l-ḫilâfe, s. 8, 12, 16, 78.
Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (Köymen), s. 196-200, 235-236.
Muhammed b. Ahmed en-Nesevî, Sîretü’s-Sulṭân Celâliddîn Mengübertî (nşr. O. Houdas), Paris 1891, s. 118.
İbnü’t-Tıktakā, el-Faḫrî, s. 191, 262.
Cüveynî, Târîh-i Cihângüşâ (Öztürk), II, 162-164.
Eflâkî, Menâḳıbü’l-ʿârifîn, I, 95, 311.
Huzâî, Taḫrîcü’d-delâlâti’s-semʿiyye, s. 447-449.
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X, 17; XI, 63, 156.
Kalkaşendî, Ṣubḥu’l-aʿşâ, III, 368, 371; IV, 330; V, 459-460, 489.
Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye, II, 115-116.
C. Zeydân, Medeniyyet-i İslâmiyye, IV, 306-313.
M. Fuad Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri (İstanbul 1931), İstanbul 1981, s. 75-81.
Uzunçarşılı, Medhal, s. 317 vd.
Mez, el-Ḥaḍâretü’l-İslâmiyye, I, 205 vd.
v. Soden, AHW, I, 323.
Hasan İbrâhim Hasan, Târîḫu’d-devleti’l-Fâṭımiyye, Kahire 1981, s. 645 vd.
V. Gordlevski, Anadolu Selçuklu Devleti (trc. Azer Yaran), Ankara 1988, s. 301 vd.
A. K. S. Lambton, Continuity and Change in Medieval Persia, London 1988, s. 258 vd.
R. W. Ferrier, The Arts of the Persia, Ahmedâbâd 1990, s. 28-29.
S. N. Kramer, Tarih Sumer’de Başlar (trc. Muazzez İlmiye Çığ), Ankara 1990, s. 91, 254.
Veli Sevin, Yeni Asur Sanatı I: Mimarlık, Ankara 1991, s. 45-46, 52-53.
N. Abbot, “Women and the State in Early Islam”, JNES, I (1942), s. 106-126, 341-368.
Mohd. Azher Ansari, “The Haram of the Great Mughals”, IC, XXXIV/1 (1960), s. 1-13.
Nebi Bozkurt, “Çadır”, DİA, VIII, 159.
a.mlf., “Ev”, a.e., XI, 504-506.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1997 yılında İstanbul’da basılan 16. cildinde, 132-135 numaralı sayfalarda yer almıştır.
Osmanlı Devleti’nde Harem. Harem hayatı Osmanlı sarayında kuruluştan itibaren mevcut olmakla birlikte teşkilâtlandırılması Fâtih Sultan Mehmed zamanında gerçekleşmiş ve bu teşkilât, devlet yapısındaki genel eğilime uygun biçimde devşirme sistemiyle geliştirilmiştir. Burada, en alt kademe olan câriyelikten son mertebe olan ustalığa (hasekilik ve vâlide sultanlık hariç) yükselme birçok bakımdan Enderun teşkilâtındaki terfi sistemine benzemektedir. Esasen Osmanlı saray teşkilâtında Harem-i Hümâyun tabiri hem haremi hem de Enderun’u içine alır. Enderun padişah, saray ve devlet hizmetinde bulunacak erkeklerin, harem ise kadınların yetiştirilmesi için bir eğitim kurumu idi.
İstanbul’un fethinden önceki Edirne sarayının haremiyle ilgili elde bilgi bulunmadığı gibi fetihten hemen sonra bugünkü Beyazıt’ta inşa edilen Eski Saray’ın haremi hakkında da fazla bir şey bilinmemekte, ancak kaynaklardan, daha sonra padişahların Topkapı Sarayı’ndan zaman zaman Eski Saray’a gidip buradaki harem mensuplarını ziyaret ettikleri öğrenilmektedir. XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren saray haremiyle ilgili bilgiler kısmen çoğalmakta ve bu dönemin kroniklerinde de saraydaki hayat hakkında bazı ayrıntılara rastlanmaktadır. Özellikle Kanûnî Sultan Süleyman’ın hasekisi Hürrem Sultan ve kızı Mihrimah Sultan’la başlayan, Vâlide Nurbânû Sultan ve Vâlide Safiye Sultan’la devam eden entrikalar ve bazı harem mensuplarının iktisadî ve içtimaî faaliyetleri bu kurumdan sık sık bahsedilmesine yol açmıştır.
Harem münasebetiyle isminden en çok bahsedilen padişah III. Murad’dır. Onun zamanında sarayın harem kısmına birçok yeni bina ilâve edilmiş, buranın sakinlerinin ve görevlilerinin sayısı artmıştı (Peirce, s. 122). Haseki Safiye Sultan’ı kıskanan ve onun nüfuzunu kırmak için oğluna birbirinden güzel câriyeler sunan Vâlide Nurbânû ile kızı İsmihan sultanların gayretleri sonunda padişah, başlangıçta yakından ilgilendiği devlet işlerini ihmal ederek hareme kapanmış, bir yandan soytarı ve musâhiplerle vakit geçirirken bir yandan da özellikle Mimar Sinan’a yaptırdığı birbirinden güzel yeni sofa ve odalarla burayı daha cazip bir hale getirmişti. III. Murad’ın, dışarıda halkla birlikte kılması gereken cuma namazlarını dahi, etrafındakilerin saraydan çıkarsa bir daha geri dönemeyeceği ve askerin kendisini hal‘edebileceği yolundaki sözleri sebebiyle, zaman zaman ihmal edecek kadar kendini hareme kapattığını Selânikî kaydeder (Târih, s. 445).
XVI. yüzyıldan sonra Osmanlı siyasî ve idarî tarihinde olduğu gibi harem hayatı ve teşkilâtında da bozulma ve yozlaşma meydana geldiği genellikle kabul edilir. Bu durum, I. Ahmed’den başlayarak hemen bütün XVII. yüzyıl padişahlarının çocuk denecek yaşta tahta çıkmalarına ve uzun süre idareye hâkim olamamalarına bağlanır. Böylece vâlide sultanların ve ocak ağalarının, benzerine daha önce rastlanmamış şekilde sarayda nüfuzlarını arttırdıkları belirtilir ve hatta 1566’dan 1656’ya kadarki dönem “vâlide sultanlar çağı” adıyla anılır. Bu dönemdeki en etkili vâlide sultanların başında Kösem Sultan gelmektedir. XVII. yüzyılın ilk yarısında önce hasekiliğe, ardından vâlide sultanlığa yükselen Kösem Sultan, IV. Mehmed’in ilk yıllarında geleneklere aykırı biçimde Eski Saray’a taşınmayıp “vâlide-i muazzama” sıfatıyla idarede etkili oldu. Onun yaklaşık elli yıl süren etkinliği sırasındaki keyfî davranışları haremi çok yıpratmış, bu arada nüfuzunu sürdürebilmek için devamlı şekilde Sultan İbrâhim’e sunduğu câriyelerle haseki ve gözdelerin sayısını çoğaltarak padişahın davranış bozukluğuna uğramasına yol açmıştır. Söz konusu dönemde III. Mehmed tarafından şehzadelerin sancağa çıkma geleneğine son verilmesi de geleceğin padişahlarının haremde âdeta mahpus hayatı yaşamalarına, dolayısıyla giderek dış dünyadan kopmalarına sebep olmuş ve bu husus, ileride devlet açısından menfi gelişmelerin ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Özellikle I. Abdülhamid kırk dokuz yaşında tahta çıkıncaya kadar haremde kafes hayatı yaşamış, padişah olunca da hareme geniş zaman ayırmıştır. Başkadınefendisi Ruhşah’a yazdığı duygusal mektuplar, haremde geçirdiği uzun yılların onun hassas yapısı üzerinde ne derece etkili olduğunun bir göstergesidir.
XIX. yüzyılda II. Mahmud döneminin sonlarından itibaren harem dışa açılmaya, harem kadınları ferace ve çarşaf giyerek bazı mesire yerlerine gitmeye ve kendilerine ayrılan mekânlarda gezintiler yapmaya başlamışlardır. İstisnaî olarak Sultan Mehmed Reşad da Bulgar kral ve kraliçesine verdiği ziyafet dolayısıyla başkadınefendisini törende bulundurmuştu (Uluçay, Harem II, s. XV). II. Abdülhamid’in hareme karşı tavrı konusunda ise çeşitli abartmalı yazılar kaleme alınmış olmasına rağmen Ayşe ve Şâdiye Osmanoğlu’nun yazdıklarından onun harem mensupları ile gayet ölçülü bir yakınlık içinde olduğu anlaşılmaktadır. Gerek bu dönemin gerekse daha öncesinin haremi için Batılı yazarlar pek çok hayalî tasvir üretmişlerdir. Ancak Batı saraylarında yaşananlara göre Osmanlı saray hayatının çok daha mazbut olduğu bilinmektedir.
Harem halkını harem hizmetlileri ve sakinleri şeklinde iki grupta değerlendirmek mümkündür. En yetkili görevli aslında bir hadım ağası olan harem ağasıdır (bk. HADIM). Osmanlı sarayında ve hareminde istihdam edilen hadım ağalarının sayıları bazan çok artmış ve zaman zaman azaltılmasına çalışılmıştır. Hadım ağası reisleri arasında dereceler vardı; Rycaut bunu kızlar ağası, vâlide ağası, şehzadeler ağası, vâlide sultan haznedar ağası, kiler ağası, Büyük Oda ağası, Küçük Oda ağası şeklinde sıralamaktadır (Rycaut, s. 37). Harem ağasının başlıca görevleri haremi korumak, yeni câriyeler sağlamak, harem halkının terfileri, yerine göre cezalandırılmalarıyla ilgili hususları padişaha arzetmek, sultanların evlenmesinde vekilliklerini yapmak, kendine bağlı personeli idare etmekti (Uluçay, Harem II, s. 120). Sultan Mehmed Reşad’ın 1909’da tahta çıktıktan sonra harem ağasına gönderdiği fermanda onun görevleri arasında, Harem-i Hümâyun’da bulunan kadınların kıyafetlerine dikkat etmek, âdâba aykırı giyinenleri uyarmak veya menetmek, saray kadınlarının dışarıya çıkmaları halinde yanlarında bir hadım ağası bulundurmak, akşam namazından sonra hadım ağalarını haremde tutmamak, akşamdan sonra olağan dışı bir durum meydana gelirse kızlar ağasını haberdar etmek, harem mensuplarının yakınları hariç bohçacı, işçi, satıcı vb. yabancı kadınların içeri girmesine izin vermemek gibi hususlar zikredilmektedir (Abdurrahman Şeref, I [1329], s. 465-475). Tanzimat sonrasında harem ağalarının yetki ve nüfuzları giderek azalmıştır. XIX. yüzyıl sonlarına ait Harem-i Hümâyun ağalarıyla ilgili bir istatistikte 218 hadım ağasının ismi, bunların giriş tarihleri, tahminî yaşları, kimin tarafından takdim edildikleri, hangi sarayda ve kimin hizmetinde oldukları ayrı ayrı belirtilmektedir.
Haremin, üzerinde en çok konuşulan ve çeşitli sanat eserlerine konu teşkil eden mensuplarının başında câriyeler gelir. Câriyelik pek çok yönden yanlış değerlendirilmiştir. Hukuken kadın köle statüsünde olan câriyelerin esas kaynağı savaşlarda alınan esirlerdir (bk. ESİR; KÖLE). Ancak bir süre sonra bu kaynağın yetersiz kalması sebebiyle İstanbul gümrük eminine satın aldırmak suretiyle câriye temini yoluna gidilmiştir. Ayrıca çeşitli devlet ricâli tarafından saraya ve padişaha hediye edilenler de yekün tutuyordu. Câriyelerin temini, seçimi, çeşitli zamanlardaki sayıları, satın alınmaları, ücretleri konularında Topkapı Sarayı Arşivi’nde bol malzeme bulunmaktadır. Bu câriyeler müslüman âdâb ve erkânı üzere yetiştirilir, kendilerine okuma yazma, dinî bilgiler öğretilir, yeteneklerine göre mûsiki, biçki dikiş, nakış dersleri verilir, ayrıca sofra hizmetleri öğretilirdi; acemilik denilen bu ilk dönemden sonra ilerleme gösterenler kalfa, usta seviyelerine yükselirdi. Haremde yüzlerce câriye olmakla birlikte bunların büyük bir kısmı hizmetçi idi; padişah câriyelerin içinden sadece birkaç tanesiyle ilgilenir, diğerlerini ne bilir ne de görürdü. Harem hususunda yapılan araştırmalar, bu konudaki Osmanlı uygulamasının genel olarak İslâm hukukunun belirlediği sınırlar içinde cereyan ettiğini göstermektedir. Nitekim haremde hizmetçi statüsünde bulunan câriyelerin büyük çoğunluğu teşkil ettiği, eş statüsündeki câriyelerle padişahların onları âzat ettikten sonra veya etmeden nikâh akdi yaptıkları, evlendikleri hür hanımlarla bunlar arasında herhangi bir hukukî fark bulunmadığı ortaya çıkmıştır (Akgündüz, s. 260-262).
Kabiliyet ve güzellikleriyle kendilerini gösteren kıdemli câriyeler haremde kalfalığa yükselir ve padişah, vâlide sultan, kadınefendi veya ikballerden birinin dairesine yollanırdı. Genellikle hânende ve sâzendelerin de aralarında bulunduğu kalfalar kıdemlerine göre küçük, orta ve büyük olmak üzere üç kısma ayrılırdı. Kıdemli kalfaların hepsi yeterince tahsil görmüş olur ve bunlar çeşitli törenlere kendilerine has kıyafetleriyle katılırdı. Saltanat değişikliklerinde kalfaların önde gelenleri Eski Saray’a gönderilir veya haremden çerağ edilip evlendirilirdi.
Harem teşkilâtında câriyelerin ulaşabileceği en yüksek mertebe ustalıktı. Güzel, zeki, kabiliyetli câriyeler derece derece yükselerek usta olurlar ve doğrudan padişahın hizmetinde bulunurlardı. Bunlar vâlide ve haseki sultanlardan sonra haremin en yetkili kadınları idiler. İçlerinde padişahın kendisinin seçtiği haznedar denilen nüfuzlu kadınların sayısı on beş yirmi civarındaydı. En yetkilileri ise haznedar usta idi. Bütün câriyeler ve kalfalar ondan emir alırlar, bazan vâlide sultan ve hasekiler dahi ondan fikir sorarlardı. Ustaların başlıca görevleri padişahın hizmetini görmekti ve yanına teklifsizce girebilirlerdi; maiyetindeki kalfalar da padişah dairesinin önünde nöbet tutarlardı. Haznedar ustalar haremdeki bütün hazinelerin anahtarlarını taşırlar, törenlerde yoğun görevler üstlenirlerdi. Bunlar bir anlamda padişahların sırdaşı olduklarından saltanat değişikliğinde yerlerini yeni padişahın güvendiği başka haznedar ustalara bırakırlardı. Topkapı Sarayı’ndaki Haznedar Usta Dairesi vâlide sultan dairesinin üst katında bulunurdu. Haznedar ustalardan başka çaşnigîr usta, çamaşırcı usta, ibrikdar usta, berber usta, kahveci usta, kilerci usta, kutucu usta, külhancı usta, vekil usta, saray ustası (kethüdâ kadın), kâtibe usta, hastalar ustası gibi değişik ustalar vardı (Uluçay, Harem II, s. 132-138). Ayrıca haremde hamilelik, doğum ve çocuk düşürme gibi olaylarla uğraşan ebeler, padişah kızlarıyla şehzadeleri emziren dâyeler (sütnine) ve bakımlarını üstlenen dadılar mevcuttu.
Haremin en itibarlı hanımı padişahın annesi olan vâlide sultandı. Otuz altı Osmanlı padişahından sadece yirmi üçünün annesi vâlide sultan unvanını kullanmış, diğerleri oğulları tahta geçmeden vefat ettikleri için bu unvanı alamamıştır. Tahta çıkan şehzadenin annesi vâlide alayı denilen bir merasimle Eski Saray’dan Topkapı Sarayı’na taşınır ve oğlunun saltanatı boyunca haremin en yetkili kişisi olurdu. Haremin ikinci derecede nüfuzlu sakinleri padişah hanımı olan haseki ve gözdelerdi; bunlara daha sonraları kadınefendi denilmiştir. Câriyelikten gelen, güzellik ve yetenekleriyle padişahın gözüne giren bu hanımlar, XVII. yüzyıla kadar genellikle Avrupalı savaş esiri câriyeler arasından çıkarken daha sonra Kafkaslar’dan gelenlerden seçilmeye başlanmıştır.
