el-ÂLİM ve’l-MÜTEALLİM

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin (ö. 150/767) akaide dair risâlelerinden biri.

Müellif:

İmâm-ı Âzam’ın talebelerinden Ebû Mukātil Hafs b. Selm’in rivayet ettiği ve bazı müsteşriklerin İmâm-ı Âzam’a ait olmadığını ileri sürdükleri bu risâle Mâtürîdî, İbnü’n-Nedîm, İbn Fûrek, İsferâyînî, Ali b. Muhammed el-Pezdevî, Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, Abdülazîz el-Buhârî ve Bezzâzî gibi birçok âlim tarafından Ebû Hanîfe’ye nisbet edilir. Kâtib Çelebi, İsmâil Paşa, Carl Brockelmann ve Fuat Sezgin de bu görüşe katılırlar. Ebû Hanîfe’nin diğer risâleleriyle birlikte el-ʿÂlim ve’l-müteʿallim’i de metinlerin asıllarını değiştirmeden kelâm kitaplarındaki tertibe göre düzenleyip şerheden Beyâzîzâde Ahmed Efendi, adı geçen risâlede yer alan birçok meseleyi, Necmeddin Ömer en-Nesefî, Bezzâzî (Kerderî) ve Hârizmî’nin Ebû Hanîfe hakkında yazdıkları menâkıb kitaplarında kendisine nisbet ederek zikrettiklerini nakleder (bk. İşârâtü’l-merâm, s. 22). Hatîb el-Bağdâdî, adlarını belirtmemekle birlikte İmâm-ı Âzam’ın bazı eserler telif ettiğini bildirir (bk. Târîḫu Baġdâd, XIII, 338, 342). Bezzâzî, Taşköprizâde ve Zebîdî bunu teyit ederek, Ebû Hanîfe’yi kendi mezheplerinden göstermeye çalışan Mu‘tezile’nin ona ait hiçbir eser bulunmadığını, el-ʿÂlim ve’l-müteʿallim ile diğer dört risâlenin Ebû Hanîfe el-Buhârî’ye ait olduğunu öne sürdüklerini, bunu da sözü edilen eserlerin kendi mezheplerine zıt görüşler ihtiva ettiği için yaptıklarını kaydederler. Eserin Ebû Hanîfe’ye nisbet edilmesi konusunda sadece Zehebî farklı bir görüş nakleder ve Ahmed b. Ali es-Süleymânî’nin, Ebû Mukātil Hafs b. Selm’den el-ʿÂlim ve’l-müteʿallim adlı eserin sahibi olarak söz ettiğini zikreder (bk. Mîzânü’l-iʿtidâl, I, 558). Müsteşrik Schacht, Zehebî’nin naklettiği bu bilgiye eklediği bazı delillere dayanarak el-ʿÂlim ve’l-müteʿallim’in Ebû Hanîfe’ye nisbet edilmesinin yanlış olduğunu öne sürer (bk. , XVII, 96-102). W. Madelung da bu görüşe katılır (bk. , XXXII, 233). Schacht’ın dayandığı deliller şunlardır: 1. Eserin başında yer alan isnad zinciri, bu risâlenin Ebû Hanîfe’ye ait olmasını imkânsız kılar. Çünkü bu rivayet zinciri, İbn Kādı’l-asker olarak bilinen ve 651’de (1253) ölen Ali b. Halîl ile başlayıp dört nesil râvi ile Mâtürîdî’ye (ö. 333/944) ulaşır. Aradaki 318 yılın beş nesil râvi ile kapanması ise imkânsızdır. 2. Eserde yer alan soru ve cevaplar aynı üslûbu taşır. Bundan dolayı bir talebesinin sorularına verdiği cevaplardan oluştuğu söylenen eser Ebû Hanîfe’ye ait olamaz. 3. Eserin mukaddimesindeki üslûp ve ifade Ebû Hanîfe döneminde kullanılan üslûba benzememektedir. 4. Eserde muhtelif itikadî mezhepler arasında cereyan eden tartışmalar yer almaktadır. Halbuki bunlar Ebû Hanîfe’nin yaşadığı dönemde mevcut değildi. Bu husus onun hicrî II. asrın ikinci yarısından itibaren yazılmış olabileceğini gösterir. 5. Eserin üslûbu ile Ebû Hanîfe’ye nisbet edilen el-Fıḳhu’l-ebsaṭ ve er-Risâle’nin üslûbu tamamen farklıdır.

