CA‘BER KALESİ

Yakınındaki “Türk mezarı” ile ünlü Ortaçağ kalesi.

Müellif:

Kuzey Suriye’de Fırat nehrinin orta mecrasının sol sahilinde ve Rakka’nın 50 km. batısında volkanik bir tepe üzerinde yer alır; bugün 1974 yılında yapılan Tabya Barajı’nın doğusunda ve göl sularına sokulmuş durumdadır. İslâmiyet’ten önce Musul-Halep yolu üzerinde Devser (Bizans kaynaklarında Dawsarôn) adıyla ünlü bir müstahkem mevki olup efsaneye göre bu adı, kurucusu Hîre Hükümdarı Nu‘mân b. Münzir el-Lahmî’nin adamlarından Devser’den almıştır. 19 (640) yılında İyâz b. Ganm kumandasındaki İslâm ordusu tarafından fethedilen kale, X. yüzyılın ikinci yarısına kadar Cezîre valilerince yönetilmiştir. Daha sonra uzun süre Benî Nümeyr kabilesinin elinde kalan kalenin 1040 yılına doğru Fâtımîler’in Suriye bölgesi kumandanı Anuş Tegin ed-Dizberî’nin hâkimiyeti altına girdiği görülmektedir. Dizberî’nin ölümünden sonra kale Nümeyrîler’den Utayr ailesinin eline geçti.

Selçuklular döneminde kaleyi Ca‘ber b. Sâbık el-Kuşeyrî ele geçirdi ve kale daha sonra onun adıyla anıldı. Bir harâmi olan Ca‘ber ve ondan sonra yerine geçen oğlu Sâlûk kaleyi daha da tahkim ederek kervanları vuran bir eşkıya yuvası haline getirdiler. Selçuklu Sultanı Melikşah Halep seferi münasebetiyle bölgeye gelişinde kaleyi zaptetti (1086) ve Kuşeyroğulları’nı bölgeden uzaklaştırdı. Daha sonra da burayı Halep üzerindeki haklarından vazgeçmesi karşılığında Sâlim b. Mâlik b. Bedrân el-Ukaylî’ye verdi. Sâlim b. Mâlik hayatı boyunca kalede kaldı ve yerine geçen oğulları yaklaşık bir asır boyunca burada hüküm sürdüler. Urfa Kontu Baudouin du Bourg ile Tel Bâşir Kontu Joscelin de Courtenay Harran Savaşı’nda (1104) Emîr Sökmen b. Artuk ile Çökürmüş tarafından esir alındıktan sonra bir müddet Ca‘ber Kalesi’nde hapsedildiler. 1146 yılında Musul Atabegi İmâdüddin Zengî kaleyi kuşattı; fakat köleleri tarafından öldürülmesi üzerine ordusu dağıldı. 1169’da ise Ukaylîler’in sonuncusu olan Şehâbeddin Mâlik b. Ali, Serûc ve Bâbü Büzâd bölgeleriyle 20.000 dinar karşılığında kaleyi İmâdüddin Zengî’nin oğlu Halep Atabegi Nûreddin Mahmud Zengî’ye teslim etti; böylece seksen üç yıl süren Ukaylî hâkimiyeti sona erdi. Nûreddin Zengî zamanında çeşitli imar faaliyetlerine sahne olan Ca‘ber Kalesi çok gelişti; bugün dahi uzaklardan görülebilen minare o dönemden kalmadır. Beş yıl sonra kale Nûreddin Zengî’nin ölümüyle (1174) bölgeye yerleşen Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin eline geçti; onun ölümünden sonra da 1193’te kaleye kardeşi I. el-Melikü’l-Âdil ve arkasından oğlu el-Melikü’l-Hâfız hâkim oldular. Ca‘ber yöresi 1202 yılında Hârizmşahlar tarafından yağmalandı. 1240’ta Hârizmşahlar’ın saldırılarının sıklaşması üzerine el-Melikü’l-Hâfız kaleyi yeğeni Halep Hükümdarı Selâhaddin Yûsuf’a, Azâz Kalesi ve muayyen bir tahsisat karşılığında devretti. 1260 yılında ise İlhanlı Hükümdarı Hülâgû’nun eline geçen kale tahrip edilerek halkı etrafa dağıtıldı. Zamanla çeşitli Arap ve Türk kabilelerine yaylak ve kışlak vazifesi gören kale, 1336’da Memlük Sultanı el-Melikü’n-Nâsır Muhammed b. Kalavun tarafından tamir ettirildiyse de bir daha önemli bir yerleşime sahne olmadı. Memlükler zamanında Halep nâibliğine bağlı olarak bölgede ikamet eden Döğerler’e mensup çeşitli oymaklar Osmanlılar devrinde de bölgedeki hâkimiyetlerini sürdürmüşlerdir. Osmanlı Devleti’nin son döneminde Ca‘ber Rakka kazasına bağlı bir nâhiye merkeziydi. 1918’de İngilizler tarafından işgal edildi, ardından Suriye’ye bağlanarak Fransız mandasına bırakıldı.

