DEDE ÖMER RÛŞENÎ

(ö. 892/1487)

XV. yüzyılın önde gelen Halvetî şeyhlerinden, mutasavvıf şair.

Müellif:

Daha çok şiirlerinde kullandığı Rûşenî mahlasıyla tanınmaktadır. Asıl adı Ömer, lakabı Dede, künyesi Ali ibnü binti Umur Bey’dir. Babası hakkında bilgi bulunmadığı gibi anne tarafından dedesi olan Umur Bey’in de hangi Umur Bey olduğu belli değildir. Hayatıyla ilgili en geniş bilgiyi veren son devir kaynaklarından Tuhfetü’l-mücâhidîn’e göre dedesi, Yıldırım Bayezid’in emîrlerinden Kara Timurtaş Paşa’nın oğlu Gazi Umur Bey’dir (vr. 284a); ancak Lemezât’ta Aydın oğlu Umur Bey olduğu belirtilmektedir (vr. 246a). Kendi ifadesine göre Aydın-ili’nden olan ve bu sebeple Rûşenî mahlasını kullandığını belirten şairin dedesinin, bölgede Osmanlılar’dan önce hüküm süren Aydınoğulları sülâlesinden elli yıl ara ile beylik yapan iki Umur Bey’den biri, kuvvetli bir ihtimalle de birincisi olabileceğini kabul etmek daha uygun görünmektedir. Nitekim Rûşenî, günümüzde İzmir ile Aydın vilâyetlerinin yer aldığı Aydın-ili bölgesinin o zamanki belli başlı merkezlerinden Güzelhisar’a bağlı Tire’den olduğunu belirtmektedir (Neynâme, beyit nr. 982; Miskinlik Kitabı, beyit nr. 145). Rûşenî’yi yakından tanıdığı anlaşılan Sehî Bey de onun Yenice köyünde doğduğunu söylemektedir (Tezkire, s. 193). Geç devir kaynakları doğum yılı olarak 820’yi (1417) verirlerse de bunun ispatlanması mümkün olmadığı gibi bazı zaruretlerden dolayı on yıl kadar geriye götürülmesi gerekmektedir (bk. Uzun, Dede Ömer Rûşenî, s. 10-12). Kaynakların “Sıddîkī” diyerek Hz. Ebû Bekir’e dayandırdıkları nesebini tahkik etmek mümkün değildir, ancak bunun uzak bir ihtimal olduğunu belirtmek gerekir.

Yetişmesinde ve tasavvufa intisabında önemli rolü bulunan ve Monlâ-yı Rûmî olarak tanınan ağabeyi Alâeddin Ali Anadolu’daki ilk Halvetî meşâyihinin önde gelenlerinden biridir. Bundan dolayı Rûşenî’nin ilmî ve tasavvufî yönden tanınmış bir aile muhiti içinde yetiştiğini söylemek mümkündür. Kaynakların birçoğuna göre medrese tahsilini Bursa’da yapmıştır; ancak Tuhfetü’l-mücâhidîn’de İstanbul’da okuduğuna dair bir kayıt vardır (vr. 284a). Sehî Bey’in, Rûşenî’yi hemşerisi ve Fâtih devrinin meşhur divan şairlerinden Melîhî’nin yakın dostu olarak göstermesi, onun tahsil hayatının bir devresinde İstanbul’da bulunduğuna işaret sayılabilir.