Sultan denilen padişah kızlarının hayatlarında dönüm noktası teşkil eden bazı olayların, bu arada doğumlarının, beşik alaylarının, özellikle çok ihtişamlı olan nikâh ve düğünlerinin harem hayatını fazlasıyla etkilediği söylenebilir. Sultanların gelin oluncaya kadarki hayatı haremde geçer, hizmetlerinde birçok câriye bulunurdu. Bir sultan okuma çağına geldiğinde “bed’-i besmele” töreniyle tanınmış hocalardan ders almaya başlar, derslere bazan padişah da katılırdı; kendisine başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere dinî bilgiler, hat, tarih, coğrafya dersleri verilirdi. Topkapı Sarayı Arşivi’nde bulunan sultanlara ait çeşitli mektupların imlâ ve ifadesinden bu hanımların, câriyelikten gelen haseki ve vâlide sultanlara göre çok daha iyi tahsil gördükleri anlaşılmaktadır; ancak mevcut örneklerin çoğu XVIII. yüzyıldan sonraya aittir.
Padişahların haseki, ikbal ve câriyelerinden doğan erkek çocuklarına şehzade (II. Murad devrine kadar daha çok çelebi) denilirdi. Bebeklik çağında bir şehzadenin hizmetine birkaç câriye tayin edilir, dört beş yaşına geldiğinde de Has Oda’ya mensup lala denilen kimseler görevlendirilirdi. Tahsil çağına gelince devrin en tanınmış hocalarından çeşitli dersler aldırılır, saray muhitinde usul, erkân ve âdâb öğrenmesine dikkat edilirdi; daha sonra tahta çıkabilen şehzade hocalarından birini kendine “hâce-i sultânî” seçerdi. Şehzadelerin sünnet düğünleri muhteşem olurdu. Özellikle Kanûnî Sultan Süleyman, III. Murad, IV. Mehmed ve III. Ahmed’in yaptırdığı tantanalı sünnet şenlikleri haftalarca sürmüş ve harem de bu sıralarda çok hareketli günler yaşamıştır; bunu düğünleri anlatan minyatürlü surnamelerden öğrenmek mümkün olmaktadır.
Harem sakinlerinin, özellikle vâlide sultanların dışarıdaki ve içerideki işlerini takip eden, sunulan hediyeleri kendilerine ulaştıran erkek ve kadın birçok görevli vardı. Dış hizmetlerin ifasında baltacılardan da istifade edilirdi. Haremde çıkan yangınların söndürülmesi özellikle zülüflü baltacıların sorumluluğundaydı; bunlar hadım ağalarına okuma yazma da öğretirlerdi. Sarây-ı Âmire için tutulmuş “masraf-ı şehriyârî” ve “harc-ı hâssa” defterlerinde ayrı bir bölüm halinde harem mensuplarına yapılan harcamalar da kaydedilmiştir.
Harem teşkilâtı ve oradaki günlük hayat hakkında yeterli bilgi bulunmadığından özellikle erken dönemler için bazı genellemelere gidilmesi kaçınılmaz olmaktadır. Günlük hayata dair bilgiler daha çok XIX. yüzyıla, yani Batı tesirinin saraya ve hareme nüfuz ettiği döneme aittir.
Her hareketin kurala bağlandığı sıkı bir disiplin uygulanan haremde eğlenceler büyük özlemle beklenen rahatlık ve serbestlik günleri olarak kabul edilirdi. Bu eğlencelerin başında, haremde yaşayan hanımların has bahçede serbestçe dolaştıkları ve eğlendikleri halvet gelirdi. Padişah bir hatt-ı hümâyunla halvet yapılacağını bildirir, bunun üzerine yoğun bir hazırlık başlardı. Has bahçede iplere gerilen halvet bezleriyle sokaklar, dolaşma yerleri yapılır, namaz kılmak ve oturmak için süslü yastıklar, minderlerle döşenmiş çadırlar kurulurdu. III. Selim zamanında Topkapı Sarayı’nın has bahçesinde (bir kısmı halen Gülhane Parkı) rengârenk bezlerden 189 halvet sokağı, dört adet on altı, bir adet on iki gözlü çadır, sekiz adet on iki hazneli çadır, yedi adet on sekiz gözlü çerge bir mutfak, on iki beyaz çadır ve daha pek çok teferruatı ihtiva eden büyük bir hazırlığın yapıldığı bilinmektedir (Uluçay, Harem II, s. 148). Çırağan, Yıldız, Beşiktaş gibi sarayların has bahçelerinde de halvetler gerçekleştirilirdi; bu gelenek imparatorluğun sonuna kadar devam etmiştir. Fransa’ya ilk dâimî büyükelçi olarak gönderilen Seyyid Ali Efendi, nevruz münasebetiyle Paris dışındaki korulukların birinde haremiyle birlikte bir halvet düzenlemiş, o zamana kadar böyle bir tantana görmemiş olan başşehir halkı saatlerce bunu uzaktan takip etmiştir.
Mevsimin elverişli olduğu zamanlarda saray bahçelerinin dışındaki mesire yerlerine arabalarla beylik geziler tertip edilirdi. Osmanlı toplumunda araba belirli kurallar çerçevesinde özellikle hareme mensup kadınlar için kullanılırdı; padişah da dahil erkeklerin arabaya binmesi âdet değildi. XIX. yüzyılda Abdülmecid zamanında harem kadınlarının araba ile şehirde gezmesi yaygınlaşmıştır. Bu yüzden padişahın emriyle Serasker Rızâ Paşa’nın saray arabalarını zincirle birbirine bağlatmış olduğu rivayet edilir. Bu tür geziler harem halkını çok sevindirir, geziye katılan sultanların arkasından ustalar, kalfalar ve câriyeler arabalarına binerek yola çıkarlardı; kafilenin önünde ve arabaların yanlarında hadım ağaları bulunurdu. Gidilecek mesire yerine önceden gerekli malzeme gönderilir, kafile bütün hazırlık tamamlandıktan sonra hareket ederdi. Meselâ 1798’de Sâdâbâd’a eğlenceye gidilmeden önce Mehterhâne’den bir mükemmel oba, üç takım çerge, elli adet karışık halvet-i hümâyun sokağı, çadırları döşemek için kırk yedi yastık, otuz dokuz minder, yirmi beş perde, on bir “oda ve murakka‘” gönderilmişti. Çadırları birbirine bağlayan halvet sokakları hanımların rahatça gezinti yapabilmeleri içindi. Haremde bayramlarda, kandil gecelerinde ve nevruzda bayramlaşmalar, merasimler ve şenlikler yapılırdı; ramazanın on beşinde hırka-i saâdetin ziyareti de önemli idi. Ayrıca çeşitli eğlencelerin düzenlendiği, oyunların oynandığı, bunun için dışarıdan tanınmış oyuncuların çağrıldığı bilinmekte, son devir hâtırat ve kaynaklarında bunlarla ilgili epeyce bilgi bulunmaktadır. XIX. yüzyılda sultanların kendi saraylarında da bu nevi eğlence ve oyunlara yer verilirdi. Ancak çok neşeli düğün ve şenliklerin yanında hüzünlü, sıkıntılı zamanlar da olurdu. Padişahların ölümü, özellikle öldürülmeleri, hal‘edilmeleri harem halkını günlerce yasa boğardı. 1648’de Vâlide Kösem Sultan’ın da yer aldığı bir tertiple Sultan İbrâhim’in ve daha sonra sevilen padişah III. Selim’in 1808’de öldürülmesi uzun süre unutulmamıştı.
Haremde mûsiki, daha önceki Türk devletlerinin, özellikle Selçuklular’ın saray haremlerindeki geleneğin bir devamı olarak başlangıçtan beri önemli bir yer tutmuştur. Sesi güzel, kabiliyetli câriyelere devrin tanınmış üstatları ders verir, ayrıca sarayda câriyelerden meydana gelen bir sâzende ve hânende heyeti bulunurdu. Sâzendeler genellikle kalfalık rütbesine kadar yükselirdi. Çeşitli kayıtlardan bilhassa XVI. yüzyılda bu konuya önem verildiği anlaşılmaktadır. Sarayda ud, kanun, kopuz, kemençe, ney, tambur, def gibi aletlerin çalındığı bilinmektedir (TSMA, nr. D. 7843; Uluçay, Harem II, s. 152). Haremde dersler meşkhânede verilir, bazan da câriyeler tanınmış bestekârların evine gönderilirdi. Bu arada meşk sırasında câriyelerle hoca arasında duygusal ilişkilerin yaşandığı olur ve çok defa câriye çerağ edilerek hocası ile evlendirilirdi. XIX. yüzyılda Batılılaşma ile birlikte sarayda mandolin ve özellikle piyano çalma moda haline gelmiş, sultanlar, şehzadeler, hatta kadınefendiler piyano dersleri almaya başlamışlardır. Aynı dönemde geleneksel mehterhâne de yerini bandoya bırakmıştır.
Yerli ve yabancı müellifler tarafından hakkında çok şey söylenmiş ve yazılmış olan Osmanlı hareminin altı yüzyılı kapsayan bir dönemde İslâm-Türk geleneğine uygun bir müessese olarak varlığını sürdürdüğü bir gerçektir. Harem ayrıca Enderun gibi uygulamalı bir mektep oluşturmuş ve başlıca bilgi, görgü, usul, erkân, düzgün konuşma, güzel iş yapabilme esasları çerçevesinde çok disiplinli bir eğitim vermiştir.
BİBLİYOGRAFYA
BA, MAD, nr. 422, 487.
TSMA, nr. D. 7843, 8075.
Selânikî, Târih (İpşirli), bk. İndeks.
Rycaut, s. 37.
D’Ohsson, Tableau général, VII, 62-86.
N. Penzer, The Harem, Philadelphia 1937.
Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, s. 158-166.
M. Çağatay Uluçay, Osmanlı Saraylarında Harem Hayatının İçyüzü, İstanbul 1959.
a.mlf., Harem II, Ankara 1971.
a.mlf., Padişahların Kadınları, tür.yer.
Sedad Hakkı Eldem – Feridun Akozan, Topkapı Sarayı, Ankara, ts., s. 53 vd.
Ayşe Osmanoğlu, Babam Abdülhamid, İstanbul 1960, tür.yer.
Safiye Ünüvar, Saray Hatıralarım, İstanbul 1964, tür.yer.
Şadiye Osmanoğlu, Hayatımın Acı ve Tatlı Günleri, İstanbul 1966, tür.yer.
L. P. Peirce, The Imperial Harem, Oxford 1993; a.e.: Harem-i Hümayun (trc. Ayşe Berktay), İstanbul 1996.
Ahmed Akgündüz, İslâm Hukukunda Kölelik-Cariyelik Müessesesi ve Osmanlı’da Harem, İstanbul 1995.
Abdurrahman Şeref, “Topkapı Saray-ı Hümâyunu”, TOEM, I-II/5-12 (1329), tür.yer.
Leyla Saz, “Saray ve Harem Hatıraları”, Yeni Tarih Dergisi, II, İstanbul 1958.
Susan Skilliter, “Three Letters from the Ottoman ‘Sultana’ Ṣāfiye to Queen Elizabeth I.”, Documents from Islamic Chanceries (ed. S. M. Stern), Oxford 1965, s. 119-157.
J. Deny, “Valide Sultan”, İA, XIII, 178-187.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1997 yılında İstanbul’da basılan 16. cildinde, 135-138 numaralı sayfalarda yer almıştır.
Türk-İslâm Mimarisinde Harem. Tarih boyunca, gerek halkın evlerinde gerekse idareci sınıfın saraylarında erkeklerin yaşadığı veya yönetim işlerini yürüttüğü bölümle (selâmlık) ailenin yaşadığı bölüm (harem) birbirinden ayrılmıştı. Bu ayırıma Eskiçağ’dan itibaren bütün kültürlerde, toplumların hayat tarzlarına uygun olarak rastlanır.
İslâm ve Türk dünyasında harem mimarisinin Osmanlılar’dan önceki gelişimi günümüze intikal etmiş birkaç saray örneğiyle takip edilebilmektedir. Emevîler’in Müşettâ (VIII. yüzyıl) ve Abbâsîler’in Ühaydır (IX. yüzyıl) saraylarında hânedan mensuplarına harem olarak, tören avlusunun ana eksenindeki taht eyvanının (divanhâne) arkasına sıralanmış “beyt” adlı birimlerin meydana getirdiği bölümün ayrıldığı görülür. Emevî halifelerinin çöl kasırları oldukları bilinen Kusayru Amre ve Hırbetü’l-Mefcer gibi özel yapılarda da figüratif süslemelerle desteklenmiş geniş hamam bölümlerinin bulunması bu yapıların dinlenme ve eğlenme mekânları olduğunu göstermektedir; ancak bunlar, ilk dönem Arap saraylarındaki harem yaşantısının niteliğini açıklamaktan uzaktır. Müslüman Arap saraylarındaki harem mekânlarının diğer bir örneği de XIII-XIV. yüzyıllarda aşamalı biçimde geliştirilen Elhamra Sarayı’nda bulunmaktadır. Özellikle hamam bölümünün dikkati çektiği harem yapıları bahçelerle birbirine bağlanmıştır (bk. ELHAMRA SARAYI).
Türkler’in İslâm dinini kabul ettikleri dönemde kurdukları Gazneliler’e ait Leşker-i Bâzâr saraylar kompleksinin (XI. yüzyıl) büyük sarayı önemli bir harem örneğine sahiptir. Dikdörtgen plan veren sarayın iç teşkilâtlanması, dört eyvanlı-avlulu bir selâmlık ve yönetim bölümü ile taht eyvanının her iki yanında yer alan harem yapılarından oluşur. Taht eyvanındaki iç duvar çemberinden geçişlerle ulaşılan harem mekânları, yine dört eyvanlı-avlulu küçük birer kapalı birim meydana getirmiştir. Bu sarayda Horasan yöresinin eyvanlı-avlulu (iç sofalı) ev şemasını görmek mümkündür. Kapalı ev planında merkezî bir iç sofaya açılan bu tür, ileride Türk konut mimarisini dış sofalı evleriyle birlikte ortaya çıkaran ana plan şeması olacaktır.
Kaynaklardan Büyük Selçuklular’ın birçok sarayının varlığı öğrenildiği halde bunların günümüze ulaşmış örneklerine rastlanmamaktadır. Bu yapıların da geniş bahçeler içinde bağımsız köşklerden meydana gelen veya eyvanlı-avlulu yapıları içeren saray kompleksleri olduğu düşünülür.
Anadolu Selçukluları. Türk-İslâm şehrinin ortasındaki muhkem bölümde (iç kale) yer alan ve yönetim merkezi-ulucami bütünlüğü gösteren sarayların bir parçasını harem bölümünün meydana getirdiği şüphesizdir. Bu tür sarayların Anadolu’daki en önemli örneği, Anadolu Selçuklu Devleti’nin başşehri Konya’daki Alâeddin tepesinde bulunmaktaydı. XII-XIII. yüzyıllarda şekillenen saray II. Kılıcarslan Köşkü kalıntısıyla günümüze ulaşmıştır (bk. ALÂEDDİN KÖŞKÜ). Bu sarayın camisi olan Alâeddin Camii’nin boyutları ve zengin süslemeleriyle höyüğün kapladığı alanın ölçüleri, komplekste söz konusu mekânlarla denge sağlayan bir harem yapılaşmasına gidildiğini gösterir. Bu tepenin üstünde Bizans döneminden kalan Amphglokios kilisesinin saray haremindeki hıristiyan asıllı câriye ve gözdelerin ibadetlerine tahsis edilmiş olduğu iddia edilir.
Türk saraylarının ikinci tipini şehir dışındaki ordugâh veya sayfiye sarayları teşkil eder. Su kıyısında bulunan ve daha sonra Osmanlı İstanbul’unda sahilsaray mimarisini meydana getirecek olan bu türün Anadolu Selçukluları’nda görülen örneği, Alâeddin Keykubad’ın 1236’da Beyşehir gölü kıyısına yaptırdığı Kubâdâbâd Sarayı’dır. Bu serbest yerleşimli yazlık sarayda harem dairesi, büyük saray bölümünün ana eyvanının yanlarında birkaç oda halinde teşhis edilmiştir. Bu plandaki bir haremin Selçuklu hânedanı harem mensuplarının tamamını barındıramayacağı bellidir ve çinilerinde görülen çeşitli insan ve hayvan figürlemesi, bu sarayın sadece yazlıkta eğlenceli bir harem hayatı yaşamak için yapıldığını düşündürmektedir. Alanya İçkalesi’ndeki fresk süslemeli kule, sarnıç ve koğuş türü yapılarla hamamdan oluşan ikametgâh planlaması ve Alara Kalesi’ndeki figüratif bezemeli bir hamamı bulunan kasır, Alâeddin Keykubad’ın fetihlerle, gezilerle, av partileriyle ve imar faaliyetleriyle biçimlenen yaşantısının haremi çağrıştıran yönünü, destekler mahiyettedir.