Ca‘ber Kalesi’nin kuzeybatı eteklerinde “Türk mezarı” diye anılan türbe kare şeklinde bir avlunun içinde idi. Süleyman Şah’a izafe edilen kitâbesiz mezar, mihrabın karşısında ve ortada bulunuyordu. Zamanla harabe haline gelince II. Abdülhamid’in emriyle Halep Valisi Cemil Hüseyin Paşa (ö. 1889) tarafından 12 × 7 ebadında dikdörtgen şeklinde yeniden yaptırılmış ve üzeri tonozla örtülmüştür. Türbenin bakımı için maaşlı bir türbedar tayin edilmiş ve bunun ikameti için avluya bir ilâve bina yaptırılmıştır. Ancak I. Dünya Savaşı sonunda Ca‘ber Kalesi ile birlikte Suriye’nin sınırları içinde kalan ve Fransa’nın mandasına verilen türbe, Anadolu Türkleri için büyük bir mânevî değer taşıdığı için 20 Ekim 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetiyle Fransa hükümeti arasında imzalanan Ankara İtilâfnâmesi’nin 9. maddesi gereğince Türkiye’ye bırakılmıştır. Çevresindeki 8797 m2’lik Türkiye Cumhuriyeti toprağında Türk bayrağını dalgalandırma görevini yürüten bir jandarma karakolu bulunuyordu. 1974 yılında Tabya Barajı’nın suları altında kalacağı anlaşılan mezar, Suriye hükümetiyle varılan anlaşma uyarınca biraz daha kuzeydeki Karakozak mevkiine nakledilerek üzerine modern İslâm mimarisinde kesme taştan bir türbe ve onun yanına da aynı malzemeden bir karakol binası yapılmıştır.

