- 1/2Müellif: MEHMET İPŞİRLİBölüme GitTARİH. “Yüce kapı” anlamında bir tamlama olan Bâb-ı Âlî, yaygınlığı sebebiyle çok defa tek kelime halinde kullanılmıştır. Osmanlılar’da ve genel olara…
- 2/2Müellif: SEMAVİ EYİCEBölüme GitMİMARİ. İstanbul Cağaloğlu’nda son parçası günümüzde İstanbul Valiliği olarak kullanılan binalar topluluğunun kapladığı sahada yer alan, sadrazamların…
TARİH. “Yüce kapı” anlamında bir tamlama olan Bâb-ı Âlî, yaygınlığı sebebiyle çok defa tek kelime halinde kullanılmıştır. Osmanlılar’da ve genel olarak Türkler’de üç dilde kapı, bab ve der kelimeleri “padişah ve sadrazam sarayı, devlet ve hükümet dairesi” mânasında kullanılmıştır. Bu anlamlarıyla Osmanlı öncesi Türk ve İslâm devletlerinde de kullanıldığı görülmektedir. Osmanlılar’da Bâb-ı Hümâyun padişah kapısı ve sarayı, Bâb-ı Âsafî sadrazam kapısı ve sarayı, Bâb-ı Meşîhat şeyhülislâm dairesi, Bâb-ı Seraskerî seraskerlik dairesi, Bâb-ı Defterî defterdârlık dairesi anlamında yaygın olarak kullanılmıştır.
Bâbıâli tabiri XVI ve XVII. yüzyıl kaynaklarında nâdiren Bâb-ı Hümâyun, Dîvân-ı Hümâyun mânasında geçmekte olup o dönemde sadrazam dairesi anlamında kullanılmamıştır. XVIII. yüzyılın özellikle ikinci yarısına ait kaynaklardan Subhî Mehmed, İzzî Süleyman Efendi ve Çeşmîzâde Mustafa Reşîd (ö. 1770) tarihlerinde Bâb-ı Âsafî tabirine rastlanmakta ise de Bâbıâli ifadesi geçmemektedir. Ancak yüzyılın sonlarına doğru “sadrazam dairesi” ve “paşa kapısı” anlamında Bâbıâli kullanılmaya başlanmıştır. Meselâ Halil Nûri (ö. 1798) Fransız elçisinin kabulü münasebetiyle, Edib Mehmed Emin Efendi (ö. 1801) III. Selim’in cülûsunu anlatırken vekāyi‘nâmelerinde Bâbıâli tabirini zikretmişlerdir. Ahmed Vâsıf Efendi ise (ö. 1806) Mehâsinü’l-âsâr’da paşa kapısı anlamında Bâbıâli’yi sıkça kullanmıştır. Aynı şekilde Şânîzâde Mehmed Atâullah (ö. 1826) ve Câbî tarihlerinde de çeşitli vesilelerle Bâbıâli’den bahsedilmektedir. Giderek Batı’daki mânasıyla Osmanlı hükümeti için kullanılan kelime, Avrupalı tarihçi ve seyyahların eserlerinde de “yüce kapı” mânasına Sublime Porte, Hohe Pforte şeklinde kullanılarak tanınmış bir isim haline gelmiştir. XIX. yüzyılda özellikle Abdülmecid ve Abdülaziz’in saltanatlarında ise tek başına Osmanlı hükümetini ifade eden bir tabir olmuştur.
Bâbıâli’yi müştemilâtı, çalışma düzeni ve devlet teşkilâtındaki yeri bakımından nezâretler öncesi ve sonrası, yani 1830’lardan önceki ve sonraki Bâbıâli olarak iki dönemde incelemek gerekir. Hammer, Osmanlı Devleti’nin siyasî ve idarî teşkilâtına dair eserinde Bâbıâli’nin erken dönemini incelemiştir.