Beylikler ve Erken Osmanlı Dönemi. Beylikler döneminde irili ufaklı hânedanların saraylarında harem mekânlarının bulunduğu bilinmekteyse de bunlardan günümüze herhangi bir örnek ulaşmamıştır. Bunun sebebi, kuvvetli ve istikrarlı bir devlet yapısı gerektiren saray teşekkülünün dikkat çekici bir niteliğe kavuşamamış olmasıdır. Bu dönem saraylarının ahşap malzemeyle yapılmış birer büyük konut görüntüsü taşıdığı sanılmaktadır; yakınlarında yer alan ve bir sarayın varlığına işaret eden maksûreli camilerin tek başlarına ayakta kalabilmeleri bunu gösterir. Bu dönemde hızla gelişen Osmanlılar’ın devletleşme sürecinde dahi kurumlaşmış bir yönetim ve saray yaşantısı görülmemektedir.
Sarayların yönetim (selâmlık), enderun-harem-i hümâyun ve bîrundan (dış hizmetler) oluşan bölümlenmesi, güçlü kaynaklara sahip merkezî bir yönetim yapısına, kanunlarla açıklanmış devlet hukukuna ve imparatorluk ölçeğindeki hükümranlık alanına ihtiyaç gösterir. Erken Osmanlı döneminin Bursa, Manisa ve Edirne saraylarının hiyerarşik mekân dağılımı hakkında fikir yürütmek zordur. Ancak şehzadelerin Anadolu sancaklarına sancak beyi olarak tayin edilmelerinin XVII. yüzyıl başlarına kadar sürmesi Bursa, Manisa, Amasya, Konya gibi şehirlerdeki saraylarda birer harem dairesi bulunmasını gerektirir.
Sarây-ı Cedîd adıyla bilinen ve XIX. yüzyıl sonlarında tamamen harap olan Edirne Sarayı, kurumlaşmış Osmanlı imparatorluk sarayları hakkında bir fikir vermektedir. Osmanlı devlet mekanizmasının Fâtih Kanunnâmesi ile şekillendiği dönemin öncesinde yapımına başlanan (XV. yüzyıl ortası) bu saray, Tunca nehri kıyısında sınırlanmamış bir alan üzerine yerleştirilen yapılardan ve avlulardan meydana gelir. Sarayın ilk dönemlerinden kalan Bîrun ve Enderun yapılarının sıralanması Topkapı Sarayı’nın teşkilâtlanmasını hatırlatırsa da bu sarayın harem planlaması büyük ölçüde XVII. yüzyılda yapılan yeni düzeniyle bilinmektedir. Osmanlı saray haremi şemasını veren Edirne Sarayı’nın haremi, Topkapı Sarayı’ndaki gibi Enderun Avlusu ile Alay-Divan Meydanı’ndan oluşan selâmlık bölümünün yanında geniş bir alanı doldurur.
Cümle kapısının gerisinde bulunan Harem Ağaları daireleri ve Baltacılar Ocağı haremin giriş ve hizmet yapılarıdır. Ardından diğer mekânlar Vâlide Sultan Taşlığı çevresinde hiyerarşik düzenle sıralanır. Bunlar, haremin Enderun Avlusu’na bitişen kenarında koğuş düzeninde yer alan Kadınefendiler Dairesi ve bu yapıya bağlanan IV. Mehmed Dairesi, II. Sultan Ahmed Dairesi (sultan has odası), Hünkâr Sofası ve Hamamı, Vâlide Sultan Dairesi, Câriyeler Dairesi ile Hastalar Sofası’dır. Bu kanadı oluşturan yapıların teşekkülü Topkapı Sarayı Haremi’nin XVI. yüzyıl sonlarındaki kurumlaşmasının bir tekrarı gibi görünmektedir. Haremin bütünlüğü, Hatice Turhan Vâlide Sultan’ın has bahçeye yaptırdığı Şehvâr Havuzu ve köşklerden meydana gelen harem bahçesiyle genişletilmiştir. Bu düzenleme, Topkapı Sarayı’nda harem ve Has Oda arasındaki Sofa-i Hümâyun alanının tekrarıdır. Edirne Sarayı harem dairesinin Topkapı Sarayı harem dairesine benzemesi, XVII. yüzyılın ikinci yarısında IV. Mehmed ve annesi Hatice Turhan Sultan liderliğinde saray teşkilâtının uzun süre Edirne’de kalmasıyla ilgilidir.
İlk dönemlerin Osmanlı saray haremleri hakkında kesin bilgilere ulaşılamamasının bir sebebi de ilk Osmanlı sultanlarının haremlerini, câriyelerin yanı sıra komşu hükümdarların prensesleriyle kurmalarıdır. Osmanlı yönetiminden fedakârlık bekleyen bu prensesler, Osmanlı saray hareminin hukukî bütünlüğünü ve merkezî kurumlaşmasını engellemişlerdir. İlk hükümdarların bu tip siyasî nikâhlanma şartları ve törenleri hakkındaki bilgiler, bu kadınların, sultanların mutlak otoritesindeki bir harem kavramına uygun olmadıklarını göstermektedir.
İstanbul ve Osmanlı Sarayı. Osmanlılar’ın 1453’te Bizans İmparatorluğu’nun başşehrini fethettikleri Fâtih Sultan Mehmed dönemi, devlet teşkilâtlanmasının da büyük ölçüde tamamlandığı bir dönemdir. “Fâtih Kanunnâmesi” adıyla bilinen düzenlemeye göre kapıkulu sistemi devlet kurumunu oluşturan esas unsurlardan biridir. Kapıkulu teşkilâtlanması ile Osmanlı sultanının iradesi mutlakiyet kazanmıştır. Buna göre devşirme gençler arasından seçilen bir bölüm, saraya bağlı Enderun’da eğitilerek devlet yönetimine katılmaktadır. Osmanlı yönetim mekanizmasını ve saray düzenini teşkil edecek kadroları yetiştiren Enderun teşkilâtı en seçkin örneğini, Topkapı Sarayı’nda Harem-i Hümâyun adıyla da geçen Enderûn-ı Hümâyun bölümüyle verir. Bu dönemde harem kelimesinin, sadece sultanın ailesini ve özel yaşantısını tanımlamak amacının dışında bütün saray için kullanılması Osmanlı sarayının protokol kurallarına bağlı, kutsiyet kazanmış bir kurum olmaya başladığını gösterir.
Osmanlı sarayı harem teşkilâtında gayri müslim kadınların devşirilerek câriye adıyla istihdam edilmesi, Topkapı Sarayı Harem Dairesi’nin geliştiğini gayet açık biçimde ortaya koyar. Bu düzenlemeden sonradır ki sultanların buyruğunda harem ağaları, dârüssaâde ağası (kızlar ağası), câriyeler, kalfalar, ustalar, haznedarlar, ikballer, kadınefendiler, vâlide sultanla şehzadeler ve hanım sultanlardan oluşan harem halkının yaşadığı dairelerin gelişimi ve kimlikleri anlaşılmıştır.
Enderun’da saraya bağlı olarak yetişen kapıkulu ağaları ve saray hareminden çerağ edilen câriyelerin evlendirilip devlet hizmetinde görevlendirilmesi Osmanlı merkeziyetçiliğinin boyutlarını gösterir. Devlete, sarayda eğitilen ve evlendirilen kapıkullarından oluşan bir kadro oluşturma fikri, bir aile müessesesi olan haremin Osmanlı devlet sisteminde kurumlaşması demektir. Haremin İslâm toplumu ve mimarisindeki gelişimi bu bakımdan Osmanlılar’da farklı olmuştur. Osmanlı sarayı için harem, sadece dinî ve sosyal bir kurum değil merkeziyetçiliği sarayda sonuçlandıran, Osmanlı saray ve hânedanını Enderun-harem halkıyla bütünleştirerek devleti yönetecek kadroyu oluşturan siyasî bir kurumdu. Osmanlı Devleti çok uluslu ve geniş yüzeyli bir imparatorluk oldukça devlet reisinin evi saray ve o evin özel düzeni harem, kamu düzenine kadro yetiştirmeyi üzerine almıştır. Saraya ve hânedana Enderun ve harem kadrosuyla bağlanan üst düzey kamu yönetiminden itaat ve hizmet beklenirken liyakat ve rekabet şartlarının geçerli olduğu bu ortamda saray, sisteme belirgin bir serbestlik ve mesafe ile katılıyordu. Klasik Osmanlı döneminde Harem-i Hümâyun adıyla bilinen saraydaki Enderun ve harem teşkilâtı, bu sebeple bütünlük gösterir ve devletin vazgeçilmez bir kurumu olarak resmiyet kazanır (Peirce, tür.yer.). Harem düzeni ve mimarisinin Osmanlı tarih ve sanatındaki yeri, dünyanın diğer saraylarında Osmanlılar’daki kadar hacimli değildir. Harem kurumlaşmasının bu genişlikte ele alınışının ilk örneği olan Eski Saray, sisteme eğitilmiş câriye yetiştiren teşkilâtı olarak sürekli Topkapı Sarayı ile birlikte çalıştı.
Osmanlılar’ın İstanbul’da ilk kurdukları saray, Beyazıt ve Süleymaniye semtlerinin bir bölümünü kapsayan Eski Saray’dır (Sarây-ı Atîk). Düz bir surla çevrelenen sarayda, bahçeler içine yerleştirilmiş köşkler ve daireler geniş bir harem ve selâmlık bölümü oluşturuyordu. Şehrin ortasında serbest, mesafeli ve güvenli bir saray yaşantısına uymayan konumuyla bu saray, daha Fâtih Sultan Mehmed döneminde selâmlık işlevini yitirmişti. Ancak XVI. yüzyıl sonlarına kadar Eski Saray’ın padişahların harem halkını barındıran bir yapı olduğu bilinir. Önceleri Topkapı Sarayı’nı bir yönetim ve selâmlık sarayı gibi kullanan sultanlar Eski Saray’a sık sık gitmişler veya bu saraydan Topkapı Sarayı’na haremlerini çağırmışlardır (Menavino, s. 135-136; Angiolello, Maria Angiolello e di un suo, s. 33; a.mlf., Historia Turchesca, s. 128). Padişahların İstanbul’dan çıkmadığı XVI. yüzyıl sonlarından itibaren vâlide sultanlar yönetimindeki harem halkının Topkapı Sarayı’na taşınmasıyla da Eski Saray bir harem sarayı olma özelliğini sürdürmüştür. Önceki padişahların harem halkı bu sarayda yaşamış, ölen veya tahttan indirilen sultanların harem halkının da Topkapı Sarayı’ndan tekrar Eski Saray’a dönmesi gelenek halini almıştır. Bu sebeple oğlu tahta çıkan bir vâlide sultanın “vâlide alayı” denilen bir törenle Topkapı Sarayı’na nakli, o padişahın hareminin de âdeta resmen tescil edilmesi anlamına gelmiştir. Büyük yangınlar ve yenilemelerle süreklilik kazanan Eski Saray teşkilâtı II. Mahmud’un ıslahatıyla işlevini yitirdiğinden lağvedilmiştir.
Topkapı Sarayı Harem Dairesi. Harem kurumlaşmasının Osmanlı sistemindeki zirvesini, sultan ve hânedanın resmî ikametgâhı olan Topkapı Sarayı Harem Dairesi oluşturur. Çeşitli dönemlerde değiştirilerek büyütülen bu saray külliyesinin, haremin zamanla gelişen hiyerarşik kurumlaşmasını yansıtan bir mimari düzenleme ile yapıldığı anlaşılmaktadır. Harem kurumlaşmasının gelişimi bilinmediği takdirde Osmanlı saray haremlerinin mimari yerleşimini bu girift yapılar içinde tanımlama imkânı yoktur. Bu sebeple Topkapı Sarayı Harem Dairesi’nin yapılaşması bilim çevrelerinde tartışma konusu olmuştur. Tarihî kaynakların yönlendirmesi, yapıların dönemleri ve kitâbelerle haremin tarih boyunca gizlenmesi bu belirsizliğin sebepleridir. Bütün bu kaynakların beraberce ve bir uyum içinde ele alınması ile haremin yapılaşması hakkında tutarlı sonuçlara ulaşmak mümkündür. Buna göre, Topkapı Sarayı Harem Dairesi’nin gelişimi beş ana döneme ayrılır.
1. Dönem. Sarayın inşa edildiği 1478 yılından Kanûnî Sultan Süleyman zamanına kadar olan ilk dönem. Hiyerarşik bir düzene göre planlanmış bir saray teşkilâtında harem yapılaşmasının varlığı gerekmekle birlikte bu ilk döneme ait kitâbeli bir harem yapısı yoktur. Ancak bu, Topkapı Sarayı’nın harem dairesi alanına yer vermeyen bir yapı olduğunu da göstermez. İç saray planı, Fâtih dönemi yapı anlayışına uygun bir geometrik bütünlüğe sahiptir. İç saray bölümünün İstanbul Limanı yönündeki kenarını, varlıkları XV. yüzyıldan beri bilinen Has Ahır ile Has Oda önündeki ana duvar oluşturur. Bu duvarın harem hizasında da devam ettiği, Harem Havuzu’nu destekleyen duvardaki bir Bizans lahdini içeren Fâtih dönemi çeşmesinden anlaşılır. Duvarın sınırladığı bölüm ilk dönem harem yapılarının olduğu alandır.
İlk dönem harem alanının belirlenmesine imkân veren diğer yapılar, Adalet Kulesi ile Dârüssaâde Ağası Dairesi yanındaki Harem Cümle Kapısı’dır. Bir Fâtih dönemi yapısı olan Adalet Kulesi, ilk haliyle her yönden serbestçe yükselen bir burç idi. Bu kulenin önündeki Büyük Biniş denilen at rampası, sultanların cülûs ve tebdil amacıyla kullandıkları, Has Bahçe’ye bağlanan konumuyla yeri değişmemiş bir ulaşım sistemiydi. Adalet Kulesi’nin yanında haremi gizleyen Kubbealtı ise Kanûnî Sultan Süleyman döneminde yapılmıştır. Eski Dîvân-ı Hümâyun binası Bâbüssaâde yanında idi. Kubbealtı’nın arkasındaki Hazîne-i Âmire binasının da Kanûnî Sultan Süleyman devrinde yapıldığı sanılmaktadır. Böylece Kanûnî Sultan Süleyman dönemine kadar haremin günümüzdeki birinci taşlığını teşkil eden Harem Ağaları Taşlığı’nın çevresinde Adalet Kulesi ve Büyük Biniş’ten başka bir yapı bulunmadığı görülür. Varlığı XV. yüzyıla kadar giden ve XVI. yüzyıl sonlarında genişletilen Zülüflü Baltacılar Koğuşu sürekli harem teşkilâtı ile yakın olmuştur. Zülüflü Baltacılar Ocağı’nın varlığı bu yönden haremi sınırlamaktadır. Haremin ilk dönemdeki görüntüsünü belirleyen diğer eksen ise Bâbüssaâde’nin bulunduğu ana duvardır. Divan Meydanı’nı Enderun Meydanı’ndan ayıran bu duvar, haremde de hânedanın yaşadığı bölümü harem ağalarının bulunduğu taşlık ve yapılardan ayırır. Şu halde Kanûnî Sultan Süleyman dönemine kadar haremin önü boştu.
Topkapı Sarayı Harem Dairesi, şimdiki cümle kapısından başlayıp haremi Enderun Avlusu’ndan ayıran Altınyol koridoruyla sınırlanan, bahçeler yönünde söz konusu duvarla belirtilen ve Has Oda yönünde de I. Selim Kulesi ile korunan bir alanı dolduruyordu. Bu alanda harem yapılaşmasının merkezini Vâlide Sultan Taşlığı oluşturuyordu. Bu taşlığı daha XV. yüzyıldan itibaren sınırladığı bilinen yapı uzun Altınyol koridorudur. Bu koridor, Enderun avlusuna bitişik iki kat yüksekliğindeki konumuyla sultanları Has Oda’dan Adalet Kulesi’ne kadar dolaysız biçimde ulaştıran önemli bir geçittir. Bu koridorun açıldığı cümle kapısı arkasındaki nöbet yeri, ilk dönemden beri görüntü ve işlevini yitirmemiş bir yapı olmalıdır. Nöbet yeri önünde Ustalar Dairesi denilen kanat, Vâlide Sultan Taşlığı’na uzanan konumuyla ilk dönem hareminin şekillenmesinde önemli bir unsurdur. Bu daire, Altınyol ve Baş Haseki Dairesi ile çevrelenen Vâlide Sultan Taşlığı’nın çift katlı bir revak düzenine de sahip bulunduğunu ortaya koyar.