Rûşenî ile ilgili aydınlatılması güç bir mesele de onun Bursa’da Yeşilmedrese’de Çandarlı İbrâhim Paşa’ya muîd olduğu yolundaki bilgidir (a.g.e., vr. 284a). Fakat Çandarlı ailesine mensup iki İbrâhim Paşa’dan hiçbiri müderrislik yapmadığı gibi Yeşilmedrese’nin müderrisleri arasında bu tarihlerde vazife yapmış İbrâhim adlı bir müderris bulunmamaktadır (Baltacı, s. 492-496; Bilge, s. 120-122). Yeni yayınlarda görülen, Rûşenî’nin bu medreseye müderris tayin edildiği şeklindeki ifadelerse (Türk Klasikleri, III, 45) menâkıb türünden kaynaklarda yer alan bilgilerin kontrolsüz olarak aktarılmasından doğmuştur. Ancak bu bilgilerden, Dede Ömer Rûşenî’nin iyi bir medrese tahsili gördüğü, devrin ilim ve edebiyat muhitlerinden faydalanarak her iki bakımdan da iyi yetiştiği anlaşılmaktadır. Onun bu devrede yazdığı “melâhî” (zevkperest) türdeki şiirlerinin edebî muhitlerde beğenildiğine dair bilgiler, kendisinin daha o zaman bir şair olarak kabul edildiğini göstermektedir (Sehî, s. 191).

Rûşenî, Bursa’da bulunduğu sırada hakkında çıkan bir dedikodu ve gördüğü rüya sebebiyle oradan ayrılarak Lârende’de bulunan ağabeyi Alâeddin Ali’nin yanına gitti. Lârende’de onun da telkin ve tesiriyle tasavvufa yönelmeye karar verdi. Devrin büyük mutasavvıflarından, Halvetiyye tarikatının pîr-i sânîsi kabul edilen Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî’nin (ö. 868/1463-64) yanına Bakü’ye giderek ona intisap etti. Kısa bir sürede sülûkünü tamamlayarak Şirvânî’nin halifesi oldu ve Anadolu’da irşadla görevlendirildi. Ancak mürşidinden uzak kalmamak için onun rızâsıyla Karabağ, Berdea ve Gence gibi civar bölgelerde irşada başladı.

Dede Ömer bir taraftan buralarda Sünnîliğin yayılmasına hizmet eden müessir bir şeyh olarak vazife yaparken bir taraftan da öncekilerin aksine ilâhî nitelikte dinî-didaktik şiirler yazmaya başladı. Şeyhinin vefatından sonra da onun yerine geçti. Akkoyunlular’dan Uzun Hasan’ın, Karakoyunlular’ı yenerek Tebriz’i başşehir edinmesinin (872/1467) ardından İbrâhim Gülşenî’yi göndererek kendisini davet etmesi üzerine Tebriz’e gitti ve sultanın hanımı Selçuk Hatun’un kendisi için yaptırdığı dergâha yerleşti (873/1468’den sonra). Bundan sonra Rûşenî, Uzun Hasan’ın sarayında her cuma günü âlim ve sanatkârlarla yapılan toplantılarda daima en büyük saygıyı gören bir şeyh olmuştur.

Dede Ömer Rûşenî Uzun Hasan’ın vefatından sonra (1478) oğulları Sultan Halil (1478) ve bilhassa Akkoyunlular’ın en büyük hükümdarlarından, âlim ve sanatkârların koruyucusu olan Sultan Yâkub (1478-1490) zamanlarında da aynı saygı ve itibarı gördü. Kendisi de şair olan Sultan Yâkub çeşitli ihsanlarla daima Rûşenî’nin hizmetinde bulunarak Cihan Şah Hankahı’nı ona tahsis etti (Muhyî-yi Gülşenî, s. 91; Uzun, Dede Ömer Rûşenî, s. 32-33). Dede Ömer Rûşenî Farsça bir şiiriyle övdüğü bu hükümdar zamanında Tebriz’de 892’de (1487) vefat etti ve tekkesinin hazîresindeki türbeye defnedildi. Rûşenî’nin hayatındaki bu son yirmi yıllık Tebriz devresi, onun tasavvufî şöhretinin gittikçe artan bir şekilde yayıldığı, tasavvufî mesnevilerini kaleme aldığı, şair olarak da ününün arttığı, hatta yazdığı şiirlerin diyâr-ı Rûm’a ve İstanbul’a kadar ulaşıp onlara nazîrelerin yazıldığı bir devredir. Ayrıca Halvetiyye’nin Rûşeniyye kolunu kendi adlarıyla Kahire’de devam ettirecek olan İbrâhim Gülşenî (Gülşeniyye), Şeyh Demirtaş (Demirtaşiyye) ve Şâhin Halvetî gibi büyük şahsiyetleri de bu sırada yetiştirmiştir. Rûşenî’nin tasavvufî bakımdan diğer bir özelliği de Halvetiyye tarikatının esaslarından biri olan “esmâ-i seb‘a”yı on ikiye çıkarmış olmasıdır (bk. RÛŞENİYYE).

