HAVÂSSÜ’l-KUR’ÂN

Esmâ-i hüsnâ ile bazı sûre ve âyetlerin dileklerin kabulündeki tesirlerini ifade eden bir tabir ve bu konuda yazılan eserlerin ortak adı.

Müellif:

Havâs kelimesi, “bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan hal, kuvvet, tesir, özellik” gibi anlamlara gelen hâssanın çoğuludur. Havâssü’l-Kur’ân terkibi Kur’an’dan bazı kelime, âyet ve sûrelerin belli bir tertibe göre okunması veya yazılması halinde niyet ve maksada uygun sonuçlar veren tesir ve özelliklerinden bahseden bir disiplini ve bunun literatürünü ifade eder.

Bazı müfessirler, Kur’ân-ı Kerîm’in gönderiliş amacının sadece lafızların zâhirinden anlaşılan mânalardan ibaret olmayıp bunun ötesinde maksatların gözetildiğini düşünmüşler, zâhirî bakımdan müphem veya müteşâbih olan ifadelerin bâtınî anlamlar taşıdığını, özellikle bazı sûrelerin başındaki hurûf-ı mukattaanın yalnız birer ses sembolü olarak değil anlam birimi olarak da algılanması gerektiğini, bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’in hurûfîlik ve ebced hesabı çerçevesinde de tefsir edilmesine ihtiyaç bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu yaklaşım onları, ilk dönemlerden itibaren komşu kültürlerde buldukları benzer ilimlerle ve bilhassa Bâbil, Mısır, Yunan, Hint, yahudi, hıristiyan kültürleriyle ilgilenmeye sevketmiştir (bk. HAVAS İLMİ).

Muahhar devir âlimleri havas ilminin ve özellikle havâssü’l-Kur’ân meselesinin İslâm kültürüne sonradan girdiğini savunmaktadır. Nitekim İbn Haldûn kıraat, hat, tefsir gibi bölümlere ayırdığı Kur’an ilimleri içinde (Muḳaddime, III, 1028-1032) havâssü’l-Kur’ân’a yer vermemiştir. Müteşâbih naslardan söz ederken hurûf-ı mukattaanın müteşâbih olduğunu, bunların mâna ve maksadının beşer tarafından bilinemeyeceğini, lugavî lafızlardan sadece Araplar tarafından vazedilen mânaların anlaşıldığını, dolayısıyla bir haberi ona konu olan şeye isnad imkânsız olduğunda söz konusu ifadenin anlaşılamayacağını, bu ifade Allah katından gelmişse onun hakiki mânasının Allah’a havale edilmesi gerektiğini söylemekte; Hz. Peygamber’den sahih bir rivayet gelmişse hurûf-ı mukattaaya hece harfleri olmanın dışında bir anlam verilebileceğini, ancak böyle bir rivayetin mevcut olmadığını kaydetmektedir (a.g.e., III, 1085-1086). İbn Haldûn’un ifadelerinden, bedevî Araplar’ın bu tür lafızları hakiki mânaları ile anladıkları ve tefsir etmedikleri, bunları yorumlama işinin şehirlilere (hadarî) ait olduğu anlaşılmaktadır. İbn Haldûn, ilm-i hurûftan söz ederken bu ilmin başlangıçta müslümanlarda bulunmadığını, aşırılığa kaçan mutasavvıfların ortaya çıkıp ruhun beden ve maddî âlemle olan bağlarını çözerek yüce âlemlere ulaşmaya kalkışmalarından sonra görüldüğünü, bunların, kendilerinden olağan üstü haller zuhur ettiğini ve maddî âlem üzerinde tasarruf sahibi bulunduklarını anlatan eserler yazdıklarını, bu eserlerinde ilm-i hurûfun yardımıyla harfleri bütün sırları taşıyan esmâ-i hüsnâ ve bazı ilâhî kelimelerle ruhların tabiat âleminde tasarrufunun sağlanacağını iddia ettiklerini söylemiştir (a.g.e., III, 1159).

Kur’ân-ı Kerîm’in sûre ve âyetlerinin kendilerine özgü havassının bulunduğunu ileri süren müfessirler, bu görüşlerine delil olarak onun şifa olduğunu bildiren âyetleri göstermektedirler. Bazı âyetlerde Kur’an’ın bir şifa olduğu bildirilirse de bu âyetlerde şifa kelimesinin iman, mev‘iza, rahmet ve hidayet kelimeleriyle birlikte kullanılması (bk. Yûnus 10/57; el-İsrâ 17/82; Fussılet 41/44), özellikle Yûnus sûresinin 57. âyetinde “gönüllerdekine şifa” açıklamasının yer alması, Kur’ân-ı Kerîm’in ahlâkî ve mânevî hastalıkları tedavi edici rolünü göstermekte, ayrıca cismanî hastalıkları iyileştirici bir tesire sahip olduğuna dair bir âyet bulunmamaktadır.