Alt kat planında dörtlü oda düzenini koruyan ve Başhaseki Dairesi olarak bilinen yapı ile Enderun Avlusu’ndaki Has Oda (Mukaddes Emanetler Dairesi) arasındaki benzerlik dikkat çekecek ölçüdedir. Bu şemanın her iki yapıda da görülmesi, Başhaseki Dairesi’nin erken dönemde, padişahların Topkapı Sarayı Harem Dairesi’ndeki Has Oda’dan ve Eski Saray’dan getirttikleri harem halkının yaşadığı yer olduğunu gösterir. İlk dönem haremi Has Oda yönünde ise I. Selim Kulesi ile selâmlık bölümüne bağlanıyordu. Hamamlı bir kule şeklinde olan bu yapı ve çevresindeki alan, özellikle XVII. yüzyılda Şimşirlik Bahçesi adı altında şehzadelerin yaşadığı bölümü oluşturmuştur. Has Oda ile yakınlığından dolayı haremin bu yönü daima Mâbeyin ismini alacaktır. Gözdeler ve Vâlide taşlıklarının I. Selim Kulesi, Altınyol, Başhaseki Dairesi, yine Altınyol, Ustalar Dairesi ve cümle kapısı ile kuşatılmış ve dördüncü yönünün manzaraya açık bırakılmış olması dış sofalı ev şeması göstermektedir. Bu şema harem bahçesine merdivenlerle bağlanıyordu. Dairelerin revaklı, çıkıntılı ve mahfuz görüntüsü, o dönem saraylarında kale tarzı bir üslûbun bu sarayda da tekrarlandığını gösterir.
2. Dönem-Kanûnî Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan Dönemi. XV. yüzyıl yazarlarından Iacopo de Promontorio, Topkapı Sarayı’nın kadınların yaşadığı bölümleri de içeren tam teşekküllü bir saray olduğunu belirtmiştir (Fr. Babinger, Die Aufzeichnungen des Genuesen, s. 34, 37-39).
Kanûnî Sultan Süleyman’ın saltanatının başlangıcında Topkapı Sarayı’nda yapılan çeşitli inşaatlara dair belgelerde (BA, MAD, nr. 17884, s. 53-54, 69,71; BA, KK, nr. 7097, s. 22, 24, 58) Sarây-ı Duhterân denilen kızlar bölümüne ait onarımlardan bahsedilmesi, sarayda kadınlarla ilgili bir yapılaşmanın olduğunu göstermektedir. Ayrıca XVI. yüzyılın bazı Batılı kaynakları Sultana Sarayı dedikleri yapılar grubunun varlığına temas eder. Evliya Çelebi, 1541 yılında Eski Saray yangınından sonra haremin Topkapı Sarayı’na taşındığını belirtir. Saray haremindeki tam teşkilâtlı hayat bu tarihte başlamış olmalıdır. Ayrıca Hürrem Sultan gibi tarihî olayları etkileyen bir kadının varlığı Topkapı Sarayı Haremi’nin yapılaşması için önemlidir. İmparatorluğun XVI. yüzyıl ortalarında ulaştığı zirve, artık saray kurumlaşmasının tamamlanmasını ve tek bir yapıda toplanmasını gerektirmiştir. Bu husus, merkezî gücün tek bir sarayda temsil edilmesi kadar tabii gücünü ve sınırlarını bulmuş Osmanlı sisteminin saray yaşantısında nitelik değiştirdiğini de gösterir. Artık sürekli saray dışında savaşların belirlediği siyasî olayları yönlendirmeye koşan sultanlar yerlerini, elde ettikleri kazançları başşehirden ve saraydan yöneten hükümdarlara bırakmıştır. Bundan sonra dünyaya karşı bir hâkimiyet sembolü olan, hiyerarşik düzeni belli Topkapı Sarayı’nda yaşayan padişah ve Dîvân-ı Hümâyun ile gerçekleşen icra saray ve özellikle harem tarafından yönlendirilecektir. Tarih içinde çeşitli değişiklikler geçiren ve ünü ile birlikte açıklanması zorlaşan harem yapılaşması, bu sistemin devlet içinde oynadığı rol ile gözler önüne konulabilmektedir.
1534’te Kanûnî Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa Sultan’ın ölümüyle serbest kalan Hürrem Sultan’ın padişah üzerindeki otoritesi, onu çocuklarıyla birlikte Topkapı Sarayı’na gitmeye yöneltmiştir. Bu dönemdeki harem yapılaşmasının sebebini, Topkapı Sarayı’nda sürekli oturan ilk padişah eşi olduğu bilinen Hürrem Sultan ile çocuklarının ihtiyaçlarını görecek kadro teşkil etse gerektir. Nitekim Harem Ağaları Koğuşu, bu daireyle mimari ve mantıkî bir bütünlük içinde birleşen Câriyeler-Kalfalar Dairesi ve Büyük Biniş yönündeki Harem Ağaları Hamamı, XVI. yüzyıl erken klasik üslûbunun izlerini taşıyan yapılardır. Câriye Taşlığı çevresindeki kalfa, câriye gibi kadınların yaşadığı daireler ilginç ve girift bir planlamayla iki katlı bir yapılaşma gösterir. Câriye Koğuşu, Câriye Taşlığı’nı bir avlu haline getirmeye başlayan ilk yapıdır. Sürekli bir ikamet için gereken o dönemdeki Harem Hamamı’nın da bu bölümdeki Câriye Hamamı olduğu düşünülebilir. Bu koğuşun ana kattaki denetlemeye yönelik mimari düzeni padişah gözdelerine ayrıldığını akla getirmektedir.
Bütün bu yapılaşmaya rağmen harem alanında ayrıca bir de padişahın Hürrem Sultan’la kaldığı köşk benzeri bir dairenin olması gerekir. Nitekim 1537 civarında İstanbul’da bulunan Bassano ile 1574-1592 yılları arasında sarayda doktorluk yapan Domenico Hierosoliminato’nun anlattıklarına göre bu bölgede altıgen ve yer yer neceflerle süslü ilginç görünümlü bir köşk vardır. Bu köşk, haremde daha sonra yapılan inşaatlar sırasında yıktırılmış olmalıdır (Bassano, vr. 17a, 24a). Hürrem Sultan’ın 1558 yılında Eski Saray’da öldüğü bilinmekte ve bu durum orada daha geniş bir harem teşkilâtının bulunduğunu göstermektedir (Dernschwam, s. 36, 136, 138).
Padişahtan sonra sultan ailesinden ilk olarak Haseki Sultan’ın Topkapı Sarayı’na taşınması, bir eğitim ve kadro kurumu olan Enderun ve harem teşkilâtının zamanla hânedanla birlikte devleti tek elden yöneten saray kavramının oluşmasıyla ilgilidir.
3. Dönem-III. Murad Dönemi. Yüzyıl sonunda çok daha geniş yetkilere sahip olan vâlide sultanın hareme taşınmasıyla sultanın otoritesini hânedan, Enderun ve haremden oluşan saray kurumu mutlaklaştıracaktır. Bu bütünlüğe, padişahın kızlarıyla evlendirilen ve devletin üst yönetiminde görevlendirilen kapıkulu damatlar da katılacaktır. Saray, böylece harem kurumuyla devleti yönetecek kişileri kendine bağlamaktadır. Haremin sistemindeki sembolik ve bağlayıcı önemi, sistemi merkezîleştirmedeki rolünden ileri gelir. Saray için devşirilen kadın ve erkekleri Harem-i Hümâyun adı altında saray terbiyesiyle eğiterek birbirleriyle evlendirmek ve devlet hizmetinde görevlendirmek, haremin sistemdeki yerini sağlamlaştırarak resmîleştirmiştir. Bu önemli hususu hesaba katmadan Osmanlı saray haremini hayalî bir erotizm ve karizma unsuru olarak tanımlamak yanlıştır.
XVI. yüzyılda siyaset ve kültür alanında zirveye çıkan Osmanlılar’ın mimaride ortaya koyduğu klasik üslûp, saray ve harem yapılarında ihtişamlı bir hiyerarşi ve anıtsal kamu mimarisiyle kullanılmıştır. Özellikle yüzyıl sonunda vâlide sultanın saraya gelmesiyle tamamlanan harem teşkilâtı, önceki dönemin sultana bağlı ve sınırlı harem alanının önünde sultan, vâlide sultan ve kadınefendilerden oluşan üst düzey hânedan fertlerinin dairelerinden kurulu görkemli ve hiyerarşik bir harem yapılaşmasına sebep olmuştur. Haremdeki bu kuruluş Osmanlılar’ın sonuna kadar diğer saraylarda da korunmuştur (kurumlaşma mimari düzeni yaratmıştır). Harem kurumlaşmasının son aşamasını Sultan III. Murad dönemi oluşturur. 1578 yılında III. Murad’ın Mimar Sinan’a yaptırdığı ve padişahların Has Oda olarak kullandıkları kasırla (BA, MAD, nr. 148, s. 68; nr. 436, s. 32; nr. 5633, s. 65; nr. 6019, s. 78) haremin diğer ucundaki Câriye Koğuşu arasında Câriye ve Vâlide Sultan taşlıkları, 1587 tarihli Araba Kapısı üzerindeki kitâbenin de gösterdiği gibi önemli yapılarla kapatılarak birer avlu haline getirilmiştir (TSMA, nr. D. 34, vr. 52b; nr. 447, vr. 74a; BA, MAD, nr. 3903, s. 72; nr. 6019, s. 78; BA, KK, nr. 7102, s. 435). Üst düzey harem ve hânedan halkının Topkapı Sarayı Harem Dairesi’ne taşınması ile sonuçlanan ve yaklaşık on yıl süren bu inşaat döneminde Câriye Taşlığı’nın önüne Kadınefendiler Dairesi’nin, Vâlide Sultan Taşlığı’nın önüne kubbeli ve şahnişli bir sofa ile makam (yatak), namaz odası, manzaraya açılan balkon, alt ve üst katlara ulaşan merdivenler, mutfak ve giriş koridorundan oluşan revaklı Vâlide Sultan Dairesi’nin, çifte hamam planındaki Vâlide ve Hünkâr hamamlarının önüne de daha sonra I. Abdülhamid Odası olarak bilinen ve XVIII. yüzyılda mimari görünüşü değiştirilen Has Oda ile cülûs ve bayramlaşma törenlerinin, eğlencelerin yaşandığı Hünkâr Sofası’nın ve nihayet III. Murad Has Odası’nın yapılmasıyla önceki dönemlerin harem yapıları manzaraya kapanarak geriye itilmiş, böylece harem hiyerarşisini aşamalı bir mekân ve cephe düzeniyle sunan Kadınefendi, Vâlide Sultan ve Hünkâr daireleriyle yeni harem yapılaşmasının esası oluşturulmuştur. Bu sıralama Mimar Sinan, Dâvud Ağa ve klasik okulun elinde strüktürel bir alt yapı ve cephe anıtsallığı ile kurulmuş, muhteşem harem cephesi bundan sonra sarayı niteleyen en önemli görüntü olarak kalmıştır. Bütün bu dairelerin altında yüzlerce câriyenin koğuş nizamı ile yaşadığı alt yapılar üç katlı bir pencere düzeniyle dışarıya açılmakta ve bu koğuşlar, hânedanın yaşadığı ana kata cüretli bir konsol takımıyla bağlanmaktadır.
Bu dönemin bir yapısı da cümle kapısı önünde yer alan ve üst katında Şehzadeler Mektebi’ni barındıran Dârüssaâde Ağası Dairesi’dir (BA, MD, nr. 7, s. 758, 759, 878; BA, MAD, nr. 436, s. 32; nr. 4435/56; BA, KK, nr. 1771, s. 108; nr. 7102, s. 435). III. Murad döneminde Harem ağalığı görevinin Dârüssaâde ağalığı adı altında Bâbüssaâde ağalığından ayrılması, Harem Ağaları Taşlığı’na bu ağa için hamamı, sofası, yatak odası bulunan iki katlı ayrı bir dairenin yapılmasını gerektirmiştir. Bu dairenin üst katındaki Şehzadeler Mektebi denilen oda XVII. yüzyıl çinileriyle kaplıdır ve I. Mahmud’un Dârüssaâde Ağası Beşir Ağa tarafından yeniden dekore ettirilen odanın süslemeleri Osmanlı sanatındaki rokoko üslûbunun ilk örnekleri arasındadır. Taşlığı Enderun Avlusu’na bağlayan ve Hazîne-i Âmire içinden bir koridor alınarak meydana getirilen geçit de bu dönemde açılmış olmalıdır.
Osmanlı kültür ve sanatının zirveye çıktığı XVI. yüzyıl sonunda harem yapılarının zengin bir çini ve kalem işi dekoru ile ahşap bir döşemeye sahip bulunduğu, bu dönemden kalmış tek özgün yapı olan III. Murad Has Odası’nın iç mekânından anlaşılmaktadır. Harem Dairesi’ne bu dönemde eklenen diğer bir unsur da Gözdeler Taşlığı altına yapılan büyük havuzdur.
4. Dönem. XVII. Yüzyıl. Bu dönemde Eski Kadınlar Dairesi, alt katında padişahın başhasekisinin, üst katında Altınyol Koridoru’ndan ekleme yapılarak genişletilen Şehzadeler Dairesi’nde şehzadelerin yaşadığı bir bina olarak kullanılmıştır (BA, MAD, nr. 3903, s. 72; nr. 5633, s. 65). 1665 harem yangınının arkasından son şeklini alan bu dairenin üst katında Has Oda görüntüsü veren Sultan Mustafa Odası XVII. yüzyıldaki Veliaht Şehzade Dairesi olmalıdır. Şehzadeler Dairesi, dramatik tarihine uygun biçimde Cevrî Kalfa Merdiveni ile de Altınyol’a bağlanır. Padişahların has odası olan III. Murad Has Odası’na ve Hünkâr Sofası’na Çeşmeli ve Ocaklı sofalarla bağlanan bu daire ile padişah dairesinin oluşturduğu bütünlük, haremin diğer yerlerinden rahatlıkla tecrit edilebilen bir mahremiyet sağlardı.
Saltanatta ekberiyet usulünün kabulü ve şehzadelerin haremde yaşatıldığı bu devrin en büyük yapı grubu, Şehzadegân ve Şimşirlik daireleridir. Tahta çıkmadıkça sisteme harem kadınları ve Enderun halkı gibi katılamayan şehzadeler için haremde söz konusu daireye I. Selim Kulesi ve Şimşirlik Bahçesi yapıları ile XVI. yüzyıl sonunda bu kadro için oluşturulduğu düşünülen Fil Bahçesi alanı yapılmıştır. Hal‘edilen sultanların da yaşadığı bilinen haremin bu en geniş yapı grubu Şimşirlik Kafesi olarak adlandırılırdı.
Harem XVII. yüzyılda önemli bir şema değişikliği görmemiştir. 1608’de I. Ahmed, III. Murad Has Odası önüne pâyelere oturtulan küçük bir has oda eklemiş, yüzyılın ortalarında da ayrı tarihlerde yapılan Çifte Kasırlar III. Murad Has Odası’nın yanındaki yerlerini almıştır. Haremde padişahları ilgilendiren bu binaların bir saltanat alâmeti gibi has oda olarak yapıldığı bellidir. Bu yüzyılda harem için sembol yapılardan biri de Ocaklı Sofa’dır. 1665 harem yangınından sonra son şeklini alan bu sofa padişah evinin merkezini teşkil etmektedir. 1665 yılında Harem Dairesi’nde çıkan yangının Hünkâr Sofası’ndan itibaren Kubbealtı’na kadar bütün mekânları kapsadığı bilinir. Yangının mekân şemasını değiştirmediği, yalnız dekorasyonda bir değişikliğe sebep olduğu düşünülebilir (BA, MAD, nr. 908).
Bu dönemde, giderek artan harem nüfusunu aynı sistem içinde yaşatabilmek için Osmanlı klasik oranlarıyla inşa edilmiş yapıların küçültüldüğü ve bunlara ikinci katların eklendiği görülür; Vâlide Sultan Dairesi’nin altı odalı ve Şehzadeler Dairesi’nin çok odalı üst katları gibi. Bu durum, Harem Ağaları ve Câriye koğuşlarında ikinci ve üçüncü katların, hatta asma kat ve tavan arası odalarının yapımına kadar götürülerek hareme romantik bir atmosfer kazandırılmıştır.
XVII. yüzyılda inşa edilen bir yapı grubu da Câriye Taşlığı’na kırk merdiven ile bağlanan ve ayrı bir avlu çevresinde kat kat koğuşlarla oluşturulan Harem Hastahanesi’dir. Klasik bir revaklı-avlu plan veren bu hastahanenin gasilhânesi, hamamı ve meyyit kapısı bulunmaktadır.
