Osmanlı devlet teşkilâtında başlangıçtan beri güçlü bir kurum olan sadrazamlık, Türk-İslâm devletlerinde ve özellikle Selçuklular’da başvezirliğin bir devamı olarak ortaya çıkmıştır. XVI. yüzyıl sonlarına kadar daha çok vezîr-i a‘zam tabiri kullanılırken sadr (en yukarı, üst) kelimesinin makam ifade eden şekli sadâretten hareketle sadr-ı âlî, sadr-ı a‘zam unvanları da kaynaklarda geçmeye başlamıştır. II. Murad dönemine ait bir gazavatnâmede hem vezîriâzam hem sadrazam ibarelerine rastlanır (Gazavât-ı Sultân Murâd, s. 12, 31). Ancak daha sonraki kaynaklarda genellikle vezîriâzam tabirinin kullanıldığı görülür. Sadrazam unvanı XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren giderek yaygın hale gelmiştir. Önceleri saray sınırları içinde Kubbealtı denilen mekânda idarî hizmetini yerine getiren sadrazamın görev yaptığı devlet dairesine Paşakapısı, Sadâret Dairesi ve son olarak Bâbıâli denilmiştir.
Sadrazamlık makamı hakkında XV. yüzyıl ortalarına kadar pek fazla bilgi bulunmamaktadır. Orhan Bey’in saray mensuplarından Lü’lü’ye paşalık vererek ilmiye sınıfı dışından birini ikinci vezir yaptığı, böylece Vezir Sinâneddin Yûsuf’un vezîriâzam olduğu görüşü zayıf bir rivayettir (Taneri, s. 43). I. Murad zamanında vezir sayısı birden fazla olunca ilmiyeden gelen ve daha önce kazasker ve ardından vezir olan Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa öne çıkarak bir nevi başvezirlik yapmış, onun 1387’de vefatı üzerine oğlu Çandarlı Ali Paşa 1406’da ölümüne kadar babasının görevini devam ettirmiştir. Bu sırada divandaki vezir sayısı üçe çıkmış, Yıldırım Bayezid ve Çelebi Mehmed döneminde de aynı şekilde sürmüştür. II. Mehmed zamanında vezîriâzamlık makamının statüsü ve yetkileri belirginleşmeye başlamıştır. Fâtih Sultan Mehmed’in teşkilât kanunnâmesinde vezîriâzam unvanı açık şekilde zikredilerek onun vüzerâ ve ümerânın başı, ayrıca bütün işlerde kendisinin mutlak vekili olduğu kaydedilmektedir. Vezîriâzamın teşrifatta en önde geldiğinin belirtilmesi de Osmanlı merkez ve divan teşkilâtının temelinin atılıp bu makamın yetkilerinin tam olarak tesbit edildiğini ortaya koymaktadır. Böylece Osmanlı padişahı iktidarını idarî açıdan vekiline devretmiş oluyordu. Kanunnâmenin oldukça erken bir tarihte böylesine önem atfettiği sadrazamların menşe ve kariyerleri, sayıları, unvan ve elkābı, tayin ve azilleri, barış ve savaş dönemlerindeki icraatları, yetki ve sorumlulukları, padişah ve diğer devlet erkânı ile münasebetleri, görevde ve emeklilikteki gelir ve giderleri, hayratı gibi hususlarda özellikle XVI. yüzyıldan itibaren geniş ölçüde vekāyi‘nâmelerde, arşiv belgelerinde, bilgilere ulaşmak mümkündür. Sadrazamların kuruluştan İstanbul’un fethine kadar genellikle ilmiyeden, XIX. yüzyıla kadar kalemiyeden gelen bazı istisnalar hariç kul menşeli askerî-idarî kariyerden, Tanzimat sonrasında tamamen sivil olarak mülkiye kariyerinden geldikleri görülmektedir. XIV. yüzyılın ortalarından İstanbul’un fethine kadar bir iki istisna dışında, tanınmış Türk ailesi Çandarlılar’ın bir silsile halinde kazaskerlikten vezirliğe ve vezîriâzamlığa yükselerek yetmiş yıldan fazla bu makamda kalmaları Osmanlı toplumunda, “Saltanat Âl-i Osman’a, sadâret Çandarlılar’a ait ve münasiptir” kanaatinin oluşmasına yol açmıştır. Böylece Çandarlılar’la, vezîriâzamlık ilmiye mesleğinden gelen, Türk ailelerine ait ve babadan oğula geçebilecek irsî bir kurum mahiyetini kazanmış oluyordu. Ancak vezîrâzamlık makamını âdeta yeniden düzenleyen Fâtih Sultan Mehmed, fethin ardından devşirme menşelileri öne çıkararak hânedana rakip olabilecek ailelerin güçlerini kırmış ve doğrudan kendisine bağlı kullardan oluşan yeni bir sistem oluşturmuştu. Daha sonra iki asır boyunca kul sistemi öylesine etkili ve kalıcı hale gelmiştir ki nâdiren Türk menşeli biri sadrazamlığa getirildiğinde bu makamın devşirmelerin hakkı olduğu ileri sürülerek itiraz edildiği dahi olmuştur. Nitekim Çandarlı İbrâhim Paşa (ö. 905/1499) ve Pîrî Mehmed Paşa’nın (ö. 939/1532) tayinlerinde böyle huzursuzlukların olduğu bilinmektedir. Ancak Fâtih Sultan Mehmed’in devşirme kökenli Mahmud, Rum Mehmed, İshak ve Gedik Ahmed paşalardan sonra köklü bir Türk ailesine mensup Karamânî Mehmed Paşa’yı sadârate getirmesi dikkate değer bir gelişmedir. Mahmud Paşa ile İpşir Mustafa Paşa arasında (1453-1654) 200 yıllık dönemde görev yapan yetmiş bir sadrazamdan sadece dokuzu Türk asıllı idi. Bunların sadâreti de toplam on altı yıl tutmaktaydı. XVII. yüzyılın ortalarından itibaren devşirme kanununun türlü siyasî sebeplerle devre dışı kalmasının ardından birçok Türk’ün Enderun’da yetişip sadâret mevkiine gelmesine imkân doğmuştur.
