Ebû Bekr Abdullāh b. Ebî Kuhâfe Osmân b. Âmir el-Kureşî et-Teymî (ö. 13/634)
Fil Vak‘ası’ndan üç yıl kadar sonra Mekke’de doğdu. Annesi Ümmü’l-Hayr Selmâ bint Sahr, Mekke döneminde Hz. Peygamber’in Erkam b. Ebü’l-Erkam’ın evinde bulunduğu sırada İslâmiyet’i kabul etti. Babası Ebû Kuhâfe, Mekke fethinden (8/630) hemen sonra oğlu Ebû Bekir’in aracılığıyla müslüman oldu. Anne ve babasının mensup olduğu Teym kabilesinin soyu Mürre b. Kâ‘b’da Hz. Peygamber’in nesebiyle birleşir. Resûl-i Ekrem’den iki veya üç yaş küçük olan Ebû Bekir kaynaklarda adından çok Atîk lakabıyla anılmıştır. “Güzel, soylu, eski, âzat edilmiş” gibi mânalara gelen bu lakabın ona annesi tarafından verildiği veya çok eskiden beri hayır yaptığı, yüzü ve ahlâkı güzel olduğu, yahut da soyunda ayıplanacak bir husus bulunmadığı için Atîk diye anıldığı rivayet edilmekle birlikte Hz. Peygamber’in, “Sen Allah’ın cehennemden âzat ettiği kimsesin” (Tirmizî, “Menâḳıb”, 16) şeklindeki iltifatına mazhar olduktan sonra bu lakapla anılmaya başlandığı bilinmektedir. Câhiliye döneminde Abdü’l-Kâ‘be olan adının müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber tarafından Abdullah olarak değiştirildiği rivayet edilir. Servetini Allah yolunda harcayıp eski elbiseler giydiği için “Zü’l-hilâl” (ذو الخلال), çok şefkatli ve merhametli olduğu için “Evvâh” lakaplarıyla da anılmıştır. Ancak onun en meşhur lakabı Sıddîk’tır. “Çok samimi, çok sadık” anlamına gelen bu lakap kendisine, mi‘rac olayı başta olmak üzere gaybla ilgili haberleri hiç tereddütsüz kabul ettiği için bizzat Resûl-i Ekrem tarafından verilmiş ve İslâm literatüründe bununla şöhret bulmuştur. Hz. Peygamber’in vefatından sonra onun devlet yönetimi görevini üstlendiği için de “halîfetü resûlillâh” unvanıyla anılmıştır. Bekir adlı bir çocuğu olmadığı halde kendisine Ebû Bekir künyesinin niçin verildiği konusunda kaynaklarda yeterli bilgi yoktur.
Ebû Bekir’in çocukluğu, gençliği ve müslüman olmadan önceki hayatı hakkında kaynaklarda fazla bilgi bulunmamaktadır. Yalnız elbise ve kumaş ticaretiyle meşgul olduğu, İslâmiyet’i kabul ettiği sırada 40.000 dirhem kadar sermayesi bulunduğu, ticaret kervanlarıyla Suriye ve Yemen’e seyahat ettiği bilinmektedir. Hz. Peygamber’in yirmi beş yaşlarında iken katıldığı Suriye ticaret kervanında onun da bulunduğu rivayet edilir.
Ebû Bekir’in nasıl müslüman olduğu hususunda da kaynaklarda pek az bilgi bulunmaktadır. Genellikle Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu haber alınca yanına gittiği ve kendisiyle görüştükten sonra İslâmiyet’i kabul ettiğine inanılır. Buna karşılık hemen bütün kaynaklarda Ebû Bekir’in İslâmiyet’i ilk kabul eden kişi olup olmadığı konusundaki çeşitli rivayetlere yer verilmiştir (Câhiz, s. 3-13). Hz. Peygamber’in onun üstünlüğünden söz ederken kendisini herkesin yalanladığı bir sırada Ebû Bekir’in inandığını ve İslâmiyet için her şeyini feda ettiğini söylemesi (Buhârî, “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”, 5) onun ilk müslümanlardan olduğunu göstermektedir. Kaynaklarda, Suriye’ye yaptığı seyahatlerde rahip Bahîrâ, rahip Nestûrâ ve Yemen’deki Ezdli bilginle görüştüğüne ve yine Suriye’de gördüğü bir rüya üzerine Hz. Peygamber’in risâletine hemen iman etmeye hazır hale geldiğine dair menkıbevî rivayetler bulunmaktadır (Muhibbüddin et-Taberî, I, 83-88; Köksal, III, 111-114).
Mekke döneminde İslâmiyet’in yayılmasında Hz. Ebû Bekir’in Kureyş’in ileri gelenlerinden biri olmasının büyük tesiri vardır. Hz. Peygamber’in Mekkeliler’i İslâmiyet’e gizlice davet ettiği sıralarda Kureyş’in ileri gelenlerinden birçok kimse onun vasıtasıyla müslüman olmuştur. Bunlar arasında, başta aşere-i mübeşşereden Hz. Osman, Talha b. Ubeydullah, Sa‘d b. Ebû Vakkās, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf ve Ebû Ubeyde b. Cerrâh olmak üzere Osman b. Maz‘ûn, Abdullah b. Mes‘ûd, Ebû Seleme el-Mahzûmî, Hâlid b. Saîd b. Âs, Ubeyde b. Hâris, Habbâb b. Eret, Erkam b. Ebü’l-Erkam, Bilâl-i Habeşî, Suheyb-i Rûmî gibi önemli kişiler bulunmaktadır. Hz. Ebû Bekir, Mekke döneminde Kureyşli müşriklerin ağır işkencelerine mâruz kalan müslüman kölelerle yabancılardan erkek, kadın, zayıf ve güçsüz pek çok kimseyi efendilerine büyük paralar ödeyerek satın alıp âzat etmiştir. Kurtardığı bu sahâbîler arasında Bilâl-i Habeşî, annesi Hamâme, Âmir b. Füheyre, Ubeys, Ümmü Ubeys, Ebû Fükeyhe, Zinnîre, Nehdiye ve Lübeyne sayılabilir. Onun servetini bu şekilde harcamasından rahatsız olan babası Ebû Kuhâfe, güçsüz ve zayıf köleler yerine güçlü kuvvetli kimseleri satın almasını tavsiye ettiği zaman babasına satın aldığı kölelerden faydalanmayı düşünmediğini, bu hareketiyle Allah’ın rızâsını kazanmayı umduğunu söylemiştir. Taberî, onun Allah yolundaki bu fedakârlığı üzerine Leyl sûresinin 5-7. âyetlerinin nâzil olduğunu rivayet eder (Câmiʿu’l-beyân, XXX, 142). Hz. Peygamber’in Erkam b. Ebü’l-Erkam’ın evinde bulunduğu bir sırada Ebû Bekir’in ısrarı üzerine Mescid-i Harâm’a gidildi, o esnada üzerine saldıran Utbe b. Rebîa tarafından öldüresiye dövüldü. Kendine gelince annesinden Hz. Peygamber’in bulunduğu Erkam’ın evine götürülmesini istedi. Resûlullah’ı sağ salim görünce ağlayarak ona sarılıp öptü; sonra da kendisine yardım eden annesinin hidayete ulaşması için Resûl-i Ekrem’in duasını niyaz etti. Hz. Peygamber onun bu samimi arzusu üzerine dua edince annesi müslüman oldu.
Resûl-i Ekrem Mekke’ye gelen insanları İslâmiyet’e davet ederken ensâb ilmini iyi bilen Ebû Bekir onun yanında bulunarak çeşitli kabile mensuplarıyla kolayca dostluk kurmasında kendisine yardımcı olurdu. Hz. Peygamber’in risâletinin beşinci yılında (615-616) Kureyşliler’in müslümanlara işkenceyi arttırması ve özellikle kendisinin yüksek sesle Kur’an okumasına engel olmaları üzerine dayısının oğlu Hâris b. Hâlid ile Habeşistan’a gitmek üzere Mekke’den ayrıldı. Yolda karşılaştığı dostu İbnü’d-Dügunne Kureyşliler’le konuşarak dinini kimseye açıklamaması şartıyla onun Mekke’de kalmasını sağladı. Ancak Ebû Bekir gizlice ibadet etmeye ve Kur’an’ı sessiz okumaya uzun süre dayanamayıp Kureyşliler’le yaptığı anlaşmayı bozdu. Bunun üzerine İbnü’d-Dügunne artık kendisini himaye etmeyeceğini bildirince Hz. Ebû Bekir sadece Allah’ın himayesine sığındığını söyleyerek Mekke’de oturmaya devam etti.
