HIZIRNÂME

Muhyiddin Çelebi’nin Hızır ile ricâlü’l-gayb denilen velîler hakkındaki telakkilere ait manzum eseri.

Müellif:

Türünün Osmanlı sahasında bilinen tek örneği olup 880 (1476) yılı dolaylarında kaleme alınmıştır. Dîvân-ı Şeyh Muhyiddîn Çelebi adını taşımakla birlikte manzumelerin mahlas beyitlerinde hemen daima Hızır adı da geçtiğinden daha çok Hızırnâme ismiyle anılır. Müellif ve eseri hakkında kaynaklarda herhangi bir bilgi yoktur. Yalnız M. Fuad Köprülü (meselâ bk. İlk Mutasavvıflar, s. 111, dipnot 43; s. 257, dipnot 1) ve Abdülbaki Gölpınarlı’nın (Yunus Emre ve Tasavvuf, s. 50) kısaca bahsettikleri eseri Vasfi Mahir Kocatürk Hızırnâme adıyla anarak ondan uzun nakiller yapmıştır. Eseri “dinî bir destan” olarak niteleyen Kocatürk müellifin atalarının Türkistan’dan geldiğini, asıl adının Şeyh Mehmed Dede Sultan ve kendisinin Eğridirli olduğunu, 1426-1495 yılları arasında yaşadığını, bölgede büyük bir şöhret ve nüfuz kazandığını belirtir (Türk Edebiyatı Tarihi, s. 283-288).

Muhyiddin Çelebi’nin bir Bektaşî şairi olduğunu söyleyen Köprülü (İlk Mutasavvıflar, s. 111, dipnot 43), eserin yazılış tarihinden hareketle Georg Jacob’un Bektaşîliğe bir tarikat olarak ancak XVI. yüzyıldan itibaren rastlandığı görüşüne karşı çıkarak bu tarikatın kuruluş tarihini XV. yüzyıla indirmek gerektiğini ileri sürer. Gerçekten de şair eserinde, Hacı Bektâş-ı Velî’ye özel bir önem verdiğini onun adına bahisler açmak suretiyle birkaç yerde göstermektedir. Ancak eserin hiçbir yerinde Bektaşîliğe mensup olduğunu söylemez; buna karşılık Sühreverdiyye tarikatının Türkler arasında yaygın bir şubesi olan Zeyniyye’nin pîri Zeynüddin el-Hâfî’ye (ö. 838/1435) müntesip bulunduğunu açıkça belirtir (İÜ Ktp., TY, nr. 9495, vr. 4a) ve onu birkaç yerde daha büyük bir saygıyla anar. Fakat bundan daha önemlisi, eserinin hemen hemen tamamını hasrettiği, “gavs-ı a‘zam kutbü’l-aktâb” diyerek hürmetle andığı Hızır Han’dan yani Hızır peygamberden el aldığını, ona intisap edince kendinde güçlü bir cezbenin zuhur ettiğini ve bu sayede vahdet sırrına erdiğini pek çok vesileyle ifade etmektedir. Bu durumda onun aynı zamanda Hızıriyye tarikatına mensup olduğunu kabul etmek gerekir. Ayrıca Rum abdallarına önemli bir yer verdiği eserinin bir bölümünü onlara ayırdığı, bu arada Hz. Ali’yi çok belirgin bir biçimde kutsîleştirdiği dikkate alınarak bu zümre mensuplarından olduğu da söylenebilir.

Bu çerçevede, Muhyiddin Çelebi’nin tasavvuf mesleğine Zeynüddin el-Hâfî’nin müridi olarak başlayıp eserinde ifade ettiği gibi memleketi olan Hamîd-ili’ndeki Rum abdalları zümresine katıldığı (vr. 30b-31a) ve cezbe sahibi bir sûfî olduğu tahmin edilebilir. Nitekim kendisi de bu cezbe halinin fazla olması sebebiyle memleketinde “divane” diye anıldığını söyler. Hacı Bektâş-ı Velî’yi aşırı derecede övmesi, Köprülü’nün sandığı gibi Bektaşî oluşundan değil Hacı Bektaş kültünün Rum abdalları arasında çok güçlü biçimde yaşamasından ileri gelmektedir. Muhyiddin Çelebi’nin Rum abdallarından olduğunun bir başka delili de bu zümrenin pîri kabul edilen Seyyid Gazi’nin (Battal Gazi) eserde sık sık büyük bir hürmet ve tâzimle zikredilmesidir.

Eser bütünüyle, Muhyiddin Çelebi’nin bizzat el alarak kendisine intisap ettiği (vr. 18a) Hızır Han’la birlikte cezbe halinde yaptığı âlem-i gayb seyahatini ve Hızır’ın niteliklerini, işlerini tasvire hasredilmiştir. Şair, bu seyahatin “Türk diliyle yazılıp mâlum edilmesi” emrinin kendisine Cenâb-ı Hak tarafından verildiğini özellikle belirtir.