İlk on Osmanlı padişahı döneminde başvezirlik ve vezîriâzamlık yapan idareciler taşra ve merkez teşkilâtında, sefer ve sefer dışı zamanlarda tecrübe kazanmış devlet adamlığı vasfını haiz kimselerdi. Ancak Makbul İbrâhim Paşa (ö. 942/1536) gerekli kariyer ve tecrübeyi kazanmadığı halde Kanûnî tarafından teamüllere aykırı biçimde hasodabaşılıktan önce Rumeli beylerbeyiliğine, ardından vezirliğe ve vezîriâzamlığa yükseltilmişti. Bu durum ilk 200 sene içerisinde rastlanan nâdir bir olaydır. Bundan sonraki dönemlerde de faaliyetleriyle dikkat çeken sadrazamlar makama gelmiş, özellikle XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yedi sadrazam çıkarmış olan Köprülü ailesi bunların içinde öne çıkmıştır. Çandarlı ailesinden bu yana ilk defa köklü bir aile sadâret makamında süreklilik arzeden fertleriyle sivrilmiştir. Bu dönemler, padişahların XVI. yüzyıldaki idarî tekellerinin sarsıntıya uğradığı ve değişim geçirdiği yeni bir başlangıç olacaktır. XVIII. yüzyıl sadrazamları ise artan iç problemler yanında önemli siyasî meseleler dolayısıyla askerî kimlikleriyle birlikte diplomat kimlikleriyle de öne çıkmaya başlamıştır. 1699 Karlofça Antlaşması ile Venedikliler’e terkedilen Mora’yı geri alan ve Avusturya seferlerinde cephede şehid olan Ali Paşa (ö. 1128/1716), yaptığı ıslahatı Avrupaî usul ve tarzın benimsenmesinde ön ayak olan Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa (ö. 1143/1730), kuvvetli icraatı ile Hekimoğlu Ali Paşa (ö. 1171/1758), ayrıca Yeğen Mehmed Paşa, Hacı İvaz Paşa, Halil Hamîd Paşa ve Koca Yûsuf Paşa bu yüzyılın dikkat çeken, ıslahatta öncü sadrazamları olmuştur. Bu devrin en önemli değişimi, 1699 Karlofça Antlaşması’ndan sonra sadece askerî ve mülkî idarecilerin değil giderek artan bir oranda bürokrasiden yetişen sadrazamların iş başına gelmesidir. Karlofça müzakerelerini reîsülküttâb sıfatıyla başarılı şekilde yürüten Koca Râgıb Paşa, kitâbetten gelen Râmi Mehmed Paşa, Damad İbrâhim Paşa, Halil Hamîd Paşa bunlar arasındadır. Ancak uzun süre kalemiyeden gelen sadrazamlar küçümsenmiştir. III. Selim ve II. Mahmud’un saltanatında görev yapan, devlet tecrübesine sahip İzzet Mehmed Paşa, Yûsuf Ziyâ Paşa gibi ıslahatta öncü, icraatta güçlü sadrazamlar bulunmaktadır. Tanzimat dönemi ise sadâret açısından önemli değişimlerin gerçekleştiği yeni bir devrenin başlangıcını oluşturmuştur.
Sadrazamların göreve tayin ve azilleri zaman içerisinde farklı uygulamalarla, bazan da saray halkı veya askerî zümrelerin nüfuzuna göre değişim göstermiştir. XV-XVI. yüzyıllarda sadrazamın azli, ölümü veya değiştirilmesi halinde makamın Dîvân-ı Hümâyun’da ikinci veya üçüncü vezire verilmesi teamülü vardı. Ancak bunun dışına çıkılarak kubbe veziri olmadan büyük eyaletlerin valilerinden birine veya cephede bulunan bir serdara sadrazamlık verildiği de olmuştur. XVII. yüzyılda ise teamül dikkate alınmaksızın yeniçeri ağalığından, sadâret kethüdâlığından, mîrâhurluktan, kapıcılar kethüdâlığından, çavuşbaşılıktan sadrazamlığa tayin yapılmıştır. Hadîkatü’l-vüzerâ ve zeyillerindeki sadrazam biyografilerinde bu konuda birçok örnek bulunmaktadır. Vezir olmadan doğrudan sadrazamlığa tayin usule aykırı olduğundan önce vezâret beratı verilir, ardından hatt-ı hümâyunla sadrazamlık tevcih edilirdi. Sadrazamların tayin ve azlini belirleyen sembol ise mühr-i hümâyundu. Bunun padişah tarafından verilmesiyle tayin, geri alınmasıyla azil gerçekleşmiş olurdu. Sadrazamlara mühr-i hümâyun ya Dîvân-ı Hümâyun’a gönderilir veya huzura çağrılarak bizzat padişah tarafından verilirdi. Yeni tayin edilen sadrazam seferde veya eyalette bulunuyorsa saraydan kapıcılar kethüdâsı yahut mîrâhur kalabalık bir maiyetle giderek mührü teslim ederdi. XVIII. yüzyılda padişahın mühr-i hümâyunu müneccimbaşıdan eşref-i sâat alarak verdiğine dair de bazı örneklere rastlanır. Bu asırdan itibaren taşraya mühür gönderilme usulüne uyulmayıp sadrazama İstanbul’da huzura kabulünde bizzat padişah tarafından mühür teslim edilirdi.