Hadis literatüründe ise Kur’an’ın havassına dair rivayetlere yer verilmiştir. Bu rivayetlerde Kur’an’ın şifa olduğu (İbn Mâce, “Ṭıb”, 7, 28; Süyûtî, II, 1153), nazara karşı okunmasının şifa sağlayacağı (Buhârî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 10, 14; “Ṭıb”, 32, 34-35, 39, 41), Hz. Peygamber’in göğüs ve boğaz ağrısından şikâyet eden birine Kur’an okumasını tavsiye ettiği (Süyûtî, II, 1153), Mü’min sûresinin başından üç âyeti ve Âyetü’l-kürsî’yi sabahleyin okuyan kimsenin akşama kadar, akşam okuyanın sabaha kadar korunacağı (Dârimî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 14; Tirmizî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 2), akşamleyin Bakara sûresinin son iki âyetini okuyanın sabaha kadar her türlü âfet ve şeytan şerrinden emin olacağı (Buhârî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 10) bildirilir. Hz. Âişe, Resûl-i Ekrem hastalandığında İhlâs, Felak ve Nâs sûrelerini okuyup kendi kendine üflediğini, hastalığı şiddetlendiğinde ise kendisinin okuyup onun elleriyle meshettiğini belirtmiştir (Buhârî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 14; “Ṭıb”, 32, 34, 39, 41).

Havâssü’l-Kur’ân hakkında sahâbe ve tâbiînden çok sayıda rivayet nakledilmiştir (İbn Kayyim el-Cevziyye, IV, 356-359). Süyûtî bu rivayetlerden bazısını sıraladıktan sonra, “Bunlar benim, havas konusunda uydurma denilemeyecek hadislerle sahâbe ve tâbiînin mevkuf ve maktû haberlerinden tesbit ettiklerimdir. Bu hususta anlatılan olaylara gelince bunların doğru olup olmadığını en iyi Allah bilir” diyerek kendi görüşünü açıklamaktan kaçınmıştır (el-İtḳān, II, 1160).

Yukarıdaki bilgilerden, Hz. Peygamber’in şifa niyetiyle Kur’an’dan bazı sûre ve âyetleri okuduğu ve okunmasını tavsiye ettiği anlaşılmaktadır. Bu rivayetlerin isnad yönünden sıhhat durumları ise incelenmeye muhtaçtır. Bir kısmının sahih olduğu tesbit edilse bile bu işlemi dua ve niyaz mânasında telakki edip onun ötesinde bir anlama yormamak gerekir. İslâm inancına göre samimiyet ve ihlâsla yapılan dua Allah katında kabul görür. Zerkeşî, bu konudaki bazı rivayetleri naklettikten sonra Kur’ân-ı Kerîm’in fazilet ve havassından faydalanmak isteyen kişinin samimiyetle Allah’a yönelip O’na yakarması, O’nun kitabı üzerinde iyice düşünerek kalbini güzelleştirmesi, gece gündüz Kur’an’la meşgul olup onunla amel etmesi ve ona bağlanması halinde maksadına ulaşabileceğini söylemektedir (el-Burhân, I, 436-437). Hastalıktan mustarip olan bir müminin, tıbbî tedavi imkânının bulunmadığı durumlarda bazı âyetleri dua niyetiyle okuyarak Allah’tan şifa dileğinde bulunması İslâmî inanç ve edebe uygun olduğu gibi, böyle bir tutumun insana kazandıracağı yüksek moral ve ümit sayesinde bazı fizyolojik ve ruhî hastalıkların tedavisinin mümkün olabileceği çağdaş tıbbın ve psikolojinin de kabul ettiği bir husustur (bk. DUA). Ancak tılsımcılarla efsuncuların cinleri istihdam etmek veya daha başka yollara başvurmak suretiyle hastaları iyileştirdikleri, dilekleri karşıladıkları şeklindeki iddialar dinen geçersizdir. Nitekim bu işlerle uğraşanlar, Kur’ân-ı Kerîm’de şerlerinden Allah’a sığınılması gereken kimseler arasında sayılmış ve “düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçüler” diye tavsif edilerek (el-Felak 113/4) kınanmıştır (, “rḳy” md.; İbn Teymiye Külliyâtı, I, 258; Aynî, XVII, 400; , XII, 90; Taşköprizâde, I, 366; ayrıca bk. RUKYE).

