ÂLÎ MUSTAFA EFENDİ

Gelibolulu Mustafa Âlî (ö. 1008/1600)

Tarihçi, şair, çok yönlü ve zengin sayıda eser vermiş Osmanlı müellifi.

Bölümler İçin Önizleme
  • 1/2Müellif: BEKİR KÜTÜKOĞLUBölüme Git
    2 Muharrem 948 (24/25 Nisan 1541) gecesi Gelibolu’da doğdu. Medrese tahsili gördükten sonra yazdığı şiirlerle dikkati çekerek ilk eseri Mihr ü Mâh’ı s…
  • 2/2Müellif: ÖMER FARUK AKÜNBölüme Git
    Edebî Yönü. Çeşitli sahalardaki geniş kültürünü aksettiren eserlerinin zenginliği ve bunlardaki görüşlerinin hususiyet ve farklılığı ile XVI. yüzyılın…

Müellif:

2 Muharrem 948 (24/25 Nisan 1541) gecesi Gelibolu’da doğdu. Medrese tahsili gördükten sonra yazdığı şiirlerle dikkati çekerek ilk eseri Mihr ü Mâh’ı sunduğu Şehzade Selim’e (II. Selim) divan kâtibi oldu. Mevki hırsından dolayı ne şehzade, ne de İstanbul’a giderek başvurduğu Kanûnî Süleyman onun müderrislik veya kadılık isteğini kabul ettiler. Şehzade Selim’in lalası Hüseyin Bey ile aralarının açılması üzerine, Konya’da iken tanıdığı şehzadenin eski lalası Mustafa Paşa’nın daveti ile divan kâtibi olarak önce Halep’e, sonra Şam’a gitti ve altı yıl bu vilâyette kaldı. Lala Mustafa Paşa Yemen serdarlığına tayin edilince onunla Mısır’a geçti. Mustafa Paşa’nın azli ve muhtemelen yazdığı mektuplar yüzünden teftişe uğraması üzerine Saruhan (Manisa) sancak beyi Şehzade Murad’a (III. Murad) sığınarak onun aracılığı ile affedildi. Burada iken, daha önce yazmış olduğu Mihr ü Vefâ ve Nâdirü’l-mehârib’i şehzadeye sunduğu gibi Râhatü’n-nüfûs’u onun emriyle genişleterek tercüme etti. Daha sonra İstanbul’a giderek Heft Meclis’i Sokullu Mehmed Paşa’ya sundu, ancak umduğu zeâmet yerine kendisine Bosna beylerbeyi Ferhad Paşa’nın divan kâtipliği verildi. III. Murad’ın padişah olması üzerine (1574) İstanbul’a gitti ve ona bazı kasidelerle birlikte Zübdetü’t-tevârîh’i sundu, fakat karşılığında bir memuriyet alamadığı için tekrar Bosna’ya dönmek zorunda kaldı.

Lala Mustafa Paşa Gürcistan ve Şirvan Seferi’ne serdar tayin edilince, onu Hoca Sâdeddin Efendi aracılığı ile divan kâtipliğine getirtti (1578). Bu sefer sırasında pek çok hadisenin yakın şahidi oldu; bir ara Mustafa Paşa vasıtası ile defterdarlık isteğinde de bulundu, fakat yine bir netice alamadı; nişancılık verilmesi hakkında bizzat padişaha müracaatı da kabul edilmedi. Nihayet Halep timar defterdarlığına tayin olundu. Ancak Mustafa Paşa’nın azli üzerine, bir müddet Trabzon’a gönderilen zahirenin ambarlanmasına ve nakline nezaret etmek zorunda kaldı. Bu görevinden sonra Halep’e gitti ve uzun süre burada bulundu. 1581’de Halep ve civarının askeriyle Van hududu muhafazası ile görevlendirildi. Ancak gözü daima yüksekte idi ve devamlı olarak halinden şikâyet ediyor, nişancılık yahut Mısır’da bir sancak beyliği istiyordu. İstanbul’a gelip Nusretnâme ile Câmiu’l-buhûr adlı eserlerini sunarak muradına erişmeyi beklerken Halep’teki görevinden de alındı (1583) ve iki yıl açıkta kaldı. 1585 yılı baharında Tebriz Seferi’ne çıkan Özdemiroğlu Osman Paşa tarafından Erzurum hazine defterdarlığına tayin edildi. Altı ay sonra Bağdat mal defterdarlığına naklolundu ise de kısa zamanda azledilerek İstanbul’a geldi ve uzun müddet yine açıkta kaldı. 1589’da Sivas defterdarlığına getirildi, ancak bu görev kısa bir süre sonra başkasına verildi. Temmuz 1592’de yeniçeri kâtibi, Ekim 1592’de defter emini, Ocak 1595’te tekrar yeniçeri kâtibi oldu. Yeni padişah III. Mehmed’den, telifine başladığı Künhü’l-ahbâr için bol kitap bulacağını umduğu Mısır defterdarlığına tayinini istedi. Fakat haremin nüfuzlu ağaları buna engel olduklarından Amasya sancak beyliği ve Rum defterdarlığı ile yetinmek zorunda kaldı. Çok geçmeden yanındaki kapıkulunun halka eziyeti sebebiyle Rum defterdarlığından alındığı gibi (Eylül 1595), Amasya sancak beyliğinden de Kayseri’ye nakledildi. Bu arada Şam beylerbeyiliğine tayin olundu, fakat görevine başlayamadı. Son olarak Cidde sancak beyliğine tayin edildi ve 1600 senesi başlarında Cidde’ye giderek, son eseri Mevâidü’n-nefâis’i padişahtan Mısır beylerbeyiliğini istemek üzere Mekke’de tamamladı. Muhtemelen 1600 yılında Cidde sancak beyi iken öldü.

Resmî hizmetlerinde pek fazla dikkati çekmeyen Âlî, yoğun edebî faaliyeti ve bilhassa tarihçiliği ile büyük bir şöhret kazanmıştır. Çoğu bir mevki elde etmek için yazılmış irili ufaklı mensur ve manzum altmışa yakın eserin sahibi olduğu anlaşılmakta ise de isimleri kendisi tarafından verilen bazı kitapların nüshaları ele geçmemiştir.

Tarihle İlgili Eserleri. Yazılış yılı bakımından ilk tarih kitabı olan Nâdirü’l-mehârib (telifi: 1567-1569), Şehzade Selim ile Bayezid arasındaki Konya Savaşı’nı (1559) ve Selim’in cülûsuna kadarki olayları anlatır. Daha ziyade Farsça şiirlerle bezediği ve edebî kudretini göstermek için pek ağdalı bir dille yazmış olduğu eserin müellif nüshası Kahire’de Dârü’l-kütübi’l-Kavmiyye’dedir (Mecâmî‘ Türkî, nr. 2). Yine edebî hüner göstermek üzere yazdığı Heft Meclis de Kanûnî’nin Sigetvar Seferi ve ölümü ile II. Selim’in cülûsunu anlatmaktadır. Bu küçük risâle yayımlanmıştır (İstanbul 1316). Bosna beylerbeyi Ferhad Paşa’nın arzusuna uyarak Adudüddin el-Îcî’nin İşrâḳu’t-tevârîḫ’ini Zübdetü’t-tevârîh adıyla genişletip tercüme etmiştir. Eser peygamberler, sahâbe, mezhep imamları ve muhaddislerden bahseder. Lala Mustafa Paşa’nın divan kâtibi olarak hazır bulunduğu Gürcistan ve Şirvan Seferi ile Kars Kalesi inşaatı sırasında serdar adına yazdığı mektuplar ve bu devreye ait hadiselerin tasvirini Nusretnâme adlı eserinde toplamıştır. Öğrenci ve kâtiplere inşâ sanatını öğretmek üzere sade bir dille kaleme aldığını belirttiği bu eserin tezhipli ve minyatürlü bir nüshası Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’ndedir (Hazine, nr. 1365). Nusretname’nin zeyli mahiyetinde olup Lala Mustafa Paşa’nın yerine serdar olan Koca Sinan Paşa’nın 1580’de Tiflis’i takviye için yaptığı Gürcistan Seferi’ni tasvir eden Fursatnâme’yi ise yeni serdarın emriyle yazmıştır (bu eserin Berlin Devlet Ktp. nüshası için bk. M. Götz, IV, 214-218). III. Mehmed’in sünnet düğününü (1582) nazmen tasvir eden Câmiu’l-buhûr der Mecâlis-i Sûr adlı eserini Halep defterdarlığı sırasında, yazı tarihi ile meşhur hattat, nakkaş, mücellit ve hat sanatından bahseden Menâkıb-ı Hünerverân’ı ise Bağdat defterdarı iken (Nisan 1587) kaleme almıştır. Muhtemelen Hoca Sâdeddin Efendi’ye sunulmak üzere hazırlanan bu ikinci eser, İbnülemin Mahmud Kemal İnal tarafından Âlî’nin biyografisine dair geniş bir incelemeyle birlikte neşredilmiştir (İstanbul 1926). Dünyanın ve mahlûkatın yaratılışına dair efsane ve hurafeleri ise Mir’âtü’l-avâlim’de toplamıştır. Kâtib Çelebi tarafından şiddetle tenkit edilen bu eser, başı ve sonu eksik olarak yayımlanmıştır (İstanbul 1287). İlk Sivas defterdarlığından azlinden sonra Niksar’da bulunurken ele geçirdiği, Tokat dizdarı Ârif Ali’nin, İbn Alâ’nın ağır bir dille kaleme aldığı eserini ilâvelerle nazmettiği Dânişmend Gazi’nin gazâlarına ait menkıbevî kitabını, Mirkātü’l-cihâd adıyla ve süslü bir üslûpla yeniden yazmıştır.