Rûşenî’nin divanında yer alan şiirleri onun kuvvetli bir divan şairi olduğunu göstermektedir. Dinî-tasavvufî konuları ise Mevlânâ’nın Mes̱nevî’sinden hareketle didaktik tarzda yazdığı telif-tercüme mesnevilerinde ele almıştır. Eski Anadolu Türkçesi ile Âzerî Türkçesi özelliklerinin iç içe bulunduğu şiirlerinde açık ve nükteli bir anlatım, didaktik fakat samimi bir eda hâkimdir. Rûşenî’nin şiirleri arasında münâcâtları ile na‘tlarının ayrı bir yeri vardır. Divanı ve mesnevileri içine âdeta serpiştirilmiş bir halde bulunan bu manzumelerde sıcak bir lirizm, samimi yakarışlarla ilâhî aşk ve Allah’a yakınlık duyguları işlenmiştir. Miskinliknâme’nin başındaki uzun münâcât bunların en güzel örneklerinden biridir. Kaside, gazel, rubâî ve beyitler halindeki na‘tları ise onun şairlik kudretini ortaya koyan parçalar olarak daha da değerlidir.

Eserleri. 1. Divan. Türkiye’de ve Türkiye dışındaki pek çok kütüphanede mevcut yetmişten fazla nüshasında bazı küçük değişikliklerle birlikte birkaç münâcât, beş na‘t, beş terciibend, dört terkibibend, doksan kadar gazel, 100’den fazla tuyuğ, rubâî ve beyit bulunmaktadır. Tesbit edilebilen en eski tarihli tam nüshası, İstanbul’da Arkeoloji Müzeleri Kütüphanesi’nde bulunan (nr. 1152) ve içinde diğer eserlerinin de yer aldığı 959’da (1552) istinsah edilmiş külliyat halindeki yazmadır (diğer nüshalar ve tavsifleri için bk. Uzun, Dede Ömer Rûşenî, s. 64-101). Ayrıca 940’ta (1534) hazırlanmış Câmiu’l-meânî’de, Çobannâme dışında külliyattaki diğer eserlerden yapılmış geniş çapta seçmeler yer almaktadır. Tertip bakımından bütün yazmalardan farklı olan ve İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Yazma Divanlar Kataloğu’nda en eski tarihli nüsha olarak gösterilen İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndeki yazma (TY, nr. 797) yanlış ciltlendiğinden, Miskinnâme mesnevisinin yazıldığı tarih olan 889 (1484) yılı istinsah tarihi zannedilmiştir. Ayrıca Çobannâme ile başlayan nüshada bu eserin başındaki Farsça mukaddime Tahir Üzgör tarafından divanın dîbâcesi olarak kaydedilmişse de (Türkçe Dîvân Dîbâceleri, s. 5) yanlıştır.

2. Çobannâme. Yazılış sebebinin belirtildiği Farsça mensur bir mukaddime ile başlayan eser, Mes̱nevî’deki “Mûsâ ile Çoban” adlı kıssanın Rûşenî tarafından yapılmış genişçe bir tercümesidir. Yaklaşık 1000 beyit kadar olup yirmi beş bölümden meydana gelen Çobannâme, mesnevileri içinde en erken kaleme alınanıdır ve, “Kıssa-i Çûbân için ey ehl-i dil / Fahr-i cihân fahrini târîh bil” beytindeki “fahr-i cihân fahri” ibaresinin ebced hesabına göre 880’de (1475-76) tamamlanmıştır. Rûşenî’nin eserlerinin külliyat halindeki yazmalarının hepsinde bulunduğu gibi müstakil yazmalarına da rastlanmaktadır (İÜ Ktp., TY, nr. 9385; Hacı Selim Ağa Ktp., Kemankeş, nr. 393).