Valilikten sadrazamlığa getirilenler İstanbul’a gelinceye kadar saraydaki bir yetkili sadâret kaymakamlığına tayin edilirdi. Nitekim Yûsuf Ziyâ Paşa, Erzurum valiliğinden 1790’da sadârete ilk tayininde İstanbul’a gelinceye kadar kırk beş gün Kapıcıbaşı Derviş Abdullah Paşa vezâret pâyesiyle sadâret kaymakamı olarak vekâlet etmiş, Yûsuf Ziyâ Paşa’nın Halep valiliğinden 1809’da sadârete ikinci tayininde meşguliyeti sebebiyle 113 gün sonra İstanbul’a gelinceye kadar Çarhacı Ali Paşa sadâret kaymakamı tayin edilmiştir.
XVII. yüzyıl içerisinde yeni sadrazamın padişah huzuruna kabulünde şeyhülislâmın da bulunması âdet olmuştu. Sadrazama biri serâsere kaplı, diğeri sade iki kürk giydirilip mühr-i hümâyun teslim edilirken yanında bulunan şeyhülislâma da ferve-i beyzâ denilen beyaz kürk giydirilirdi. Sadrazam Paşakapısı’na döndükten sonra başta şeyhülislâm, vezirler, kazaskerler olmak üzere ilmiye ve seyfiyeden ileri gelen devlet erkânı onu tebrik eder, icap edenlere sadrazam tarafından hil‘atler verilirdi. Bundan sonra sadrazam Dîvân-ı Hümâyun ve Paşakapısı ricâlinin tebriklerini kabul ederdi. Yabancı ülkelerin İstanbul’daki elçileri ve onların kapı kethüdâları da yeni sadrazamı kendilerine belirlenen günde Paşakapısı’na gelerek tebrik ederlerdi.
Sadrazamların görevden alınma sebepleri arasında gerçekten azli gerektirenler olduğu gibi çok basit ve gereksiz sebeplerle görevden alınanların sayısı da az değildir. Hepsi isabetli olmamakla birlikte İsmail Hami Danişmend hazırladığı sadrazamlar listesinde azil sebeplerini genellikle vermektedir (Kronoloji, V, 7-108). Yaşlılık, dirayetsizlik, sert davranma, geçimsizlik, cesaretsizlik ve hepsinden önemlisi sefer sırasındaki başarısızlık görevden alınmanın başlıca sebepleri olarak sıralanmıştır. Sefer esnasındaki başarısızlık dolayısıyla azledilmekle kalmayıp çok defa bunu hayatı ile ödeyenler de vardır (katledilen sadrazamlar için bk. Mumcu, Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl, tür.yer.).
Fâtih Sultan Mehmed’in teşkilât kanunnâmesinde vezîriâzamın yetkileri, “Cümle umûrun vekîl-i mutlakıdır” şeklinde belirtilmiştir. XV. yüzyıl ortalarında sadrazama tanınan oldukça kapsamlı bu yetki uygulamalarla ve daha sonraki dönemlere ait kanunnâmelerle teyit edilmiştir. XVII. yüzyıl ortalarına ait Tevkiî Kānûnnâmesi’nde sadrazamın yetkileri açık şekilde sayılmıştır. Bunlar bizzat padişah adına mutlak vekil olarak din ve devlet işleri, saltanat nizamının sağlanması, had, kısas, hapis, nefiy, ta‘zîr, idam cezalarının icrası, dava dinleme, şer‘î ve örfî ahkâmı tatbik, zulmün bertaraf edilmesi, ülkenin idaresi, eyalet, sancak, timar, tevliyet, imâmet, hitabet vb. tevcihi, kısacası bütün ilmiye ve seyfiye görevlerinin verilmesini içeriyordu (Kānûnnâme, s. 498). Mutlak vekil olması sadece kanunnâmelerde ifade edilen bir ilke olmayıp tayinleri sırasında bu yetkileri teyit edilirdi. II. Ahmed, Bozoklu Mustafa Paşa’ya, “Umûr-ı Devlet-i Aliyye senin re’y ve tedbirine havale olunmuştur” dedikten sonra azli gerekeni azil, tayini gerekeni tayin edip kendisine arzetmesini istemiştir (Uzunçarşılı, Merkez-Bahriye, s. 116; Mumcu, Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl, s. 79). III. Selim, Sadrazam Şerif Hasan Paşa’ya hatt-ı hümâyununda “padişaha lâzım olan vekîl-i mutlak olanlara ruhsat-ı kâmile ve istiklâl vermesini” buyurmuştur (a.g.e., s. 80).
XVI. yüzyıl sonlarına kadar sadrazamlar icraatlarında oldukça bağımsız ve müdahalelerden uzaktı. Ancak daha sonra saray yetkililerinin, bazı dönemlerde vâlide sultan ve ağaların çeşitli şekillerde müdahaleleriyle karşılaşmışlardır. Sarayda aleyhine çevrilen entrika veya dışarıda tertip edilen isyan söylentileri sadrazamın otoritesini tamamen yok ederdi. Burada sadrazamların dirayetsiz olmalarının büyük rolü vardır. Devlet otoritesinin büyük zaafa uğradığı, saray mensupları ve askerlerin işlere müdahale ettiği bir dönemde sadâret teklifi alan Köprülü Mehmed Paşa önceden şartlarını kabul ettirerek icraatında her türlü müdahaleyi önlemiştir. Sadrazamların da şahısları veya iktidarları aleyhine olabilecek kimseleri değişik usullerle yıpratarak bertaraf etmek için çeşitli tertiplere giriştikleri olurdu. Nitekim Galata kadılığından mâzul, şehzade hocalığı yapmış, hekim ve hattat Kâtibzâde Refiî Efendi’nin hekimbaşılık görevine getirilerek sarayda ve padişah üzerinde etkili olmasını kendi geleceği için tehlikeli gören Koca Râgıb Paşa, padişah cuma namazı için Eyüp Sultan Camii’ne gidip gelirken yol boyunca Kâtibzâde aleyhine halkın otuz kadar şikâyet arzuhali vermesini sağlamış ve sonunda Kâtibzâde azledilip sürgüne gönderilmişti. Sadrazamlar, özellikle serdâr-ı ekrem olarak sefere çıkarken İstanbul’da aleyhine girişimde bulunabilecek mevki sahibi nüfuzlu kimseleri etkisiz hale getirmeye çalışırlardı. Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa, 1690’da Belgrad seferine hareketinden önce İstanbul’da II. Süleyman üzerinde etkili olup icraatına engel olabilecek Dârüssaâde Ağası Hacı Mustafa Ağa’yı şeyhülislâm, kazasker ve bazı asker ileri gelenlerinin de desteğiyle azlettirmişti (Defterdar Sarı Mehmed Paşa, s. 360-361).