Schacht’ın ileri sürdüğü bu görüşler eserin Ebû Hanîfe’ye ait olmasını imkânsız kılmaz. Çünkü beş nesil râvinin 318 yılı kapsaması mümkündür. Nitekim 911’de (1505) vefat eden Süyûtî’nin âlî isnadları on bir râvili olup her bir râvi nesli ortalama seksen iki yılı kapatırken yukarıda söz konusu edilen isnad zincirinde bu rakam altmış üç yıla düşer. Ayrıca Mâtürîdî’ye ait olduğu şüphe götürmeyen Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân’da bizzat Mâtürîdî el-ʿÂlim ve’l-müteʿallim’i Ebû Hanîfe’ye nisbet etmektedir (vr. 828b). Soru ve cevapların aynı üslûbu taşıması eserin Ebû Hanîfe’ye ait olmadığını değil, sadece soru ve cevapların aynı müellifin kaleminden çıktığını ortaya koyar. Zira talebelerin hocalarına ait takrirleri yazıya geçirip rivayet etmeleri ilk dönemlerin bir özelliğidir. Eserin baş tarafında (hutbesinde) bulunan kelime ve ifadelerin ilk devirlere ait olmadığı iddiası, İbn Fûrek’in bu konudaki değerlendirmesi ile çelişir durumdadır. Zira İbn Fûrek bu hutbeyi eserin Ebû Hanîfe’ye ait olmasının açık bir delili sayarak böyle bir hutbeyi ancak onun gibi büyük bir imamın yazabileceğini ifade eder (bk. Şerḥu’l-ʿÂlim ve’l-müteʿallim, vr. 160b). Eserde yer alan tartışmaların hicrî II. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan konular üzerinde olabileceği iddiası ise herhangi bir temele dayanmamaktadır. Çünkü mezhep tartışmaları hicrî I. asrın sonu ile II. asrın başlarında çok canlı bir şekilde mevcuttu. Hatta itikadî mezhep tartışmalarının aşırı dereceye varmasından rahatsız olan İmâm-ı Âzam’ın olabildiğince bunlardan uzak kalmaya çalıştığı bilinmektedir (bk. Taşköprizâde, II, 154). Ayrıca, ona ait oldukları kabul edilen el-Fıḳhu’l-ebsaṭ ve er-Risâle ile el-ʿÂlim ve’l-müteʿallim’in üslûpları arasında değişik müellifler tarafından yazıldıklarını gösterecek derecede bâriz bir farklılık da yoktur. Her üçünde yer alan görüşler ise birbirini destekleyici ve tamamlayıcı mahiyettedir. Bunun yanında, eserde geçen ircâ kelimesinden hareketle Schacht’ın el-ʿÂlim ve’l-müteʿallim’i Mürcie’nin ilk kaynaklarından sayması ve müellifinin kendi zümresine Mürcie adını verdiğini öne sürmesi de doğru değildir. Zira müellif ircâ kelimesini, “büyük günah işleyenin dinden çıkmadığını ve küfre girmediğini ummak” anlamında kullanmıştır. İddia edildiği gibi o bu terimi, mezhepler tarihindeki yaygın mânasıyla, büyük günahın işleyene zarar vermeyeceği (bk. Şehristânî, I, 139) anlamında kullanıp kendi zümresine de Mürcie adını vermiş değildir. Buna göre, Schacht’ın delillerine dayanarak tevâtür derecesine varan bir rivayeti reddetmek ve el-ʿÂlim ve’l-müteʿallim’in Ebû Hanîfe’ye ait olmadığını söylemek mümkün değildir.