Âlî’nin en önemli ve hacimli eseri Künhü’l-ahbâr’ıdır. Âlî, 1000-1008 (1591-1599) yılları arasında oldukça sade fakat edebî bir dille yazdığı bu eseri, “rükün” adını verdiği dört bölüme ayırmıştır. İlk rükünde kâinatın yaratılışından, dağlar, denizler, sular ve iklimlerden; ikinci rükünde peygamberler ve İslâmî Arap tarihinden bahseder. Üçüncü rükün Türk ve Moğol tarihlerine ayrılmıştır. Hacim itibariyle diğer üç rükünden daha geniş olan dördüncü rükün ise başlangıcından Safer 1005’e (Ekim 1596) kadarki Osmanlı tarihi ile devlet adamları, âlim ve şairlerinin biyografilerini içine alır. Eserin başında zikrettiği 130 kitap –Mir’âtü’l-memâlik ve eş-Şeḳāʾiḳu’n-nuʿmâniyye gibi bir ikisi hariç- ilk üç bölümün kaynağı olup dördüncü rüknün, tam metni Leiden Üniversitesi Kütüphanesi nüshasında bulunan önsözünde (Jan Schmidt tarafından neşri: Mustafâ ‘Âlî’s Künhü’l-ahbâr and its Preface according to the Leiden Manuscript, İstanbul 1987) Âlî, ilk Osmanlı tarihçilerinden Âşıkpaşazâde, Rûhî ve Neşrî’yi ismen belirtir. İdrîs-i Bitlisî ve Kemalpaşazâde’nin Osmanlı tarihi yazmaya memur edilişini kaydederek Kanûnî devri müverrihlerinden Koca (Celâlzâde Mustafa) ve Küçük Nişancı’yı (Ramazanzâde Mehmed) ehemmiyetle işaret eder. Ayrıca Hoca Sâdeddin Efendi’nin Türkçe tarih telifinde seleflerinden üstün olduğunu belirterek muasır şehnâmecilerden Lokmân b. Hüseyin ve Nutkî’yi şiddetle tenkit, Tâlikîzâde’yi ise takdir eder. Âlî, bunlardan başka, nüshaları henüz bilinmeyen -Şihâbî’nin manzum Yemen Fetihnâme’si, Yetim Ali Çelebi’nin Lüccetü’l-ebrâr’ı, Yûsuf Sinâneddin’in Risâle-i Bâbiyye’si gibi- eserleri, biyografi için eş-Şeḳāʾiḳu’n-nuʿmâniyye ile şuarâ tezkirelerini, kendi eserlerini kullanır, zaman zaman da görüp duyduklarını ilave eder. Yer yer sübjektif ve tarafgir hükümlerine rağmen bazı isabetli tenkidî düşüncelere de yer vermesi eserin kıymetini arttırmıştır. Künhü’l-ahbâr’ın hilkatten İstanbul’un fethine kadar olan kısmı, rükün tertibine uyulmaksızın beş cilt halinde yayımlanmıştır (İstanbul 1277-1285). Yazmaları muhtelif parçalar halinde çeşitli kütüphanelerde bulunmaktadır. Sonu itibariyle tam olan nüshaları, Nuruosmaniye (nr. 3409), Topkapı Sarayı Müzesi (III. Ahmed, nr. 3083) ve Süleymaniye (Hâlet Efendi, nr. 598) kütüphanelerindedir. Safer 1007’de (Eylül 1598) ise bu eserin hulâsası mahiyetinde, çeşitli devletlerin terakki ve inhitat sebeplerinden bahseden eseri, Fusûlü’l-hal ve’l-akd ve usûlü’l-harc ve’n-nakd’i Arapça ve Farsça inşâya, secili nesre iltifat etmeyen oldukça sade bir dille kaleme almıştır. Müellifinin ölümünden sonra meşhur olan, otuz iki fasıl ile bir zeyil ve hâtimeden ibaret eserin sadece üç faslı yayımlanmıştır (bk. İbnülemin, s. 62). Âlî’nin tarihe dair eserlerinin sonuncusu Hâlâtü’l-Kāhire mine’l-âdâti’z-zâhire olup Rebîülevvel 1008’de (Eylül 1599) yazılmıştır. Mısır’ın eski ve yeni tarihinden, ülkeye hâkim olan sülâlelerden ve yazılış tarihine kadar hizmette bulunan Osmanlı valilerinden bahseden eser neşredilmiştir (A. Tietze, Mustafā ʿÂlī’s Description of Cairo of 1599, Wien 1975).

Âlî’nin diğer eserleri arasında ahlâk, siyaset ve âdâba dair olanlar önemli yer tutar. Zilkade 989’da (Aralık 1581) Halep’te yazdığı Nushatü’s-selâtîn, hükümdarlar için gerekli vasıf ve şartları belirten bir siyâsetnâme olup A. Tietze tarafından neşredilmiştir (Mustafa ʿÂlī’s Counsel for Sultans of 1581, I-II, Wien 1979, 1982). Mehâsinü’l-âdâb da siyâsetnâme niteliğinde bir eserdir. III. Murad’ın arzusu üzerine 995’te (1587) İstanbul’da devrinin muaşeret, ahlâk ve âdetlerini belirten ve metni M. Şeker tarafından yayımlanan (“Âlî’nin Kavâidü’l-mecâlis’i-Tahlil denemesi ve metin neşri” , İzmir 1989, V, 288-333) Kavâidü’l-mecâlis’i kaleme almış, bu eseri hayatının sonlarına doğru genişleterek tamamlamıştır. Âlî, Mevâidü’n-nefâis fî kavâidi’l-mecâlis adlı bu sonuncu eserinde umduğu mevkilere gelemeyişin verdiği kırgınlıkla devlet teşkilâtının bozukluğunu, çeşitli sınıfların âdet ve yaşayışlarını acı bir dille tenkit etmiştir. Eser, açık mübalağalarına rağmen, XVI. yüzyıl Osmanlı sosyal hayatını aksettiren benzeri az bulunur kıymetli kaynaklardan biridir (tıpkıbasım, İstanbul 1956). Hilyetü’r-ricâl’de ise velîler, Melâmîler ve hadisçilerden bahseder. III. Murad’a sunduğu Nevâdirü’l-hikem’de kendince nâdir ve orijinal bilgiler toplamıştır (tahlili için bk. C. Fleischer, Wiener Zeitschrift für die Kunde des Morgenlandes: Festschrift Andreas Tietze, LXXVI, 103-109). Ayrıca Tuhfetü’s-sulehâ ve İmam Gazzâlî’nin Eyyühe’l-veled adlı risâlesinin tercümesi de bu gruba girer. Zübdetü’l-evrâd ise bazı duaları içine alır. Âlî, padişah veya nüfuzlu kimseleri öven bazı risâleler de yazmıştır. III. Murad’ın faziletinden bahseden Câmiu’l-kemâlât, Şehzade Osman’ın doğumunun eşref saate rastladığını nücum ilmine göre inceleyen Ferâidü’l-vilâde bunların belli başlılarını teşkil eder.