Sadrazamları en çok meşgul eden konuların başında ülke çapında yaptıkları tayinler (tevcîhat) gelirdi. Tevkiî Kānûnnâmesi’nde belirtildiği gibi ilmiye dahil bütün tayin ve aziller, terfi ve terakkiler Enderun hariç sadrazam buyruldusu ile olurdu. Enderun’da tayinler Bâbüssâade ağasının padişaha teklifiyle gerçekleşirdi. Sefer dışı dönemlerde vezir, şeyhülislâm ve kazasker gibi devlet erkânının işlemleri için padişahın onayını alırdı. Osmanlılar’da görev ve makamlar sözleşmeli statüye benzer şekilde belirli sürelerle verilirdi. Süre sonunda görev uzatılırsa buna “ibka” veya “mukarrer”, görev başkasına verilirse buna da “tevcih” denilirdi. Tayinler genellikle şevval ayı başında, yani ramazan bayramının ardından vezir, beylerbeyi, sancak beyi, devlet adamları, ocak ağaları, Dîvân-ı Hümâyun kâtipleri (hocaları) olmak üzere topluca yapılır, ilmiye dışında bütün tayinler sadrazamın doğrudan arzı ile olurdu. İlmiye mensuplarının tayini ise şeyhülislâmın teklifinden sonra sadrazamın padişaha arzıyla, yani üçlü onayla gerçekleşirdi. Şevval ayı yaklaştığında sadrazam ibkā ve tevcih olmak üzere iki liste düzenleyip bir telhisle padişaha sunardı. Padişah dilediği değişikliği yapar, bunun üzerine sadrazam değişikliklere göre yeniden düzenlediği listeyi sunup padişah onayını alırdı. Ardından sadrazam yeni tayinle gelenlere ve ibkā edilenlere ruûslarını verip kayıtlarını yapardı. Bundan sonra İstanbul’da bulunan yeni görev sahiplerine Paşakapısı’nda hil‘at giydirilirdi.
Timar tevcihleri ve timarla ilgili örfî nitelikli davaların görülmesi sadrazamların ilgilendiği önemli hususlardandı. Fâtih Kānûnnâmesi’nde belirtildiğine göre sadrazamın 6000’den 1 akçe eksik timarları padişaha arzetmeden verme yetkisi vardı. Zeâmetin timara veya hassın zeâmete çevrilmesi yahut bunların vakıf veya mülke dönüştürülmesi, ancak padişahın iradesinin alınması ve nişancının defterhâne defterlerine bu değişiklikleri işlemesinden sonra gerçekleşir, ilgili fermanın tuğrasını mutlaka sadrazam çekerdi (Uzunçarşılı, Merkez-Bahriye, s. 117). Üç ayda bir dağıtılan kapıkulu maaşlarının temini ve düzenli biçimde verilmesi sadrazamları en çok yoran ve kaygılandıran sorumluluklardan biriydi. Yeniçerilerin ulûfesi Dîvân-ı Hümâyun’da, diğer asker maaşları Paşakapısı’nda dağıtılırdı. Sadrazamın bunu yerine getirmesinden sonra kendisine bir teşekkür hatt-ı hümâyunu ile bir kürk ve hançer gönderilirdi. Teftişler de sadrazamın görevleri arasında önemli bir yer tutardı. Bunlardan “kol gezmek” veya “kola çıkmak” denilen, sadrazamın İstanbul kadısı başta olmak üzere kalabalık bir maiyetle çarşı ve pazarları gezerek esnafı, fiyatları kontrol etmesi başta gelirdi. Lutfi Paşa sadrazamın narhla ve fiyatlarla yakından ilgilenmesini tembih etmektedir (Âsafnâme, s. 22-23). Kusurlu görülen esnaf ve ticaret erbabı suçunun derecesine göre ânında cezalandırılır, bu âni cezaların esnaf üzerinde caydırıcı etkisi olacağı düşünülürdü. Sadrazamın Tersane teftişi de önemli idi. Öte yandan sadrazamların nezâretinde büyük vakıflar da bulunmaktaydı. Sadrazam bu vakıfları bir adamına havale ederdi.
Sadrazamın en önemli görevlerinden biri de adaletin tevziini ve ihtilâfların hallini zamanında ve âdil olarak sağlamak için hemen her vesile ile dava dinlemek ve hüküm vermekti. Tevkiî Kānûnnâmesi’nde, “… hulâsa cemî‘ kazâyâ-yı şer‘iyye ve örfiyyenin başıdır” denilmektedir. Dîvân-ı Hümâyun’a ulaşan şikâyet ve davaları sadrazam mahiyetlerine göre taksim eder, örfî-idarî olanlarını kendisi halleder, hukukî olanları kazaskerlere havale ederdi (Akman, s. 126). Ayrıca Dîvân-ı Hümâyun’a intikal edip orada bakılmasına gerek olmayan birçok idarî davayı, timar davalarını kendi divanı olan ikindi divanında görürdü. Sadrazam divanda bir adlî ve idarî mahkeme gibi dava dinler, kararlar verirdi. Bu dava dinleme işi katıldığı ve başkanlığını yaptığı Dîvân-ı Hümâyun, ikindi, çarşamba ve cuma divanlarında olduğu gibi sefere giderken veya dönerken yol boyunca uğranılan kasaba ve şehirlerde kurulan divanlarda da gerçekleşebilirdi (Aydın, I, 402, 404).