Müslümanlar Medine’ye hicret etmeye başlayınca Ebû Bekir de hicret için Hz. Peygamber’den izin istedi. Resûlullah ona acele etmemesini, Allah’ın kendisine bir arkadaş bulacağını söyleyince Hz. Peygamber ile birlikte hicret etme şerefine nâil olacağını anlayarak hazırlık yapmaya başladı. Bu konuşmadan dört ay sonra Resûl-i Ekrem Kureyşliler kendisini öldürmeye karar verince Ebû Bekir’in evine gelerek Medine’ye hicret edeceklerini söyledi. O gece müşrikler tarafından evi kuşatılan Hz. Peygamber yatağına Hz. Ali’yi yatırarak Ebû Bekir’le birlikte Sevr mağarasına doğru hareket ettiler. Resûl-i Ekrem, kendilerini takip eden müşriklerin mağaranın ağzına kadar gelmesi üzerine korkuya kapılan Hz. Ebû Bekir’i teselli ederek onların kendilerine zarar veremeyeceğini söyledi (Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 1). Daha sonra nâzil olan ve Ebû Bekir’in bu üzüntüsünü dile getiren âyet-i kerîmede Resûl-i Ekrem’in onu, “Üzülme, Allah bizimledir” (et-Tevbe 9/40) diye teselli ettiği belirtilmektedir. Hz. Ebû Bekir bu özel durumu sebebiyle Türk ve İran edebiyatlarında “yâr-ı gār (mağara dostu, can yoldaşı) ifadesiyle anılmıştır. Mekke döneminde Hz. Peygamber onunla Hz. Ömer arasında kardeşlik bağı kurmuştu (İbn Sa‘d, I, 238; III, 174, 175). Medine’de ise evinde misafir olduğu Hârice b. Zeyd ile arasında kardeşlik bağı kuruldu. Hârice b. Zeyd’in, servetini kendisiyle paylaşma teklifini kabul etmeyip hicret ederken yanına aldığı paradan artakalan 5000 dirhemle Medine’de ticarete başladı. Fakat şehrin havası sağlığına iyi gelmedi ve sıtmaya tutuldu, oğlu Abdullah’a mektup yazarak Mekke’de kalan ailesini Medine’ye getirmesini istedi. Abdullah da kız kardeşleri Esmâ ve Âişe ile annesi Ümmü Rûmân, Hz. Peygamber’in hanımı Sevde ile kızları Fâtıma ve Ümmü Külsûm ile birlikte Medine’ye hicret etti.
Hz. Ebû Bekir hicretten sonra Resûl-i Ekrem’in mescid yapılmasını uygun gördüğü arsayı satın alarak Medine’deki faaliyetlerine başladı. Mekke döneminde olduğu gibi, Medine döneminde katıldığı seriyyeler ve 9. yılda (631) emîr-i hac tayin edildiği günler dışında Hz. Peygamber’in yanından hiç ayrılmadı. Kumandanlığını Resûlullah’ın yaptığı bütün savaşlarda, Hudeybiye Antlaşması, Umretü’l-kazâ ve Vedâ haccında bulundu. Resûl-i Ekrem Bedir Gazvesi’ne karar vermeden önce onunla istişare etti; Ebû Bekir, Resûlullah için kurulan kumandanlık karargâhında onun yanında yerini aldı. Bu gazvede müşriklerin safında bulunan oğlu Abdurrahman ile savaşmasına Hz. Peygamber izin vermedi. Bedir’de alınan esirlere nasıl davranılması gerektiği konusunda Hz. Peygamber onun görüşüne uydu. Hz. Ebû Bekir, Uhud’da savaş müslümanlar aleyhine gelişme gösterdiği andan itibaren vücudunu Resûlullah’a siper eden ve yanından hiç ayrılmayan birkaç sahâbîden biridir.
Hicretin 6. yılında (627) müslümanlar Hudeybiye’de Kureyşli süvarilerle karşılaştıkları zaman da Hz. Peygamber yine onunla istişare etti. Barış görüşmeleri esnasında, Kureyş elçisi Urve b. Mes‘ûd’un müslümanları hedef alan ve onların Resûl-i Ekrem’i bırakıp kaçacaklarını iddia eden hakaret dolu sözlerine sert tepki gösterdi. Hudeybiye Antlaşması üzerine nâzil olan Feth sûresini en iyi anlayanlardan biri olarak umre yapılmadan Medine’ye dönme kararını bir türlü kabul edemeyen Hz. Ömer’i ikna etti. Hz. Peygamber 7. yılın Şâban ayında (Aralık 628) Necid bölgesine gönderdiği seriyyeye Ebû Bekir’i kumandan tayin etti; o da Benî Kilâb ve Benî Fezâre kabilelerini yola getirerek Medine’ye döndü (İbn Sa‘d, II, 117-118). Mekke’nin fethinde İslâm ordusu şehre girdiği zaman doğruca babasının yanına gitti, onu Hz. Peygamber’in huzuruna getirerek müslüman olmasını sağladı. Böylece sağlığında annesi, babası ve bütün çocukları müslüman olan yegâne sahâbî oldu (İbn Sa‘d, V, 451). Hz. Ebû Bekir Huneyn Gazvesi ve Tâif Muhasarası’na da katıldı. Tebük Gazvesi’nde Resûlullah’ın kendisine verdiği en büyük sancağı taşıdı. Ordunun bu gazveye hazırlanması için bütün servetini Resûl-i Ekrem’in emrine tahsis etti. Hicretin 9. yılında (631) bizzat hacca gitmeyen Hz. Peygamber onu 300 sahâbî ile emîr-i hac tayin etti. Bir yıl sonra da Hz. Peygamber ile birlikte Vedâ haccına katıldı.
Hicretin 11. yılı Safer ayının son haftasında (Mayıs 632) rahatsızlanan Hz. Peygamber ashabına yaptığı konuşmada, Allah Teâlâ’nın bir kulunu dünya ile kendi yanında olandan birini tercih etmekte serbest bıraktığını, o kulun da Allah’ın yanında olanı tercih ettiğini söylemesi üzerine Hz. Ebû Bekir kastedilen kişinin Resûl-i Ekrem olduğunu anladı ve ağlamaya başladı. Resûlullah onun susmasını istedi ve Ebû Bekir’in kapısı dışında mescidin avlusuna açılan bütün kapıların kapatılmasını emretti. Bunun sebebini açıklarken de İslâmiyet’e ondan daha faydalı kimseyi tanımadığını, insanlar arasında bir dost edinecek olsa onu tercih edeceğini söyledi. Namaza çıkamayacak kadar hastalanınca namazı Ebû Bekir’in kıldırmasını istedi (Hz. Ebû Bekir’in kaç vakit namaz kıldırdığı hakkındaki rivayetler için bk. Kettânî, I, 146-147).
Resûl-i Ekrem pazartesi günü kendini iyi hissederek sabah namazı için mescide gitti ve namaz kıldırmakta olan Ebû Bekir’in yanında namaza durdu. Hz. Peygamber’in iyileşmesine bütün sahâbîler gibi çok sevinen Hz. Ebû Bekir namazdan sonra kendisini ziyaret ederek bir süreden beri uğramadığı evine gitmek üzere izin aldı. Birkaç saat sonra Resûlullah’ın vefat ettiğini öğrendi. Onun hücre-i saâdetine girerek yüzünü açtı, alnını öptü ve daha sonra mescide geçti. Başta Hz. Ömer olmak üzere şaşkınlık içinde bulunan ve Hz. Peygamber’in vefatına inanmak istemeyen sahâbîleri ikna eden meşhur konuşmasını yaptı.