Aynı zamanda hattatlığı da olan Âlî, geniş kültürü ve edebî kudreti dolayısıyla pek çok eser vermiş olmasına rağmen mevki ve servet hırsı, kibir ve gururu, kimseyi beğenmemedeki ifratı yüzünden devrinde sevilmemiş ve istekleri geri çevrilmiştir. Bu da onu çevresine karşı küskün ve mütecaviz yapmıştır. Mevki için ölçüsüz dalkavukluklara başvurmuş, menfaat bekleyip göklere çıkardığı bir kimseyi -isteğini yerine getirmediği için- düşkünlüğünde ağır bir dille yermekten çekinmemiştir. Bütün bu ruhî çalkantılar arasında verdiği hükümleri kontrol güç ise de özellikle tarihle ilgili eserleri, XVI. yüzyıl Osmanlı Devleti tarihi için emsalsiz ve zengin malzeme ihtiva eden kaynaklarımızdandır.


BİBLİYOGRAFYA

, nr. 73-74.

Âlî, Künhü’l-ahbâr, Nuruosmaniye Ktp., nr. 3409, vr. 270b.

, İÜ Ktp., TY, nr. 6027, vr. 126b vd., 171a, 176a.

, II, 1269.

Bursalı Mehmed Tâhir, Müverrihîn-i Osmâniyyeden Âlî ve Kâtib Çelebi’nin Terceme-i Halleri, Selânik 1322.

, III, 85 vd.

İbnülemin, Menâkıb-ı Hünerverân [Âlî], Mukaddime, s. 3-132.

, VII, 249, 287 vd.

Nihal Atsız, Âlî Bibliyografyası, İstanbul 1968.

M. Götz, Türkische Handschriften, Wiesbaden 1379, IV, 214-218.

, s. 141-148.

C. H. Fleischer, Bureaucrat and Intellectual in the Ottoman Empire, the Historian Mustafā ʿÂlī (1541-1600), Princeton 1986.

a.mlf., “Mustafa ʿÂlī’s Curious Bits of Wisdom”, , LXXVI (1986), s. 103-109.

Mustafa İsen, Gelibolulu Mustafa Âlî, Ankara 1988.

M. Cavid Baysun, “Müverrih Âlî’nin Mevâidü’n-nefâis fî kavâidi’l-mecâlis’i Hakkında”, , I/2 (1950), s. 389-400.

R. Walsh, “Müverrih Âlî’nin Bir İstidanâmesi”, , XIII (1958), s. 131-140.

A. Tietze, “Mustafā ʿÂlī of Gallipoli’s Prose Style”, , V (1973), s. 297-319.

a.mlf., “Mustafā ʿÂlī on Luxury and the Status Symbols of Ottoman Gentelmen”, Studia Turcologica Memoriae Alexii Bombaci Dicata, Napoli 1982, s. 577-590.

K. Süssheim, “Âli”, , I, 304-306.

a.mlf. – R. Mantran, “ʿĀli”, , I, 380-381.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1989 yılında İstanbul’da basılan 2. cildinde, 414-416 numaralı sayfalarda yer almıştır.

Müellif:

Edebî Yönü. Çeşitli sahalardaki geniş kültürünü aksettiren eserlerinin zenginliği ve bunlardaki görüşlerinin hususiyet ve farklılığı ile XVI. yüzyılın en dikkate değer kalem sahiplerinden biri olan Âlî’nin tarihçiliği yanında, şair ve bir nesir üstadı olarak ağır basan edebiyatçı tarafı da vardır. Kendisini önce şiir ve edebiyat sahasında tanıtmış olduğu gibi ömrünün sonuna kadar da bu yoldaki faaliyetlerini sürdürmüştür. Divanlar dolduran şiirleri dışında, değişik konularda manzum eserler ortaya koyduktan başka nesirle olan yazılarının aralarına büyüklü küçüklü manzum parçalar katmaktan geri kalmamış, mensur eserlerine ayrıca zamanının anlayışına göre edebî bir kisve vermeye dikkat etmiştir.

Gelibolu’dan on altı yaşında geldiği İstanbul’da hemşerisi ve hocası müderris şair Sürûrî ile Hayâlî gibi devrin önde gelen üstatlarından edebî terbiye alan genç Mustafa, o yaşlarda önce Çeşmî mahlası ile şiir yazmaya başlamış, az sonra ise bütün hayatına hâkim olan yükselme ihtirası ve kendini herkesten üstün görme duygusuna uygun düşen Âlî mahlasında karar kılarak bütün eserlerini bu ad ile vermiştir.

Henüz yirmi iki yaşında iken, daha iki yıl önce kendisine divan kâtipliği kapısını açan Mihr ü Mâh ile birlikte Enîsü’l-kulûb ve Mihr ü Vefâ gibi üç edebî eserin sahibi bulunan Âlî, aşk macerası konularından, hikâyelerden uzaklaşmaya başlayarak sanatını Tuhfetü’l-uşşâk’tan bu yana tarihe, sosyal muhteva ve kültür ağırlıklı konulara yöneltir.

Şiiri her türlü duygu ve düşüncelerini ifadeye uygun bir zemin olarak gören Âlî, ardarda divanlar teşkil edecek kadar yeni manzumeler yazmaya devam ederken bir yandan, değişik sahalarda sayısı yıldan yıla artan eserlerini meydana koyar. Konu dairesi halka halka genişleyen bu eserlerin zaman zaman isimleri ve bilhassa sayıları ile dökümünü yapmaktan hoşlanan Âlî, memuriyet ve mevki elde etmek dileği ile hükümdar ve yüksek makam sahiplerine sunduğu manzume, eser ve mektuplarında dirayetinin ve memlekete olan hizmetlerinin bir senedi olmak üzere eserlerinin sayısına işaret etmektedir. Hele bunlar içinde Nushatü’s-selâtîn’in hemen bütünü ile dördüncü bölümü âdeta eserlerinin devrelere göre ayrılmış bir tarihçesidir. Yaşı kırkı bulduğunda on yediye varmış olan eserlerinin sayısı 1001 (1593) yılına ait dökümünde yirmi sekize, 1006’da (1598) elliye yükselir. Adlarını vermedikleri veya daha sonra yazdıkları ile bu altmışa varır. Cilt diye bahsettiği bu eserler arasında Gül-i Sad-berk, Kırk Hadis Tercümesi, Subhatü’l-inâbe adlı terkibibendi gibi hacmi beş on yapraktan öteye geçmeyenlerin de bulunduğunu unutmamak gerekir. Âlî, Künhü’l-ahbâr’da 1005 (1597) yılına ait bir liste verirken sayısını elli olarak gösterdiği eserlerinden otuzunun kitap, yirmisinden fazlasının da risâle olduğunu söylemek suretiyle konuya açıklık getirir. Terkib ve terciibend, kaside yollu uzunca bazı manzumelerine hususi birer ad koymaktan hoşlanan Âlî’nin böyle yazılarından müstakil bir eser gibi bahsedilmiştir.