3. Miskinliknâme. Miskinnâme diye de anılan bu didaktik manzume, Rûşenî’nin mesnevileri içinde tamamıyla telif bir eser olması yanında onun tasavvufî anlayışını ortaya koyması bakımından da önem taşımaktadır. 889’da (1484) tamamlanan ve Mevlânâ’nın Mes̱nevî’si gibi çağrışımlara dayalı bir yapı ve muhtevaya sahip olan eser, 100 beyti münâcâttan ibaret 128 beyitlik bir girişten sonra başlamakta, çoğunlukla “hikâyet” başlığı altında otuz dört bölümden meydana gelmektedir. Bu bölümlerde Hz. Peygamber ve ashabının başından geçen ibret verici olaylar, evliya menkıbeleri, çeşitli hikâyeler daima tasavvufî bir yorumla anlatılmıştır. Miskinnâme’nin önemli bir özelliği de bölümleri arasında, Türk tasavvuf edebiyatında ancak birkaç örneğine rastlanan manzum tasavvuf tariflerinden en tanınmış ikisinin yer almasıdır. “Der Beyân-ı Tasavvuf Gûyed” ve “Ta‘rîf-i Dîger” başlıkları altında toplam altmış dokuz beyit tutan (Uzun, Dede Ömer Rûşenî, s. 129-139; beyit nr. 152-180, 181-221) bu tariflerin ardından “Sûfî tâ Mânend-i Hâk ne Şeved Pâk ne Şeved” (sûfî toprak gibi olmayınca tertemiz olamaz) ve “Der Ta‘rîf-i Sûfî Gûyed” başlıklı iki bölümde de (a.g.e., s. 148-158; beyit nr. 267-305, 306) tasavvuf ehlinin nasıl olması gerektiği anlatılmaktadır. 1181 beyit olan bu eser üzerinde Mustafa Uzun bir doktora çalışması yapmıştır (bk. bibl.).

4. Neynâme. Konusunu Mes̱nevî’nin ilk on sekiz beytinden alan, aynı vezinde yazılmış bir tercüme ve şerh mahiyetindeki eser 1028 beyittir. Hâtimesiyle birlikte yirmi dört bölüm olan mesnevinin aslında belli bir adı yoktur. Başta ney konusunda yazılmış bazı bölümlerin ardından tasavvufî aşka dair izahların yapıldığı kısımlar gelmektedir. Neynâme’nin önemli bir özelliği, Rûşenî’nin son bölümlerde ağabeyi Molla Alâeddin Ali hakkındaki beyitlerde kendisi, doğum yeri ve ailesi hakkında bazı bilgiler vermesidir. Neynâme’nin de Mustafa Uzun tarafından edisyon kritiği yapılmıştır (İstanbul 1990).

5. Kalemnâme. “Der Sıfât-ı Kalem ü Medh-i Û Gûyed” başlığını taşıyan mesnevi, yazmalarına göre değişmekle beraber yaklaşık 250 beyit hacmindedir. İlk 100 beytinde kalemden bahsedilmekte, geri kalan beyitlerinde bazı hikâyelerle tasavvufî yorumlar yer almaktadır. Hâtimesi bulunmayan bu risâle tamamlanmamış intibaını vermektedir.

Rûşenî’nin divanındaki kaside, gazel ve rubâîlerinden bir kısmı, Miskinnâme’nin bazı bölümleri ve diğer mesnevilerinden yapılmış bir seçme, Edirne’deki Veli Dede Hankahı postnişini Şeyh Şuayb Şerefeddin Edirnevî tarafından Âsâr-ı Aşk adıyla ve kısa bazı açıklamalarla birlikte yayımlanmıştır (Dersaadet 1316).