5. Dönem. XVIII-XIX. Yüzyıllar. Lâle Devri’nin başında III. Ahmed, Hünkâr Sofası ile I. Ahmed Odası arasına Yemiş Odası denilen mekânı yaptırmıştır. Aynalara da yer verilen bu odadaki tasvirler, minyatür üslûbundan Batı’nın perspektif anlayışına geçişi gösterir. Çağın değişmesiyle artık klasik harem yapılarının sultanlarla aileleri tarafından tercih edilmemesi üzerine ya aynı yapılar içinde mekânların dekorasyonunun değiştirilmesine veya yeni yapıların inşasına başlandı. XVIII. yüzyıl ortasında Fransız etkilerinin saray sanatına yansıdığı dönemde I. Mahmud ve III. Osman, Hünkâr hamamlarının önündeki odanın ve şahsî eşyalarını koydukları Hazine Odası’nın (Taş Oda) bezemelerini rokoko üslûbuna göre yeniden düzenlettiler ve Hünkâr Sofası, Baş Haseki Dairesi’nin alt katı ile Vâlide Sultan Dairesi’nin girişi yanındaki revak bölümünden alınma odayı da (Vâlide Şahnişi) aynı üslûpta yoğun bir süslemeyle kaplattılar. Daha sonra Hünkâr Sofası önündeki bahçeye âbidevî bir alt yapı üzerinde yükselecek şekilde mermer bir terasla (III. Osman Taşlığı) şahnişli ve üç odalı III. Osman Köşkü yapıldı. Sultanın haremde barok kabartmalı mermer ve Tekfur Sarayı üretimi çinilerle yenilediği bir mekân da Harem Camii idi.
Klasik yapılarda oturmak istemeyen sultanlar bu dönemde haremin yapılaşmaya uygun tek alanı olan Mâbeyin bölümündeki I. Selim Kulesi’ni küçülterek tonozlar üzerinde geniş bir teras kazandılar. Kuleden kazanılan alanın alt katına Aynalı Oda’yı da içeren I. Abdülhamid Dairesi yapılırken üst katına da yine rokoko dekorasyonla ve ahşap malzemeyle yeni Baş Haseki Dairesi eklendi; şehzadelere de Çifte kasırlar verildi. Klasik dönemlerin haremdeki selâmlık ve şehzadegân-şimşirlik dairelerinde temsil edilen iktidar rekabetinin değişmeye başladığını gösteren bu yapılaşma ile kadınlar bu alana girmeye ve şehzadeler saray dışına çıkmaya başlamışlardır. Bu dönüşüm, söz konusu dairelerin büyük ölçüde yıkımını da gerektirmiştir. Rokoko süsleme, en güzel görüntülerinden birini Topkapı Sarayı’nda yaşayan son padişahlardan III. Selim döneminde bu sultanın haremdeki dairelerinde verdi. Bu odalar, 1790’lardaki zevki belgeleyecek şekilde klasik harem cephesindeki yerlerini aldılar. Haremdeki son yapılaşmayı ve sultanın yenilikçi fikirlerini coşkun bir rokoko zenginliğiyle sunan bu daireler, III. Selim ve vâlidesi Mihrişah Sultan’ın yan yana odalarından oluşur.
XVIII. yüzyılda Topkapı Sarayı adıyla geçen önemli bir harem yapılaşması da sarayın Sarayburnu ve Marmara yönündeki Has Bahçe’ye inşa edilen ahşap sahilsarayla gerçekleşmiştir. 1794-1802 yılları arasında Viyana Schönnbrunn Sarayı bahçıvanının kardeşi Jacob Ensle tarafından yapılan bahçe düzenlenmesinin yanı sıra, bu yıllarda III. Selim’in mimarı olan A. I. Melling de sarayın selâmlık bölümünü meydana getiren Yeni Köşk’ü inşa etmişti. Selâmlık, Mâbeyin Kasrı olarak kullanılan Hasan Paşa Köşkü’nün yanında, Sarayburnu’nda yer alan revaklı geniş bir avlu çevresindeki kadınefendi ve câriyelerin yaşadığı bölüme bitiştirilmişti. Bu avlunun selâmlık tarafı mutfak ve câriye koğuşları, deniz cephesi Başkadınefendi Dairesi ve diğer yanları da Kadınefendi daireleriyle çevriliydi. Avludan, Sarayburnu’ndaki kuleli Topkapı ve Mermer Köşk tarafında bulunan Kızlar Ağası ve Vâlide Sultan dairelerine geçiş vardı. Bahçe düzeni ve rokoko iç dekorasyonunun yanı sıra iç mekân yaşantısının zenginliğiyle Topkapı Sarayı kıyısında uzayıp giden sahilsaray, yabancı mimar ve bahçe tasarımcılarının Osmanlı sarayında yaptıkları bilinen ilk bina olmasıyla da önem taşımaktadır; ancak 1863 yangınında tamamen yok olmuştur.
II. Mahmud ile birlikte sanatta görülen empirleşme, Topkapı Sarayı harem mekânlarının duvarlarında mimari perspektif konulu freskler halinde kaldı. Çünkü yeniçeri ayaklanmaları tehlikesini bu teşkilâtla birlikte ortadan kaldıran II. Mahmud, Beşiktaş ve Çırağan sahilsarây-ı hümâyunlarını saltanat makamı olarak seçti. 1856 yılında resmî saray erkânının ve hânedan mensuplarının Dolmabahçe Sarayı’na taşınması ile birlikte haremin Topkapı Sarayı dönemi son buldu. Cumhuriyet yönetimine kadar sâbık sultanların harem halkına tahsis edilen eski binaların bazı önemli mekânları sarayın müze haline getirilmesinden sonra ziyarete açılmıştır.
Diğer Saraylarda Harem. XVIII ve XIX. yüzyıllarda önceleri padişahların ve haremlerinin zaman zaman taşındıkları Beşiktaş ve Çırağan sahilsarây-ı hümâyunları birkaç defa yenilendikten sonra, II. Mahmud’un Topkapı Sarayı’nı bırakmasıyla sürekli kalınan ve giderek harem halkı ile birlikte selâmlık halkını da barındıran birer resmî saltanat sarayına dönüştüler. Önceki yüzyıllarda çeşitli selâmlık ve harem yapılarıyla “hadîka” adı verilen geniş has bahçeler içine inşa edilen Üsküdar-Kavak, Aynalıkavak (Tersane), Sâdâbâd, Beylerbeyi (İstavroz), Fenerbahçe gibi yazlık saray veya kasırlar, sadece eski İstanbul yarımadasında değil Boğaziçi ve Haliç kıyılarında da yer alıyordu.
1555 yılında Kanûnî Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan Üsküdar-Kavak Sarayı, klasik devirde İstanbul’un ikinci büyük sarayı olmakla birlikte geniş has bahçesine dağılan yapıları fazla değildi. XVII. yüzyılda da revaç bulan saray, III. Selim tarafından Selimiye Kışlası’nın yapımı için kaldırılmıştır. Seyyah Du Loir’ya göre harem kadınlarının gezmesi için bahçesinde kapalı geçitleri vardı. III. Ahmed devrine ait bir defterde has oda, divanhâne, hamam, vâlide sultana ait kâşîli bir oda ile hôrendelere ve Dârüssaâde ağasına ait çeşitli odalarla kafesli bir köşk gibi mekânların belirtilmesi, sarayın teşkilâtlı bir harem dairesine sahip olduğunu göstermektedir. Bu sarayın XVIII. yüzyılda gelişen Ayazma ve Şerefâbâd sarayları ile ilişkisi bulunmalıdır.
I. Ahmed devrinde, büyük Osmanlı Tersanesi’nin yanındaki Has Bahçe’de kasırlar yapılarak canlandırılan Tersane-Aynalıkavak Sarayı XVII. yüzyılda rağbet görmüş ve XVIII. yüzyılda özellikle siyasî anlaşmalar için kullanılmıştır. Çeşitli resimli kaynaklarda tasviri bulunan sarayın Haliç kıyısındaki Camlı ve Kafesli divanhânelerinin selâmlık ve harem halkı tarafından kullanıldığı, 1647 yılında Sultan İbrâhim’in önündeki duvarı yıktırarak manzarayı denize açtırmasından anlaşılmaktadır. 1678’de haremde çıkan yangını anlatan Silâhdar Târihi’ne göre, 15.000 arşın kare genişliğindeki Has Bahçe içinde yer alan selâmlık ve harem daireleri yaklaşık 4500’er arşın kare kaplıyordu. Câriye, Baltacı, Kızlar Ağası daireleriyle cami, hamam ve çamaşırhaneye kadar tam teşekküllü olduğu anlaşılan harem dairesi bilinen tipte iki katlı, ahşap ve camekânlıydı. III. Selim devrinde Tersane Sarayı büyük ölçüde kaldırılarak alanı Tersane’ye verilmiş, ancak sarayın selâmlık divanhânesi olan kasır 1791’de rokoko üslûbuna göre yenilenmiştir. XVIII. yüzyılda Haliç kıyılarındaki harem yaşantısı, çok sayıda daireyi içeren Karaağaç ve Sâdâbâd saraylarına kaymıştır. Boğaziçi ve Haliç kıyılarındaki bu saraylarda birçok şehzadenin doğması da bu yapıların ayrıntılı harem teşkilâtlarına sahip olduğunu gösterir. Ayrıca klasik devirde Beşiktaş, Yenikapı, Topkapı ve Küçükçekmece gibi şehrin değişik bölümlerinde vâlide sultanlara ait bahçelerin bulunduğu bilinmektedir.
Haliç kıyısında sultanların cülûs törenleri için kullandıkları Eyüp Sultan Camii önünde XVIII. yüzyılda, padişah kızlarının düğün törenlerini anlatan kaynaklarla bazı gravürlerden anlaşıldığı gibi sultan sarayları, hatta Mihrişah Vâlide Sultan Külliyesi yanında Beyhan Sultan ve Vâlide Sultan sarayları vardı.
Harem yapılaşmasının XVIII ve XIX. yüzyıllardaki diğer bir bölümünü de Beşiktaş’tan Kuruçeşme’ye kadar çeşitli sultan sahilsarayları arasına yaptırılan hanım sultanların ve padişah kız kardeşlerinin ahşap sarayları oluşturur; bunların en ünlüleri III. Selim’in kız kardeşleri Beyhan Sultan ile Hatice Sultan’a ait olanlardır. Geleneksel yalı tipinde ve Boğaziçi’ne doğru kafesli çıkmaları bulunan bu tip “harem sarayları” XIX. yüzyılda yerlerini empire (ampir) üslûplu saraylara bırakmıştır.
Aslında hanım sultanlarla evlenen damat-vezirlerin de ikametgâhı olan saraylar, tarihte damatların görevlendirildiği kamu kurumları olarak da çalışıyordu. Hanım sultan-damat saraylarının erken bir örneği, 1520’lerde Kanûnî Sultan Süleyman’ın sadrazamı ve damadı İbrâhim Paşa’ya (Makbul) tahsis ettiği Atmeydanı Sarayı’dır. Günümüze selâmlık divanhânesi ve çevresindeki avlu ile kalmıştır. Çemberlitaş’a doğru avlular halinde uzanan bu saray tarihte Enderun Mektebi, sultanların Atmeydanı’ndaki törenleri seyretmeleri için seyrangâh ve padişah kızları ile evlenen damatların yerleştikleri saray olarak da hizmet görmüştür. Bu büyük sarayın günümüze ulaşamamakla birlikte bir harem dairesine sahip olduğu âşikârdır.
Osmanlı sarayının uzak çevreleri etkileyebilmesinin ilginç bir örneği Doğubayazıt’taki İshak Paşa Sarayı’dır. 1784 yılında Çıldır eyaleti valisi İshak Paşa tarafından kurulan saray elverişsiz bir topografya üzerinde inşa edilmiştir. Ovaya hâkim tepenin üstünde bir taç gibi yükselen saray bilinçli bir planlamanın ve estetik tasarımın ürünüdür. Kompleksin manzaraya bakan son bölümünü, ayrı bir kitâbeli taç kapı ile ulaşılan harem dairesi teşkil eder. Selâmlık bölümlerinin avlu çevrelerinde rahatça planlanmasına karşılık iki katlı haremin (Paşa Dairesi) mekânları sıkışık biçimde yerleştirilmiştir. Bunlardan ortadaki kabul salonu, kemerli bölümleri ve zengin dekorasyonu ile padişah saraylarının hünkâr sofalarını çağrıştırırken yöresel özellikler de sergiler. Bunun arkasında bir koridorla geçilen harem odaları, hamam, bilhassa mutfağın kümbet formundaki bacası ve cami mahfiline haremden ulaşılması binanın karakteristik taraflarıdır. Elverişsiz ve istikrarsız bir yöreye bu teşkilâtlı sarayın yapılmasındaki en önemli sebep Osmanlı padişahlarına imrenen bir âyanın istekleri olmuştur.
Dolmabahçe Sarayı Harem Dairesi. XIX. yüzyılda Boğaziçi kıyılarına inşa edilen Dolmabahçe, Beylerbeyi ve Çırağan sarayları, Avrupa saray mimarisinin etkisiyle yapılan tek parça binalardır. Cephe ve iç mekân düzeninde gerçekleştirilen birleşiklik ve bütünlük, bu sarayların hangi bölümlerinin harem halkının hangi kişileri tarafından kullanıldığını belli etmemektedir. İhtişamın arandığı ana cephelerdeki standart cephe formu ile bu durum daha da belirsizleştirilirken yapının estetik bütünlüğü korunmuş ve dış dünyaya karşı şuurlu bir emniyet fikri yaratılmak istenmiştir. Bununla birlikte sarayların simetrik cephe ve mekân düzeniyle geleneksel Türk evi arasındaki benzerlikler ve haremin önceki yüzyıllarda kurumlaşan hiyerarşisi, bu tek parça sarayların harem bölümlerinin anlaşılabilmesini sağlamaktadır. Ayrıca Avrupa sarayları tipinde yapılmalarına rağmen bu sarayların ayırıcı özelliği geniş harem dairelerine ve mahremiyetine sahip olmalarıdır. Hiç şüphesiz diğer saray örneklerinde bir harem-selâmlık ayırımının İslâm saraylarındaki kadar kesin olmaması ve çok eşlilik kavramının belirginleşmemesi, Eskiçağ’dan bu yana Mezopotamya ve Avrupa saraylarında yönetim mekânları ölçüsünde hânedanın yaşadığı mekânın gelişimini önlemiştir. Bu örneklerde kraliçe ile prens ve prenseslere ayrılan bölümler birkaç tören salonu, yatak odası ve hizmetli odalarından oluşan mekân gruplamasının dışına çıkmamıştır. Bu tavrın Osmanlı sanatındaki en ilginç ve en büyük örneği, Sultan Abdülmecid’in emriyle yapılan ve 1856 yılında kullanıma açılan Dolmabahçe Sarayı’dır.
Mimar Garabet Amira Balyan tarafından tasarlanan sarayın ana bölümleri Selâmlık, Muayede Salonu ve Harem’dir. Benzer cephe ve plan özelliklerine sahip Selâmlık ve Harem bölümlerinin Muayede Salonu’nun yanlarında yer alması ile oluşan üçlü planlama düzeni, bu boyuttaki yapıya zarif bir sahilsaray kimliği kazandırmıştır. Standart ve hiyerarşi belirtmeyen plan ve cephe düzeni, Osmanlı devlet yönetiminde sarayın bütün bir kurum olarak algılanmasına uygun düşer. Ayrıca yapının savunmasız bir sahilsaray olarak tasarımı Tanzimat’ın yenilikçi tavrına uygundur. Dolmabahçe Sarayı’nda haremin devlet içindeki konumu değişmemiş, ancak kuvvetler ayrılığı ilkesine uygun olarak dağıtılan selâmlık işlevleri sebebiyle Mâbeyin Dairesi küçültülerek törenselleştirilmiş ve Enderun eğitimi tamamen bırakılmıştır. Tek bir yapı bütünü içinde simetrik ve ardarda mekân sıralamasıyla Avrupa saraylarına benzeyen Dolmabahçe Sarayı iç mekânı, büyük salonlar etrafında düzenlenmiş oda gruplarının teşkil ettiği ünitelerden meydana gelir. Padişahların, çevrelerindeki görevliler ve harem halkı ile birlikte resmî ve özel hayatlarını geçirdikleri ikinci katta bulunan ve adlarını işlevlerinden alan salonlarla odalar sarayın Selâmlık bölümünü oluşturur. Asıl Harem Dairesi, Muayede Salonu’nun diğer yanındaki kanat olmakla beraber bu sarayda sultanın özel yaşantısı iç selâmlık bölümünde başlamaktadır. Topkapı Sarayı’nda Harem-i Hümâyun adıyla da bilinen Enderun Avlusu ve Sofa-i Hümâyun bölümündeki özel yaşantı düzeni, burada selâmlık yönünden hareme girerken tekrarlanmıştır. Merdiven Sofası’ndan sonra saray yönünde ilerlenince Zülvecheyn Salonu ile padişahların saraydaki özel selâmlık dairelerine ulaşılır. Padişahların “has oda” veya “arz odası” anlamında kullandıkları Somaki Oda, zaman zaman harem halkına da açılan dinî toplantı ve eğlencelerin yapıldığı Zülvecheyn Salonu ile Hünkâr Hamamı ve kütüphane bu bölümün sultanın özel dairesi olduğunu gösterir. Hünkâr Dairesi, kıvrılarak gelişen Harem koridorunun Muayede Salonu üst katını deniz yönünde dolanması ile Harem Dairesi’ne bağlanır. Sarayın denize bakan yönünde padişah, vâlide sultan ve kadınefendi hiyerarşisinin törensel dekorasyonla ve mekân boyutlarıyla korunduğu Harem Dairesi’nin uzantısı Harem bahçesinde devam eder.