Nezâretler Öncesinde Bâbıâli. Osmanlı Devleti’nde klasik dönemde devlet idaresinin beyni Dîvân-ı Hümâyun olmuş, bu durum XVII. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam etmiştir. Bundan sonra Dîvân-ı Hümâyun cülûs bahşişi, askere mevâcib dağıtılması ve elçi kabulü gibi merasimlere münhasır sembolik bir kurula dönüşmüş, ancak Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar sadâret bünyesi içerisinde yerini korumuştur. XVIII. yüzyılın sonlarında ise sadrazamın başkanlığındaki teşkilâta Bâbıâli denilmeye başlanmıştır. Bu döneme gelinceye kadar sadrazamların ikametleri ve devlet işlerini görmeleri için resmî belli bir yerleri bulunmadığından, Topkapı Sarayı’na yakınlığı sebebiyle bugünkü Bâbıâli çevresinde muhtelif konak ve binaları resmî daire ve ikametgâh olarak kullanmışlardır. XIX. yüzyıldan itibaren Bâbıâli bahçesi ve binaları, yangınlar sebebiyle bir iki geçici yer değişikliği dışında Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar sadâret dairesi olarak kullanılmış, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra ise burası İstanbul Valiliği’ne tahsis edilmiştir.
Paşa Kapısı ve sonraları Bâbıâli, bu yoğun merkezî idareyi yürütmek için kendine has, sık sık değişen ve gelişen bir teşkilâta sahipti. Bu teşkilâtta sadrazamın başkanlığında kâhya bey (kethüdâ-yı sadr-ı âlî), reîsülküttâb ve çavuşbaşı adıyla başlıca üç yetkili âmir ve onlara bağlı çok sayıda kalem (büro) mevcuttu.
Nezâretler öncesi dönemde sadrazamın Bâbıâli’deki teşkilâtını Harem Dairesi, Selâmlık Dairesi ve Kalem Dairesi şeklinde başlıca üç kısma ayırmak mümkündür. Sadrazamlar göreve başladıklarında kendi köşk ve yalılarını bırakarak saraya yakın olması sebebiyle ve gece gündüz devlet işleriyle ilgilenebilmek için Bâbıâli’nin Harem Dairesi’ne taşınırlar, ancak zaman zaman dinlenmek için kendi köşk ve yalılarına giderlerdi. Sadrazamın Harem Dairesi Beşir Ağa Mescidi tarafında Tomruk kısmında olup burada aile efradının kaldığı çeşitli odalar, ara kısımlar ve geçitler bulunmaktaydı. Her türlü merasimin ve belli başlı toplantıların yapıldığı Selâmlık kısmı ise Nallı Mescid yakınında bulunuyordu. Bunların dışında resmî daire olarak kullanılan birçok kalem odası vardı. Bu dönemde Bâbıâli’nin Selâmlık ve Kalem kısmının başlıca odaları Arz Odası, Divanhâne, kürk, kethüdâ bey, reîsülküttâb, âmedî, beylikçi, büyük ve küçük tezkireci, tahvil kalemi, ruûs kalemi, mühimme kalemi, çavuşbaşı, mektûbî kalemi, kethüdâ kâtibi, kapıcılar kethüdâsı, teşrifatçı, sarık ve hazine odaları ile hünkâr köşkü ve havuzlu köşkten ibaretti (Uzunçarşılı, Merkez-Bahriye, s. 265-266). Bunların içerisinde en önemlisi ise Divanhâne ile Arz Odası idi. Divanhâne sadrazamın divan akdettiği salondur. Mevcut bir plandan, Bâbıâli’de 1821’de toplanan bir meşveret meclisinde Divanhâne’de devlet erkânının nerelere, hangi sıra ile oturdukları anlaşılmaktadır (BA, KK, nr. 677 mükerrer, s. 25). Arz Odası ise sadrazamın her türlü kabul resmini ve merasimleri yaptığı salondur.
Dîvân-ı Hümâyun’un önemini kaybederek idarenin Paşa Kapısı’na kayması üzerine “hademe-i bâb-ı âsafî” adını alan kethüdâ, reîsülküttâb, çavuşbaşı, büyük ve küçük tezkireciler, teşrifatçı, kethüdâ kâtibi, mektûbî gibi doğrudan sadrazamın yardımcısı ve maiyeti durumundaki görevliler Bâbıâli’de yer aldılar. Bunların Bâbıâli’de büroları ve ikametgâhları vardı.