Şairliği. Hayatının sonuna kadar şiir vadisinde kalem yürütmüş olmasına karşılık “asırlarca süren” şöhreti nesir sahasındaki eserlerinden gelen Âlî dördü Türkçe, biri Farsça beş divan sahibi olmak gibi çok verimli bir şair hüviyeti gösterirse de bu şiir zenginliği kendisine çağdaşı Bâkî, Nev‘î gibi şairler safında bir yer temin etmemiştir. Âlî, divan şiirinin estetik disiplinine onun büyük temsilcileri derecesinde bağlı kalmayarak oldukça serbest, tabiiliğe ve yaşanan hayata daha yaklaşan bir yol tutmuştur. Divan şiirinin mazmunlarını zaman zaman alışılmış olanın dışına çıkarıp beklenmeyen şekillere döken üslûbu, çözük ifadesi ile Âlî devrinde yadırganmıştır. Çok rahat ve ifade tekniği kuvvetli bir şiir söyleme kabiliyeti gösteren Âlî’nin orijinal ve farklı tarafı da asıl buradadır. Divan şiiri onda, esas geleneğinin hep etrafında döndüğü aşk dışında ferdî hayatın başka hadise ve meselelerine de açılmıştır. Âlî sadece aşk konusunda kalmayarak uğradığı haksızlıkları, kendinden esirgenen vazife ve makamlara ulaşamayışı, azillerle bir köşeye atılıp unutuluşu gibi hayat ârızalarını, yükselme ihtirasının doğurduğu duyguları, devamlı ve gittikçe artan bir ölçüde şiire getirmiştir. Divanındakilerden başka, mensur eserlerindeki manzum parçalarda da siyaset, ahlâk ve tarih sahasındaki kitaplarında ifadesini bulan sosyal görüş ve tenkitlere şiirini tahsis eden Âlî, bu konuda sayısı mühim bir yekün tutan bu manzumeleriyle divan edebiyatının sosyal muhtevası en fazla ve kuvvetli bir şairi olarak belirir. Kendi ferdî sıkıntı ve şikâyetlerinden hareketle zamanının devlet idaresi yanında müesseseler ve cemiyet düzenindeki bozulmayı dile getiren bu şiirleri Âlî’ye çöküş çağının habercisi bir sosyal şair olmak hüviyetini kazandırır. Kırk yaşına doğru şiirinde devir ve cemiyetle ilgili karamsar duygu ve görüşler daha artan bir şekilde kendini hissettirmeye başlar. Bu, bazan 989 (1581-82) sıralarında yazıldığı sanılan “Hulâsatü’l-ahvâl der letâfet-i mevâiz-i Sahîhü’l-hâl” adlı 247 beyitlik terciibendinde olduğu gibi hükümdarlık müessesinden başlayıp vezirler, ulemâ, tarikat şeyhleri, şairler, beylerbeyiler, zeâmet sahipleri ve tüccarlara kadar her sınıfı ile cemiyetteki bozulmayı acı bir mizah içinden aksettiren toplu bir ifadesini bulur. Bunun gibi, 998-999 (1590-1591) yılları arasına ait olduğunu tesbit ettiğimiz “bol” redifli altmış dokuz beyitlik uzun bir manzumesinde de devrinde devlet ve cemiyet hayatının bütün kesimlerinde gördüğü umumi bozuluşu İstanbul’u merkez alarak geniş bir tablo içinde göstermek istemiştir. Elli yaşına girdiği devrede ise hayatında umduğu, kendini lâyık gördüğü bir noktaya ulaşamayışın doğurduğu ruh hali ile cemiyette ve değer ölçülerindeki bozuluşun duygu ve reaksiyonları artık şiirini bırakmayan konular haline gelir.

Âlî’nin belirtilmesi gereken bir başka tarafı da divan şiirinde “hamâsiyyât” denilen cengâverlik ve savaş ile ilgili duygu ve konulara en fazla yer vermiş bir şair oluşudur. Sekiz sene müddetle Bosna ve civarında vazife görürken Balkanlar’da, daha sonra Lala Mustafa Paşa’nın maiyetinde İran’a karşı seferlerde çeşitli harp sahnelerine şahit olduktan başka bunların bir kısmına da fiilen iştirakinden dolayı devlete kalemi yanında kılıcı ile de hizmet ettiğinden bahseden Âlî, başka divan şairlerinde rastlanmayan ölçüde savaş şiirleri kaleme almıştır.

İyi bir müşahedeci tarafı olduğundan Âlî’nin şiirlerinde kuvvetli bir tasvir kabiliyeti görülür. Bu yönünü bilhassa aksettiren tabiatla ilgili ifadelerinde kış şiirlerinin çokluğu ayrıca dikkati çeken bir husustur. Öte yandan Mevlânâ ve Mevlevîliğe karşı sevgisini zaman zaman dile getiren Âlî’nin şiirlerinde ölüm ve mezarla ilgili unsurlar da kendisini çok hissettirir. Bir mersiye şairi hüviyetini gösteren Âlî’nin bu yoldaki manzumeleri yüksek tabakaya mensup kimselerden çok kendi hayatına girmiş insanlar ve sevgililer etrafındadır. Onun Kerbelâ ve Muharrem mersiyeleri ise bu vadide ayrı bir daire teşkil eder.

Dil ve ifade bakımından da farklılıklar gösteren Âlî, şiire gözden kaçırılamayacak, dikkate değer bir redif zenginliği getirmiş, başkalarının kullanmaya cesaret edemediği, alışılmamış sözleri ve deyiş şekillerini denemiştir. Üslûp ve ifadesini, Türkçe’nin sonraki asırlarda çoğu arka planda kalacak birçok nâdir sözlerine açıp bunları işlemesi de Âlî’nin şiirde bir başka yönüdür. Âlî’nin, kolay ifade edilemeyecek bazı duygu ve halleri yakalayan kuvvetli söyleyişleri dikkat çekicidir. Ancak çok yazdığı için bir kısım şiirlerinde alelâdeliğe düşmekten de kurtulamaz.

Erzurum defterdarlığında bulunduğu sırada onun Nef‘î’nin yetişmesi üzerinde tesiri olmuş, kendisine bu mahlas bizzat Nef‘î’nin “Suhan” redifli manzumesinde belirttiği gibi Âlî tarafından verilmiştir (İbnülemin, s. 129; a.mlf., “Nef’î’ye Dâir”, , nr. 19 [90], 1 Haziran 1928, s. 159-160). Âlî’nin Câmiʿu’l-buḥûr, Şerḥ-i Ebyât-ı Câmî gibi bazı Farsça teliflerinin ortaya çıkmasında Nef‘î’nin bir rolü bulunduğu görülmektedir.

Eserleri. 1. Türkçe Divanlar. Âlî’nin Türkçe dört ayrı divanı olup bunlardan ilkini 975’te (1567) tertip etmiştir. Bunun kardeşi tarafından istinsah edilmiş nüshası, Âlî’nin el yazısı ile Cemâziyelevvel 975 sonunu (Kasım-Aralık 1567) gösteren ferağ kaydını taşımaktadır (Millet Ktp., Ali Emîrî Efendi, Manzum, nr. 271). Bu ilk tertip divanın, Abdülmecid zamanında istinsah edilmiş ve arada gazel sayısı fazlalaştırılmış bir nüshası Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ndedir (nr. 5665). İstinsah tarihi 1033 (1624) olan, önsözü başka ve şiir sayısı daha az bir nüshası da İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndedir (İbnülemin Kitapları, nr. 3367). Bu nüshanın 975 (1567-68) tarihini taşıyan oldukça kısa önsözü, 982’de (1574) ikinci divanına koyacağı önsözün çok değişik ve küçük bir ilk taslağı durumundadır. Bu nüshaya karışmış görünen III. Murad’la ilgili bir kaside sonraki divanında yer almaz. Her üç nüshadaki tarih manzumeleri 969-974 (1561-1567) yıllarını içine alır. Bu divanın çoğaltılmadığını sanan Fleischer’in Kahire’de Dârü’l-kütübi’l-Kavmiyye’dekinden başka bir nüshası bulunmadığını söylemesi yanlıştır (Bureaucrat and Intellectual in the Ottoman Empire, s. 38, 68). Divanın bu tertibinde bulunan seksen altı beyitlik “Şehrengiz Berây-ı Hûb-rûyan-ı Gelibolu” adlı şehrengizini Âlî diğer divanlarına almamıştır.

Âlî Türkçe ikinci divanını III. Murad tahta çıktığında onun adına 982’de (1574) Banyaluka’da iken tertip ederek Vâridâtü’l-enîka diye adlandırmıştır. Başına ilk divanındakinden başka bir önsöz koyduğu divana, arada yazdığı yeni şiirlerle yeni hükümdar hakkındaki kasideleri yanında, ilk divanından onu kaside, 142’si gazel olmak üzere 146 kadar manzumeyi de aynen, bazan ufak değişikliklerle dahil etmiştir. Tertip tarihini bütün nüshalarda 982 (1574) olarak belirten önsözüne karşılık Âlî bunu Nushatü’s-selâtîn’de 988 (1580) şeklinde göstermekle açık bir çelişkiye düşer. Âlî’nin nüshaları en yaygın olan divanı bu olmuştur. Bu divanına sonraları 988 (1580) yılına kadar yazdığı şiirleri ilâve ettiği gibi çeşitli istinsahları sırasında başkaları tarafından, üçüncü ve dördüncü divanlarında rastlanan çok sonraki tarihlere ait parçalar da katıştırılmıştır. Bunlar içinde en zenginleri İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndeki (TY, nr. 695) 1054 (1644) tarihli nüsha ile şair Cevrî’nin 1055’te (1645) istinsah ettiği nüshadır (Süleymaniye Ktp., Hamidiye, nr. 1107). Vâridâtü’l-enîka’nın şiir sayısı daha sınırlı nüshaları da Süleymaniye Kütüphanesi (Fâtih, nr. 3582) ve İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi (TY, nr. 651; 1699/7; 2789/4) yazmalarıdır.