Dâhilî meseleler kadar milletlerarası meseleler ve diplomasi de sadrazamların sorumlulukları arasındaydı. Bu konuda elçilerden sağlanan bilgiler çok önemliydi. İlk devir vezîriâzamlarının diplomatik konularda inisiyatif kullanarak başta Bizans imparatoru olmak üzere Venedik ve Macar yetkilileriyle müzakerelerde bulundukları ve kararların alınmasında etkili oldukları bilinmektedir. Lutfi Paşa Venedik, Fransız, Avusturya elçileriyle bazan onların Dîvân-ı Hümâyun’a kabulü sırasında, bazan da bizzat çağırarak görüştüğünü, devletin tavrını ve kararlılığını bildirdiğini, ayrıca elçileri Osmanlı lehine kazanmaya çalıştığını, hatta kendi dâhilî icraatı için onlardan görüş sorduğunu belirtmiş (İA, VII, 98-99), ancak yabancı ülke elçilerinin devlet ahvaline vâkıf olmaması için bir bekçi görevlendirilmesi ve etrafta fazla dolaşmalarının engellenmesi gerektiğini ifade etmiştir (Âsafnâme, s. 22). Beş defa sadâret makamına getirilen Koca Sinan Paşa’nın bilhassa Avrupa elçilerine karşı çok sert davrandığı bilinmektedir (İA, X, 674).
Sefer ve savaş dönemlerinde sadrazamlar serdâr-ı ekrem olarak tam yetki sahibiydi. Katil, kısas ve sürgün dahil her türlü cezayı verebilirlerdi. Özellikle Kanûnî Sultan Süleyman döneminin tanınmış vezîriâzamı Makbul İbrâhim Paşa, bizzat padişah tarafından kendisine tanınan çok geniş yetkilerle Irakeyn Seferi’ne önden sevkedilmiş ve “serasker sultan” unvanıyla anılmıştı. Padişah gönderdiği hatt-ı hümâyununda İbrâhim Paşa’ya “kāimmakām-ı saltanat, serasker-i sâmî-mertebet, vezîr-i a‘zam-ı cenâb-ı hilâfet” unvanlarıyla hitap etmişti (TSMA, nr. E. 2759). I. Abdülhamid, Sadrazam Koca Yûsuf Paşa’yı sefere gitmek üzere huzuruna çağırdığında, “Umûr-ı dîn ü devlet ve mesâlih-i mülk ü millette müstakillen vekîl-i mutlakım ve serdâr-ı ekremimsin” diyerek yetkisini teyit etmişti (Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, s. 103; Mumcu, Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl, s. 79-80). Bu yetkilerinin işareti olarak önceden sadrazamlara tuğralı boş kâğıtlar verilir, onlar da fermanlar, beratlar yazarak ilgilileri mükâfatlandırır veya cezalandırır, her türlü timar tevcihlerini yapardı. Ancak sefer dönüşü icraatının hesabını padişaha vermek zorunda kalabilirdi. Osmanlı tarihi boyunca bunun birçok örneği görülmüştür (a.g.e., s. 82-83).
Sadrazamlar bu yetkilerini çeşitli divanlar yoluyla kullanırdı. Bunlar başta ikindi divanı olmak üzere çarşamba ve cuma divanları idi. Dîvân-ı Hümâyun sadrazamın başkanlığında toplanan en önemli divan olmakla birlikte “hümâyun” teriminden de anlaşılacağı gibi aslında padişah divanı idi. Sadrazamın kendi konağında akdettiği Dîvân-ı Hümâyun’dan sonra ikindi divanına reîsülküttâb, birinci ve ikinci tezkireciler, vezirlerin özel kalem müdürü durumunda olan tezkireciler, ayrıca çavuşlar, çok sayıda kâtip ve tercümanlar katılırdı. Bu divan herkese açıktı, halk şikâyet ve isteklerini rahatça bu divana iletirdi. Sadrazamın bunun dışında cuma sabahı Rumeli ve Anadolu kazaskerleriyle müştereken Paşakapısı Divanhânesi’nde ağırlığını şer‘î ve örfî davaların, ilmiyenin çeşitli meselelerinin oluşturduğu bir divan daha topladığı bilinmektedir. Divanda tezkireciler, çavuşbaşı, çavuşlar kâtibi, subaşı, asesbaşı, muhzır ağa, odacılar vb. hazır bulunurdu. Ayrıca asayiş ve güvenliği sağlamak amacıyla çarşamba sabahı İstanbul ve Galata, Üsküdar, Eyüp kadıları ile kendi divanhânesinde divan akdederdi. Bu divanda bilhassa İstanbul halkının şer‘î ve örfî davaları görülürdü. İstanbul’da bulunan beylerbeyi ve sancak beylerinin çarşamba divanı öncesi sadrazamı ziyaretleri âdetti.