Sadâret kethüdâsı başlangıçta resmî sıfatı olmadığından protokolde yer almaz, ancak bütün işlerde sadrazamın başyardımcısı olarak çalışırdı. Kethüdânın Bâbıâli’deki dairesi Alay Köşkü karşısındaki büyük kapının üzerindeydi. Pek çok yardımcısı bulunan kethüdâ daha çok dâhilî işlerle uğraşırdı. Vilâyetlere giden yazılar ve gelenlerin cevapları burada hazırlanır, incelenir, asılları gönderilir, sûretleri ise defterlere kaydedilirdi. Bugün Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde 1150’den (1737) itibaren tutulmuş kethüdâ kalemine ait defterler bulunmaktadır (BA, KK, Kethüdâ Kalemi Defterleri). Kethüdânın maiyetinde çeşitli askerî, idarî ve adlî makamların Bâbıâli nezdindeki işlerini takip etmek, aradaki haberleşmeyi sağlamak üzere çok sayıda görevli bulunurdu. Genel olarak dâhilî asayişten ve idareden sorumlu olan sadâret kethüdâlığı 1835’te Mülkiye Nezâreti’ne dönüşmüş, bir yıl sonra ise bu nezâretin adı Dahiliye Nezâreti’ne çevrilmiştir (Lutfî, V, 29-30, 99; Sicill-i Osmânî, IV, 800-806).
Bâbıâli’deki ikinci büyük büro reîsülküttâbın dairesi idi. Bürokrasinin başı, bütün kâtiplerin ve kalemlerin şefi durumunda olan bu yetkili sadâret teşkilâtındaki her türlü yazışmayı idare ederdi. Kendisine bağlı beylikçi, tahvil ve ruûs kalemleri adıyla üç büro bulunmaktaydı. Bunlardan beylikçi kendisinin başyardımcısı, 1770’lerde kurulan âmedî kaleminin başkanı âmedci ise özel kalem müdürü durumundaydı. Reîsülküttâblık 1835’te çıkarılan bir fermanla (ferman metni için bk. Hariciye Nezâreti Salnâmesi [1302], s. 162-163) Umûr-ı Hâriciyye Nezâreti’ne dönüşmüştür. Dahiliye ve Umûr-ı Hâriciyye nezâretleri Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar Bâbıâli’nin iki temel teşkilâtını oluşturmuş, iç ve dış siyasetin belirlenmesinde en önemli iki kurum olmuştur. Memurları dâhilî ve hâricî diye sınıflara ayrılmış, her birine maaşlar tahsis edilmiştir (Lutfî, V, 132).
Nezâretler öncesi dönemde Bâbıâli’de üçüncü büyük büro çavuşbaşıya bağlı daire idi. Adalet ve polis teşkilâtı ile yakından alâkalı olan çavuşbaşı suçluların yakalanması ve cezalandırılması ile ilgili işleri idare ederdi. Çavuşbaşı sadrazama verilen arzuhalleri ya bizzat kendisi inceler veya tezkirecilere inceletir, sonra bunları ilgili mahkemelere havale ederdi. Ancak bu hususta sadrazamın “sah” şeklindeki olurunu alması gerekirdi. Buna göre çavuşbaşı sadrazamın icra kuvvetinin uygulanmasında en önemli yardımcısı ve vekili idi. Çavuşbaşının emri altında çok sayıda çavuşlar vardı. Hammer bunların sayısını 630 olarak vermektedir (Hammer [trc. Halit İlteber], s. 577). Çavuşbaşılık 1836 yılında Deâvî Nezâreti adını aldı. Ahmed Lutfi Efendi Deâvî nâzırının Bâbıâli’de büyük bir dairesi ve maiyetinde büyük ve küçük tezkireci adıyla iki yetkili kimse bulunduğunu, bunların verilen arzuhalleri havale ettiğini zikreder (Târih, X, 51-52). Bâbıâli civarında Tomruk Dairesi adını taşıyan hapishane de bu nezârete bağlı idi. Huzur mürâfaalarına Deâvî nâzırı da katılırdı. Deâvî nâzırının iki yardımcısı, Deâvî kesedarı, birçok çavuştan oluşan yardımcıları ve maiyeti vardı. 1870 yılında Adliye Nezâreti’nin kurulması ile Deâvî Nezâreti kaldırıldı.