Âlî’nin Türkçe divanlarının üçüncüsü ise 988’den (1580) 1000 yılının başına (Ekim-Kasım 1591) kadar geçen zaman içinde yazdıklarını toplayan Lâyihatü’l-hakîka’dır. İstanbul’da 1000 Muharreminde (Ekim-Kasım 1591) tertiplediği bu divana koyduğu yeni önsöz, Âlî’nin bu devrede içinde bulunduğu ruh halini de aksettirmektedir. Bugün İstanbul kütüphanelerinde rastlanmayan bu divanın Dârü’l-kütübi’l-Kavmiyye’de Vâridâtü’l-enîka ile birlikte aynı ciltte bulunan nüshası ilk defa Fleischer tarafından haber verilmiştir (Bureaucrat and Intellectual in the Ottoman Empire, s. 13, 90, 138, 317; krş. Hilmî ed-Dağıstânî, Fihristü’l-kütübi’t-Türkiyyeti’l-mevcûde fi’l-kütübḫâneti’l-Ḫidîviyye, Kahire 1306, s. 148). Bu divanın baştan sadece kaside ve terkibibendleri içine alan kısmı ile eksik bir nüshası British Museum, Or. 3289’daki mecmuadadır (vr. 1b-57b; krş. , s. 262).

Âlî’nin bu divanını tamamladığı 1000 (1591) tarihinden ölümüne kadarki şiirlerini toplayan dördüncü divanı ise şair Hisâlî tarafından tertip edilmiştir. Buradaki bazı şiirlerin başında nerede, ne vakit ve ne münasebetle yazıldıklarına dair bir kısmı Âlî’nin ifadesiyle olan kayıtlar görülmektedir. Dördüncü divanın tek nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndedir (TY, nr. 768).

2. Farsça Divan. Âlî’nin muhtelif eserlerinde söz ettikten başka içinden örnekler de naklettiği bu divan henüz ele geçmemiştir. Bazı kayıtlardan, onun bu divanını kırk yaşından önceki devrede meydana getirdiği anlaşılıyor. Eserlerinde sık sık rastlanan parçalar Âlî’nin Farsça şiirlerinin az olmadığını göstermektedir. Âlî daha sonraki yıllarda da Farsça şiirler yazmaya devam etmiş, hatta bazı büyük İran şairlerine yaptığı nazîreleri derleyen eserler dahi ortaya koymuştur.

3. Mihr ü Mâh. Geçirmiş olduğu bir aşk macerasının tesiriyle 968’de (1561) yazıp Konya’da Şehzade Selim’e (II. Selim) ithaf ettiği bu ilk eserinde klasik mesnevi konularından birini işlemiştir. Kınalızâde Hasan Çelebi’ye gönderdiği yazısında, ondan verdiği örnekle ilgili ifadesinin yanlış anlaşılması sonucu, bu mesnevi sadece na‘t ve kasidelerden ibaret bir eser sanılmıştır. Yakın zamanlara kadar kayıp zannedilen 1164 beyitlik bu küçük hacimli kitabın Süleymaniye Kütüphanesi’nden (İsmihan Sultan, nr. 342) başka British Museum’da da (Or. 7475) bir nüshası vardır. Âlî’nin Künhü’l-ahbâr’da belirttiğine göre mesnevi, telifinden az sonra İranlı şair Zeyrekî tarafından Farsça’ya tercüme edilip Adana Valisi Ramazanzâde Pîrî Mehmed Paşa’ya ithaf edilmiştir.

4. Tuhfetü’l-uşşâk. Şehzade Selim’in divan kâtibi olduktan sonra 969’da (1562) Kütahya’da yazarak ona sunduğu 3034 beyitlik fikrî konuda bir mesnevidir. Çeşitli merhaleleri ile mecazi aşkı ele alıp aşk ahlâkını işlediği bu eserini, Nizâmî’nin Maḫzenü’l-esrâr’ı ve onun birer nazîresi olan Hüsrev-i Dihlevî’nin Maṭlaʿu’l-envâr’ı ile Câmî’nin Tuḥfetü’l-aḥrâr’ı yolunda ve onların teşkil ettiği diziyi tamamlamak üzere kaleme aldığını belirtir. Baş tarafında tevhid ve na‘t olarak tercî adı ile büyüklü küçüklü çok sayıda manzumenin yer aldığı eser, kendisine örnek olan üç eserdeki gibi “makale” adı verilmiş ve sonlarında birer kısa hikâye ile, ayrıca her birinde Allah’ın değişik sıfatlarından birine dair birer münâcât bulunan yirmi bölümden meydana gelir. Bayram hediyesi yapmak dileği ile iki ayda tamamladığını belirttiği eserinde, daha yirmi iki-yirmi üç yaşlarında iken değerinin bilinmediğinden, akranı arasında lâyık olduğu yeri bulamadığından şikâyete başlayan Âlî’nin Şehzade Selim’den kendisine mahlası gibi yüksek bir yer isteyişi dikkat çekicidir. Otuz yaşında yeniden ele aldığı anlaşılan ve yakın zamanlara kadar kayıp sanılan eserin nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir (Çelebi Abdullah, nr. 277).

5. Mihr ü Vefâ. 970’te (1563) Konya’da yazıp Şehzade Selim’e ithaf ettiği ikinci aşk mesnevisidir. Âlî, 7000 beyit olduğunu belirtip bazı örnekler verdiği eserinin Kanûnî devri şairlerinden Mustafa Çelebi’nin aynı ad ve aynı vezindeki mesnevisinin taklidi sayılmamasını ister. Bugüne kadar kütüphanelerde bulunamayan eserin baş kısımlarını ihtiva eden bir nüshası Vasfi Mahir Kocatürk’ün eline geçmiştir.

6. Enîsü’l-kulûb. Âlî’nin sanatkârane nesir yolunda ilk denemesi olan ve 970’te (1563) Şam’da yazmaya başladığı bu eser, Hümâyunnâme örnek alınarak “kıssa” adı altında 100 hikâye ve bunların her birinin sonunda da “hisse” başlıklı on beyitlik 100 yorum kısmı olmak üzere tertip edilmiştir. Kayıp bilinen eserin baştan kırk dokuz kıssalık kısmını içine alan bir nüshası Berlin Staatsbibliothek yazmaları arasında bulunmaktadır (H. Sohrweide, Türkische Handschriften, Wiesbaden 1981, V, nr. 279). Âlî’nin Kınalızâde Hasan Çelebi’ye gönderdiği yazıda eserin tertibi ile ilgili ifadesindeki “sad kıssa” ve “sad hisse” sözleri yanlış anlaşılarak onun başka iki eserinin adı sanılagelmiştir. Eser Hanna Sohrweide tarafından ortaya çıkarılıp tanıtılmıştır (“Das Enīs El-Qulūb. Ein Verschollenes Werk des Historikers Mustafā ʿÂlī”, VIII, Ankara 1981, II, 983-991).

7. Riyâzü’s-sâlikîn. İkinci kitabı Tuhfetü’l-uşşâk’tan itibaren fikrî konulara alâkasının daha da kuvvetlendiğini gösteren bu esere Âlî Şam’da yirmi iki yaşında iken 970’te (1563) başlamış, 983’te (1575-76) tekrar ele alarak bitirmiş, 998’de (1590) yeni ve son şeklini vermiştir. Her biri on fasla ayrılan üç ana bölümden meydana gelen, arada nesir parçalarındakiler de dahil, 2802 beyitlik eserde dinî yaşayışın temel esasları ile nefis terbiyesi ve ahlâk yönünden tasavvuf konu edinilmektedir. Eserin sadece Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ndeki (nr. 1916) nüshası bilinmektedir.

8. Ravzatü’l-letâif. Âlî’nin fikrî konuları nazım yolu ile işleyen çalışmalarından bir diğerini teşkil eden bu eser, kendisinin haber verdiğine göre yine tasavvufa dair olup 3000 beyittir. Kınalızâde’ye gönderdiği yazıda bahis konusu ettiği ve 985’ten (1577) önce yazıldığı anlaşılan eserin nüshası bilinmemektedir.