Dîvân-ı Hümâyun toplantılarından sonra sadrazamlar belirli günlerde arza girip telhislerini padişaha sunarlar, soru veya itirazlar olursa gerekli açıklamaları yaparlardı. Lutfi Paşa sadrazam arzının makbul olup geri dönmemesi gerektiğine vurgu yapmaktadır (Âsafnâme, s. 7). III. Murad döneminden itibaren giderek yüz yüze görüşme azalmış, saraya telhis gönderilip hatt-ı hümâyunla cevap verilme uygulaması artmıştır. Buna paralel olarak sadrazamların bağımsızlıkları ihlâl edilmeye, sarayda vâlide sultan, hasekiler ve musâhiplerin tesirleriyle görüşlerine dikkat edilmemeye başlanmıştır. Âlî Mustafa Efendi bu şekilde bağımsızlık ihlâlini şiddetle eleştirmiştir (Uzunçarşılı, Merkez-Bahriye, s. 121).
Sadrazamlar padişaha arzlarını telhis veya takrir denilen yazılarla sunarlardı. Telhisin arz üzerine telhis, müstakil telhis gibi türleri vardı. Telhislerin hazırlanması reîsülküttâbın görevi olup bunlar hazırlandıktan sonra padişaha meramı açıkça ifade etmek üzere sade bir dille ve nesihle yazılarak saraya gönderilir, padişahın üzerine yazacağı “manzurum oldu”, “verilsin”, “verdim”, “tedarik edesin”, “zamanı değildir”, “berhudar olasın”, “olmaz” gibi hattından sonra uygulamaya geçilirdi. Sadrazamların diğer devlet ricâline ve idarecilere tahriratına ise buyruldu adı verilirdi; arz üzerine buyruldu, beyaz üzerine buyruldu gibi türleri vardı. Şeyhülislâm, defterdar ve beylerbeyiler telhislerini ancak sadrazam vasıtasıyla padişaha sunabilirdi. Sadrazamlar, yabancı devlet başkanlarıyla Eflak-Boğdan ve Erdel voyvodalarına yazdıkları mektupların sağ kenarından aşağıya kadar uzanan ve pençe denilen imzalarını çekerler, pençe keşîdesinin ortasına mühürlerini basarlardı. Yabancı devlet veya hükümet başkanlarına yollanan sadrazam mektupları atlas keselere konularak gönderilirdi. II. Mahmud döneminde 1832 yılında irâde-i seniyye uygulaması ile artık sadrazamlar doğrudan padişaha hitaben telhis göndermek yerine Mâbeyn-i Hümâyun başkâtibine sadâret tezkiresi yollayıp padişah iradesini irade hâmişi şeklinde başkâtipten almış, böylece padişah-sadrazam ilişkilerinde yeni bir uygulama başlamıştır.
Has şeklinde ve yıllık hâsılatı çok yüksek toprak gelirleri olan sadrazamlar bu gelirlerini voyvodaları vasıtasıyla toplatırdı. Fâtih Kānunnâmesi’nde sadrazama gelirinin “on iki kere yüz bin” olduğu (1.200.000), bundan bir asır sonra Âsafnâme’de vezîriâzama yıllık 1.200.000 akçe has tayin edildiği, bunun 2 milyona çıkabileceği, hediye ve câizelerle en fazla yirmi dört yük olabileceği belirtilmektedir (Fatih Sultan Mehmed, s. 47; Lutfi Paşa, s. 14). Has gelirleri daha sonraki dönemlerde kısmen enflasyon, kısmen sadâretin önemi sebebiyle hayli artış kaydetmiştir. Has dışında pîşkeş, câize ve hediye türünden başka gelirleri de vardı. Her yıl padişaha haraç ve pîşkeş geldikçe vezîriâzama, defterdara ve kubbe vezirlerine de mertebelerine göre hediyeler gelirdi. Sadrazamlar yaptıkları önemli tayinlerden câize alırdı. Bunlar miktarları milyonlara ulaşan büyük gelirlerdi. Bu sebeple sadrazamlar genellikle padişahtan sonra devletin en zengin yetkilileriydi. Serdâr-ı ekrem olarak katıldıkları seferlerde aldıkları ganimetler çok büyük yekün tutuyordu. Rüstem, Koca Sinan ve Nasuh paşalar gibi bazı sadrazamlar büyük servetleriyle anılır. Tanzimat döneminde 1843’te has, pîşkeş, câize, avâid alınması kaldırılarak sadrazama maaş bağlanmıştır. Emekli olduklarında yılda 150.000 akçelik has tahsis edilirdi (Kānûnnâme-i Âl-i Osman, s. 47). XVII. yüzyıldan sonra emeklilik halinde sadrazamlara has tayin edildiği veya bir yerin arpalık olarak verildiği görülmektedir. Sadrazamların giderlerinin başında kendi dairesi ve diğer kapı halkı harcamaları gelmektedir. Sadrazamlar 500, 1000, hatta bazan 2000 kişilik kapı halkına sahip olabilirdi. Bunlara yapılan masraflar çok büyük miktara ulaşmaktaydı. Tanzimat ve yenileşme döneminde bu durumda yeni bir yapılanmaya gidilmiştir.
Sadrazamlar, serdâr-ı ekrem sıfatıyla ordu kumandanı olarak cepheye hareketlerinde İstanbul’da sadâret kaymakamı, rikâb-ı hümâyun kaymakamı adıyla bilinen bir veziri vekil olarak bırakırlardı. Bu kurumun ne zaman gelişip olgunlaştığı tam olarak bilinmemekle birlikte XVI. yüzyıldan itibaren seferler sırasında yaygınlaştığı dikkati çeker. Kaymakam sadrazamı temsil ettiğinden kendi mutemet adamlarından veya arkadaşlarından biri olması, sadrazama ters düşecek, onun icraatını bozacak bir iş yapmaması gerekirdi. Ancak bunların bazı zamanlarda sadrazama muhalif kimselerden seçildiği de olurdu. Kaymakamlığa tayin edilen kimse sadrazamla birlikte padişah huzuruna çıkarak taltif edilir, görevi bildirilirdi. Kaymakam Dîvân-ı Hümâyun’u toplar ve başkanlık ederdi. Divan üyelerinden sefere iştirak edenler varsa onların yerine de vekilleri katılırdı. Cuma ve çarşamba divanı kaymakamın konağında toplanır, sadece ikindi divanı doğrudan doğruya sadrazama has bir divan olduğundan sadrazamın bulunduğu yerde akdedilirdi. Osmanlı merkez teşkilâtında tutulan belli başlı defterler sefere götürüldüğünden kaymakam rikâb mühimmesi, rikâb şikâyet defteri gibi kendine has defterler tutardı. Devletin temel meseleleriyle ilgili bütün kararlar cephede serdar tarafından alınır, kaymakam vakıf görevleri, kâtiplikler, aşağı dereceli idareciliklerin verilmesi, İstanbul ve ülke idaresiyle ilgili bazı tedbirlerin alınmasında yetkili kılınırdı. Ayrıca sadrazam gibi İstanbul içinde kol gezer ve tersaneyi teftiş edebilirdi.