Bâbıâli’de üst düzeydeki bu üç görevliden sonra ikinci derecede büyük ve küçük tezkireciler, mektupçu, beylikçi, teşrifatçı ve kâhya kâtibinin oluşturduğu altı müsteşar gelmekteydi. Bunlardan büyük ve küçük tezkireciler bir dereceye kadar çavuşbaşına tâbi idiler ve öğleden önceki zamanlarını genellikle çavuşbaşı salonunda geçirir, verilen arzuhallere cevap yazarlardı. Sarayda ve Bâbıâli’de toplanan divanlarda sadrazamın yakınında bulunarak sunulan arzuhalleri okurlar, sadrazamın vereceği kararları kaydederlerdi. Ayrıca sadrazam adına vilâyetlere, mahkemelere, askerî birliklere ve âyanlara gönderilecek buyrulduları kaleme alırlardı.
Sadrazamın özel kalem müdürü durumunda olan mektupçu efendi, sadâret dairesinden çıkan çeşitli yazıların düzenlenmesiyle meşgul olurdu. Mektupçuya ait kalemde otuz kadar kâtip bulunurdu. Mektupçu vilâyetlerden gelen yazıların özetlerini çıkarır, asıllarıyla birlikte sadrazama arzederdi. Beylikçi sadâretteki kalemlerin şefi ve reîsülküttâbın başyardımcısı durumunda idi. Önemli ve mahrem yazışmalar beylikçi tarafından kaleme alınırdı. Teşrifatçı başlangıçta Dîvân-ı Hümâyun’a bağlı iken III. Ahmed zamanında Bâbıâli’ye yani doğrudan sadrazama bağlanmıştır. Kâhya kâtibi ise kâhya beyin resmî ve özel işlerine bakmakla görevliydi.
Bunlardan başka doğrudan doğruya Bâbıâli heyetine dahil olmamakla birlikte devamlı orada bulunarak temsil ettikleri makamın işlerini takip eden, irtibatı sağlayan memurlar vardı. Bunlar şeyhülislâmın kâtibi olan telhisçi, beylerbeyilerin adamları olan kapu kâhyaları, mültezimlerin, Eflak-Boğdan voyvodalarının ve Rum ve Ermeni patriklerinin kapu kâhyaları, devlet erkânının, ulemânın kapu çuhadarları, yabancı sefâretlerin Bâbıâli nezdindeki işlerini takip eden tercümanlardı.
Nezâretler öncesi dönemde Bâbıâli’nin çalışma düzeni kendine has bazı özellikler taşımaktadır. Geniş kadrolara sahip bu üç âmir müstakil olmaktan ziyade sadrazamın maiyeti durumundadır. Bu dönemde Bâbıâli iç ve dış siyasette tavır ve telakki bakımından önemli ölçüde eski geleneği devam ettirmektedir.
Yine bu dönemde Bâbıâli politikalarının ve kararlarının oluşmasında meşveret meclisleri önemli bir merhaleyi teşkil ediyordu. İç ve dış meseleleri görüşmek üzere toplanan bu meclislerin belirli bir zamanı olmadığı gibi sabit bir yeri de yoktu. Başta Bâbıâli olmak üzere sarayda, Bâb-ı Meşîhat’ta, Ağa Kapısı’nda toplanabilirdi. Meşveret meclisleri, Dîvân-ı Hümâyun’dan Tanzimat dönemi meclislerine geçişi sağlayan ara kurum niteliğindedir. Aslında bu tür meclisler Osmanlı Devleti’nin başlangıcından beri hemen her devirde toplanmış ise de resmî bir kurum haline gelmemiştir. İç siyasetle ilgili meclislerde kadronun daha geniş tutulduğu, dış siyasetle ilgili meşveretlerde ise daha dar tutulduğu görülmektedir. Sadrazam, şeyhülislâm ve reîsülküttâb dışında konunun mahiyetine ve duruma göre vezirler, kazaskerler, kaptanpaşa ve bir hayli hâcegânın (daire şefleri) katıldığı bu meclislerin toplanması için padişah Bâbıâli’ye bir hatt-ı hümâyun gönderir, bazan hatt-ı hümâyun olmadan da toplantı yapılırdı.
Nezâretler Sonrası Bâbıâli. 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ve özellikle 1830’lardan sonra nezâretlerin kurulması ile Bâbıâli tedrîcen yeni teşkilât ve çalışma dönemine girmiştir. Bu dönem Avrupa tarzı hükümet ve idarenin model alındığı devredir.