Kur’an’ın havassı ile ilgili rivayetlerin muteber hadis mecmualarında genellikle çeşitli başlıklar altında toplandığı görülmektedir. Buhârî’nin “Tefsîr”, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân” ve “Ṭıb”; Müslim’in “Ṣalâtü’l-müsâfirîn ve ḳaṣrihâ”; Tirmizî’nin “Ṭıb” ve “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”; Ebû Dâvûd ve İbn Mâce’nin “Ṭıb” ve Hâkim’in el-Müstedrek’indeki “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân” ile “Tefsîrü’l-Ḳurʾân” başlığını taşıyan bölümler örnek olarak zikredilebilir. Ulûmü’l-Kur’ân’a dair eserlerden Zerkeşî’nin el-Burhân fî ʿulûmi’l-Ḳurʾân’ı ile (I, 432-433, 434-448) Süyûtî’nin el-İtḳān fî ʿulûmi’l-Ḳurʾân’ında (II, 1113-1152, 1153-1161) fezâilü’l-Kur’ân ve havâssü’l-Kur’ân birbirini takip eden iki ayrı bölüm halinde ele alınmış, bunlarla ilgili olarak çeşitli kaynaklardan derlenen rivayetlere yer verilmiştir. İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’l-meʿâd adlı beş ciltlik eserinin IV. cildini tıbb-ı nebevî konusuna ayırmış, burada havâssü’l-Kur’ân meselesini ve ilgili rivayetleri ele almıştır (meselâ bk. s. 13-17, 162-211, 347, 352, 356-359). İlk asırlardan itibaren bu konuda müstakil eserler de yazılmıştır. Ca‘fer es-Sâdık’a (ö. 148/765) isnat edilen Ḫavâṣṣü’l-Ḳurʾâni’l-ʿaẓîm (Dârü’l-kütübi’z-Zâhiriyye, nr. 7365, 9594; Süleymaniye Ktp., Tâhir Ağa Tekkesi, nr. 1363), Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed et-Temîmî’nin (ö. 370/980 [?]) Ḫavâṣṣü’l-Ḳurʾân’ı (Süleymaniye Ktp., Pertev Paşa, nr. 54; Esad Efendi, nr. 18; Reîsülküttâb Mustafa Efendi, nr. 1163/7), Gazzâlî’ye nisbet edilen Ḫavâṣṣü’l-Ḳurʾân (Süleymaniye Ktp., Reîsülküttâb Mustafa Efendi, nr. 1163/6) veya eẕ-Ẕehebü’l-ibrîz fî ḫavâṣṣi Kitâbillâhi’l-ʿazîz (Dârü’l-kütübi’z-Zâhiriyye, nr. 8063) adlı eser, İbnü’l-Cevzî (Süleymaniye Ktp., Amcazâde Hüseyin Paşa, nr. 70) ve Beyzâvî’nin (Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 800/58) Ḫavâṣṣü’l-Ḳurʾân’ları ile İbnü’l-Haşşâb’ın ed-Dürrü’n-naẓîm fî feżâʾili’l-Ḳurʾâni’l-ʿaẓîm’i (Süleymaniye Ktp., Damad İbrâhim Paşa, nr. 231, Ayasofya, nr. 1870, 0.384, Hafîd Efendi, nr. 15, Hasan Hüsnü Paşa, nr. 85, Yazma Bağışlar, nr. 18; Nuruosmaniye Ktp., nr. 576, 577, 578) bunlara örnek olarak gösterilebilir. Son eser, Kur’ân-ı Kerîm’in Havâs ve Esrârı adıyla Hâmi Erin tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir (İstanbul 1989).