9. Sadef-i Sad-güher. Âlî’nin taşrada geçen on sekiz yıllık gurbet hayatı sırasında yeniden görmek fırsatını bulamadığı Gelibolu’yu nice yıllar sonra 1001’de (1593) elli üç yaşında ziyaret ettiğinde, buranın münevver kişilerine bir hediye olmak üzere seçme 100 şiirini bir araya getirmek düşüncesiyle hazırladığı bu eseri daha çok 261 beyit tutan önsözü ile mühimdir. Bu kısımda, Gelibolu’da yerleşmiş veya burada yetişmiş meşhur şahsiyetler ve buralı şairlerle kendi ailesinden bahseden, ayrıca o zamana kadar yazdığı eserleri de haber veren Âlî, bir başka sebep olarak edebiyatımız hakkında kendini bu eseri meydana getirmeye sevketmiş tenkidî görüşünü açıklamaktadır. Güzel şiirin az olduğunu belirterek Hayâlî, Fevrî, Necâtî ve Zâtî gibi şöhretlerin divanlarında güzel denmeye değer gazel sayısının otuzdan kırktan öteye geçmediğini, şairlerimizde aranacak olursa gerçek mânada halis şiirin 100’e bile varamayacağını ileri sürer. Buna karşılık, kendi şiir ve sanatını başkalarınınkinden üstün tutan bir düşünce ile, iki divanından 100 seçme gazelini bir araya getirip bu eserinde okuyucuya sunmak istediğini ifade eder. Vâridâtü’l-enîka ile Lâyihatü’l-hakîka’dan yapılmış bu seçmelerin Millet Kütüphanesi’ndeki (Ali Emîrî, Manzum, nr. 978) nüshasında mevcut gazel sayısı seksen yedidir. İstanbul Arkeoloji Müzeleri Kütüphanesi’ndekinden (nr. 274) başka Ankara Genel Kitaplık’ta da (nr. 433) bir nüshası vardır.

10. Gül-i Sad-berk. Aynı düşünceyle tertiplediği bu küçük eserde de Âlî gazellerinden seçme 100 matlaı bir araya getirir. Millet Kütüphanesi’nde (Ali Emîrî, Manzum, nr. 1108, s. 286-290) yer alan nüshasında 100 yerine kırk sekiz beyit görülmektedir.

11. Subhatü’l-abdâl. Âlî’nin 993-1000 (1585-1591) yılları arasında yazdığı Kerbelâ şiirleriyle Muharrem mersiyelerini toplayan 1002’de (1593) tertiplenmiş bu eser üç mesnevi, bir terciibend, sekiz gazel ve iki kıta olmak üzere on dört manzumeden meydana gelmiştir. İçindeki mersiyelerin en uzunu, Âlî’nin 1585’te defterdar olarak Bağdat’a gittiğinde Kerbelâ’yı ziyareti münasebetiyle kaleme aldığı kırk yedi beyitlik mesnevi ile otuz beş beyitlik terciibenddir. Millet Kütüphanesi (Ali Emîrî, Manzum, nr. 1108, s. 292-303) ile Arkeoloji Müzesi Kütüphanesi’ndeki (nr. 274, vr. 1b-6a) nüshaları bilinmektedir.

12. Kırk Hadis Tercümeleri. Bu sahada, adlarını “Çihil Hadis” diye bahis konusu ettiği iki ayrı eser veren Âlî, hadisleri aruz kalıplarına uyacak şekilde manzum parçaların içinde zikretmek gibi tatbiki güç yeni bir tarz getirmiştir. Bu iki eserinden şimdiye kadar bilineni sadece 1005’te (1596-97) yazdığıdır (Millet Ktp., Ali Emîrî Efendi, Manzum, nr. 825; Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 5427, vr. 156b-159b; Şehid Ali Paşa, nr. 2791, vr. 56b-64b; krş. Abdülkadir Karahan, İslâm-Türk Edebiyatında Kırk Hadis, İstanbul 1954, s. 183-187). Vâlide Sultan (Safiye Sultan) vasıtasıyla III. Mehmed’e sunduğu diğeri ise bugüne kadar hep gözden kaçmıştır (Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 2791, vr. 66a-74b; öteki ile birlikte aynı ciltte). Âlî’nin 1006 Cemâziyelâhir’de (Ocak 1598) III. Mehmed’e hitaben yazdığı iki ayrı manzumede ona göndermiş olduğundan bahsettiği kırk hadis tercümesi bu olacaktır (Divan, İÜ Ktp., TY, nr. 768, vr. 74a, 75a). Kendisinin de belirttiği üzere Âlî bu ikincide hadisleri aruzun değişik on altı bahrine uygulamıştır.

13. Âlî’nin, her birinde III. Murad’ın bir gazelini şerhettiği küçük hacimde Türkçe dört de risâlesi vardır: Dekāiku’t-tevhîd, Meâlimü’t-tevhîd, 992 yılı başında (Ocak 1584) yazılmış Nükatü’l-kāl fî tazmîni’l-makāl ve nüshası elde bulunmayan Bedâyiu’l-makāl. Sultandan dilediği bir şeyi elde etmek niyetiyle kaleme alındığı görülen ilk üç risâle İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY, nr. 3543’teki mecmuanın içindedir.

14. Mecmau’l-bahreyn. Hâfız’ın gazellerine 1000 yılı başlarında (1591) yaptığı elli üç Farsça nazîrenin, Nef‘î’nin teşviki üzerine Farsça bir önsöz de ilâve edilerek toplanmasıyla meydana gelmiştir. Müellifin ismini bile zikretmediği bu hiç bilinmeyen eser, Abdülkadir Karahan tarafından elde edilip tanıtılmıştır (“Âlî’nin Bilinmeyen Bir Eseri”, TTK Kongreye Sunulan Tebliğler, Ankara 1960, s. 329-340 ve Eski Türk Edebiyatı İncelemeleri, İstanbul 1980, s. 275-286). Âlî’nin İran edebiyatı ile ilgili yazılarından birisi olmak dolayısıyla, Nef‘î’nin kendisine ilettiği bir rica üzerine Molla Câmî’nin bir beytine yaptığı, Şerh-i Ebyât-ı Câmî adı verilmiş üç varaklık küçük risâle de burada zikredilebilir (İÜ Ktp., TY, nr. 3543, vr. 86b-89a).

15. Bedîʿu’r-ruḳūm. Âlî’nin 1002’de (1593-94) başlayıp 1003’te (1594-95) tamamladığı Farsça bir eserdir. Başta Hâfız-ı Şîrâzî olmak üzere İran edebiyatının büyük üstatları hakkındaki düşüncelerini belirttiği eser, büyük bir kısmı ile Ömer Hayyâm’ın konularına göre gruplandırılmış rubâîleri yanında Âlî’nin bunlara Farsça nazîrelerini içine almaktadır. Sonda, İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey’in Arapça müstezâdına Veliyyüddinoğlu Ahmed Paşa ve Üsküplü İshak Çelebi ile kendisinin Arapça nazîrelerine ve bu nazîrenin değerine dair Şeyhülislâm Zekeriyyâ ve Müeyyedzâde Abdülkadir gibi devrin ileri gelen ulemâsından alınma bir de Arapça icâzetnâmeye yer verilmiştir. Bâkî, Nev‘î, Rahmî ve Yahyâ Bey gibi Türk şairlerini de bahis konusu ettiği eserde, kendisinin sanatta üstün yerini ve değerini ifade etme düşüncesi hâkimdir. Elde olan nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir (Kadızâde Mehmed, nr. 429, vr. 82b-123a). Müellif hakkındaki etraflı araştırmasında bu eserin varlığını ilkin bilememiş olan İbnülemin, daha sonra onun Âlî’nin kendi el yazısı ile ve ferağ kaydında “Rebîʿu’l-manẓûm” adını taşıyan, hususi bir eldeki nüshasını görerek baş tarafındaki kayda göre “Rebîʿu’l-mersûm ve terbîʿu’l-manẓûm” adı altında bir tanıtmasını yapmıştır (, nr. 19 [96], 1 Haziran 1928, s. 52-56). İbnülemin’in, Fuad Köprülü’ye geçen bu nüsha hakkındaki yazısından Âlî tetkikçilerince tamamıyla habersiz kalınmıştır.