Dolmabahçe Sarayı’nda harem hayatının tam teşekküllü olarak yaşandığı tek devir 1861-1876 yılları arasındaki Abdülaziz saltanatıdır. Harem de mekânların gerçek sahipleri tarafından kullanılması açısından önem taşıyan bu kısa dönemden sonra saray, V. Murad’ın kısa saltanatı sırasında ve II. Abdülhamid’in Yıldız Sarayı’na yerleşmesiyle uzun süre kullanılmamış, bu dönemde harem, kadro dışı kalan bazı câriye ve kalfaların yaşantısına sahne olmuştur. Sarayı sürekli biçimde kullanan son padişah Mehmed Reşad’dır. Ancak yaşlılık günlerinde tahta çıkan V. Mehmed’in annesi oğlunun saltanatına yetişmediği gibi saray gelirleri de Meclis-i Meb‘ûsan kararlarına bağlanmış ve özellikle harem kadrosunda büyük kısıntılara gidilmiştir; dolayısıyla bu dönem geleneksel harem yaşantısı için açıklayıcı değildir.
Dolmabahçe Sarayı ve Harem Dairesi’nin saltanat makamı olarak sürekli kullanılmayışı, bu sarayın bir dönemde ve aynı çatı altında toplanan çeşitli mekânlarının işlevlerini kesin biçimde tesbit etmeyi engellemiştir. Bu gibi güçlüklere rağmen Dolmabahçe Sarayı ve sonrası saraylar için Topkapı Sarayı Harem Dairesi esas alınarak belirli bir mekân kimliği araştırması yapılabilir. Hâtıralar ve sarayda geçen olaylarla da desteklenen tasarıma göre Harem Dairesi’nde alt kat musâhipler, hazinedarlar, ustalar ve kalfalarla padişah, vâlide sultan ve kadınefendi câriyelerine ayrılmıştı; bu kattaki sofalar da öğretim, meşk, ibadet ve binişler için kullanılıyordu. Ayrıca çamaşır, ütü ve yemek hizmetleri bu katta gerçekleştiriliyordu. Seksen dört numaralı odaya yapılan “Abdülmecid’in Yatak Odası” yakıştırması yanlıştır; bilindiği kadarıyla çok katlı hiçbir saltanat sarayında -II. Abdülhamid’in tercihi dışında- padişahlar zemin katta yaşamamıştır.
Halife Merdiveni ile ulaşılan üst katta Muayede Salonu’nun yanındaki ilk sofa Mavi Salon olarak adlandırılır. Çevresindeki çeşitli yatak odalarıyla haremin en zengin döşenmiş bölümünü oluşturan Mavi Salon odalar grubu Hünkâr Dairesi’dir. Sarayın Cumhuriyet yönetimine intikalinde, içinde Abdülmecid Efendi’nin elbiseleri ve resim atölyesi bulunan bu dairenin bahçeye bakan zengin karyolalara ve dolaplara sahip odaları, buranın sultanların yatak odası bölümü olduğunu düşündürür. Bu köşede yatak odalarının özel bir koridorla muhafaza altına alınması, dairenin arka köşesinde Hünkâr Hamamı’nın bulunması ve Mavi Salon’un harem törenlerinin yapıldığı Hünkâr Dairesi Sofası anlamında kullanılması bu kısmın kimliğini ispatlar.
Bu bölümün önünde Harem Dairesi’nin ilk mekânını teşkil eden dairenin (Kırmızı Oda) Vâlide Sultan Dairesi olarak adlandırılması mantıklı değildir. Harem girişinde Padişah Dairesi ile iç içe bir dairenin padişahın annesine ayrılamayacağı âşikârdır. Bu zengin döşemeli bölüm de padişahların kabul odalarından biri olmalıdır; nitekim VI. Mehmed Vahdeddin’in yaverleriyle bazı görüşmelerini bu odada yaptığı bilinmektedir. Sultan Abdülaziz zamanında dekoru baroklaştırılan bu odada görülen kubbe sultanın iktidar sembolüdür. Hünkâr Dairesi’nin zemin katı hazinedar ustalara ve en seçkin kalfalara ayrılmıştı. Harem de Hünkâr Dairesi’nden sonra gelen mekân ünitesi Pembe Salon ile odaklanan bölümdür. Bahçe yönünde bir koridorla vâlide hamamlarına bağlanan bu büyük sofa cepheye üçgen alınlıklı ve sütunlu bir balkonla açılır. Osmanlı hânedan hiyerarşisinde padişahtan sonra yer alan vâlide sultanın dairesinin bu bölüm olduğu düşünülebilir. Bu büyük salon, deniz yönünde bir koridorla Birinci Kadınefendi Dairesi denilen iki odaya bağlanır. Öte yandan vâlide sultanın Pembe Salon’un iki yönündeki geniş ve zengin döşeli odaların sahibi olduğu akla gelmektedir. Vâlide Hamamı yanında bulunan ve Mavi Salon ile de ilişkilendirilen yatak odalarının ise yine Vâlide Dairesi ile bağlantıları açıktır.
Sarayın âbidevî cephesini harem yönünde sonuçlandıran köşedeki mekân grubunun sofası Birinci Kadınefendi Salonu veya döşemelerinden ötürü Japon Salonu adlarıyla tanınır. Bu sofaya köşede bağlanan iç içe altı odalı daire Başkadınefendi Dairesi olarak tanımlanabilir. Sultan Reşad döneminde Kadınefendiler Dairesi’nden bir grup odanın ve bir banyonun alınarak Başkadın Dairesi’nin genişletildiği görülür. Sultan Reşad’ın tercihine göre seçip kullandığı bir ön odayı da içeren bu daire ile harem düzeninin zirvesindeki padişah, vâlide sultan ve başkadınefendi üçlemesi, Dolmabahçe Sarayı Haremi’nin cephe yapılarını paylaşmaktadır. Başkadınefendi Dairesi’ni Kadınefendiler bölümüne bağlayan sofaya Mavi Salon ve Vâlide Hamamı üzerinden açılan gizli hünkâr musandırası, sultanı kadınlarına doğrudan ulaştıran ilginç bir çözümdür.
Dolmabahçe Harem Dairesi’nin bir bölümünü bahçe yönüne yerleştirilen Kadınefendiler Dairesi oluşturur. İki katlı ve üçerden altı büyük sofa ile düzenlenen dairede altlı üstlü kendi içine kapalı on daire kadınefendi ve ikballere aittir. Gittikçe bezemesi ve döşemesi sadeleşen bu dairelerin beşi bu kanadın Veliaht Dairesi yönündeki cephesinde, üçü ise harem bahçesi yönündedir. Bir sofa çevresinde iki yüklüklü oda, dairenin alt katına inen özel bir merdiven, bir helâ ve bir sandık odasından meydana gelen birimler koridorlarla geniş sofalara bağlanır. Alt katlarında da aynı planı tekrarlayan bu dairelerin zemin katları kadınefendi hizmetindeki kalfa ve câriyelere ayrılmıştı. Bu daireleri Başkadınefendi Dairesi’ne bağlayan geniş Kadınefendiler Sofası’nın hâtıralara göre sultan düğünlerinde çeyiz sergilenmesine ayrıldığı bilinir. Dairelerin çifte hamam olarak düzenlenmiş hamamları ise bu sofanın bahçe yönünde sıralanır. Kadınefendiler Dairesi’nin saray duvarlarındaki Vâlide Kapısı’na bakan arka çıkışı, Harem-i Hümâyun Merasim Dairesi denilen bir bölüme açılır. Harem kapısının varlığı bu dairenin daha zengin döşenmesini gerektirmiştir. Hareme gelen ziyaretçilerin ağırlandığı ilk bölüm olan sofa ve çevresi, hiyerarşik mekân sıralamasının ve törensel ziyaretlerin ilk basamağını oluştururdu. Özellikle vâlide sultanın ziyaretçisi, bu sade sofalardan başlayıp gittikçe zenginleşen ve nihayet ihtişamın zirvesine çıkan bir dekor düzeniyle etkileniyordu.
Dolmabahçe Sarayı, ana kat planını benzer şekilde tekrarlayan bir bodrum katına sahiptir. Mekân dağılımı ve odalarda bulunan ahşap dolaplar bu katın da yoğun biçimde kullanıldığını göstermektedir; hâtıralardan yaşlı câriyelerin burada yaşadığı öğrenilmektedir.
Harem Dairesi’nin diğer bir bölümünü, bağımsız bir bina halinde yapılan Veliaht Dairesi teşkil eder. Halen İstanbul Resim ve Heykel Müzesi olarak kullanılan bu yapı da cephe ve plan özellikleriyle Dolmabahçe Sarayı ana binasındaki form birimini sürdürür. Beşiktaş yönünde tâli ve bahçe cephesinde merdivenli bir ana girişle geçilen, bodrum üzerine çıkılmış iki katlı daire, ortasında alt ve üstte birer merasim sofasının bulunduğu üçer sofalı mekân düzenine sahiptir. Planı, iç sofalı ve köşe odalı Türk evi tipini yansıtan ünitelerin yan yana getirilmesiyle kurulan yapıda selâmlık ve harem bölümleri de bulunmaktadır. Dairenin Abdülmecid tarafından sarayla birlikte küçük bir yapı olarak inşa ettirildiği, Sultan Abdülaziz zamanında ise Beşiktaş yönünde genişletildiği anlaşılır. Veliaht Dairesi, bağımsız yapısıyla Tanzimat düzeninde şehzadelere verilen serbestliği kanıtlar. Bu yapıda veliaht ve şehzadelerin kendi haremleriyle birlikte oturdukları bilinmektedir. Ancak bu dönemde şehzadelerin, âdeta resmî makamları olan bu yapının dışında başka özel ikametgâhları da vardı. Bunların en ünlüsü II. Abdülhamid’in şehzadeliğinde kullandığı Maslak kasırlarıdır.
Hareme hizmet veren çeşitli kadroların yaşadığı mekânlar kendi avlularına yerleştirilmiştir. Bunlar, bağımsız birer ahşap-kâgir karışımı yapı olarak inşa edilen Kızlar Ağası Dairesi ve yanında daha sonra eklenen Gedikli Câriyeler Dairesi ile Musâhiban, Agavât ve Bendegân daireleridir; Baltacılar Dairesi de bu yönde cadde üzerindeki yerini almıştır. Bugün çeşitli kamu kuruluşları tarafından kullanılan bu yapılar harem bahçesinde tâli duvar ve geçişlerle birbirine bağlanır. Hizmet yapılarının dağınık düzeni Topkapı Sarayı’ndaki prensiplere uyduğu gibi Tanzimat sonrası sarayında gücü azalan kızlar ağası makamının da dışlandığını gösterir. Bu dairelerin Veliaht Dairesi çevresinde geliştirilmesi, harem erkeklerinin bir arada yaşatılması gerekliliğinden doğmuştur.
Beylerbeyi Sarayı. Sultan Abdülaziz’in 1861-1865 yılları arasında mimar Sarkis Balyan’a yaptırdığı yazlık Beylerbeyi Sarayı, II. Mahmud’un kullandığı ahşap sarayın yerine inşa edilmiştir. Cephelerinde barok prensiplere uygun bir empirleşmenin sergilendiği bu kâgir sarayın iç mekân süslemesi, Batı ve Türk neo-klasiği üslûplarının eklektik görünüşlerini yansıtır. İki katlı yapılan bina, bahçesindeki birimlerle birlikte tam teşekküllü bir saray meydana getirmekle beraber küçük ölçüleriyle bir saltanat makamı olarak planlanmamıştır. Padişahların harem halkı ile birlikte geçici sürelerle kullandıkları saray özellikle yabancı devlet misafirlerini ağırlamıştır.
Bu sarayda da geleneksel Türk evinin iç sofalı simetrik mekân dağılımı uygulanmıştır. Alt ve üst katlarda üçerden altı sofalı olan selâmlık ve harem girişleri yapının yanlarındaki merdiven sofalarına açılır. Bu bölümler haçvari planlarıyla yapının ortasında yer alan zemin kattaki Havuzlu Salon ve ana kattaki Mavi Salon ile de birbirlerine bağlanmıştır. Bütün harem ve selâmlık merasimlerinin yapıldığı, hünkâr sofası niteliğindeki Mavi Salon ile çevresindeki kara tarafına ve denize bakan dört köşe odası sultanın hususi dairesini oluşturur. Bu odalardan öndekilerin padişahın çalışma ve kabul, arkadakilerin yatak odaları olarak düzenlendiği anlaşılır. Nitekim bunlardan bahçe yönündeki Harem Hamamı ile de bağlantısı bulunan yatak odasında Fransız İmparatoriçesi Eugenie’nin kaldığı bilinmektedir. Bir merdivenle alt kattaki Havuzlu Salon’a ve Harem bölümlerine bağlanan Mavi Salon’a Boğaziçi yönünden de yine harem mekânı olan bir yapı bloku bitişir. Üst katta Sedefli Salon adıyla bilinen Harem Sofası’na kara ve deniz yönünden ikişer oda açılır. Bunlardan deniz yönündeki oda bir koridorla da Mavi Salon’a bağlanır ki bu odanın tercih edilen kullanıma göre Vâlide Sultan Odası olduğu düşünülür. Küçük bir hamam odası da bulunan bu mekânın yanı sıra bahçe yönünde köşede kalan iki odanın tâli bir merdivenle alt kata bağlanması ve söz konusu Harem Hamamı ile ilişkisi, bu özel dairenin sultanın dairesi içinde kalan bir Kadınefendi Dairesi olabileceğini gösterir. Bu planı aynen tekrarlayan alt katta da deniz yönündeki büyük odaların yemek ve kabul odası olduğu, kara yönündeki hamamlı özel daireyi ise II. Abdülhamid’in Selânik dönüşü seçip kullandığı ve burada öldüğü bilinmektedir.
Çırağan Sarayı. XVIII. yüzyıldan itibaren çeşitli yenilemelerle gelen ahşap Çırağan Sarayı, bir ara III. Selim’in kız kardeşi Beyhan Sultan’a tahsis edildikten sonra 1836’da II. Mahmud tarafından yıktırılıp Boğaziçi yönünde ve ortada Selâmlık ile Hünkâr Dairesi’ni, İstanbul yönünde de Harem Dairesi’ni içeren neo-klasik üslûpta üç bölümlü ahşap bir saray olarak yeniden yaptırıldı. II. Mahmud’dan çok, oğlu Sultan Abdülmecid’in Dolmabahçe Sarayı’na yerleştiği 1856 yılına kadar haremiyle birlikte on yedi yıl kaldığı bu sarayın iç kullanımı hakkında tek kaynak, çocukluğu burada padişah kızlarıyla birlikte geçen ünlü bestekâr Leylâ Hanım’ın (Saz) hâtıralarıdır. Bu hâtıralara göre, geleneksel İstanbul mimarisine yabancı bir dış görünüşte olmasına rağmen sarayın özellikle harem düzeni Osmanlı geleneğini sürdürüyordu. Merkezî harem sofasının hünkâr sofası esprisinde kullanılması, köşe odalarının yanı sıra sofanın kalfa odalarını da içeren taksimatı ve bazı törenlerde kadınların bu kafesli odalardan selâmlık törenlerini seyretmeleri, alt katın ve ara katın usta, kalfa ve câriyelere ayrılması, sarayın geleneksel harem düzenine göre planlandığını gösterir. XVII-XVIII. yüzyıl İstanbul ev mimarisinde yaygınlaşan köşe odalı ve merkezî sofalı ev tipi Çırağan Sarayı’ndan sonra Dolmabahçe ve Beylerbeyi saraylarında da kullanılmış, bu kapalı saraylar selâmlık, mâbeyin ve harem sofaları çevresinde düzenlenen üçlü mekân sıralamasının örnekleri olmuştur. Hâtıralardan sarayın döşemesinde de sandalye, karyola, masa ve dolap gibi Batı mobilya tarzının pek benimsenmediği anlaşılmaktadır.