Yeni Meclisler. Tanzimat arefesinde 1838’de teşkil edilen Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye ile Dâr-ı Şûrâ-yı Bâbıâlî adlı iki meclis Bâbıâli’nin gelişmesinde ve çalışmalarında önemli bir merhaleyi oluşturmuştur (Takvîm-i Vekāyi‘, nr. 163 [11 Muharrem 1254]).
II. Mahmud’un, giriştiği köklü reformların zaman zaman toplanan meşveret meclislerinde görüşülmesini yetersiz bularak düzenli ve etraflı bir şekilde bunların incelenmesi ve sonuçlandırılması için üst seviyede bir kurula ihtiyaç duyması üzerine kurulan bu iki meclisin üyeleri üst kademedeki devlet erkânından oluşmaktaydı. Bunlar faaliyetlerini yürütebilmek için geniş bir kâtip ve memur kadrosuna sahipti. Meclis-i Vâlâ ile Dâr-ı Şûrâ arasında sıkı bir iş birliği gerekiyordu. Dâr-ı Şûrâ’da alınan kararlar Meclis-i Vâlâ’ya gider, görüşülüp kabul edilenler sadrazamın tasvibinden sonra padişahın tasdikiyle kesinlik kazanırdı. Tanzimat’ın ilânından sonra her iki meclis birleştirildi (1840) ve Bâbıâli’deki yeni binasına taşındı. Çalışmalarına burada aralıksız devam eden yeni meclis, 1854’te Meclis-i Âlî-yi Tanzîmat ve Meclis-i Ahkâm-ı Adliyye olarak tekrar ikiye ayrılmış, 1861’de yeniden birleştirilmiştir. 1868’de ise Âlî Paşa’nın gayretleriyle Şûrâ-yı Devlet ve Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye adlarıyla yeniden ikiye ayrılarak son şeklini almış, idarî işler Şûrâ-yı Devlet’e, yargı ise Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye’ye verilmiştir. Şûrâ-yı Devlet heyetinin topluca bir dairede bulunmasını ve düzenli çalışmasını sağlamak için Bâbıâli’nin tek katlı daireleri üzerine bir kat daha ilâve edilerek 1869’da buraya taşınmıştır (Lutfî, XII, 62).
Bâbıâli Heyeti. XIX. yüzyılın ikinci yarısında salnâmelerde Bâbıâli heyeti adı altında Sadâret Dairesi, Şûrâ-yı Devlet, Dahiliye Nezâreti, Hariciye Nezâreti yer almaktadır. Sadârette sadâret müsteşarı, teşrîfât-ı umûmiyye nâzırı, âmedî-i Dîvân-ı Hümâyun, teşrîfât-ı Dîvân-ı Hümâyun, beylikçi-yi Dîvân-ı Hümâyun, mektûbî-i sadr-ı âlî, Bâbıâli evrak müdürü, hazîne-i evrak müdürü ve tercümân-ı sadâretten oluşan dokuz kişilik yönetici kadroya bağlı dairelerde bazı farklılıklarla birlikte muavin, mümeyyiz, başkâtip, kâtipler, serhalife, müsevvid gibi memurlar ve birçok yardımcı yer almaktadır. Şûrâ-yı Devlet, Dahiliye ve Hariciye nezâretlerinin de Tanzimat döneminde zaman zaman değişikliğe uğrayan birçok daire ve kalemleri vardı. Bu değişiklikleri devlet salnâmelerinden takip etmek mümkün olmaktadır.
1847 yılından itibaren yayımlanmaya başlanan devlet salnâmelerinin ilk sayılarında devlet teşkilâtı hakkında özel bilgiler verilmekte, devlet ricâli seyfiye, ilmiye, kalemiye başlıkları altında toplanmakta, Bâbıâli teşkilâtına ayrıca temas edilmemektedir. Salnâmelerde Hey’et-i Vükelâ’yı oluşturan şeyhülislâm, serasker, Tophâne müşiri, Bahriye, Adliye, Maliye, Evkāf-ı Hümâyun, Ticaret ve Nâfia, Maârif-i Umûmiyye nâzırları Bâbıâli heyeti içinde gösterilmekte, ancak bu devlet erkânına bağlı olan nezâretler Bâbıâli heyetinin dışında verilmektedir. Burada bir çelişki var gibi gözükmekte ise de aslında Sadâret, Dahiliye, Hariciye nezâretleri ve Şûrâ-yı Devlet Bâbıâli’nin merkez birimlerini teşkil etmekte ve Bâbıâli binalarında çalışmaktadır. Diğer nezâretler ise Bâbıâli’nin geniş teşkilâtını meydana getirmekte ve İstanbul’da çeşitli binalarda faaliyet göstermektedir. Şeyhülislâm, serasker ve diğer vezirler sadrazamın başkanlığında Bâbıâli’de toplanan heyette yer almakta, “mes’ûliyyet-i vükelâ” prensibiyle her biri ayrı ayrı sorumluluk üstlenmektedir. Nitekim Bâbıâli Şûrâ-yı Devlet kararlarının altında yukarıda sayılan devlet erkânının isim ve mühürlerinin yer alması, onların Bâbıâli heyetinde yer aldığını açıkça göstermektedir. Bu nâzırlara bağlı nezâretler ise organik bağı dolayısıyla Bâbıâli’nin geniş kadrosunu oluşturmaktadır.