Bazı yazmalarda kaydedildiğine göre Hafs b. Selm’in, diğer bazı yazmalara göre ise Ebû Mutî‘ el-Belhî’nin, hocası Ebû Hanîfe’ye sorduğu soruların cevaplarından oluşan risâle, adını diyalogda kullanılan el-âlim (hoca) ve el-müteallim (öğrenci) kelimelerinden alır. Bazı müellifler eserdeki soru ve cevapların Ebû Hanîfe tarafından düzenlendiğini ileri sürüyorsa da gerçekte her ikisinin de onun takrirlerini yazan talebelerinden birinin kaleminden çıkmış olması kuvvetle muhtemeldir.

Risâle kırk üç soru ve cevaptan meydana gelmiştir. İtikad konularında kendisine sorulan bazı sorulara cevap veremediğini, ancak doğru olduğuna inandığı iman esaslarını savunamamakla birlikte bunları terketmediğini, bu sebeple hak mezhebin temel prensiplerini öğrenmek ihtiyacında olduğunu açıklayan müteallime, ilim öğrenmenin önemi ve ilimle birlikte amel-i sâlih işlemenin üstünlüğü anlatılarak risâleye başlanır. Daha sonra, sosyal ve kültürel şartların değişmesi sebebiyle, ashabın araştırmaya girmediği itikadî konuları incelemenin kaçınılmaz olduğu, ortada dolaşan görüşlerin hak ve bâtıl olanlarını birbirinden kesin çizgilerle ayırmanın ve bir taraftan hak mezhebi benimserken diğer taraftan da Şîa, Havâric ve Mürcie’ye ait görüşlerin yanlışlığına hükmetmenin gerekli olduğu, zira bunların öne sürdükleri naklî delillerin iddialarını ispatlayıcı nitelikte olmadığı, Hz. Peygamber’in insanları fırkalara ayırmak için değil birleştirmek için gönderildiği ifade edilir.

Ardından, sorulan sorulara verilen cevaplarda amelden ayrı olan imanın, netice itibariyle hepsi de aynı mânaya gelen “tasdik”, “mârifet”, “yakın”, “ikrar” ve “İslâm” unsurlarından ibaret olduğu, peygamberlerle melekler de dahil olmak üzere müminlerin imanları arasında mahiyet bakımından bir fark bulunmadığı belirtilir ve meseleleri kıyasla çözmenin önemine işaret edilerek kebîre konusuna geçilir. Burada şirkin dışında bütün günahların bağışlanabileceğine, ancak kebîreye nisbetle küçük günahların daha kolay affedilebileceğine, bütün günahlar için tövbe etmenin gereğine, günahkâr müminlerin Allah düşmanı kabul edilemeyeceğine, zira günahın inkârdan değil ihmal, şehvet duygusu, tövbeden sonra affedilme ümidi gibi beşerî zaaflardan kaynaklandığına temas edilerek küfrün mânası açıklanır ve sınırı çizilir. Hz. Muhammed’in peygamberliğini reddetmek, Allah’a evlât nisbet etmek, inkâr ve tekzip ifadeleri kullanmak, kâfirlere ait dinî kıyafetleri giymek, nimetlerin Allah’tan olduğunu inkâr etmek, dinin herhangi bir esasını reddetmek, bütün hadiselerin gerçek sebebinin Allah olduğuna inanmamak küfre girmenin sebepleri ve küfür alâmetleri olarak sayılırken dil ile ikrar edip kalp ile inkâr etmenin münafıklık olduğu kabul edilir. Allah’ın varlığını ve Hz. Muhammed’in nübüvvetini dil ile ikrar etmek, kıbleye yönelmek, camiye gitmek ve İslâmî kıyafet giymek de imanın alâmetleri arasında zikredilir. Ayrıca bir mümine kâfir diyenin kâfir değil yalancı kabul edilmesinin gerektiğine işaret edilir. Risâlenin daha sonraki kısmında Hz. Peygamber’in cennetle müjdelediklerinin cennete gidecekleri, müşriklerin ise cehenneme girecekleri, bunların dışında kalan ehl-i tevhîdin doğrudan cennete girmesi konusunda kesin bir hüküm vermeksizin hem af ümidi hem de azap korkusunun bahis konusu olduğu belirtilir. Havâric’in tekfir konusunda delil olarak öne sürdüğü bazı hadislerin sahih olamayacağı ifade edilir. Çünkü bu tür rivayetler, bir kebîre olan zina fiilini işleyen müminlerden bu fiilleri sonunda da “mümin” vasfını kaldırmayan Kur’an âyetleriyle (bk. en-Nûr 24/2) çelişmektedir. Allah’ın peygamberler vasıtasıyla değil, peygamberliğin Allah’ın bildirmesi yoluyla bilindiğine de temas eden risâle iman, amel ve küfürle ilgili diğer bazı hususların açıklanmasıyla sona erer.