Ensarın Sakīfetü Benî Sâide’de toplanarak halife seçimi konusunu görüştüğünü öğrenince Hz. Ömer’le birlikte oraya giden Hz. Ebû Bekir, ensar ve muhacirlerden birer emîr seçilmesini isteyen sahâbîlere bu görüşün doğru olmadığını, İslâm birliğini sağlamak için tek lider etrafında toplanmak gerektiğini söyledi. Aday olarak da Hz. Ömer’le Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı gösterdi. Fakat sahâbîler onun halife olmasını uygun görerek Mescid-i Nebevî’de kendisine biat ettiler. Hz. Ebû Bekir, takip edeceği siyasetin genel esaslarını ortaya koyan meşhur hutbesinde müslümanların en iyisi olmadığı halde onlara başkan seçildiğini ifade ederek doğru hareket ederse kendisine yardım etmelerini, yanlış davranırsa doğrultmalarını, Allah’a ve resulüne itaat ettiği müddetçe müslümanların kendisine itaat etmelerini istedi.
Hz. Ebû Bekir’in halife olduktan sonraki ilk icraatı, Üsâme b. Zeyd’in kumandasında sefere hazırlanan orduyu göndermek olmuştur. Hz. Peygamber’in vefat etmeden önce Mûte Savaşı’nda şehid olanların intikamını almak üzere hazırladığı ve Suriye’ye doğru göndermeyi kararlaştırdığı ordu onun rahatsızlığı ve vefatı dolayısıyla yola çıkamamıştı. Dinden dönme olaylarından (bk. RİDDE) çekinen bazı sahâbîler mürtedlerin Medine’ye saldırabileceklerinden endişe ettiklerini Ebû Bekir’e bildirerek Üsâme kumandasındaki orduyu göndermemesini rica ettiler. Diğer bazı sahâbîler de Üsâme’nin çok genç ve tecrübesiz, ayrıca âzatlı bir kölenin oğlu olduğunu ileri sürerek onu değiştirmesini teklif ettiler. Hz. Ebû Bekir bütün bu teklif ve itirazları reddedip 1 Rebîülâhir 11 (26 Haziran 632) tarihinde Üsâme ordusuna hareket emrini verdi. Üsâme atlı, kendisi yaya olarak bir müddet yürüdükten sonra askerlere bir hitabede bulundu. Onlara Allah yolunda kâfirlerle savaşmayı, hainlik etmemeyi, sözünde durmayı, ganimet malına zarar vermemeyi, korkup çekinmemeyi, fesat çıkarmamayı, emirlere karşı gelmemeyi, çocukları, kadınları ve yaşlı insanları öldürmemeyi, meyve veren ağaçları kesmemeyi, yemek ihtiyaçları dışında koyun, sığır ve develeri boğazlamamayı, manastırlara çekilmiş kimselere dokunmamayı, kendilerine ikram edilen yemekleri Allah’ın ismini anarak yemeyi tavsiye etti. Düşmanla savaş yapmayan bu ordu bazı âsi kabileleri yola getirerek Medine’ye döndü.
Resûl-i Ekrem’in peygamberlik görevini tamamladıktan sonra hastalanması, peygamber olduğunu ileri süren bazı yalancılara cesaret vermişti. Onun vefatıyla birlikte bu hareketler isyana dönüştü. Kabilelerin bir kısmı da Resûlullah’ın vefatı üzerine namaz kılmakla beraber devlete artık zekât vermeyeceklerini ilân ettiler. Bu arada Arabistan’ın muhtelif yerlerinde yaşayan yeni müslüman olmuş bazı kabileler Medine ile irtibatlarını kestiler. Bunların bir kısmı yalancı peygamberlere tâbi olurken bazıları zekât vermeyeceklerini bildirdiler. Peygamber olduğunu iddia edenlerle savaşma konusunda bir ihtilâf bulunmamakla birlikte zekât vermek istemeyenlerle mücadele hususunda müslümanlar arasında farklı görüşler ortaya çıktı. Hz. Ömer, “Lâ ilâhe illallah” diyenlerle savaşmanın doğru olmayacağını söylerken bazıları o yıl zekât toplanmasından vazgeçilmesini teklif ettiler. Hangi sebeple olursa olsun irtidad edenlerle mücadelede kararlı olan Hz. Ebû Bekir önce Medine’deki sahâbîlerin tereddütlerini giderdi. Namaz ile zekâtı birbirinden ayrı düşünmenin doğru olmayacağını, bunları ayrı birer ibadetmiş gibi görmek isteyenlerle savaşmanın şart olduğunu belirtti. Dinin tamamlandığını, onun bazı esaslarının terkedilmesine izin vermeyeceğini söyleyerek Hz. Ömer’den yardım istedi. Bu kararlı tavrıyla bütün tereddütleri gideren Hz. Ebû Bekir 11 yılı Cemâziyelevvel (veya Cemâziyelâhir) ayında (Ağustos-Eylül 632), 100 kişilik bir süvari birliğinin başına geçerek Fezâre kabilesinin zekâtına el koyan ve Medine’ye saldırmak isteyen Hârice b. Hısn el-Fezârî’nin üzerine yürüdü. Kısa bir çarpışmadan sonra âsileri dağıttı. Birkaç gün bekledikten sonra Medine ve çevresindeki kabilelerden gelen yardımcı güçlerle birleşerek peygamberlik iddiasında bulunan Tuleyha b. Huveylid üzerine yürümeyi kararlaştırdı. Ancak Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin ısrarları üzerine ordunun başına Hâlid b. Velîd’i getirerek Medine’ye döndü. Hâlid b. Velîd, irtidad hareketlerinin bastırılmasında ve bilhassa Tuleyha, Secah ve Müseylimetülkezzâb’ın ortadan kaldırılmasında büyük başarı kazandı. Böylece Arap yarımadası büyük bir fitneden kurtulmuş oldu. Yemen ve Hadramut’taki isyanlar Muhâcir b. Ebû Ümeyye kumandasındaki ordu ile mahallî valilerin gayretleri sonucunda bastırıldı. Bahreyn ve Uman’daki isyanlar da aynı şekilde sona erdi.
Hz. Ebû Bekir, İslâm dinini tebliğ etme konusunda Hz. Peygamber’in başlattığı stratejiyi devam ettirerek Sâsânîler’in elinde bulunan Fırat’ın aşağı taraflarındaki bölgelere ordu göndermeye karar verdi. Bekir b. Vâil kabilesinin önemli bir kolu olan Şeybânîler’in reisi Müsennâ b. Hârise’nin Medine’ye gelerek İranlılar’la savaşmak üzere kabilesine kumandan tayin edilmesini istemesi üzerine Hâlid b. Velîd’i Sâsânîler’le yapılacak savaşa başkumandan tayin etti ve Müsennâ’ya destek vermesini istedi. Hâlid Basra körfezindeki önemli yerleşim merkezlerini fethetti. Daha sonra aldığı bir emirle Suriye cephesine geçti.
Müslümanların Bizans İmparatorluğu ile askerî mücadelesi Hz. Peygamber zamanında yapılan Mûte Savaşı’yla başlamış, Tebük Seferi’yle devam etmişti. Bizanslılar’la yapılan bu savaşların hedefi bölgenin güvenliğini sağlamak, orada yaşayanların uğradığı zulüm ve haksızlığa son vermekti. Hz. Ebû Bekir de bu amaçla 633 yılı sonbaharında her biri 3000 kişiden oluşan üç ayrı birliği Suriye’nin güney ve güneydoğu sınırlarına göndermeyi kararlaştırdı. Yezîd b. Ebû Süfyân ile Şürahbîl b. Hasene’yi Tebük-Maan istikametinde, Amr b. Âs’ı Eyle üzerinden sahil istikametinde yola çıkardı. Kısa bir müddet sonra orduların mevcudu 7500’e ulaştı. Başkumandanlığa önce Amr b. Âs, daha sonra da Ebû Ubeyde b. Cerrâh getirildi. Vâdilarabe, Filistin’deki Kaysâriye ve Gazze şehirleri fethedildi. Bu sırada halifeden emir alan Hâlid b. Velîd Dımaşk şehri yakınlarına ulaşıp Mercirâhit karargâhındaki Bizans askerlerini mağlûp etti (18 Safer 13 / 23 Nisan 634). Daha sonra Dımaşk’ın güneyine doğru ilerleyerek diğer kumandanlarla birleşti ve Busrâ şehrini fethetti. Bizans’a karşı Suriye’de yapılan Ecnâdeyn Savaşı (28 Cemâziyelevvel 13 / 30 Temmuz 634) sonunda Filistin’in kapıları müslümanlara açılmış oldu. Hz. Ebû Bekir, başkumandanlığını Hâlid b. Velîd’in yaptığı Ecnâdeyn Savaşı’nın neticesini öğrendikten sonra 22 Cemâziyelâhir 13 (23 Ağustos 634) tarihinde altmış üç yaşında vefat etti.