16. Câmiu’l-buhûr der Mecâlis-i Sûr. Âlî cemiyet hayatının canlı ve renkli müstesna bir konusunu ele aldığı bu hacimli eserinde, Sultan III. Murad’ın oğlu Şehzade Mehmed’in 1 Haziran – 22 Temmuz 1582 arasında elli iki gün boyunca süren ve geceleri de içine alan binbir çeşit eğlence ve gösterileriyle Osmanlı tarihinde eşi görülmemiş bir hadise olarak yaşanan sünnet düğününü anlatır. Müellif devrin diğer şairlerinde ifadesi sadece birer kaside çerçevesinde kalmış olan bu konuyu 2772 beyitlik bir genişliğe yükselterek şenlikleri bütün programı ile aksettiren zengin bir işlenişine kavuşturmuştur. Âlî benzersiz bulduğu bu eseriyle edebiyatımızda bir çığır açtığına inanmaktadır. Protokol icabı hükümdarın fermanı ile kendine tebliğ edilen sünnet düğününe ait tebrik ve umumi yerlerde yapılacak dua işlerini düzenlemekle vazifelendirilen Âlî eserini Halep’te altı ayda tamamladı. Düğüne dair vekāyi‘nâme tipindeki surnâmelerin olup bitenleri kronolojik bir sıra ile nakletmesine karşılık onlardan farklı bir yol tutan Âlî, elli iki gün içindeki 237 ayrı gösteri, eğlence ve merasimi çeşit ve mahiyetlerine göre sekiz ayrı fasılda gruplandırarak anlatır. Âlî bu surnâmesiyle Evliya Çelebi’den çok önce, pâyitahtın ne kadar varsa esnafını, her çeşit sanat erbabını, türlü meslek ve zümreden insan tiplerini edebiyatımıza aksettirmiş bulunmaktadır. Bundan on yedi yıl sonra Âlî, Mevâidü’n-nefâis’inde bu zümre ve insanlara sosyal açıdan bakışla tekrar dönecektir. Bir mektubunda eserin padişaha sunulmak üzere kendisi tarafından hazırlatılmasının istendiği görülen (Menşeü’l-inşâ, vr. 259a-b) minyatürlü nüshasına rastlanmıyor. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde (Bağdat Köşkü, nr. 203) minyatür yerleri boş bırakılmış bir nüsha bulunmaktadır. Diğer nüshalar, Nuruosmaniye (nr. 4318) ve Beyazıt Devlet (Veliyyüddin Efendi, nr. 1916, vr. 107b-182a) kütüphanelerindedir.

17. Menşeü’l-inşâ. Divan kâtipliğiyle yanlarında vazife yaptığı makam sahipleri adına yazdıkları ile kendi şahsî mektuplarını toplayan bir eserdir. Konuları bakımından beş ayrı bölüme ayrılmış yetmiş yedi parçadan ibaret olan ve hayatı hakkında ilk elden bilgiler vermek gibi bir değer taşıyan bu mektupların ulaştığı son tarih 994’tür (1586). Tarihini tesbit etmek mümkün olanlardan en geriye çıkanı ise Kınalızâde Ali Çelebi’ye Edirne kadısı iken 977 Rebîülâhirindeki (Eylül 1569) büyük İstanbul yangınını anlatan mektuptur. Mektuplar içinde biri III. Murad’a, diğeri sadrazam Lala Mustafa Paşa’ya yazılan ikisi, manzumdur. Nushatü’s-selâtîn’de kırk yaşında, yani 988’de (1580) meydana konmuş gösterdiği eserin bu tarihten sonraki metinlerin ilâvesiyle genişletildiği anlaşılıyor. Bir nüshası Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ndedir (Veliyyüddin Efendi, nr. 1916, vr. 183b-284a).

Bütün bunlardan başka, ayrı bir eser haline getirilmiş olmamakla beraber, Künhü’l-ahbâr’ın doğrudan doğruya bir şuarâ tezkiresi teşkil edecek derecede oluşu ile, Âlî’ye bir tezkireci hüviyetini de kazandıran şair biyografilerini belirtmek gerekir. Künhü’l-ahbâr’da her hükümdar devresi sonunda devlet adamları, âlimler, şeyhlerin peşi sıra şairlere ayrılan bölümlerin herhangi bir şuarâ tezkiresinden farkı yoktur. XVI. asrın şuarâ tezkireleri üzerindeki değerlendirmeleri, sırası geldikçe bunlara karşı yürüttüğü düşünce ve tenkitleri ile tezkireciliğin icapları hakkında kuvvetli bir fikir sahibi olduğunu ispatlayan Âlî, eserinde Yıldırım Bayezid ile II. Selim devirleri arasında yetişmiş 293 şaire yer vermektedir. Onun şairler arasına koymayıp âlimler ve şeyhler faslında gösterdiği şiir ve edebî eser sahibi diğer şahsiyetler de hesaba katılırsa bu sayı çok daha artar. Âlî, tezkireler dışında kaynak bulamadıkları hariç, hayat ve eserlerine dair çok defa sağlam bir tahkike dayanan bilgiler verdiği, çoğunun eserlerini görüp okumuş olduğu bu şairlerin edebî şahsiyetleri hakkında kuvvetli olduğu kadar isabetli hükümleri ile dikkati çeker. Kanûnî devrinden başlayarak kendilerine yetişip tanıdığı şairler için verdiği, başka kaynaklarda bulunmayan bilgiler onlara dair maddelere başlı başına bir değer ve ehemmiyet kazandırmaktadır. Âlî’nin Künhü’l-ahbâr’da şairlere ayırdığı sayfalar ayrı fasıllar halinde kalmayıp bir araya konarak müstakil bir eser şeklinde tertip edildiğinde edebiyatımızın seçkin bir şuarâ tezkiresini meydana getirecek çap ve yapıdadır.

Eserlerinin çoğunu nesir sahasında vermiş olan Âlî başlangıçta, bu sanatta her şeyden önce hüner göstermek gayesiyle hareket etmiş, Nevâdirü’l-mehârib ve Heft Meclis’te görüldüğü üzere muhteva yerine kelime oyunlarına boğulmuş, imajlarla yüklü bir ifade tarzını önde tutmuştur. Bu bakımdan kendisini Türk edebiyatının Vassâf’ı saymıştır. “Münşiyâne” denilen bu tarzda devamlı kalem oynatan Âlî, böyle bir iddialı tavırla işlediği müstakil nesir parçalarını Menşeü’l-inşâ’da sanatkârane nesrin en parlak örnekleri olarak sunar. Bunlardan 977’deki (1569) büyük İstanbul yangınını Kınalızâde Ali Çelebi’ye anlatan mektubunu, “üslûb-i nâşünîdede fazlını” gösteren bir parça olarak takdimi, kendisine bir süre hâkim olmuş bir zihniyeti çok iyi aksettirmektedir. Kudretini yeter derecede göstermiş olmaktan gelen bir güvenle Âlî bir müddet sonra, işlediği konuların da gereği olarak eserlerinde sade ve tabii bir ifadeye yönelmek ihtiyacını duyar. Nusretnâme’den bu yana girdiği olgunluk çağının Künhü’l-ahbâr ve Mevâidü’n-nefâis gibi eserlerinde daha çok kişinin anlayabileceği bir dil düşüncesine gider. Bunlarda umumca anlaşılabilir olmak için söz sanatlarından uzak durmak istediğini belirten, daha da ileri giderek halkın kullandığı günlük dili kullanmaya çalışan, fakat öteki yoldan da büsbütün vazgeçemeyen Âlî’nin böylece, eserlerinde sade ifade ile psikolojik durumuna, konuya göre bazan biri, bazan da diğeri ön plana çıkarak bir arada yürür. Âlî tabii ve sade ifadeyi bulduğu yerlerde zengin lugatı ve sağlam yapısı ile Türkçe’nin zevkini hissettirmeye muvaffak olur.