el-ʿÂlim ve’l-müteʿallim, kelâm ilminin bazı mühim meselelerini vazedip bunları Ehl-i sünnet’e göre açıklayan ilk eserlerden sayılır. En önemli özelliklerinden biri, iman esaslarını açıklamakta kıyası kullanması ve zihnî kavramları müşahhas hale getirerek bunları herkesin anlayacağı bir üslûpla ifade etmesidir.

Risâle orta boy otuz dört sayfa olup İstanbul’da (ts.), Haydarâbâd’da (1349) ve M. Zâhid Kevserî tarafından Kahire’de (1949) yayımlanmıştır. Muhammed Revvâs Kal‘acî ile Abdülvehhâb el-Hindî en-Nedvî eseri tahkik ederek neşretmişlerdir (Halep 1972). Ayrıca Mustafa Öz’ün Türkçe tercümesiyle birlikte de basılmıştır (İstanbul 1981).

Beyâzîzâde Ahmed Efendi’nin İşârâtü’l-merâm’ından başka, bilindiği kadarıyla, müstakil olarak yapılan tek şerhi İbn Fûrek’e aittir. İbn Fûrek, dinde müslümanların imamı kabul ettiği Ebû Hanîfe’ye nisbet edilen el-ʿÂlim ve’l-müteʿallim’in kendisine hasen isnadla ulaştığını, muhtevasından büyük bir âlime ait olduğunun anlaşıldığını, akaid problemlerini delilleriyle açıkladığını, baş tarafında yer alan ve Allah’ın sıfatlarıyla ilgili olan girişin Ebû Hanîfe’nin tevhid ilminde diğer imamlara karşı olan üstünlüğünü gösterdiğini belirtmiş ve çok kısa olan bu girişi uzun uzadıya şerhetmiştir. Burada Mu‘tezile, Cehmiyye, felâsife ve Bâtıniyye’nin sıfat telakkilerini aklî ve naklî delillerle reddetmiş, Allah’ın tenzîhî sıfatları üzerinde önemle durmuş ve her iki grup sıfatın ihtiva ettiği mânalara değinmiştir. Söz konusu görüşlere yapılmış veya yapılması muhtemel itirazları da zikredip cevaplandırmıştır. İbn Fûrek “el-âlim” ve “el-müteallim” kelimelerinin, kelâm ilminde çok kullanılan “Eğer biri itiraz ederse ona şöyle cevap verilir” (فإن قيل… يقال له…) şeklindeki telif tarzına tekabül ettiğini söyler ve böylece eserdeki soru-cevapların İmâm-ı Âzam tarafından kaleme alındığına işaret ederek mukaddimeden sonra esas metnin şerhine geçer. Burada taklidin reddi, nazar ve tefekkürün lüzumu, kelâm ilmiyle uğraşmanın önemi, imanın tarifi, mahiyeti, rükünleri, mârifet ve amelle ilişkisi, hak ve bâtılın birbirinden ayırt edilmesi, İman-İslâm ayırımı, dinin tarifi ve mânaları, şeriatlarda nesih meselesi, imanda derece farkları, sevginin itaat ve isyanla alâkası, Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmedikçe imanın gerçekleşmeyeceği, peygamberlere karşı işlenecek suçların hükmü, kebîre sahibinin durumu, iman ve küfrün sınırları, kimlere kâfir denilebileceği, münafıklığın gerçek mânası, kebîrenin amel-i sâlih üzerindeki tesirleri (ihbât), kulların fiilleri ile Allah’ın sıfatları arasındaki münasebet gibi konulara yer verir. Her konuda değişik mezheplerin görüşlerini delilleriyle birlikte tahlil edip tenkide tâbi tutan İbn Fûrek, şerhin sonunda, kitabın başından sonuna kadar yaptığı açıklamalarla, İmâm-ı Âzam’a iftira ederek onu kendi mezheplerinden göstermek isteyen Mu‘tezile, Havâric, Kaderiyye ve Kerrâmiyye gibi bid‘at fırkalarının iddialarını çürüttüğünü, böylece İmâm-ı Âzam’ın mezhebine bağlı olan Ehl-i sünnet mensuplarını uyarmak istediğini bildirir. Orta boy altmış altı varak olan şerhin bilinen tek nüshası Murad Molla Kütüphanesi’nde mevcuttur (nr. 1827).