Bâbıâli Kâtiplerinin Yetişmesi. Osmanlı Devleti’nde yönetici zümre XV ve XVI. yüzyıllardan itibaren seyfiye, ilmiye, kalemiye ve son olarak da mülkiye adlarıyla bilinmekteydi. Bunlardan ilmiye medreseden, seyfiye ise acemi oğlanlar ve Enderun Mektebi’nden yetişiyordu. Kalemiye zümresi için belirli bir okul yoktu. Bazan medresede veya sarayda yetişenlerden kalem hizmetine geçenler bulunuyordu. Ancak kalemiye zümresinin esas yetişme tarzı “üstad-şâkird” münasebeti içerisinde oluyordu. Kur’ân-ı Kerîm’i okumayı, Arapça temel kaideleri ve bazı ezber parçalarını evlerde ve camilerdeki özel derslerden kendi gayretleriyle öğrenen çocuklar yaklaşık on iki on dört yaşlarında Bâbıâli kalemlerine şâkird olarak devam ederlerdi (Lutfî, IV, 115-116).
Bâbıâli’de şâkirdlerin yetişmesini sağlayacak başlıca iki daire mevcuttu. Birinci ve en önemlisi reîsülküttâbın idaresindeki Dîvân-ı Hümâyun Kalemi, diğeri ise Kethüdâ Bey Dairesi idi. Şâkirdler bu kalemlerde “hâce” denilen üstatlardan sülüs, reyhânî, ta‘lik, divanî ile bu sırada gelişmiş olan ve Bâbıâli bürolarında en çok kullanılan rik‘a hatlarını, fenn-i inşâ ve fenn-i kitâbet denilen “üslûplu” yazı yazma sanatını öğrenirlerdi. Talebenin kaleme intisaptan önce aldığı Arapça ve Farsça dersler, “Bâbıâli üslûbu”nu öğrenmesi için yeterli olmadığından çoğunlukla mesai saatleri dışında kalemlerde Arapça ve Farsça dersleri almaları zaruri görülmüştür.
Ancak nezâretlerin kurulduğu ve Tanzimat’ın hazırlıklarının yapıldığı dönemde bu tür bir kalem eğitimi yeterli bulunmamış, Bâbıâli ve Bâb-ı Defterî kâtiplerinin yetişmesi için düzenli bir okula ihtiyaç duyulmuştur. Bu eksiklikleri gidermek üzere 1839’da Bâbıâli civarında Mekteb-i Maârif-i Adliyye açılmıştır. İlk planda Bâbıâli ve Bâb-ı Defterî kalemlerinin kâtipleri ve orada çalışanların çocuklarının alındığı mektebin ders programında Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca’ya yer verilmiş, ayrıca divanî, sülüs, rik‘a, siyâkat gibi hat dersleri, edebiyat (meânî, beyân, bedî‘), mantık ve özellikle yazı sanatının incelikleri üzerinde durulması öngörülmüştür. Halk arasında daha çok Mekteb-i İrfâniyye veya Mekteb-i İrfân adıyla meşhur olan bu eğitim kurumundan daha sonra önemli devlet hizmetlerinde bulunan birçok kimse yetişmiştir. Mekteb-i Maârif-i Adliyye 1862’de Mekteb-i (Mahrec-i) Aklâm’a dönüşmüştür.