Hz. Ebû Bekir 13 yılı Cemâziyelâhir ayının başında (Ağustos 634) hastalanınca sahâbîlerle hilâfet meselesini istişare etti ve Hz. Ömer’i veliaht bırakmayı kararlaştırarak Hz. Osman’a bir ahidnâme yazdırdı. Kızı Âişe’ye, vefat edince maaşının geri kalan kısmını beytülmâle iade etmesini ve Hz. Peygamber’in kabrinin yanına defnedilmesini vasiyet etti. Cenazesinin eski elbiseleriyle kefenlenmesini, karısı Esmâ bint Umeys tarafından yıkanmasını ve oğlu Abdurrahman’ın ona yardım etmesini istedi. Cenaze namazını Hz. Ömer kıldırdı. Hz. Ömer, Hz. Osman, Talha b. Ubeydullah ve oğlu Abdurrahman tarafından kabre konuldu.
Şahsiyeti ve İlmi. Hz. Ebû Bekir kaynaklarda orta boylu, zayıf yapılı, seyrek sakallı, keskin bakışlı, gür saçlı, sarıya çalan beyazlıkta güzel ve ince yüzlü olarak tasvir edilir.
İlk evliliğini Kuteyle bint Abdüluzzâ adlı bir hanımla yaptı. Bu evlilikten oğlu Abdullah ile kızı Esmâ doğdu. Kuteyle İslâmiyet’i kabul etmeyince onu boşayıp Ümmü Rûmân ile evlendi. Ümmü Rûmân’dan Abdurrahman ile Âişe dünyaya geldi. Ümmü Rûmân vefat edince Esmâ bint Umeys ile evlendi ve bu hanımından Muhammed adını verdiği bir oğlu oldu. Vefatından birkaç ay sonra da diğer hanımı Habîbe bint Hârice’den Ümmü Külsûm adlı kızı dünyaya geldi.
Hz. Ebû Bekir Resûl-i Ekrem’e en yakın sahâbî idi. Kızı Âişe ile Hz. Peygamber’in evlenmesine dair hicretten önce verilen karar onların dostluğunu daha da pekiştirdi. Mekke döneminde meydana gelen iki olay onun Kur’ân-ı Kerîm’e ve Resûl-i Ekrem’in peygamberliğine olan kuvvetli imanını ortaya koymaktadır. Bunlardan ilki Rûm sûresiyle ilgilidir. Bizans ve Sâsânî devletleri arasında 611 yılında başlayıp 619 yılına kadar devam eden savaşlarda Sâsânîler üstünlük sağlayarak Suriye ve Filistin’i işgal etmişlerdi. Bizans’ın mağlûbiyeti üzerine Mekkeli müşrikler ateşperest İranlılar’ın tarafını tutmuşlar, onlar Ehl-i kitap olan Bizans’a üstün geldikleri gibi kendilerinin de müslümanlara üstün geleceklerini söylemeye başlamışlardı. Bunun üzerine Rûm sûresi nâzil olmuş ve Rumlar’ın bu yenilgiden sonra üç ile dokuz yıl içinde galip gelecekleri haber verilmişti (er-Rûm 30/1-4). Kur’an’ın gelecekle ilgili haberine inanan Hz. Ebû Bekir, Bizans’ın Sâsânîler’e on yıl içerisinde galip geleceğine dair Übey b. Halef ile 100 deve karşılığında iddiaya girmişti. Kur’ân-ı Kerîm’in bu mûcizesi Aralık 627 tarihinde meydana gelen Ninevâ Savaşı’nda gerçekleşti. Hz. Ebû Bekir de o sırada hayatta olmayan Übeyy’in mirasçılarından aldığı 100 deveyi Hz. Peygamber’in emri üzerine fakirlere dağıttı. Onun güçlü imanını gösteren diğer olay ise İsrâ mûcizesidir. Hz. Peygamber mi‘racdan bahsedince bazı müşrikler Ebû Bekir’e gelerek arkadaşının geceleyin Mescid-i Aksâ’ya gittiğinden, orada namaz kılıp Mekke’ye geri döndüğünden bahsettiğini söylediler. Mantık dışı buldukları bu olayı Hz. Ebû Bekir’in kabul etmeyeceğini beklerken ondan, “Eğer bunu Muhammed söylüyorsa şüphesiz doğrudur” karşılığını aldılar. Hz. Ebû Bekir’in mi‘rac olayını bu şekilde kabul etmesi üzerine Resûl-i Ekrem kendisine Sıddîk lakabını vermiştir.
Resûl-i Ekrem bütün işlerinde Ebû Bekir’e danıştığı için bazı kaynaklarda kendisinden “Peygamber’in veziri” diye söz edilmektedir (Kettânî, I, 95-98). Resûl-i Ekrem’in vahiy kâtiplerinden olan Hz. Ebû Bekir onun sırrını saklamayı çok iyi bilir, yanında pek edepli davranırdı. Medine’ye elçiler geldiğinde onlara Hz. Peygamber’i nasıl selâmlayacaklarını öğretir, huzurunda sükûnetle oturmalarını tenbih ederdi (a.g.e., I, 119-120). Gördüğü rüyaları Resûl-i Ekrem’e anlatır, bazan Hz. Peygamber’in veya diğer sahâbîlerin rüyalarını onun huzurunda yorumlar, olaylar ve verilecek kararlar üzerinde değerlendirmeler yapardı (Buhârî, “Eymân ve’n-nüẕûr”, 9, “Taʿbîr”, 28, 29, 30, 47). Resûl-i Ekrem’e en çok kimi sevdiği sorulunca önce Hz. Âişe’nin, sonra da Hz. Ebû Bekir’in adını zikreder, insanların genellikle kendilerine yapılan iyiliğe karşılık verdiklerini, Hz. Ebû Bekir’in yaptığı iyiliklerin karşılığını kıyamet gününde Allah Teâlâ’nın vereceğini söylerdi. Câhiliye döneminde Kureyş’in kan davaları ile diyetlerdeki ihtilâflarına bakmakla görevli olan Ebû Bekir beşerî münasebetleri düzenlemeyi iyi bilirdi. Güzel ahlâkı, doğruluğu ve dürüstlüğü ile tanındığı, kabilesi arasında sevilip sayılan ve güvenilen bir kişi olduğu için herkes bilgisinden faydalanır, önemli işlerde kendisine danışılırdı. Câhiliye devrinde putlara tapmamış, o dönemin her türlü kötülüğünden, şeref ve haysiyet kırıcı hallerinden uzak bir hayat yaşamıştı. İçki içmediği gibi içki içenin namusunu ve mürüvvetini kaybedeceğini söylerdi. Başta Kureyş olmak üzere Arap kabilelerinin tarihini çok iyi bilirdi ve en iyi ensâb âlimlerinden sayılırdı. Ahlâk ve mizaç itibariyle kendisine benzediği Hz. Peygamber ile İslâmiyet’ten önce çok yakın bir arkadaşlık ve dostluk kurmuştu. Onunla birlikte olduğu zamanlarda huzur duyar, Mekke’den ayrıldığında onu özler, döndüğünde ilk önce onu ziyaret ederdi. Kus b. Sâide’nin Ukâz’da yaptığı meşhur konuşmasını Hz. Peygamber’le birlikte dinlemiş, tek Allah’a inanmayı tavsiye edip bir peygamberin geleceğini haber veren bu konuşmadan sonra âdeta yeni peygamberin gelmesini hasretle beklemeye başlamıştı.
Hz. Ebû Bekir Kur’ân-ı Kerîm’i, Resûl-i Ekrem’in söz ve hareketlerini en iyi ve en süratli şekilde anlama kabiliyetine sahipti. Kur’an’ı ezbere bilir ve çok duygulu bir şekilde okurdu (Kettânî, I, 126-128). Nitekim imamlık yapacak kimselerin Kur’an’ı en iyi bilen ve en güzel okuyanlardan seçilmesini tavsiye eden Hz. Peygamber, yerine namaz kıldırmakla sadece onu görevlendirmişti. Hilâfeti esnasında Kur’ân-ı Kerîm’i mushaf haline getirmek suretiyle İslâmiyet’e en büyük hizmeti yapmıştır.