Yapımı 1871 yılında tamamlanan kâgir Çırağan Sarayı’nı Nikogos Balyan tasarlamış ve Sarkis Balyan inşa etmiştir. Abdülaziz’in bu büyük mermer sarayı çok zengin bir mimari ve dekorasyon anlayışıyla ele alınmış, fakat resmî saltanat makamı olarak çok az kullanılmıştır. Çırağan Sarayı, Beşiktaş-Ortaköy arasında 1300 metrelik bir rıhtım üzerinde, Hünkâr Dairesi olarak kullanılan ana bina ile bunun yanlarındaki Fer‘iye sarayları denilen yapılardan meydana geliyordu; Fer‘iye saraylarının Beşiktaş tarafındaki Harem Dairesi, Ortaköy tarafındaki ise Şehzade Dairesi idi.
Selâmlık, Hünkâr ve Harem sofaları ile paylaşımı yapılan iç mekân düzeni cepheye üç yapı çıkmasıyla yansıtılmıştır. Bodrum üzerinde iki ana kattan oluşan sarayın Boğaziçi yönünde Selâmlık, İstanbul yönünde ise Harem bölümleri vardır. Büyük Daire Hünkâr Dairesi olarak düşünüldüğünden her ne kadar geniş sofaların ayırdığı mekân sayısı az ise de hamamlı bir hususi dairenin bulunması ve sarayın saltanat kapısının yanı sıra vâlide kapısıyla da dışarı açılması bu yapının sultan, vâlide sultan ve başkadının birlikte oturması amacıyla planlandığını gösterir. Bağımsız harem yapısının ise Abdülaziz gibi bir sultanın bütün hareminin yaşadığı bir yapı olması imkânsızdır.
Kara ve deniz yönündeki odaların boydan boya haçvari sofalarla ilişkilendirildiği mekân düzeni geleneksel tarzı sürdürür. Selâmlık ile harem arasında bir mâbeyin salonu gibi görünen merdivenli Hünkâr Sofası Beylerbeyi Sarayı’ndaki düzeni tekrarlamaktadır. Hünkâr Sofası ile Harem Sofası arasındaki özel dairelerin bahçeye bakanı çok odalı ve hamamlı düzeniyle hareme ait Padişah Dairesi, deniz yönündeki balkonlu daire ise Vâlide Sultan Dairesi olmalıdır. Harem Sofası’nın iki köşesinde de birer oda ile sınırlanmış üçlü bir mekân kanadı vardır.
Yıldız Sarayı. Osmanlı padişahlarının resmî saltanat makamı olarak kullandıkları son yapılar topluluğu Yıldız Sarayı’dır. Yıldız Sarayı, önceleri padişahlara ait bir has bahçe kompleksi iken II. Abdülhamid’in tercihiyle uzun saltanatının resmî ikametgâhı haline gelmiştir. Sarkis ve Agop Balyan’ın yanı sıra Alexandre Vallaury ve Raimondo d’Aronco gibi ünlü mimarların empire üslûbundan itibaren her tür seçmeci üslûba yer vererek oluşturdukları üslûp karması, yapıların yerleştirilmesinde geleneksel Türk saraylarının bahçe içinde bağımsız yükselen köşkler halindeki serbest planına dönülerek sürdürülmüştür. Sultanın mutlak yönetimi Yıldız Sarayı’nı âdeta bir harem sarayı haline getirmiştir. Paralel diziler düzeniyle sıralanan yapılar Selâmlık, Harem ve Merasim (Şâle) avluları çevresinde inşa edilmiştir. Selâmlık birimleri ise Yıldız bahçesi yönünde birkaç bölüm halinde bulunan harem yapılarını gizler.
Harem Dairesi, etrafında yer alan Küçük Mâbeyin ve Çit kasırları gibi mâbeyin işlevli yapılar arasındaki bir kapı ile Selâmlık Avlusu’na bağlanır ve kendi alanının dışına Agavât, Şehzadegân ve Şehzade Mektebi gibi haremin erkek halkının yaşadığı dairelerle çıkar. Girişin gerisindeki Hususi Daire ve ona bağlanan Saray Tiyatrosu ile ardarda sıralanan Gedikli Câriyeler ve Kalfalar daireleri ayrı yapılar olmakla birlikte bitişik nizamlarıyla haremin padişah dairesini oluştururlar. Hususi Daire, harem bahçesine doğru dik açı yapan bir kanatla Musâhipler Dairesi’ne ve serbestçe yükselen Kızlar Ağası Dairesi’ne bağlanır. Hususi Daire’nin en gerisindeki Ustalar Dairesi ile daha sonra iki ayrı dönemde yapılan Merasim Dairesi’ne de (Şâle Köşkü) bağlanması, Topkapı Sarayı Haremi’ndeki Altınyol gibi padişahın haremin en önemli yapılarına ulaşmak endişesi taşıdığını gösterir. Hususi Daire’nin bir kanadını da karşı yönde, Arap harfleriyle “Hamîd” (حميد) şeklinde düzenlenmiş Havuzlu Harem bahçesini sınırlayan yapı sırası oluşturur. Burada Kaskad Köşkü, Küçük Mâbeyin, Hünkâr Hamamı, marangozhane gibi padişahın tercihlerini ilgilendiren yapılar vardır. Bu yapılar büyük havuz çevresindeki Kebap Köşkü, Ada Köşkü ve çeşitli seralarla harem kompleksinin ucunda, selâmlık köşklerinin bulunduğu alt bahçeye (Yıldız Parkı) bakan Cihannümâ Köşkü’ne kadar uzanır. Haremin kadınları ilgilendiren daireleri ise Şâle Köşkü ile Havuzlu harem bahçesi arasında kalan bölüme dört ayrı yapı halinde yan yana inşa edilmiş olan kadınefendiler, câriyeler ve haznedar kalfalara ait dairelerdir. Özel kadınefendi dairelerini içeren seçkin bir yapı da diğerleriyle Hususi Daire arasında kalan ve günümüze ulaşmayan Yeni Daire’dir.
Alman İmparatoru II. Wilhelm’in ziyareti için ayrı bir özenle ahşap bir saray olarak planlanan iki katlı Şâle Köşkü, 1889’da yapılan ilk bölümüyle 1898 yılında yapılan Merasim Köşkü’nden oluşur. Harem Dairesi’nin bir bölümünü teşkil eden köşkün gerek selâmlık kısmı ve salonunda, gerekse harem sofa ve odalarında zengin bir rokoko ve empire üslûplarında dekorasyon kullanılmıştır. Hususi Daire ile olan bağlantılarının da gösterdiği gibi Şâle Köşkü haremin en önemli ve en zengin yapısıdır.
Ev Mimarisinde Harem. Halk tabakalarının evlerinde de İslâmî geleneklere uygun bir Harem ayırımının hayatı her düzeyde etkilediği görülür. Aile reisi ve diğer erkeklerin günlük hayatının ev dışında geçmesine karşılık kadınlarla çocuklar ve hizmetkârlar evde yaşamışlardır. Bu durum, Türk ve İslâm toplumlarında evin âdeta kadına ve harem nizamına göre şekillenmesi sonucunu doğurmuş, şehir içindeki konumu, planlanması, mekânların düzeni ve donatılması, odaların baktığı yön daima harem halkının ihtiyaçlarına göre tanzim edilmiştir.
Türk evi, dıştan düz duvarlarla soyutlanırken tamamen özel hayatın başladığı bahçeye açılmaktadır. Sıcak iklim bölgelerinde geleneksel Türk evinin karakteristik bir tipi olarak gelişen dış sofalı evler, “sergâh” veya “hayat” adı verilen bu dış sofa sayesinde bahçe ile iç içe kurulmuştur. Bu planlama içinde ana kattaki odalar, çıkmaların imkân verdiği bol pencereli cephelerle dış dünyaya da açılmaktadır.
Sert iklimli kesimlerde ve özellikle arsa sorununun yaşandığı büyük şehirlerde ziraî hayatın da sınırlı olmasından dolayı iç ve orta sofalı ev tipi gelişmiştir. Sofaların cephe bütünü içinde ve pencereli duvarlar gerisinde veya tamamen oda çemberiyle kuşatılacak şekilde yerleştirildiği bu tip, daha merkezî bir planlama vermesi sebebiyle konak ve saraylarda da rağbet bulmuştur. Halkın evindeki harem-selâmlık ayırımı yöneticilerin konak ve saraylarında olduğu kadar bâriz değildir. Hiyerarşik düzenle toplumun üst tabakalarına gidildikçe harem ve selâmlık işlevlerinin birbirinden ayrıldığı görülür.
Osmanlı şehrinde de Türk evinin kesin bir harem-selâmlık ayırımı içermesi tabiidir. Evin reisi ve diğer erkeklerinin Batı ülkelerinde olduğu gibi işlerini gördükleri büyük iş hanları Osmanlı şehir geleneğinde XIX. yüzyıldan önce yoktur; bunun tek istisnasını kapalı çarşılar oluşturur. Bu durumda erkeklerin mesleklerini evlerinin selâmlık bölümlerinde veya onun altındaki dükkânlarında gerçekleştirdikleri görülür. Nitekim günümüze kalan Anadolu ve Rumeli şehir evlerinde selâmlık ve harem bölümlerinin aynı çatı altında olduğu durumlarda dahi evin diklemesine iki bölüme ayrıldığı, bu bölümlerden selâmlık kısmının sokağa ve dış dünyaya yöneldiği, ayrı bir girişi bulunan haremin ise evin iç dünyasına açılan bahçe ile irtibatlandırıldığı anlaşılır. Ekonomik ve sosyal gücün arttığı zengin evlerinde bu ayırım, selâmlık ve harem adı altında iki ayrı yapının geniş bir bahçeye yerleştirilmesiyle daha da belirginleşmiştir.
İç mekân düzenlemesinde de harem ve selâmlık ayırımının birkaç tipte takip edilmesi mümkündür. En ilkel biçimiyle tek birimden oluşan evde bile cinsiyet ayırımı perde gibi bir engelle sağlanmıştır. Dış sofalı evde de mekânın genel kullanıcısı harem halkı olmakla birlikte en azından sofanın iki ucuna birer selâmlık ve harem başodasının yerleştirilmesiyle ayırım sağlanmıştır. İç veya orta sofalı (kapalı) ev tipinde selâmlık ve harem, duvarla ayrılan mekân gruplamalarıyla veya kat tahsisiyle temin edilmiştir. Buna rağmen teşrifatsız yaşayan halkın evinde aile fertleri arasında belirgin bir mahremiyet bulunmamaktadır. Mahremiyet yalnız evi oluşturan birimde, yani oda kavramında tartışılmaz bir kutsiyet kazanmıştır. Ahlâk gereklerinden ve mekânın çok işlevli olmasından kaynaklanan bu mahremiyet odaların giriş bölümlerinin ana mekândan ayrılmasına, yatak ve kullanım eşyalarının odadaki yüklüklere konulmasına ve gusülhanelerin teşekkülüne yol açmıştır. Türk odasının ve evinin sıcak ortamını yaratan ruh harem kavramında gizli olan bu mahremiyettir.
Evde ve Sarayda Harem. Türk eviyle Osmanlı sarayları arasındaki ilişki, harem düzeyinde de toplumun ortak bir kültürü benimsediğini gösterir. Osmanlı sarayının mesafeli olmaya başladığı Fâtih Sultan Mehmed döneminde dahi Topkapı Sarayı’nda yapılar geleneksel prensiplere sadık kalmış, ancak tasarımlarında saray ölçüleri gözetilmiştir. Topkapı Sarayı Harem Dairesi’nin XV ve XVI. yüzyıllardaki gelişiminde mekânların dış sofalı tipte planlandığı ve cephelerin revaklarla taşlıklara açıldığı görülür.
XVI. yüzyıl sonlarında Osmanlı mimarlığının ulaştığı sentez, saray kurumlaşmasının buna paralel olarak gösterdiği çok yönlülük geleneksel Türk evi şemasının dışına çıkmayı gerektirmiş, eklemeli ve çok yapılı harem dairesi küçük bir şehir karakteri kazanmıştır. Buna rağmen tek tek mekânların planlamasıyla iç donanımlarında geleneksel yaşantı kalıplarının dışına çıkılmamıştır. Meselâ Topkapı Sarayı Harem Dairesi’nde padişahların has odalarını da içeren bir selâmlık bölümü yapılmıştır. Bu bölümde Başhaseki ve Şehzadegân daireleri Ocaklı Sofa ile birbirlerine bağlanarak haremin bir kısmı padişahın kendi ailesinin yaşadığı yer haline getirilmiştir. Harem teşkilâtının yöneticisi olan vâlide sultan ise harem alanının en değerli orta bölümünü almıştır. Haremde padişahın vekili durumundaki hazinedar ustalardan kalfa ve câriyelere kadar bütün hizmetliler, cephe arkasında taşlık yapılarına veya kompleksin ucundaki kendi taşlıklarına çekilmişler, özellikle câriyeler aile ile temasa geçmedikleri sürece alt kattaki koğuşlarda yaşatılmışlardır.
XV. yüzyıldan itibaren saray ve üst düzey devlet örgütlenmesinin saraya bağlı kapıkulu kadrosuna bırakılması, aynı zamanda bir eğitim ve kadro kurumu olan Osmanlı sarayının mimari şekillenmesini etkiledi. Erkek kulların Enderun, kadın kulların harem ve hânedanı oluşturduğu saray, padişah riyâsetinde kolektif olarak devleti yönetiyordu. Saray ve üst yönetimi hânedan ve harem düzeniyle de bağlayan bu katılımcı anlayışın örneği olan Topkapı Sarayı’nda ihtişam ve merasime yönelik bir mimari ve anıtsallıktan çok işleve ve standartlaşmaya uygun bir yapılaşma görülür. Harem ve selâmlıkta padişah ve iktidara ait mekânlar, Batı’daki gibi boyutlarıyla değil iç dekorasyonu ve hiyerarşik yerleşimleriyle belirtilir. Padişahın tekliği dışında saray sisteme kadrosu, icraatı ve mimarisiyle bir bütün olarak katılır. Topkapı Sarayı dış dünyaya karşı savunmalı, mahrem ve ihtişamlı, iç düzeninde eşit ve katılımcı bir devlet kavramını yansıtır. Bu tanımlama, Osmanlı düzeninde sultan bile olsa kişilerin değil mutlak ve merkezî devletin önemini gösterir. Hânedanı oluşturan harem, bu devlet yapısına sürekli kadro verdiği için kutsiyet kazanmıştır.
Saray mimarisinde çift sıra pencereli odalar taşlıklara tek tek açılmakta, yere hasır üzerine halı serilmekte ve kenarları bir sedir çevrelemektedir. Yemek, oturma, yatak odası işlevleri saray ve evde tek bir odada karşılanmakta ve ihtiyaçların giderileceği her türlü donanım insan boyutu içinde kalmaktadır. Ancak kitâbe, çini, kubbe gibi elemanlar saltanat sembolleri olarak varlığını duyurmakta, odalara bir sekilikle değil revaklı methallerle ulaşılmaktadır. İç mekân yaşayışına yönelik bu mimari anlayışın cepheye yansıması yine geniş saçak ve çıkmalarla hareketlenmekte, ancak oranlamada ve cephe donanımında Osmanlı kamu mimarisi özelliklerinden faydalanılmaktadır. Bu tür bir protokoler mimariyi, geleneksel Türk evinin ahşap malzemeye dayalı küçük ölçüleriyle açıklamanın imkânı yoktur.
Saltanat makamı olarak kullanılmayan, geçici yerleşim amacıyla yapılan hadîka ve sahilsaraylarda Osmanlı hânedanı ahşap malzemeyi tercih ederek daha serbest ve geleneksel bir hayat sürdürmüştür. Bu yapılar Boğaziçi mimarisinin örnek yapıları olmuşlardır. Osmanlı sarayı gayri resmî saraylarda yaşadığında kamu mimarisini bırakmakta, resmî kimliğinden sıyrılarak fâni insan kişiliğine girmektedir.