Klasik tarzda Allah’a hamd ve Hz. Muhammed’e salât ü selâm ile başlayan ve Peygamber’e yazdığı bir na‘t ile birlikte bir methiyeyi de ihtiva eden eserden anlaşıldığına göre Muhyiddin Çelebi, 880 yılı Ramazanında (Ocak 1476) Kadir gecesi vuku bulan bir cezbe anında âlem-i gaybdaki seyahatine başlamıştır. Hızır Han bu mübarek gecede kendisine görünmüş ve onu atının terkisine alarak bütün sırları göstermiştir. Şair önce Hz. Peygamber’in nurdan sancağını ziyaret eder; ardından Mekke’yi, Medine’yi ve bütün kutsal toprakları dolaşır; hatta arşa kadar çıkarak sidretü’l-müntehâyı görür. Âdem peygamberden başlayarak Hz. Muhammed’e kadar sırasıyla bütün büyük peygamberlerle ayrı ayrı sohbet eder. Daha sonra Kafdağı’na varır; burada Hızır Han’ın gavs-ı a‘zam ve kutbü’l-aktâb olarak bütün ricâl-i gaybın en üstünde bulunduğunu müşahede eder. Hızır’la birlikte hayat kaynağı nehrini, ömür ağacını seyreder; ardından havârileri, Hârût ve Mârût’u görür; Horasan ve Mâverâünnehir’e ulaşır; oradan zulümât diyarına geçerek âb-ı hayâtı bulurlar. Bu ruhanî yolculukta gezip gördüğü yerler arasında Mağrib diyarı, Nil, Fırat, Bahr-i Muhît, Dımaşk, Kudüs, Serendib, Semerkant gibi coğrafî mekânlar da zikredilir. Eserde mistik duygularla mitolojik unsurlar bir aradadır. Dikkat çekici bir başka nokta da daha çok tasavvufî konularda Maniheizm’in dolaylı etkilerini düşündüren “ak nur-kara nur” şeklinde ikili bir nur motifinin (meselâ bk. vr. 40b) eserde çok güçlü bir şekilde terennüm edilmiş olmasıdır.

Hızırnâme’nin ilgi çekici bir başka bölümü, “Beyân-ı Cem‘iyyet-i Kübrâ ve Sohbet-i Heme Evliyâ” başlığı altında, Muhyiddin Çelebi’nin yine gayb âleminde kendinden önce yaşamış bir kısım Anadolu evliyası ile olan sohbetinin anlatıldığı sayfalardır (vr. 26b-28b). Şair burada Seyyid Battal Gazi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Hacı Bektâş-ı Velî, Âşık Paşa yanında bütün ünlü Rum abdallarının adlarını zikreder. Sarı Saltuk, Yûnus Emre, Selâhaddîn-i Zerkûb, Resul Baba, Ahmed el-Bedevî, Mevlânâ, Sultan Veled, Mahmûd-ı Hayrânî, Karaca Ahmed, Fatma Bacı gibi daha sonraları velâyetnâme veya silsilenâmelere giren şahsiyetlerle birçok Anadolu evliyası hep Hacı Bektâş-ı Velî’nin bağlıları olarak gösterilir. Âdeta bir belge niteliği taşıyan bu kısım Muhyiddin Çelebi’nin tasavvufî kimliğini ortaya koyması bakımından önemlidir.

Çoğu musammat özelliği gösteren gazel, murabba ve mesnevi nazım şekilleriyle yazılan Hızırnâme, toplam 1285 beyit tutan yetmiş sekiz parça manzumeden oluşur. Bu manzumelerin çoğunda Muhyiddin, bir kısmında ise Dolu mahlası kullanılmıştır. Hızırnâme’nin sanat yapma kaygısından uzak samimi bir üslûpla yazıldığı söylenebilir. Nitekim Vasfi Mahir Kocatürk eserin, devrin divan şairlerinde görülen işlenmiş bir dille yazılmadığını, halka yakın bir lirizm ortaya koyduğunu, müellifin büyük bir şair olmamakla beraber samimi bir ruh haliyle dervişlik heyecanlarını anlatan bir şahsiyet olduğunu söyler. Bununla beraber eserde, daha çok Yûnus Emre tarzının bir devamı gibi görünen bir hayli etkileyici ve başarılı bir nazım tekniğine de zaman zaman rastlanmaktadır. Köprülü ise eseri benzerleri gibi “rekik, kusurlu ve acemice” bulur. Hızırnâme, gerek muhteva ve üslûp gerekse kullanılan dil bakımından Türk tasavvuf edebiyatının en dikkate değer metinleri arasında yer almaktadır.

Hızırnâme’nin kaynaklarda zikredilen dört nüshasından biri Köprülü kitapları arasındadır (Yapı Kredi Sermet Çifter Araştırma Ktp., nr. 115). Kırk varak olan bu nüsha 1135 (1723) yılında istinsah edilmiş olup baş tarafı eksiktir. Kocatürk’ün faydalandığı Isparta Halil Hamîd Paşa Kütüphanesi’ndeki nüsha halen kayıptır. Süleymaniye Kütüphanesi’nde kayıtlı (Hacı Mahmud Efendi, nr. 3414) Seyyid Abdurrahman İbn Osman’ın istinsah ettiği 1202 (1788) tarihli nüsha otuz iki varaktır. İstinsah tarihi bulunmayan ve muhtemelen yazıldığı döneme en yakın olan nüsha ise İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde kayıtlı olup (TY, nr. 9495) kırk beş varaktan ibarettir.


BİBLİYOGRAFYA

Abdülbâki Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf, İstanbul 1961, s. 50.

, s. 283-288.

M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (haz. Orhan F. Köprülü), Ankara 1984, s. 111, 257, 263, 279.

Ahmet Yaşar Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır yahut Hızır-İlyas Kültü, Ankara 1985, s. 39, 92-93.

İskender Pala, Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, Ankara 1995, s. 249-250.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1998 yılında İstanbul’da basılan 17. cildinde, 417-419 numaralı sayfalarda yer almıştır.