Mütevazi, yumuşak huylu, hassas, uysal ve hoşsohbet bir insan olan Hz. Ebû Bekir halifeliği sırasında daha da mütevazi olmaya çalıştı. Kendini beğenenlere çok kızardı. Fakirlere, zor durumda olanlara yardım eder, misafirlere ikramda bulunurdu. Hiddeti, cesareti ve atılganlığı hemen farkedilmezdi. Biat merasiminden sonraki hutbelerinden birinde öfkelendiği zaman kendisinden uzak durulmasını tavsiye etmişti. Her zaman vakarlı ve ağır başlıydı. Az konuşur, kumandan ve valilerine de az konuşmalarını tavsiye ederdi. Onun dürüstlüğü çok meşhurdu. Başkalarının hakkına titizlikle riayet ederdi.
Hz. Ebû Bekir hadislerin rivayetine önem verir, Resûl-i Ekrem’den bizzat duymadığı bir hadisi rivayet eden sahâbîlerden bunu Resûlullah’ın söylediğine dair şahit getirmesini istediği olurdu (Zehebî, Teẕkiretü’l-ḥuffâẓ, I, 2). Onun Hz. Peygamber’in hadislerinden 500 kadarını bir kitapta toplattığı, fakat hadisleri toplayanın bazı yanlışlıklar yapmış olabileceği düşüncesiyle bunları imha ettiğine dair rivayeti Zehebî doğru bulmamaktadır (a.g.e., I, 5). Zehebî’nin, “Allah bilir ya bu haber sahih değildir” ifadesi Muhammed Hamîdullah tarafından Hz. Ebû Bekir’in sözü olarak nakledilmiş ve onun hadis rivayet etmeyi doğru bulmadığı şeklinde yanlış anlaşılmıştır (Hemmâm İbn Münebbih’in Sahifesi, s. 38-39). Bu sözün Ebû Bekir’e ait olmadığı Kenzü’l-ʿummâl’de açıkça görülmektedir (Müttakī el-Hindî, X, 285-286, hadis nr. 29.460). Hz. Ebû Bekir’in Resûl-i Ekrem’den 142 hadis rivayet etmesi, onun hadislerin rivayetine ve toplanmasına karşı olduğu iddiasını çürütmeye yeterlidir. Bu hadislerin altısı hem Buhârî hem Müslim’de, ayrıca on biri sadece Buhârî’de, biri de Müslim’de yer almaktadır. Hz. Ebû Bekir’in rivayet ettiği 142 hadis, Ebû Bekir Ahmed b. Ali el-Mervezî tarafından Müsnedü Ebî Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ adıyla bir araya getirilmiştir (nşr. Şuayb el-Arnaût, Beyrut 1390/1970, trc. Ahmed Davudoğlu, İstanbul 1981). Hz. Ebû Bekir’den hadis rivayet eden meşhur sahâbîler arasında oğulları Abdurrahman ve Muhammed, kızları Âişe ve Esmâ ile Hz. Ömer, Osman, Ali, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Zeyd b. Sâbit, Ebû Hüreyre, Abdullah b. Amr zikredilebilir. Hz. Ebû Bekir’in az hadis rivayet etmesini, onun hadis nakletme ihtiyacının fazlaca hissedilmediği, herkesin Hz. Peygamber’i çok canlı bir şekilde hatırladığı bir devirde yaşaması ve halifelik döneminin çok kısa olmasıyla izah etmek mümkündür.
Hz. Ebû Bekir ile Ömer “şeyhayn” diye anılmış, Kur’an ve Sünnet’i çok iyi bildiği için Ebû Bekir’e “şeyhülislâm” unvanının verildiğini söyleyenler de olmuştur (Kettânî, III, 176-177). Bazı fakih sahâbîler, Hz. Ebû Bekir ile Ömer’in ittifak ettikleri hususları diğer sahâbîlerin görüşlerine tercih etmişlerdir. İkisi arasında ihtilâf bulunduğu zaman Ebû Bekir’in görüşünün tercih edildiğini belirten İbn Kayyim el-Cevziyye onun nassa muhalif, kaynağı zayıf hiçbir fetva ve hükmünün bulunmadığını, ayrıca hilâfetinin Hz. Peygamber’in yönetimine tamamen uygun olduğunu söyler (İʿlâmü’l-muvaḳḳıʿîn, IV, 119-120). Hz. Ebû Bekir’in İslâm hukukunun çeşitli konularına dair görüşleri Muhammed Revvâs Kal‘acî tarafından Mevsûʿatü fıḳhi Ebî Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ adıyla müstakil bir eserde toplanmıştır (Dımaşk 1403/1983).
Halife seçildikten altı ay kadar sonra evinde veya evinin yanında ilk defa beytülmâli kuran Hz. Ebû Bekir, buraya muhafız tayin edilmesini teklif edenlere de kilitli olduğu için korkuya gerek bulunmadığını söyledi. Esasen kendisi, ganimet ve fey gelirlerini sahâbîler arasında eşit olarak hemen dağıttığı için beytülmâlin korunmasına fazla ihtiyaç yoktu. Nitekim vefat ettiği zaman Hz. Ömer bazı sahâbîlerle beytülmâle girdiğinde burada bir dirhemden başka bir şey bulamamıştır. İşlerinin çokluğu sebebiyle evini Medine’nin merkezine taşıdığında beytülmâle Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı, kazâ işlerine Hz. Ömer’i, kâtipliğine Zeyd b. Sâbit ile Hz. Osman’ı, hâcibliğine âzatlısı Şedîd’i, Medine’nin gece bekçiliğine de Abdullah b. Mes‘ûd’u tayin etti. Hilâfeti döneminde devlet idaresinde büyük gelişmeler olmadığı için yeni müesseselere ihtiyaç duyulmamıştır.
Hz. Ebû Bekir’in kumandanlarına ve valilerine verdiği emirler İslâm’ın ve Kur’an’ın evrensel esaslarına dayanmaktadır. Bu emirlerin savaş hukuku ve gayri müslimlerin statüsüyle ilgili olanları dikkat çekicidir. Bu arada irtidad edenlerin üzerine gönderdiği başkumandan Hâlid b. Velîd’e, düşmana onların kullandıkları silâhlarla mukabele etmesini emretmesi, değişen savaş teknolojisine rağmen İslâmiyet’in insan hayatını her şeyin üstünde tuttuğunu göstermesi bakımından çok önemli bir husustur. Hz. Ömer’in teklifi üzerine müellefe-i kulûba zekât gelirlerinden pay vermemesi, ganimetin beşte birinin taksiminde Peygamber yakınlarına eskiden olduğu gibi hisse ödememesi onun döneminin diğer önemli gelişmeleridir. Halife olduktan sonra eski mesleği olan ticaretle uğraşmasını uygun görmeyen Hz. Ömer ile Ebû Ubeyde b. Cerrâh kendisine maaş bağlanmasına ön ayak olmuşlardır. Hz. Ebû Bekir devlet işlerinde Resûl-i Ekrem’den intikal eden mührü, şahsî işlerinde ise “Ni‘me’l-kādiru Allah” (Kettânî, I, 256) veya “Abdün zelîl li-rabbin celîl” (Nüveyrî, XIX, 144) ibaresini taşıyan mührünü kullanırdı.