Dolmabahçe Sarayı’nın, iç sofalı-köşe odalı merkezî birimlerin yan yana sıralanmasından oluşan mekân düzeni cepheye geleneksel çıkmalarla yansıtılmıştır. Bu çıkmaların oluşturduğu tezat, bu yapıya hiçbir Avrupa sarayında görülmeyen kendine has bir hava verir. Bu planın Dolmabahçe ve diğer çağdaş saraylar için seçilmesi bilinçlidir. Sofa, teşrifat için ihtişam ve vakit kazandırırken kabul eden ve edilen kişiler manzaraya bakan bir köşe odasında şahsî görüşme yapabilmekte veya bu odalarda hususi hayatlarını yaşayabilmektedirler. Tek çatı altında birleşen saray bütününde Zülvecheyn Salonu ile vurgulanan ve Hünkâr Hamamı gibi şahsî mekânları da içeren Hususi Daire geleneksel evde başodaya, Topkapı Sarayı’nda ise Has Oda’ya karşılıktır. Haremin Hususi Daire’ye uzun ve gizlenmiş bir koridorla bağlanması da Topkapı Sarayı düzenini çağrıştırır. Bu dairedeki sultan odaları ve Hünkâr Sofası (Mavi Salon), ailenin bir araya geldiği ve törenlerin düzenlendiği geleneksel sofadır. Önceki dönemlerde açık taşlıklarla sağlanan mahremiyet bu sarayda Avrupaî salonlarla temin edilmiştir. Odalarda mobilyaların oluşturduğu yeni atmosfer, âdeta eşyanın kullanılmaktan çok bir saltanat gösterisi sergilemek için konulduğunu düşündürmektedir. Bu kadar geometrik ve simetrik bir ortamda yaşamanın bütün hiyerarşisine rağmen Osmanlı hânedanına ne ölçüde uyduğu tartışılabilir. Bu yabancı öğelerin dışında odalara kapı arası olmaksızın girilemeyişi ve kadınefendi dairelerinin kesin bir sınırlandırma içinde çift katlı olarak sıralanması Türk evini çağrıştıran unsurlardır. Cephenin Hünkâr, Vâlide Sultan ve Başkadınefendi daireleriyle harem üst kadrosunu yansıtacak şekilde paylaşılması da geleneğe uygundur. Hânedan hizmetindeki usta, kalfa ve câriyelerin alt kata, diğer kadınefendi ve ikballerin harem bahçesi yönündeki kanada yerleştirilmeleri, mimarların hânedanın yaşam tarzından haberdar edildiklerini gösterir. Geleneklerle yeniliğin iç içe geçtiği bu mimari seçimler Beylerbeyi, Çırağan ve Yıldız saraylarında da ayrıntılı olarak takip edilebilir.
BİBLİYOGRAFYA
BA, MAD, nr. 17884, s. 53-54, 69, 71; nr. 148, s. 68; nr. 5633, s. 65; nr. 436, s. 32; nr. 6019, s. 78; nr. 4435, s. 56; nr. 908; nr. 3903, s. 72.
BA, KK, nr. 7097, s. 22, 24, 58; nr. 7102, s. 435; nr. 1771, s. 108.
BA, MD, nr. 7, s. 758, 759, 878.
TSMA, nr. D. 34, vr. 52b; nr. 447, vr. 74a.
İbn Bîbî, Anadolu Selçukî Devleti Tarihi (trc. M. Nuri Gencosman), Ankara 1941.
Matrakçı Nasuh, Sefer-i Irâkeyn, vr. 8b (İstanbul minyatürü).
Z. Luigi Bassano, Il Customi et i modi particulari della vita de’ Turchi, Roma 1545 → (ed. Fr. Babinger), Munich 1963, vr. 17a, 24a.
G. A. Menavino, I Cinque Libri della Legge, Religione, et Vita de Turchi et della Corte, d’alcune Guerre del Gran Turco, Vinegia 1548, s. 536.
N. De Nicolay, Les navigations, pérégrinations et voyages faits en la Turquie avec soixante figures naturel, Lyon 1567, s. 65-66.
Selânikî, Târih (İpşirli), I, 173-193, 205-209, 410.
Lokmân b. Hüseyin, Hünernâme, TSMK, Hazine, nr. 1523, 1524.
D. Hierosolimitano – A. Chierici, Vera Relatione della Gran Citta di Constantinopoli et in Particolore del Serraglio del Gran Turco, Bracciano 1621.
D. Hierosolimitano, Relatione della Gran Citta di Constantinopoli, British Museum, Harleian, nr. 3408, vr. 83-141.
A. Bobovi, Serai Enderun (20 Mayıs 1665, Pera), British Museum, Harleian, nr. 3409.
a.mlf., Mémoires sur les Turcs (10 Kasım 1666), Harvard University, Houghton Library, Count Paul Riant Collection, French, nr. 103, s. 240-242.
J. B. Tavernier, Nouvelle relation de l’intérieur du sérail du grand seigneur, Paris 1675.
a.mlf., Topkapı Sarayında Yaşam (trc. Perran Üstündağ), İstanbul 1984.
G. J. Grelot, Relation nouvelle d’un voyage de Constantinople, Paris 1680.
Sieur de la Croix, Mémoires, Paris 1684.
Le sérail des empereurs turcs ou othomans, Paris Bibliothèque Nationale, nr. Fr. 6123, s. 316, 356-362.
A. de la Motraye, Travels through Europe, Asia and into Part of Africa, London 1723.
E. Chishull, Travels in Turkey and Back to England: 1689-1702, London 1747.
J. C. Flachat, Observations sur le commerce et sur les arts d’une partie de l’Europe, de l’Asie de l’Afrique, et même des Indes orientales: 1740-1758, Lyon 1766, II, 64, 195-202.
D’Ohsson, Tableau général, VII, 3.
A. I. Melling, Voyage pittoresque de Constantinople et des rives du Bosphore, Paris 1807-24, 10-11, 28-29 nolu gravürler.
O. Bon, Il Serraglio del Gransignore Descritto a Constantinopoli nel 1608 (ed. G. Berchet), Venice 1865.
M. G. Angiolello, Maria Angiolello e di un suo inedito Manoscritto (ed. A. Capparozzo), Vicenza 1881, s. 33.
a.mlf., Historia Turchesca: 1300-1514 (ed. I. Ursu), Bucuresti 1909.
The Diary of Master Thomas Dallam 1559-1600 (J. T. Bent, Early Voyages and Travels in the Levant içinde), London 1893, s. 61-63.
Konstantinopel unter Sultan Suleiman dem Grossen aufgenommen im Jahre 1559 durch Melchior Lorichs aus Flensburg (ed. E. Oberhummer), München 1902.
A. H. Lybyer, The Government of the Ottoman Empire in the Time of Suleiman the Magnificent, Cambridge 1913.
H. Dernschwam, Tagebuch einer Reise nach Konstantinopel und Kleinasien 1553/55 (ed. Fr. Babinger), München-Leipzig 1923, s. 36, 136, 138; a.e.: İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü (trc. Yaşar Önen), Ankara 1988.
Halil Ethem [Eldem], Topkapı Sarayı, İstanbul 1931.
Tahsin Öz, Guide to the Museum of Topkapu Saray, İstanbul 1936.
a.mlf., “Topkapı Sarayı Müzesi Onarımları”, Güzel Sanatlar, sy. 6, İstanbul 1949, s. 6-74.
N. M. Penzer, The Harem, London 1936.
Sedat Çetintaş, Saray ve Kervansaraylar Arasında İbrahim Paşa Sarayı, İstanbul 1939.
Konyalı, İstanbul Sarayları, tür.yer.
a.mlf., Üsküdar Tarihi, tür.yer.
Şadiye Osmanoğlu, Hayatımın Acı ve Tatlı Günleri, İstanbul 1951.
Eremya Çelebi Kömürciyan, İstanbul Tarihi: XVII. Asırda İstanbul (trc. H. D. Andreasyan), İstanbul 1952.
Halûk Y. Şehsuvaroğlu, Tarihî Odalar, İstanbul 1954.
a.mlf., “İstanbul Sarayları”, Asırları Boyunca İstanbul Sarayları, İstanbul 1954, s. 225-248.
a.mlf., Boğaziçi’ne Dair, İstanbul 1986.
M. Çağatay Uluçay, Harem’den Mektuplar, İstanbul 1956.
a.mlf., Harem II, Ankara 1971.
a.mlf., Padişahların Kadınları, tür.yer.
Fr. Babinger, Die Aufzeichnungen des Genuesen Iacopo de Promontorio – de Campis über den Osmanenstaat um 1475, München 1957, s. 34, 37-39.
Osman Rıfat, Edirne Sarayı, Ankara 1957.
Reşat Ekrem Koçu, Topkapı Sarayı, İstanbul 1960.
Ayşe Osmanoğlu, Babam Abdülhamid, İstanbul 1960.
F. Ezgü, Yıldız Sarayı Tarihçesi, İstanbul 1962.
Selma Emler, “Topkapı Sarayı Restorasyon ve Çalışmaları”, Türk San‘atı Tarihi Araştırma ve İncelemeleri, İstanbul 1963, I, 211-312.
A. Bombaci, “Gazne’deki Kazılara Giriş” (trc. Doğan Türker), a.e., s. 537-560.
B. de Zara, Luigi, Costumi et i Modi Particolori della vita de Turchie (ed. Fr. Babinger), Münich 1963.
Safiye Ünüvar, Saray Hatıralarım, İstanbul 1964.
J. Haslip, Bilinmeyen Tarafları ile Abdülhamid (trc. N. Kuruoğlu), İstanbul 1964.
S. Lloyd – D. S. Rice, Alanya, Ankara 1964.
Halid Ziya Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, İstanbul 1965.
F. Sarre, Konya Köşkü (trc. Şahabeddin Uzluk), Ankara 1967.
Sedat Hakkı Eldem, Türk Evi Plan Tipleri, İstanbul 1968.
a.mlf., Köşkler ve Kasırlar, İstanbul 1969.
a.mlf., Sa’dabad, İstanbul 1977.
a.mlf., Boğaziçi Anıları, İstanbul 1979.
a.mlf., İstanbul Anıları, İstanbul 1979.
a.mlf. – Feridun Akozan, Topkapı Sarayı: Bir Mimari Araştırma, İstanbul 1982.
B. Miller, Beyond the Sublime Porte, the Grand Seraglio of Istanbul, New York 1970.
F. Davis, The Palace of Topkapı in Istanbul, New York 1970.
G. Goodwin, A History of Ottoman Architecture, Baltimore 1971, s. 191-195, 321-330, 403-407, 421-424, 429-450.
Şerare Yetkin, “Alara Kalesindeki Hamamlı Kasır ve XIII. Yüzyıl Anadolu Mimarisindeki Yeri”, Malazgirt Armağanı, Ankara 1972, s. 119-126.
a.mlf., “Sultan I. Alaeddin Keykubad’ın Alara Kalesi Kasrının Hamamındaki Freskler”, STY, III (1970) s. 60-88.
Nurhan Atasoy, İbrahim Paşa Sarayı, İstanbul 1972.
Lütfi Simâvi, Osmanlı Sarayının Son Günleri, İstanbul 1972.
Leyla Saz, Harem’in İçyüzü, İstanbul 1974.
Münevver Ayaşlı, Dersaâdet, İstanbul 1975.
E. Alpay – M. Schneider, Le Harem Impérial de Topkapi, Paris 1977.
Mustafa Cezar, Anadolu Öncesi Türklerde Şehir ve Mimarlık, İstanbul 1977, s. 215-246.
Günsel Renda, Batılılaşma Döneminde Türk Resim Sanatı, Ankara 1977.
Aydın Taneri, Osmanlı Devletinin Kuruluş Döneminde Hükümdarlık Kurumunun Gelişmesi ve Saray Hayatı Teşkilatı, Ankara 1978.
Cengiz Köseoğlu, Harem, İstanbul 1979.
Pars Tuğlacı, Osmanlı Mimarlığında Batılılaşma Dönemi ve Balyan Ailesi, İstanbul 1981.
Tülay Reyhanlı, İngiliz Gezginlerine Göre XVI. Yüzyılda İstanbul’da Hayat: 1582-1599, Ankara 1983.
Oktay Aslanapa, Türk Sanatı, İstanbul 1984, s. 42, 47-53, 187-192, 292-297.
a.mlf., Osmanlı Devri Mimarisi, İstanbul 1986, s. 512-526.
Kemal Çığ, “Fatih Topkapı Sarayını Niçin Yaptırdı?”, Kemal Çığ’a Armağan, İstanbul 1984, s. 17-35.
Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, tür.yer.
TTK Bildiriler (1985), tür.yer.
Mualla Anhegger Eyüboğlu, Topkapı Sarayı’nda Padişah Evi: Harem, İstanbul 1986.
Dolmabahçe Sarayı, İstanbul 1987.
B. Bilgin, Geçmişte Yıldız Sarayı, İstanbul 1988.
Önder Küçükerman, Kendi Mekânının Arayışı İçinde Türk Evi, İstanbul 1988.
Feryal İrez, XIX. Yüzyıl Osmanlı Saray Mobilyası, Ankara 1989.
Hülya Tezcan, Topkapı Sarayı ve Çevresinin Bizans Devri Arkeolojisi, İstanbul 1989.
Metin Sözen, Devletin Evi Saray, İstanbul 1990.
Deniz Esemenli, The Harem, Topkapı The Palace of Felicity, Milan 1990, s. 107-228.
Gülru Necipoğlu, Architecture, Ceremonial and Power: The Topkapi Palace in the Fifteenth and Sixteenth Centuries, New York 1991, s. 159-183.
Çelik Gülersoy, Çerağan Sarayları, İstanbul 1992.
L. P. Peirce, Harem-i Hümayun: Osmanlı İmparatorluğu’nda Hükümranlık ve Kadınlar (trc. Ayşe Berktay), İstanbul 1996.
Abdurrahman Şeref, “Topkapı Sarây-ı Hümâyûnu”, TOEM, I-II/5-12 (1326-27), s. 265, 329, 393, 457, 521, 585, 649, 713.
A. Mez, “Ortazaman Türk-İslâm Dünyasında Saray” (trc. Cemal Köprülü), Ülkü, VI/35-36, Ankara 1936.
Süheyl Ünver, “Üsküdar Kavak Sarayı”, Yücel, V/39, İstanbul 1937, s. 175-178.
M. Zeki Oral, “Kubâd-Âbâd Nasıl Bulundu?”, AÜİFD, sy. 2-3 (1953), s. 171-179.
a.mlf., “Kayseri’de Kubadiye Sarayları”, TTK Belleten, XVII/68 (1953), s. 501-517.
Muzaffer Erdoğan, “Osmanlı Devrinde İstanbul Bahçeleri”, VD, IV (1958), s. 149-182.
Mahmut Akok, “Ağrı, Doğubeyazıt’ta İshak Paşa Sarayı Rölöve ve Mimarisi”, TAD, X/2 (1960), s. 30-48.
a.mlf., “Konya, Alaeddin Köşkü, Selçuk Saray ve Köşkleri”, TED, sy. 11 (1968), s. 47-73.
K. Otto Dorn – Mehmet Önder, “Kubâd-Âbâd Kazıları 1965 Yılı Ön Raporu”, TAD, V/8-9 (1967), s. 14.
M. Oluş Arık, “Kubadâbâd Sarayı”, Önasya, VI/38, Ankara 1968, s. 8-9; VI/39 (1968), s. 15-16; VI/40 (1968), s. 8-9.
Hayrullah Örs, “Haremin Muamması”, Türkiyemiz, I/2, İstanbul 1970, s. 2-12.
M. Zeki Sönmez, “Ağrı Dağı, Doğubeyazıt, İshak Paşa Sarayı”, İlgi, sy. 17, İstanbul 1973, s. 20-26.
Ö. Lutfi Barkan, “İstanbul Saraylarına Ait Muhasebe Defterleri”, TTK Belgeler, IX/13 (1979), tür.yer.
“Topkapı Sarayı Müzesi”, Sanat, sy. 7, Ankara 1982.
C. G. Fisher – A. Fisher, “Topkapı Sarayı in the Mid-Seventeenth Century: Bobovi’s Description”, Ar.Ott., X (1987), s. 5-81.
Ülkü Altındağ – Nimet Bayraktar, “Topkapı Sarayı Müzesi Tahrir Komisyonu Çalışmaları I”, Topkapı Sarayı Müzesi: Yıllık, sy. 2, İstanbul 1987, s. 7-68; sy. 3 (1988), s. 23-62.
Semra Ögel, “Geleneksel Türk Evine Bir Kaynak Olarak Topkapı Sarayı”, a.e., sy. 3 (1988), s. 126-147.
Gülsün Tanyeli, “Topkapı Sarayı Harem’inin Haliç Cephesindeki Yapılaşmasının Evrimi”, a.e., sy. 3 (1988), s. 148-180.
Uğur Tanyeli, “Anadolu Türk Saray Mimarlığının Evrimi Üzerine Gözlemler”, a.e., sy. 3 (1988), s. 181-210.
Semavi Eyice, “İstanbul’da Bizans İmparatorlarının Sarayı, Büyük Saray”, STAD, sy. 3 (1988), s. 3-36.
a.mlf., “III. Selim’in Tekniğe Feda Ettiği Eser Aynalı Kavak Sarayı”, Sanat Dünyamız, sy. 37, İstanbul 1988, s. 24-31.
a.mlf., “İstanbul: Tarihi Eserler, Saraylar”, İA, V/2, s. 1214/48-1214/55.
a.mlf., “İshak Paşa Sarayı”, TA, XX, 234-235.
Ed., “Harīm”, EI2 (İng.), III, 209.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1997 yılında İstanbul’da basılan 16. cildinde, 138-152 numaralı sayfalarda yer almıştır.