Abdülmecid’in annesi Bezmiâlem Vâlide Sultan tarafından 1849 yılında II. Mahmud Türbesi yakınında Dârülmaârif adıyla kalemlere uzman yetiştiren ikinci bir mektep açılmıştır. Mektebin tek hedefi memur yetiştirmek olmamakla birlikte bu noktanın ağırlıkta olduğu belirtilmiştir. Dârülmaârif 1872’de kaldırılarak idâdîye dönüştürülmüştür.
Rüşdiye tahsilinin üstünde iyi devlet memuru yetiştirmek maksadıyla 1862 yılında Maarif Nâzırı Kemal Efendi’nin teşebbüsü ile Mekteb-i Aklâm adıyla üçüncü bir mektep açılmıştır. Mektebin adı bir süre sonra Mahrec-i Aklâm olmuştur. Buraya iyi öğrenci alabilmek için giriş imtihanları oldukça sıkı tutularak Meclis-i Maârif’te yapılmıştır. Mektebin ders programı üç sınıf halinde düzenlenmiş, bu sınıflarda Arapça, Farsça, Fransızca, Türkçe imlâ ve inşâ, hat, cebir, coğrafya, târîh-i umûmî, resim, rik‘a gibi dersler okutulmuştur. Bu mektep 1876 yılına kadar devam etmiş, bu tarihte daha yüksek seviyeli devlet memuru yetiştirmek üzere Mekteb-i Fünûn-ı Mülkiyye açılmıştır.
Bu mekteplerin dışında Bâbıâli görevlilerinin yetişmesinde Bâbıâli Tercüme Odası’nın da önemli rolü olmuştur. Osmanlı Devleti’nde dış münasebetlerde her türlü resmî tercüme faaliyetlerini Dîvân-ı Hümâyun tercümanları yapardı. Bu hizmeti XVI. yüzyılda dil bilen mühtedi müslümanlar yürütmüşlerdir. Daha sonra bu önemli görev Fenerli Rum ailelerin tekeline geçmiş, 1821 Yunan İsyanı sırasında Rum tercüman Stavraki Arastarçi’nin hıyaneti sebebiyle idamına kadar onların elinde kalmıştır. Bundan sonra bu göreve dil bilen müslümanların tayin edilmesi yoluna gidilmiştir. Diplomasinin giderek yoğunluk kazanması ve o nisbette tercüme işlerinin artması sebebiyle II. Mahmud 1833’te Bâbıâli Tercüme Odası’nı kurmuştur. Ancak Dîvân-ı Hümâyun tercümanlığı görevi de ayrıca devam etmiş ve Tercüme Odası ile iş birliği halinde çalışmıştır. III. Selim’den sonra kapatılan dâimî elçilikler 1834’ten sonra yeniden açılmış, dış temsilciliklere Batı’yı tanıyan, dil bilen, büyük çoğunluğu Bâbıâli Tercüme Odası’nda yetişmiş gençler gönderilmiştir. Tercüme Odası Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam etmiş ve geniş bir kadrosu olmuştur. 1314 (1896) tarihli Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye Salnâmesi’ne göre Dîvân-ı Hümâyun tercümanlığında vezir rütbesinde sadece bir kişinin bulunmasına karşılık Tercüme Odası’nda Dîvân-ı Hümâyun mütercim-i evveli ve muavini, mühimme müdür ve muavini, serhalife, üç mümeyyiz, evrak müdürü, muavini ve mümeyyizinden oluşan, sadece biri gayri müslim on bir kişi çalışmaktaydı (s. 202-205).
Mektep gibi faaliyet gösteren bu müesseseden, Tanzimat sonrasının başta Reşid, Âlî, Fuad ve Ahmed Vefik paşalar olmak üzere birçok devlet adamı ile dış temsilciliklerde bulunan pek çok diplomatı yetişmiştir.
Bâbıâli’nin Çalışma Düzeni. Bâbıâli’yi en çok meşgul eden konular dış ve iç siyasetin meseleleriydi. XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren diplomasinin önemi artmış, Osmanlı Devleti Batı’nın daima müdahalesine, sık sık ültimatomlarına mâruz kalmıştı. İngiltere, Fransa ve giderek güçlenen Rusya’nın Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışması Bâbıâli’yi fevkalâde rahatsız etmiş ve çeşitli diplomatik yollarla karşılık vermeye zorlamıştır. Nâmık Kemal Bâbıâli’nin başarısızlığına sebep olarak yabancı müdahalelerini göstermekte ise de bu tür diplomatik müdahale ve rahatsızlıkların devlet erkânının tecrübesini arttırdığı, onları dış siyasette olgunlaştırdığı da bir gerçektir.