İslâm tarihinde “halife” tabiri ilk defa Hz. Ebû Bekir hakkında kullanılmıştır. Resûl-i Ekrem’in halefi olması sebebiyle ashap tarafından kendisine verilen bu unvana itiraz etmemiş, fakat “halîfetullah” unvanını uygun görmemiştir. Sünnî ulemâsı onun müslümanların en faziletlisi ve hilâfet makamına en uygun sahâbî olduğunda ittifak etmiştir. Buna karşılık Şiîler, Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ali’nin halife olmasıyla ilgili ilâhî emir bulunduğunu, Ebû Bekir’in bu emre uymadığını ve Resûlullah’ın cenazesi daha ortada iken hilâfeti Hz. Ali’den gasbettiğini ileri sürmüşlerdir. Sünnî kaynakların ittifakla belirttiğine göre Hz. Ebû Bekir Resûl-i Ekrem’in cenazesiyle meşgul olurken ensarın emîr seçmek üzere toplandığını öğrenip oraya gitmiş, tek bir halife etrafında birleşmek gerektiğini belirterek Hz. Ömer ile Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı aday göstermiş, fakat sahâbîler onun Resûlullah’a olan yakınlığını dikkate alarak kendisini halife seçip biat etmişlerdir. Hz. Ali’yi halifeliğe daha uygun gören Hâşimoğulları’ndan bir grup sadece bir gün gecikmeyle biat etmişlerdir. Hz. Ali’nin ise Fedek arazisi sebebiyle Hz. Ebû Bekir’e dargın olan hanımı Hz. Fâtıma’yı üzmemek için onun vefatına kadar biat etmeyi ertelediği ve hilâfet meselesinin çözümünün kendisi dışında cereyan ettiği için kırgınlık duyduğu ileri sürülmüştür. Gerçekten de Hz. Ali, Ebû Bekir’e halife olduktan altı ay sonra Hz. Fâtıma vefat edince biat etmiştir. Bununla beraber hiçbir zaman kendisinin halife olmasıyla ilgili bir nastan söz etmediği gibi Ebû Bekir’e biat ettikleri için sahâbeye gücendiğini ima bile etmemiştir. Esasen Hz. Ali’nin hilâfetine dair bir nas bulunsaydı başta kendisi olmak üzere diğer sahâbîler de bu konuda kesinlikle sessiz kalmazlardı. Öte yandan Şiîler’in, Hz. Ali’nin nassa rağmen Hz. Ebû Bekir’e biat etmesindeki çelişkiyi ortadan kaldırmak için onun takıyye yaptığını veya İslâmiyet’in gelişmesine engel olmamak için biat etmek zorunda kaldığını söylemeleri de inandırıcı görünmemektedir. Sünnîler, Hz. Osman halife olduğunda İslâmiyet’in bir yandan Buhara’ya, öte yandan Kuzey Afrika’ya kadar ulaştığını, Hz. Ali’nin böyle bir düşünceye sahip olduğu takdirde özellikle Hz. Osman’a biat etmemesi gerektiğini söylemişlerdir. Hz. Ali’nin Hz. Ömer ve Osman’a biat etmesi ve çocuklarına onların adlarını vermesi de hilâfet konusunda hakkının yenildiği düşüncesine sahip olmadığına delil gösterilmiştir.
Diğer taraftan Şiîler Hz. Ebû Bekir’i, Fedek arazisi konusunda Hz. Fâtıma’yı üzdüğü, dinî konuları yeterince bilmediği, Hz. Ömer’i kendi yerine halife tayin ettiği gibi iddialarla tenkit etmişlerdir (tenkitler için bk. İbnü’l-Mutahhar el-Hillî, s. 132 vd., bu tenkitlere verilen cevaplar için bk. İbn Teymiyye, VIII, 226 vd.). Halbuki Ebû Bekir Fâtıma’yı şahsî kanaati sebebiyle üzmemiş, peygamberlerin miras bırakmayacağını ifade eden hadise göre (Buhârî, “Ḫumus”, 1, “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”, 12, “Meġāzî”, 14, 38, “Nafaḳāt”, 3, “Ferâʾiż”, 3, “İʿtiṣâm”, 5; Müslim, “Cihâd”, 49-52, 54, 56) hareket etmiştir. Onun dinî konuları yeterince bilmediği iddiası bazı uydurma rivayetlere ve zoraki yorumlara dayanmaktadır. Hz. Ebû Bekir, yıllarca Resûlullah ile birlikte bulunmuş bir kişi olarak ortaya çıkan meselelere ya şahsî bilgi ve ferâsetiyle veya ileri gelen sahâbîlerle istişare etmek suretiyle çözümler getirmiştir. Kendi yerine Hz. Ömer’i halife tayin etmesi de bu istişarelerin bir sonucudur. Esasen Hz. Ömer’in başarılı yönetimi bu tayinin ne kadar isabetli olduğunu göstermektedir.
Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ali sahâbîler arasında en güzel konuşan iki hatip olarak tanınır. Ebû Bekir’in çok tesirli konuşmaları fesahat ve belâgat bakımından olduğu kadar muhtevalarının güzelliğiyle de ünlüdür. Onun bazı özlü sözleri şöyledir: “Sana yol göstermek isteyenden durumunu gizleme, aksi takdirde kendini aldatırsın”; “Bir hayrı kaçırırsan onu yakalamaya çalış, ulaşınca da onu geç”; “Sabır imanın yarısı, yakīn ise tamamıdır”; “Ölüme karşı haris ol, sana hayat verilir.” Hz. Ebû Bekir’in bir kitap haline getirilen vecize niteliğindeki sözleri bazı müellifler tarafından şerhedilmiştir. Bunlara örnek olarak Reşîdüddin Muhammed b. Muhammed Vatvât’ın Tuḥfetü’ṣ-ṣadîḳ ile’ṣ-ṣadîḳ min kelâmi Ebî Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ’ı (Süleymaniye Ktp., Bağdatlı Vehbi Efendi, nr. 657; Ayasofya, nr. 2854), Kastamonulu Mustafa b. Muhammed’in Şerḥ-i Ṣad (Miʾe) Kelime-i Ebû Bekr’i (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1351; Nuruosmaniye Ktp., nr. 3469) ve Cemâleddin el-Halvetî’nin aynı adlı eseri (İÜ Ktp., AY, nr. 411) zikredilebilir.
Hz. Ebû Bekir’in, tanınmış edip ve hatiplerin sözlerini gençliğinden beri dikkatle dinlediği, okuduğu, birçoğunu ezberlediği, bunları sık sık tekrarladığı ve ezberindeki şiirleri çok güzel okuduğu bilinmektedir. Hz. Peygamber şairi Hassân b. Sâbit’e, Kureyş’in ensâbı konusunda ihtiyaç duyduğu bilgileri Ebû Bekir’den öğrenmesini tavsiye ederdi. Hz. Ebû Bekir’in şair olduğunu ileri sürenler de vardır. Hatta onun soyundan gelen Halvetî şeyhlerinden Mustafa el-Bekrî es-Sıddîkī’nin ceddinin sözlerinden bir divan derlediği de bilinmektedir (Kettânî, I, 284). Abdülhay es-Sâlimî’nin Eşʿâru Ebî Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ adlı eseri Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunmaktadır (Nâfiz Paşa, nr. 443, vr. 32-52). Ḳaṣîde-i Bürde’nin baş tarafında, “Kasîde-i Ebû Bekri’s-Sıddîk radıyallāhu anh” başlığıyla yer alan bir sayfalık kaside (İstanbul 1326) Osmanlı medreselerinde talebelere okutulurdu. Ancak güvenilir kaynaklar Hz. Ebû Bekir’in şair olmadığını ve şiir söylemediğini belirtirler.
Hz. Ebû Bekir’in soyundan gelenler Bekrî ve Sıddîkī nisbeleriyle anılır. Muhammed Tevfik b. Ali el-Bekrî, bu aile mensuplarının şecere ve hal tercümeleri hakkında Kitâbü beyti’ṣ-Ṣıddîḳ (Kahire 1323), İbrâhim b. Emîr el-Ubeydî de ʿUmdetü’t-taḥḳīḳ fî beşâʾiri âli’ṣ-Ṣıddîḳ (Kahire 1307) adlı eserleri kaleme almışlardır.
Tasavvufta “sıddîkıyyet” makamı Hz. Ebû Bekir’e nisbet edilir. Sülûk usulü olarak zikr-i hafîyi benimseyen Nakşibendiyye tarikatı mensupları, Hz. Peygamber’in hicret esnasında Sevr mağarasında bulundukları sırada Hz. Ebû Bekir’e bu zikir tarzını öğrettiğine inanırlar. Hz. Ebû Bekir’e nisbet edilen ve Bekriyye veya Sıddîkıyye adıyla anılan tarikat bugünkü anlaşılan mânada bir tarikat olmayıp hafî zikir tarzını ifade eder. Bu zikir tarzı Bâyezîd-i Bistâmî’den sonra Hâcegân-Nakşibendiyye silsilesinde devam etmiştir. Nakşibendiyye’nin Hz. Ebû Bekir’e ulaşan bu silsilesine Bekrî veya Sıddîkī silsile adı verilir. Bu tarikatın Hz. Ali’ye ulaşan iki ayrı Alevî silsilesi daha vardır.