Kütüphanelerdeki araştırmalar sırasında Rûşenî’ye ait kaynaklarda adı geçmeyen bir esere rastlanmıştır. Nüshaları nâdir olarak görülen bu eser Kādî Beyzâvî’nin tefsirinin hâşiyesidir. Eserin, Süleymaniye Kütüphanesi’nde Ḥâşiye ʿale’l-Ḳāḍî Beyzâvî adıyla kayıtlı bir nüshası (Yeni Medrese, nr. 1755/24) ile Millet Kütüphanesi’nde (Ali Emîrî, Arabî, nr. 4670) sadece Bakara sûresini içine alan bir bölümünün bulunduğu bir yazmasına rastlanmıştır. Bazı kataloglarda Pendnâme adıyla kaydedilen eseri ise müstakil bir kitap olmayıp Sehî’nin, “mev‘iza üslûbunda çok hakāyık ve dekāyık ve nice maârif cem edip…” diyerek vasıta beytini verdiği terciibendidir (Süleymaniye Ktp., Ali Nihad Tarlan, nr. 59/2).

Rûşenî’nin sade Türkçe ile yazılanları gibi konunun gerektirdiği terim ve tabirlerle tumturaklı bir şekilde kaleme alınan şiirleri de devrinden başlayarak büyük rağbet görmüştür. Bunlara birçok nazîreler yazılmış, ayrıca onu aşkın şiiri çeşitli makamlarda bestelenerek tekkelerde yakın zamanlara kadar okunmuştur. Bunlar arasında, günümüzde de özellikle mevlidlerde tevşîh olarak okunan, “Çün doğup tuttu cihan yüzünü hüsnün güneşi / Kim ola sevmeye bu vechile sen mâh-veşi” beytiyle başlayan na‘t, aralarında Nahîfî, Nazîm, Kânî, meşhur hattat ve şeyh Râkım Efendi, Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin gibi şairlerin de bulunduğu yirmiye yakın kişi tarafından yirmi beş defa tahmis edilmiştir.


BİBLİYOGRAFYA

Dede Ömer Rûşenî, Neynâme (haz. Mustafa Uzun), İstanbul 1990, s. V, VI, XVII-XVIII, 95-96, 101-102.

, s. 567-568.

, s. 191-193.

Hacı Ali Âlî, Tuhfetü’l-mücâhidîn, Nuruosmaniye Ktp., nr. 3404, vr. 284a, 286b, 584a-586a.

, s. 282.

, bk. İndeks.

Cemâleddin Hulvî, Lemezât-ı Hulviyye ez Lemeât-ı Ulviyye, Süleymaniye Ktp., Düğümlü Baba, nr. 565, vr. 246a-b.

, nr. 430-432, vr. 60b, 68b.

, vr. 60a-b, 61a.

, I, 68.

Bursalı Mehmed Tâhir, Aydın Vilâyetine Mensûb Meşâyih, Ulemâ, Şuarâ, Müverrihîn ve Etibbânın Terâcim-i Ahvâli, İzmir 1324, s. 12.

, s. 194-196.

W. Hinz, Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd (trc. Tevfik Bıyıklıoğlu), Ankara 1948, s. 103.

Himmet Akın, Aydınoğulları Tarihi Hakkında Bir Araştırma, Ankara 1968, s. 39-55, 66, 220.

, s. 491-496.

Yakup Çiçek, Harîrîzâde Mehmed Kemâleddin, Hayatı-Eserleri ve Tibyânü vesâili’l-hakāık fî beyânı selâsili’t-tarâık: Muhtevası-Kaynakları (öğretim üyeliği tezi, 1982), İSAM Ktp., nr. 3572, s. 300-302.

Mustafa Uzun, Dede Ömer Rûşenî Hayatı, Eserleri ve Miskinlik-nâme Mesnevîsi (Edisyon Kritik), (doktora tezi, 1982), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü.

a.mlf., “Câmiu’l-meânî”, , VII, 111.

Mustafa Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1984, s. 117-122.

Tahir Üzgör, Türkçe Dîvân Dîbâceleri, Ankara 1990, s. 5.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1994 yılında İstanbul’da basılan 9. cildinde, 81-83 numaralı sayfalarda yer almıştır.