Ahmed b. Ali el-Bûnî, havassa dair yazdığı Şemsü’l-maʿârifi’l-kübrâ (Beyrut, ts.) adlı eserinde harflerle kozmos arasındaki münasebetten, felek ve burçların havassından söz ettikten sonra besmele, hurûf-ı mukattaa, Kur’an’ın fazileti ve sûrelerin havassı konularına temas etmekte, Mağribliler’in sıralamasını esas alarak yirmi dokuz harf ve doksan dokuz esmâ-i hüsnânın havassını ayrı ayrı açıklamaktadır. Son bölümde ise kabul edildiklerinin tecrübelerle sabit olduğunu söylediği bazı dualara yer vermektedir. Müellif bu bölümde ayrıca, devrinin geleneğine uyarak kendilerinden ilim aldığı âlimlerin silsilesini de kaydetmektedir. Bunlar arasında Hz. Ali, Ca‘fer es-Sâdık, Mûsâ Kâzım gibi Şîa’nın on iki imamdan saydığı kişiler; Ebû Medyen el-Endelüsî, Dâvûd el-Cîlî, Ma‘rûf-i Kerhî, Serî es-Sakatî, Cüneyd-i Bağdâdî, Gazzâlî, Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî, Celâleddin Abdullah el-Bistâmî, Ebû Abdullah Şemseddin el-İsfahânî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi mutasavvıflar bulunmaktadır (Şemsü’l-maʿârifi’l-kübrâ, s. 530-531). Eser, Selâhattin Alpay tarafından Türkçe’ye çevrilerek Şemsü’l-maârif adıyla yayımlanmıştır (İstanbul 1995). Yine Mağribli olan İbnü’l-Hâc el-Abderî, genel havas konularını ele aldığı Şümûsü’l-envâr ve künûzü’l-esrâri’l-kübrâ adlı eserinde havâssü’l-Kur’ân’ı da işlemiştir.

Havâssü’l-Kur’ân konusunda meşhur olmuş eserlerden biri de Ebû Muhammed Abdullah b. Es‘ad el-Yâfiî’nin ed-Dürrü’n-naẓîm fî ḫavâṣṣi’l-Ḳurʾâni’l-ʿaẓîm’idir (Kahire 1321). Müellif bu eseri, Ebû Bekir el-Gassânî’nin Kitâbü’l-Berḳi’l-lâmiʿ ve’l-ġays̱i’l-hâmiʿ adlı eseriyle Gazzâlî’ye nisbet edilen Ḫavâṣṣü’l-Ḳurʾân’ı bir araya getirerek oluşturmuştur. Risâlenin baş tarafında Kur’an’ın ve besmelenin fazileti anlatıldıktan sonra Fâtiha’dan başlayarak Nâs sûresine kadar sırasıyla bütün sûrelerin fazilet ve havassı hakkında bilgi verilmektedir. Aynı konuda bir başka eser de Seyyid Süleyman el-Hüseynî’nin Türkçe olarak kaleme aldığı Kenzü’l-havâs ve Keyfiyyet-i Celb ve Teshîr adlı kitaptır (İstanbul 1332, 1992).


BİBLİYOGRAFYA

, “rḳy” md.

, I, 426-427.

, II, 373.

, “el-ʿAyn”, 2, 4.

Dârimî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 14.

Buhârî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 9, 10, 14, “Ṭıb”, 32, 33, 34-35, 39, 41.

İbn Mâce, “Ṭıb”, 7, 28.

Tirmizî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 2.

Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, Kahire 1334, XX, 33-35.

Ahmed b. Ali el-Bûnî, Şemsü’l-maʿârifi’l-kübrâ, Beyrut, ts. (el-Mektebetü’s-sekāfiyye), tür.yer.

İbnü’l-Hâc et-Tilimsânî, Şümûsü’l-envâr ve künûzi’l-esrâri’l-kübrâ, Beyrut, ts. (Dârü’l-cîl), s. 10 vd.

, X, 315-320.

İbn Teymiye Külliyâtı (trc. İ. Hakkı Sezer v.dğr.), İstanbul 1986, I, 258.

, IV, 13-17, 162-211, 347, 352-354, 356-359.

Yâfiî, ed-Dürrü’n-naẓîm fî ḫavâṣṣi’l-Ḳurʾâni’l-ʿaẓîm, Kahire 1321, s. 3-28.

, I, 432-433, 434-448.

, III, 1028-1032, 1085-1086, 1159.

Aynî, ʿUmdetü’l-ḳārî, Kahire 1392/1972, XVII, 400.

, XII, 90.

, II, 1113-1152, 1153-1161.

, I, 365-366; II, 568-573.

, I, 413, 650-651, 725-726.

Sıddîk Hasan Han, Ebcedü’l-ʿulûm, Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), II, 280.

, IV, 3195.

, I, 57-58, 122.

Cemâleddin el-Kāsımî, Meḥâsinü’t-teʾvîl, Beyrut 1398/1978, X, 277-279.

Seyyid Süleyman el-Hüseynî, Kenzü’l-havâs, İstanbul 1992, I, 19-197.

T. Fahd, “K̲h̲awaṣṣ al-Ḳurʾān”, , IV, 1133-1134.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1997 yılında İstanbul’da basılan 16. cildinde, 522-523 numaralı sayfalarda yer almıştır.