Osmanlılar’da saltanattan sonra en yüksek makam sadâret olduğundan risklerine rağmen bu makama gelmek için vezirler arasında çok defa devletin menfaatleri pahasına da olsa büyük rekabet yaşanırdı. XV-XVI. yüzyıllarda devşirme kökenli vezirlerin kendi aralarındaki acımasız rekabeti pek çok meseleyi beraberinde getirmiştir. Nitekim III. Murad’ın Arnavut kökenli iki sadrazamı Koca Sinan ve Ferhad paşalar arasındaki çekişme devlet adamları içinde ve bürokraside büyük bir hizipleşmeye yol açmıştı. Böyle durumlarda isyan çıkartmak için el altından yeniçerilerin ve kapıkulunun tahrik edildiğine dair örneklere sıkça rastlanır. Sadrazamlar ayrıca hanım sultan, vâlide sultan veya kızlar ağası gibi padişah üzerinde etkili saray halkı ile olan ilişkilerinde dikkatli olmak zorundaydı. Gücünü sürdürmek için hânedanla akrabalık bağı kurmak tercih edilen bir yoldu. Bazı sadrazamlar damadı oldukları vâlide sultanlarla birlikte hareket ederek makam ve güçlerini korumaya çalışırdı.
Tanzimat devrinde sadrazamlar genellikle mülkiyeden gelen, Fransızca öğrenmiş, Avrupa diplomasisine öncelik veren devlet adamlarından seçiliyordu. Son otuz dokuz sadrazamdan onu eğitimini tamamen veya kısmen Avrupa’da yapmış, birçoğu Bâbıâli Tercüme Odası’nda yetişmiştir. Sadârete gelmeden önce birkaç kere nâzırlık yapmış, yurt dışı görevlerinde bulunmuştur. Tanzimat döneminde altı defa sadârete gelen Mustafa Reşid Paşa ve onun yetiştirmesi Mehmed Emin Âlî ve Keçecizâde Fuad paşalar sadâret makamına yepyeni bir anlayışla itibar kazandırıp ekol oluşturmuş, özellikle Âlî Paşa’nın sadârette geliştirdiği sistem uzun süre düstur kabul edilmiştir. Daha sonra sadrazamın yetkileri ve sıfatı konusu yeniden ele alınmıştır. 1876 anayasasında “vekîl-i mutlak” kavramına yer verilmemiş, 27-28. maddelerde sadâret ve meşihatın güven duyulan kimselere padişah tarafından verileceği, Meclis-i Vükelâ’nın sadrazamın başkanlığında toplanıp iç ve dış meseleleri görüşeceği ifade edilmiştir. Tanzimat devrinde üç büyük sadrazamdan sonra özellikle II. Abdülhamid zamanında çok sık sadrazam değişikliği olmuş, Batılı büyük devletlerin ve elçilerinin müdahalesiyle tayin, azil ve değişiklikler görülmüştür. 1876’dan sonra kırk sekiz sadâret değişikliği olmuştur. Bu sık değişimin Batılı devletlerce Bâbıâli’ye verilen ültimatomlara bir cevap olduğu düşünülmektedir. 1838’de kısa bir süre sadrazam yerine başvekil tabiri kullanılmış, II. Mahmud’un ölümünden sonra Sultan Abdülmecid’in Koca Hüsrev Paşa’yı sadrazam tayiniyle nihayete ermiştir. 4 Kasım 1922’de son sadrazam Ahmed Tevfik Paşa’nın istifası ile sadrazamlık kurumu fiilen ortadan kalkmış, bu görevi Ankara hükümetinin başvekili devralmıştır.