Bugün türbenin üzerinde, mezarın Süleyman Şah’a ait olduğunu belirten bir levha bulunmakla birlikte bu zatın kimliği tartışmalıdır. Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu sıfatıyla Anadolu Türkleri arasında gazilik pâyesini kazanmış ve efsanevî bir hüviyet almıştır. Bazı Osmanlı tarih yazarları tarafından Osmanlılar’ın ceddi sayılan Ertuğrul Gazi’nin babası Süleyman Şah ise Urfa tarafında bulunduktan sonra Fırat’ı geçerken boğulmuş ve Ca‘ber Kalesi önüne gömülmüştür (Âşıkpaşazâde, s. 3). Enverî bu Süleyman Şah’ı Kutalmış’ın oğlu sayarak Selçuklu sultanının ne şekilde Osmanlı şeceresine intikal ettiğini gösterir (Düstûrnâme, s. 6, 78). Halbuki kaynaklar Anadolu Selçuklu Sultanı Süleyman Şah’ın Suriye Selçuklu Sultanı Tutuş ile savaşırken öldüğünü (1086) ve Halep Kapısı’nda defnedildiğini zikrederler. Bazı Osmanlı tarihlerinde görülen bu karışıklık muhtemelen Süleyman Şah’ın, Fırat’ın kolu Habur ırmağında 1107 yılında boğulan I. Kılıcarslan ile karıştırılmış olmasından ileri gelmiştir. Ancak eski Osmanlı tarihçilerinden itibaren asırlar boyunca Süleyman Şah’a izâfe edilip kutsî bir hâtıra olarak yaşatılan ve folklorik bir değer taşıyan Türk mezarı rivayetini de tamamıyla reddetmek mümkün değildir. Hiç şüphesiz bütün bu vak‘alar, Anadolu Türkleri arasında acı hâtıralar ve akisler bırakarak Osmanlılar’a intikal etmiştir. Dolayısıyla Osmanlılar’ın Selçuklu Süleyman Şah’ı kendi cedleri arasında göstermelerine, Anadolu Türkleri’nin ve özellikle Osmanlılar’ın mensup olduğu Kayılar’ın arasında yüzyıllarca yaşayan rivayetlerin yeni nesillere bu şekilde intikali nazarıyla bakmak mümkündür. Ayrıca bu rivayetlerin, çevrede çok mücadeleli bir hayat geçirdikleri bilinen Kutalmışoğulları’ndan veya Kayı boyundan bir başka şahsın burada medfun bulunması ile ilgili olması ihtimali de mevcuttur.

Bugün Ca‘ber arkeologlar için mühim bir çalışma alanıdır. Kale ve civarında yapılan kazılardan elde edilen buluntuların önemli bir bölümü Zengîler ve Eyyûbîler devrine aittir.


BİBLİYOGRAFYA

, s. 74.

, III, 220.

, s. 168, 271, 323, 329, 444, 449, 484, 490, 543.

Herevî, Kitâbü’l-İşârât (nşr. D. Sourdel), Damas 1953, s. 63.

, s. 141-142.

, X, 149, 369, 460-463, 465, 531, 566, 605, 610, 630, 650; XI, 109-110, 334, 359, 363, 407, 548; XII, 119, 352.

Bündârî, Senâ el-Berḳı’ş-Şâmî (nşr. Ramazan Şeşen), Beyrut 1971, I, 75.

, s. 202, 203, 267.

a.mlf., Zübdetü’l-ḥaleb, bk. İndeks.

İbn Şeddâd, el-Aʿlâḳu’l-ḫaṭîre fî ẕikri ümerâʾi’ş-Şâm ve’l-Cezîre (nşr. Yahyâ Abbâra), Dımaşk 1978, III/1, s. 110-119.

İbn Fazlullah el-Ömerî, et-Taʿrîf, Kahire 1312, s. 176, 180.

Yûsufî, Nüzhetü’n-nâẓır fî sîreti’l-Meliki’n-Nâṣır (nşr. Ahmed Hatît), Beyrut 1406/1986, s. 268.

, IV, 138.

, II, 200.

, s. 3.

, s. 6, 78.

Necip Âsım – Mehmed Ârif, Osmanlı Tarihi, İstanbul 1335, s. 557-558.

M. Gaudefroy-Demambynes, La Syrie à l’époque des Mamelouks, Paris 1923, s. 103.

Gertrude Lowthian Bell, Amurath to Amurath, London 1924, s. 49-52.

Cl. Cahen, La Syrie du nord, Paris 1940, s. 372, 408.

N. Elisséeff, Nūr ad-Dīn, Damas 1967, I, 151.

Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi, İstanbul 1971, s. 81, 82.

a.mlf., “Süleyman-Şah I.”, , XI, 218.

Işın Demirkent, Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi: 1098-1118, İstanbul 1974, s. 110-111.

Bayındırlık İşleri Dergisi (Yönetsel Kısım), sy. 8, Ankara 1936, s. 55; sy. 11 (1938), s. 55-59.

M. Hartmann – Mükrimin Halil Yınanç, “Câber”, , III, 1-2.

D. Sourdel, “D̲j̲aʿbar”, , II, 354.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1992 yılında İstanbul’da basılan 6. cildinde, 525-527 numaralı sayfalarda yer almıştır.