Hz. Ebû Bekir’in ashabın en faziletlisi olduğunu, hatta nasla halife tayin edildiğini ileri süren bir gruba Bekriyye denildiği bazı kaynaklarda yer almakla birlikte bu kullanılış yaygınlık kazanmamıştır.
İslâmî Türk edebiyatının daha çok dinî-tasavvufî mahsullerinde Hz. Ebû Bekir’in şahsiyetiyle ilgili bazı motif ve imajlara rastlanmaktadır. Ayrıca az sayıda müstakil mensur eserde onun hayatı ve faziletleri konu edilmiştir. Hz. Ebû Bekir’in şahsiyeti etrafında meydana getirilen manzum eserlerin birinci grubunu hakkında yazılmış methiyeler, na‘tler, hilyeler, ilâhi ve kasideler teşkil eder. İslâmî Türk edebiyatında Hz. Peygamber’in hayatından bahseden manzum ve mensur eserlerde de Resûl-i Ekrem’e olan yakınlığı sebebiyle ona genişçe yer verilmiştir. Bunların yanı sıra Hz. Peygamber’in mi‘racını işleyen mi‘râciyyelerle hicretini anlatan hicretnâmelerde de Hz. Ebû Bekir’e özellikle yer verilmiştir.
Literatür. Hz. Ebû Bekir’in hayatı bazı tabakat kitaplarıyla Hulefâ-yi Râşidîn ve aşere-i mübeşşere hakkında yazılan eserlerin baş tarafında yer almakla beraber ona dair pek çok müstakil eser kaleme alınmıştır. Bunların başlıcaları şunlardır: Hayseme b. Süleyman (ö. 343/954-55), Feżâʾilü’ṣ-Ṣıddîḳ Ebî Bekr (nşr. Ömer Abdüsselâm Tedmürî, Beyrut 1980); Muhammed b. Ali el-Uşârî, Feżâʾilü Ebî Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ (Dârü’l-kütübi’l-Mısriyye, Tarih, nr. 424); Ahmed b. İsmâil et-Tâlkânî, el-Burhânü’l-enver fî menâḳıbi’ṣ-ṣıddîḳı’l-ekber (Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 539/3); İbn Belbân, Tuḥfetü’ṣ-ṣıddîḳ fî feżâʾili Ebî Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ (nşr. Muhyiddin Mettû, Dımaşk 1988); Süyûtî, er-Ravżü’l-enîḳ fî fażli’ṣ-Ṣıddîḳ (nşr. Âmir Ahmed Haydar, Beyrut 1990); Ömer Ebü’n-Nasr, Ebû Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ (Beyrut 1934); Muhammed Hüseyin Heykel, eṣ-Ṣıddîḳ Ebû Bekr (Kahire 1979, 8. bs.); Yûnus İbrâhim es-Sâmerrâî, Ebû Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ bi-ḳalemi ʿAlî b. Ebî Ṭâlib (Bağdat 1979); Abbas Mahmûd el-Akkād, ʿAbḳariyyetü’ṣ-Ṣıddîḳ (Hz. Ebû Bekir: Şahsiyeti ve Dehâsı adıyla Ali Özek tarafından tercüme edilmiştir, İstanbul 1968); Mahmûd Hakkı, Ebû Bekri’s-Sıddîk Radıyallāhu anh’ın Hayatı ([baskı yeri yok] 1337); Muhammed Mecdûb, Meşâhid min ḥayâti’ṣ-Ṣıddîḳ (Tunus 1982); Hüseyin Abdullah Bâselâme, Ḫilâfetü Ebî Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ (Cidde 1403/1983); Muhammed Rızâ, Ebû Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ evvelü’l-Ḫulefâʾi’r-Râşidîn (Beyrut 1403/1983); Seyyid Ahmed İbrâhim Hammûr, Ebû Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ ve ḥayâtü’d-devleti’l-ʿArabiyyeti’l-İslâmiyye fî-ẓılâli ḫilâfetih (Kahire 1984) ve Ḳażıyyetü menʿi’z-zekât bi-menâṭıḳı’l-Medîne ve muḳāvemetü’ṣ-Ṣıddîḳ mâniʿîhâ fî fecri ḫilâfetih (Kahire 1989); Cemâl Abdülhâdî Muhammed Mes‘ûd – Vefâ Muhammed Rif‘at Cum‘a, Aḥṭâʾ yecibü en-tüṣaḥḥaḥa fi’t-târîḫ: istiḫlâfü Ebî Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ (Kahire 1406/1986); Ali Tantâvî, Ebû Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ (Cidde 1406/1986); Muhammed Habîburrahman Khan Sherwani, Hazrat Abū Bakr (Delhi 1987); Abdurrahman eş-Şerkāvî, eṣ-Ṣıddîḳ evvelü’l-ḫulefâʾ (Mansûre/Kahire 1987); Abduh Gālib Ahmed Îsâ, Sîretü’ṣ-ṣaḥâbî seyyidinâ Ebî Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ (Beyrut 1987); Hâlid Baytâr, Ebû Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ (Zerkā/Ürdün 1988); Muhammed Hilmi Mahmûd, Ebû Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ ve’t-tecemmuʿu’l-ʿArabî (Kahire 1989); Kutub İbrâhim Muhammed, es-Siyâsetü’l-mâliyye li-Ebî Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ (Kahire 1990); Ahmed Kemâl Şa‘t, eṣ-Ṣıddîḳ beyne’s-sünne ve’ş-Şîʿa (Kahire 1990). Ebû Bekir’in hilâfetini delillerle ispat etmek üzere yazılan risâleler arasından Muhammed el-Ardahânî’nin Risâle fî is̱bâti ḫilâfeti Ebî Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ bi’n-nüṣûṣ’u (İÜ Ktp., AY, nr. 2615), adı bilinmeyen bir müellifin Mesâʾilü’r-ruḥbân ve’l-ḳıṣṣîsîn fî ḫilâfeti Ebî Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ’ı (TSMK, Revan Köşkü, nr. 1600) sayılabilir. Sâlim Ahmed Sellâme, el-Âyât ve’l-eḥâdîs̱ü’l-vâride fî şeʾni Ebî Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ raḍıyallāhu ʿanh adıyla bir yüksek lisans çalışması yapmıştır (Câmiatü Ümmi’l-kurâ, Mekke 1403).
Bunlardan başka çeşitli kaynaklarda Vâkıdî’nin Sîretü Ebî Bekr ve vefâtühû adlı eseri, İbn Cerîr et-Taberî ve Ebü’l-Kāsım İbn Asâkir’in Feżâʾilü Ebî Bekr adlı eserleri, Zehebî’nin Tevḳīfu ehli’t-tevfîḳ ʿalâ menâḳıbi’ṣ-Ṣıddîḳ’ı kaydedilmektedir.
Hz. Ebû Bekir’in, ortak bazı halleri sebebiyle Hulefâ-yi Râşidîn ile beraber ele alındığı bazı çalışmalar da vardır: İbn Teymiyye, Risâle fî tafḍîli Ebî Bekr ve ʿÖmer (Dârü’l-kütübi’l-Mısriyye, Teymûriyye, Mecmua, nr. 307/5); Süyûtî, İlḳāmü’l-ḥacer li-men zekkâ sâbbe Ebî Bekr ve ʿÖmer (nşr. Mustafa Âşûr, Riyad 1409/1989); Hâmid b. Alî el-İmâdî ed-Dımaşkī, ed-Dürrü’l-müsteṭâb fî muvâfaḳāti ʿÖmer b. el-Ḫaṭṭâb ve Ebî Bekr ve ʿAlî Ebî Türâb (Nuruosmaniye Ktp., nr. 428, 575; Bağdat, Evkaf, Hadis, nr. 2952); Ahmed b. İsmâil et-Tâlkânî, Muḫtâru eḥâdîs̱i’ṣ-ṣâdıḳı’ṣ-ṣadûḳ fî feżâʾili’ṣ-Ṣıddîḳ ve’l-Fârûḳ (Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 539/5).
BİBLİYOGRAFYA
Wensinck, el-Muʿcem, VIII, 31-34.
Müsned, I, 2-14.