BİBLİYOGRAFYA

Ebû Hanîfe, el-ʿÂlim ve’l-müteʿallim, Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 5392; Âşir Efendi, nr. 412/2; Yenicami, nr. 1190/8.

Mâtürîdî, Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 40, vr. 828b.

, s. 256.

İbn Fûrek, Şerḥu’l-ʿÂlim ve’l-müteʿallim, Murat Molla Ktp., nr. 1827, vr. 159b, 160b.

, XIII, 338, 342.

İsferâyînî, et-Tebṣîr, s. 113.

Pezdevî, el-Uṣûl (Keşfü’l-esrâr içinde), İstanbul 1308, I, 8.

Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, Uṣûlü’d-dîn (nşr. Hans Peter Linss), Kahire 1383/1963, s. 4.

, I, 139.

, I, 8.

, I, 558.

Bezzâzî, Menâḳıbü Ebî Ḥanîfe, Beyrut 1401/1981, s. 122.

, s. 360.

, II, 154-159.

Beyâzîzâde Ahmed Efendi, İşârâtü’l-merâm (nşr. Yûsuf Abdürrezzâk), Kahire 1369/1949, s. 21-23.

M. Zâhid Kevserî, “Kelime ʿan İşârâti’l-merâm”, a.e., Mukaddime, s. 6.

, II, 1314.

, II, 1437.

, II, 495.

M. Ebû Zehre, Ebû Ḥanîfe, Kahire 1366/1947, s. 167, 182-183.

, I, 287.

, I, 418.

İnâyetullah İblâğ, Ebû Ḥanîfe el-Mütekellim, [baskı yeri yok] 1390/1971, s. 111.

, IV, 48.

M. Revvâs Kal‘acî, Mevsûʿatü fıḳhi ʿAlî b. Ebî Ṭâlib, Dımaşk 1403/1983, s. 650.

J. Schacht, “An Early Murciʾite Treatise: The Kitāb al-ʿĀlim wal-Mutaʿallim”, , XVII (1964), s. 96-102.

a.mlf., “Abū Ḥanīfa al-Nuʿmān”, , I, 127.

W. Madelung, “Early Sunnī Doctrine Concerning Faith as Reflected in the Kitāb al-Īmān of Abū ʿUbayd al-Qāsım b. Sallām (d. 224/839)”, , XXXII (1970), s. 233.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1989 yılında İstanbul’da basılan 2. cildinde, 461-463 numaralı sayfalarda yer almıştır.