Sadrazamların biyografilerini içeren birbirinin devamı niteliğinde eserler yazılmıştır. Osmanzâde Ahmed Tâib’in Hadîkatü’l-vüzerâ’sı ve zeyilleri bu konuda standart bir eser olmakla birlikte eserde Osmanlı sadrazamları fonksiyonel olarak ele alınmamış, sıfat ve yetkileri konusunda bilgi verilmemiştir. Bu serinin devamı olarak hazırlanmış olan ve Mehmed Emin Âlî Paşa’dan Ahmed Tevfik Paşa’ya kadar otuz yedi sadrazamın etraflı biyografisini içeren İbnülemin Mahmud Kemal’in Osmanlı Devrinde Son Sadrıazamlar adlı kitabı büyük kısmı şifahî kaynağa ve hâtıraya dayanmakla birlikte çok daha tatminkâr bir eserdir. M. Zeki Pakalın’ın Son Sadrazamlar ve Başvekiller’i de (I-V, İstanbul 1940-1948) bu arada zikredilebilir. Vekāyi‘nâmelerde sadrazamların tayin ve azilleri, savaş ve barış dönemlerindeki önemli icraatları başta olmak üzere merasimlerine, elçi kabullerine, vefat haberlerine ve bu münasebetle bazı kısa değerlendirmelere yer verilmektedir. Bazı Osmanlı vekāyi‘nâmelerinde bilhassa vefat sebebiyle geniş sayılabilecek sadrazam biyografilerine rastlanmaktadır. Kâtib Çelebi Takvîmü’t-tevârîh’te, Şem‘dânîzâde Esmârü’t-tevârîh’te kendi zamanlarına kadar gelen sadrazam listeleri vermiştir. Sicill-i Osmânî’de alfabetik olarak diğer biyografiler arasında sadrazamlar da sıralanmıştır. Sadrazamların tayin ve azillerini, görev sürelerini yıl, ay ve gün olarak gösteren, konusundaki en sıhhatli liste İsmail Hami Danişmend’in İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi’nde bulunur. Danişmend’in sadrazamların ırkî menşelerine saplantı derecesinde vurgu yapması, devşirme kökenli sadrazamların başarılarını küçümsemesi ve yer yer onları devlete karşı sadakatsizlikle suçlaması bu eserin en zayıf tarafıdır. Öte yandan sadrazamların devlet işlerinde nasıl davranması gerektiği konusunda eski Türk-İslâm devlet geleneği çerçevesinde nasihatnâme türünde birtakım eserler de mevcuttur. Bunların arasında özellikle Lutfi Paşa’nın Âsafnâme’si daha önce yazılmış siyasetnâme, nasîhatü’l-mülûk, nasîhatü’l-vüzerâ literatürü içinde tecrübelerine dayanması sebebiyle ayrı bir yere sahiptir. Nahîfî’nin Nasîhatü’l-vüzerâ’sı, Defterdar Sarı Mehmed Paşa’nın Nesâyihü’l-vüzerâ ve’l-ümerâ adlı eseri, Sarı Abdullah Efendi’nin Nasîhatü’l-mülûk’ü de bu kategoriye giren örnekler olarak gösterilebilir.
BİBLİYOGRAFYA
Fâtih Sultan Mehmed, Kānûnnâme-i Âl-i Osman (nşr. Abdülkadir Özcan), İstanbul 2003, tür.yer.
Lutfi Paşa, Âsafnâme (nşr. Mübahat S. Kütükoğlu, Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu’na Armağan içinde), İstanbul 1991, s. 5-25.
Tevkiî Abdurrahman Paşa, Kānûnnâme (MTM, I/3 [1331] içinde), s. 498.
Gazavât-ı Sultân Murâd b. Mehemmed Hân (nşr. Halil İnalcık – Mevlûd Oğuz), Ankara 1978, s. 12, 31.
Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i Vekayiât (haz. Abdülkadir Özcan), Ankara 1995, s. 360-361.
Hadîkatü’l-vüzerâ, tür.yer.
Şem‘dânîzâde, Müri’t-tevârîh (Aktepe), II, 18.
Sicill-i Osmânî, I-IV, tür.yer.
İbnülemin, Son Sadrıazamlar, I-IV.
Mehmet Zeki Pakalın, Son Sadrazamlar ve Başvekiller, İstanbul 1940-48, I-V.
Pakalın, III, 77-89.
Uzunçarşılı, Merkez-Bahriye, s. 111-179.
a.mlf., Saray Teşkilâtı, s. 103.
a.mlf., “Osmanlı Tarihine Ait Yeni Bir Vesikanın Ehemmiyeti ve İzahı ve Bu Münasebetle Osmanlılarda İlk Vezirlere Dair Mutalea”, TTK Belleten, III/9 (1939), s. 99.
Ahmet Mumcu, Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl, Ankara 1963, s. 72-74, 78-82.
a.mlf., Hukuksal ve Siyasal Karar Organı Olarak Divan-ı Hümayun, Ankara 1976, tür.yer.
Danişmend, Kronoloji2, V, 7-108.
Aydın Taneri, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş Döneminde Vezîr-i A’zamlık, Ankara 1974.
Osmanlı Devlet Teşkilâtına Dair Kaynaklar (haz. Yaşar Yücel), Ankara 1988, tür.yer.
Ali Akyıldız, Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilâtında Reform: 1836-1856, İstanbul 1993, tür.yer.
C. V. Findley, Osmanlı Devleti’nde Bürokratik Reform: Bâbıâli 1789-1922 (trc. İzzet Akyol – Latif Boyacı), İstanbul 1994, tür.yer.
M. Âkif Aydın, “Osmanlıda Hukuk”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi (haz. Ekmeleddin İhsanoğlu), İstanbul 1994, I, 402, 404.
Ahmet Emin Yaman, Osmanlı İmparatorluğunda Sadr-ı Âzamlık (1876-1922), Ankara 1999.
a.mlf., “Sadr-ı Âzamlık”, Türkler (nşr. Hasan Celal Güzel v.dğr.), Ankara 2002, XIII, 577-585.
Mehmet Akman, Osmanlı Devleti’nde Ceza Yargılaması, İstanbul 2004, s. 126.
Metin Kunt, “Na‘îmâ, Köprülü, and the Grand Vezirate”, Boğaziçi Üniversitesi Dergisi, I, İstanbul 1973, s. 57-63.
a.mlf., “Ṣadrı Aʿẓam”, EI2 (İng.), VIII, 751-752.
Sevan Nişanyan, “Son Sadrazamlar”, Toplumsal Tarih, sy. 42, İstanbul 1997, s. 36-46.
M. Tayyib Gökbilgin, “Lutfi Paşa”, İA, VII, 98-99.
J. Deny, “Sadrâzam”, a.e., X, 46.
Ş. Turan, “Sinan Paşa”, a.e., X, 674.
Mehmet İpşirli, “Bâbıâli”, DİA, IV, 378-386.
Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2008 yılında İstanbul’da basılan 35. cildinde, 414-419 numaralı sayfalarda yer almıştır.