Şahsını ve sanatını başkalarından daima üstün görmek isteyen, Bâkî ve Nev‘î gibi büyük simalarla bir tutmaktan daha da öteye, Osmanlı ülkesinin en önde kalem sahibi sayan Âlî’nin, kendisini zaman içinde kabul ettirmesi gururunun tesiriyle biraz geç olmuştur. Kâtib Çelebi gibi bir müellifin dahi onun en mühim, hatta ölümsüz eseri Künhü’l-ahbâr’a ilgisiz kalabildiği görülmüştür. Âlî’nin şuarâ tezkirelerine girişi ilk defa Ahdî iledir. Ahdî eserinin 972 (1565) civarında yazmaya başladığı ilk tertibinde, Âlî’nin hayat ve eserleri hakkında bir bilgi vermeksizin sadece şairliğini bahis konusu etmiş, Âşık Çelebi ise taşrada bulunan Âlî’yi tanıyamadığından tezkiresine almamıştır. Hayatı ve eserleri asıl yerini, kendisiyle 971’de (1563) Halep’te tanışıklık kurduğu Kınalızâde Hasan Çelebi’nin tezkiresinde bulur. Ondan sonra da Ahdî, tezkiresinin yeni tertibinde ona en geniş yeri verir. Çok daha artmış bir takdirle kendisinden bahseder. Ahdî’nin onun eserlerine dair ifadeleriyle Nushatü’s-selâtîn arasında dikkat çekici bir benzerlik vardır. Bu hususta verdiği bilgiler Nushatü’s-selâtîn’in hemen aynen tekrarı gibidir. Âlî’nin ölümünden on sene sonra yazdığı tezkiresinde Riyâzî çoğu şairler için olduğu gibi onun da şiirini beğenmemekle beraber, on sekiz ayrı şiirinden yirmi üç beyit almaktan geri kalmaz. Fâizî’de kendisinden seçilen beyit sayısı kırk altıya yükselir. Onları takip eden tezkire müellifi Rızâ’da Âlî’ye karşı takdirin daha da arttığı görülür. Eski şiir ve nazîre mecmualarında sık sık yer bulmuş olan manzumeleri kendisine şair olarak duyulan alâka ve rağbeti aksettirmektedir.

Batı dünyasında Hammer, tarihçi oluşundan gelen bir sevgi ile, Osmanlı Şiiri Tarihi’nde (Geschichte der Osmanischen Dichtung) onun üzerinde bilhassa dururken, Gibb ise ona tam mânasıyla lâkayt kalır.

Memleketimizde Âlî’ye karşı ilgiyi yeniden uyandıran ilk eser, Bursalı Mehmed Tâhir’in Meşrutiyet’ten az önce Müverrihîn-i Osmâniyyeden Âlî ve Kâtib Çelebi’nin Terceme-i Halleri adlı eseri olmuş, hayatı ve eserleri hakkında İbnülemin’in Menâkıb-ı Hünerverân’a 1926’da yazdığı mukaddime ise âdeta yeni bir devir başlatmış, onun eserleriyle yakından ilgilenme yolunu açmıştır. Bu mukaddimenin Âlî’yi nasıl birden bir alâkanın merkezi haline getirdiği Menâkıb-ı Hünerverân’ın yayımlanmasının ardından çıkan yazılarda açıkça görülür (Süleyman Nazif, “Menâkıb-ı Hünerverân”, , nr. 1564-90, 5 Ağustos 1926, s. 178-179; Ali Cânib, “Mühim Eserlerden: Menâkıb-ı Hünerverân’a Dâir”, , nr. 28, 9 Haziran 1927, s. 24-25; Köprülüzâde Mehmed Fuad, “Müverrih Âlî’nin Bir Eseri”, , nr. 45, 6 Teşrînievvel 1927, s. 364-365; a.mlf., “Müverrih Âlî”, Cumhuriyet, 18 Mart 1928; bunlardan daha önce de: Ahmed Refik, “Türk İrfanına Hizmet Edenler: Gelibolulu Âlî”, Tevhîd-i Efkâr, nr. 1042, 19 Mayıs 1924).

Edebiyat tarihi kitaplarında başlangıçta yer almayan Âlî, Fuad Köprülü’nün Şehâbeddin Süleyman ile hazırladığı Yeni Osmanlı Târîh-i Edebiyatı’nda (1914) kısa da olsa tarihçiler arasında ilk defa yer alabilmiş, İbnülemin’in büyük mukaddimesinden sonra Sadeddin Nüzhet’in Tanzimat’a Kadar Muhtasar Türk Edebiyatı Tarihi (1931) ile Agâh Sırrı Levend’in Türk Edebiyatı Tarihi’nde biraz daha yer kazanmış, Sadeddin Nüzhet’in Türk Şairleri’nden sonra da bibliyografyada ismi görülen edebiyat tarihi kitaplarında daha büyüyen bir alâkanın konusu olmuştur.


BİBLİYOGRAFYA

Ahdî, Gülşen-i Şuarâ, İÜ Ktp., İbnülemin, nr. 3111, vr. 57a-58a; a.e., Millet Ktp., Ali Emîrî Efendi, Tarih, nr. 774, vr. 44a-46b.

Âlî, Nushatü’s-selâtîn (nşr. A. Tietze, Muṣṭafā ʿÂlī’s Counsel for Sulṭans of 1581), Wien 1982, II, 174-224.

, II, 591-595.

Beyânî, Tezkire, İÜ Ktp., TY, nr. 2586, vr. 52.

Riyâzî, Tezkire, Süleymaniye Ktp., Lala İsmâil, nr. 314, vr. 90a91a.

Kafzâde Fâizî, Zübdetü’l-eş‘âr, Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1877, vr. 61a-62a.

Seyyid Mehmed Rızâ, Tezkire, İstanbul 1316, s. 66-67.

(1837), III, 115-123.

(1342), III, 86-94.

İbnülemin, Menâkıb-ı Hünerverân [Âlî], Mukaddime 1926, s. 3-133.

(1927), s. 126-134 (trc. s. 141-148).

(1936), I, 38-43.

(1947), I, 185-189.

Agâh Sırrı Levend, Türk Edebiyatında Şehr-engizler ve Şehr-engizlerde İstanbul, İstanbul 1958, s. 51-53.

a.mlf., Türk Edebiyatı Tarihi (1973), I, 390-393 (burada verilen Künhü’l-ahbâr’daki şairler listesi, atlamalar olduğundan çok eksiktir; meselâ II. Selim devri şairlerinin sayısı elli iki olduğu halde, sadece yedisinin ismi kaydedilmiştir).

(1961), II, 126.

Alessio Bombaci, Storia della Letteratura Turca, Milano 1962, s. 362; a.e. (Fr. trc. I. Melikof), Histoire de la littérature Turque, Paris 1968, s. 333-334.

Atsız, Âlî Bibliyografyası, İstanbul 1968.

Kocatürk, Türk Edebiyatı (1970), s. 374-375, 407-409.

, s. 611-613.

E. Birnbaum, “The Date of ʿAli’s Turkish Mes̱nevī Mihr ü Mâh”, , XXIII (1960), s. 138-139.

A. Tietze, “Muṣṭafā ʿÂlī of Gallipoli’s Prose Style”, , V (1973), s. 297-319.

a.mlf., “The Poet as Critique of Society a 16-Century Ottoman Poem”, Turcica, IX/1, Paris 1977, s. 120-160 (“Hülâsatü’l-ahvâl der letâfet-i mevâʿiz-i sahîhü’l-hal”in transkripsiyonlu metni ve İngilizce tercümesi).

a.mlf., “Postcript to Turcica IX/1, p. 120 f.”, a.e., XI (1979), s. 205-209 (aynı metnin Lâyihatü’l-hakīka’daki şekline göre nüsha farkları).

Mustafa İsen, “Edebiyat Tarihi Açısından Künhü’l-Ahbar”, TDEAr., II (1983), s. 49-57.

a.mlf., “Künhü’l-ahbâr’ın Şairlerle İlgili Kısımlarının Kaynakları”, a.e., III (1984), s. 87-120.

C. H. Fleischer, “Muṣṭafâ ʿÂlî’s Curious Bits of Wisdom”, , LXXVI (1986), s. 103-109.

a.mlf., Bureuacrat and Intellectual in the Ottoman Empire, The Historian Mustafa Âli (1541-1600), Princeton 1986.

Klaus Röhrborn, “Mustafa Âli und die osmanische Promemorien-Literatur bis zur Mitte des 17. Jahrhunderts”, , XIII/1 (1987), s. 34-43.

Mehmed Çavuşoğlu, “Âlî’de Tenkid”, , VII-VIII (1988), s. 177-180.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1989 yılında İstanbul’da basılan 2. cildinde, 416-421 numaralı sayfalarda yer almıştır.