Buhârî, “Cenâʾiz”, 3, “Ḫumus”, 1, “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”, 5-6, 12, “Meġāzî”, 14, 38, 66, “Nafaḳāt”, 3, “Eymân ve’n-nüẕûr”, 9, “Büyûʿ”, 15, “Ferâʾiż”, 3, “Taʿbîr”, 28, 29, 30, 47, “Ḥudûd”, 31, “Aḥkâm”, 51, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 11, 45, “Libâs”, 46, 50, 55, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 3, 4, “İʿtiṣâm”, 5.
Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 1-13, “Îmân”, 32, “Cihâd”, 49-52, 54, 56, “Zühd”, 75, “Rüʾyâ”, 17, “Ṣalât”, 90, 95, 97, 102-104.
Tirmizî, “Menâḳıb”, 14-16.
Hemmâm İbn Münebbih’in Sahifesi (trc. Talât Koçyiğit), Ankara 1967, s. 38-39.
İbn Hişâm, es-Sîre, I, 249-253, 259, 317-319; II, 373-374, 398-399, 480-493, 505-506, 558-559, 613-616; III, 95, 190, 299-319; IV, 364, 649-664, ayrıca bk. İndeks.
İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, I, 226-239, 432-436, 442-443, 473-478, 491-492; II, 42-43, 47-49, 64-65, 117-118, 150-151, 190-191, 216-228, 246-249, 266-271, 278-282, 290-298, 312-320, 335-340, 375-378; III, 169-213; V, 451, ayrıca bk. İndeks.
Câhiz, el-ʿOs̱mâniyye (nşr. Abdüsselâm Hârûn), Bağdad 1374/1955, s. 3-279 (bk. İndeks).
İbn Kuteybe, el-Maʿârif (Ukkâşe), s. 167-178.
a.mlf., el-İmâme ve’s-siyâse, Kahire 1378/1967, I, 12-24.
Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 13-16, 28-36, 40-46, 118-167, 344-357.
a.mlf., Ensâb, I, 63, 123, 128-130, 182-206, 250-271, 326-339, 363-370, 376-384, 411-427, 447-453, 473-476, 511-535, 540-592.
Ahmed b. Ali el-Mervezî, Müsnedü Ebî Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ (nşr. Şuayb el-Arnaût), Dımaşk 1970, s. 546-557.
Taberî, Câmiʿu’l-beyân (Bulak), X, 95-96; XXI, 11 vd.; XXVIII, 81-82; XXX, 142.
a.mlf., Târîḫ (Ebü’l-Fazl), II, 314-318, 374-382, 446-448, 474-476, 616-618, 634-644; III, 21-22, 31-32, 82-85, 98-99, 196-213, 219-228, 249-265, 275-282, 298-436, 444-448, ayrıca bk. İndeks.
İbn Düreyd, el-İştiḳāḳ, s. 49-50.
İbn Hibbân el-Büstî, es-Sîretü’n-nebeviyye ve aḫbârü’l-ḫulefâ (nşr. Seyyid Aziz Bey), Beyrut 1407/1987, s. 419-452.
Muhibbüddin et-Taberî, er-Riyâżü’n-naḍire fî menâḳıbi’l-ʿaşere, Beyrut 1405/1984, I, 17-268.
İbn Abdülber, el-İstîʿâb (Bicâvî), III, 963-978.
Beyhakī, el-İʿtiḳād ʿalâ meẕhebi’s-selef ehli’s-sünne ve’l-cemâʿa, Beyrut 1404/1984, s. 189-210.
Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, el-ʿAvâṣım (Hatîb), s. 41-52.
Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, XXIII, 186-192.
İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ġābe, III, 205-224; V, 150-151.
Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, XIX, 8-145.
İbn Seyyidünnâs, Mineḥu’l-miḍaḥ (nşr. İffet Visâl Hamza), Dımaşk 1987, s. 143-148.
İbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne (nşr. M. Reşâd Sâlim), [baskı yeri yok] 1406/1986, VIII, 226 vd., 266-294, 364-427, 469-488.
İbnü’l-Mutahhar el-Hillî, Minhâcü’l-kerâme (İbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne içinde), Kahire 1328/1962, s. 132-136.
Zehebî, Teẕkiretü’l-ḥuffâẓ, I, 2-5.
a.mlf., el-Münteḳā min Minhâci’l-iʿtidâl (nşr. Muhibbüddin el-Hatîb), Dımaşk, ts., s. 543-562.
İbn Kayyim el-Cevziyye, İʿlâmü’l-muvaḳḳıʿîn, IV, 119-120.
İbn Hacer, el-İṣâbe (Bicâvî), IV, 169-175.
a.mlf., Tehẕîbü’t-Tehẕîb, V, 315-317.
Aynî, ʿUmdetü’l-ḳārî, Kahire 1392/1972, XIII, 242-261.
Süyûtî, Hz. Ebû Bekir (trc. Lütfi Doğan – İsmail Ezherli), Ankara 1957, s. 12-179.
a.mlf., İlḳāmü’l-ḥacer li-men zekkâ sâbbe Ebî Bekr ve ʿÖmer (nşr. Mustafa Âşûr), Riyad, ts.
a.mlf., el-Ḥâvî li’l-fetâvî, Beyrut, ts., II, 44-54.
Meclisî, Biḥârü’l-envâr, Beyrut 1403/1983, XXVIII, 175-312.
Şevkânî, Derrü’s-seḥâbe (nşr. Hüseyin b. Abdullah el-Amrî), Dımaşk 1404/1984, s. 123-153.
Müttakī el-Hindî, Kenzü’l-ʿummâl, X, 285-286 (hadis nr. 29.460).
Mahmûd Hakkı, Ebû Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ, İstanbul 1337, s. 13-37.
Ömer Rıza [Doğrul], İslâm Tarihi Sadr-ı İslâm I: Hazret-i Ebû Bekir, İstanbul 1347/1928.
M. Hüseyin Heykel, eṣ-Ṣıddîḳ Ebû Bekr, Kahire 1383/1964.
Abbas Mahmûd el-Akkād, Hz. Ebû Bekir: Şahsiyeti ve Dehası (trc. Ali Özek), İstanbul 1968.
Zâfir el-Kāsımî, Niẓâmü’l-ḥükm fi’ş-şerîʿa ve’t-târîḫ, Beyrut 1974, I, 117 vd., 121-165.
S. Athar Husain, The Glorious Caliphate, Lucknow 1980, s. 5-46.
Mustafa el-A‘zamî, Küttâbü’n-nebî, Riyad 1981, s. 34-36.
M. Abdülhay Muhammed, Ṣadrü’l-İslâm ve’d-devletü’l-Ümeviyye, Beyrut 1983, s. 26-38.
Ali Yardım, Hadis, İzmir 1984, I, 112; II, 18, 19, 26.
Abdülhüseyin Şerefeddin el-Mûsevî, en-Naṣ ve’l-ictihâd, Kum 1404, s. 6-92.
Cemâl Abdülhâdî – Vefâ Muhammed Rif‘at Cum‘a, Aḫṭâʾ yecibü en tüṣaḥḥaha fi’t-târîḫ: istiḫlâfü Ebî Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ, Kahire 1406/1986.
Ali et-Tantâvî, Ebû Bekri’ṣ-Ṣıddîḳ, Cidde 1406/1986.
Ali Paşa Mübârek, el-Ḫıṭaṭü’t-Tevfîḳıyye, Kahire 1987, III, 417-423.
Ahmed Zekî Safvet, Cemheretü resâʾili’l-ʿArab, Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-ilmiyye), I, 89-144.
Tâhâ Hüseyin, eş-Şeyḫân, Kahire, ts., s. 5-110.
Köksal, İslâm Tarihi (Mekke), III, 111-114.
Mûsâ Mûsevî, eş-Şîʿa ve’t-taṣḥîḥ, [baskı yeri yok] 1408/1988, s. 35-50.
Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, Muḫtaṣarü’t-tuḥfeti’l-İs̱nâʿaşeriyye, İstanbul 1989, s. 238-247.
Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye (Özel), I-III, tür.yer.
Mustafa Fayda, Halid bin Velid, İstanbul 1990, s. 241-392.
F. Buhl, “Ebû Bekir”, İA, IV, 12-14.
W. Montgomery Watt, “Abū Bakr”, EI2 (Fr.), I, 112-114.
Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1994 yılında İstanbul’da basılan 10. cildinde, 101-108 numaralı sayfalarda yer almıştır.