1793’te kurulan dâimî ikamet elçilikleri, yabancı devletleri ve mütekabiliyet esasına dayanan diplomasiyi tanımada önemli bir merhale oldu. Ancak gönderilen elçilerin yeterli tecrübeye sahip olmamaları, diplomasideki acemilikleri ve dil noksanlıkları gibi sebeplerle bu elçilerden gereği gibi fayda sağlanamadı. Bazan elçilerin vukufsuzluğu sebebiyle Bâbıâli’ye ve saraya tamamen yanlış bilgi verdikleri ve skandala yol açtıkları bile olurdu. Dış meseleler ve bilhassa Osmanlı ülkesinde stratejik, dinî ve etnik açılardan önemi olan ve sık sık müdahalelere yol açan konular hakkında doğru bilgi sahibi olmak maksadıyla Bâbıâli bölgenin uzmanı kişileri bizzat o bölgeye göndererek lâyihalar hazırlatır ve hükümet politikalarının belirlenmesinde bunların önemli rolü olurdu. 1876 sonrasında ise bu nevi lâyihaları Abdülhamid bizzat kendisi hazırlatmıştır. Bu türden yüzlerce lâyiha halen Yıldız Arşivi’nde bulunmaktadır (BA, Yıldız Tasnifi Katalogu). Diğer taraftan İstanbul’da yabancı elçilerin Bâbıâli’yi sık sık ziyaret ederek kendi ülkelerinin menfaati için diğer devletlerin tasavvur ve faaliyetleri hakkında ihbar ve ikazlarda bulundukları da olurdu. Yabancı devlet elçilerinin verdikleri bu tür bilgilerin Bâbıâli’nin dış siyasetinde ve denge politikasında önemli rolü olmuştur. Elçilerin Bâbıâli ile temasları çeşitli şekillerde olurdu. Eğer elçi tarafından bir görüşme talebi olursa tercümanı Bâbıâli’ye gelerek elçinin reîsülküttâb veya daha sonraki dönemde Hariciye nâzırı ile görüşmek istediğini bildirirdi. Elçilerin siyasî, ticarî ve dinî taleplerini takrir halinde bildirmesi de mümkündü. Bâbıâli’nin çok sık olmamakla birlikte bir elçiyi davet ederek herhangi bir konuda kendisinden bilgi aldığı, devletinin görüşünü sorduğu veya memleketine iletmek üzere kendisine bilgiler verildiği olurdu. Elçilerin resmî ziyaretlerinde Bâbıâli’de merasim yapılır, kendilerine hil‘atler giydirilirdi. Bu görüşmelerde denge siyasetine ve yerleşmiş protokole âzami itina gösterilirdi.
XIX. yüzyıl boyunca Bâbıâli’yi en çok meşgul eden ikinci konu ise iç siyaset ve ülke yönetimi idi. Bu yüzyılda merkez teşkilâtında olduğu gibi eyalet teşkilâtında da pek çok değişiklik yapılmış, bunları takip etmek âdeta imkânsız olmuştu. Bu düzenlemelerin yanında eyaletlerin etnik ve dinî yapısından ve ekonomik durumundan kaynaklanan birçok problemi vardı. Bâbıâli uzmanların yukarıda belirtilen lâyihalarına dayanarak çeşitli ıslahatlar yapmaya gayret ederdi. Bazan ihtilâflı yerlere uzun veya kısa vadeli müfettişler gönderilerek huzursuzluklar hakkında bilgi alınırdı. Meselâ 1861’de çeşitli problemlerin mevcut olduğu Beyrut’a giden Fuad Paşa’nın meselenin halli için gönderdiği raporlar ve mektuplar önemlidir (Lutfî, X, 17).
Diğer taraftan gayri müslim cemaatlerin meseleleri (millet sistemi) Bâbıâli’yi en çok meşgul eden hususlardan biri idi. Rum, Ermeni ve yahudi cemaatlerinin kendilerince oluşturulacak kurullar vasıtasıyla Bâbıâli’nin nezâretinde durumlarını yeniden gözden geçirmeleri, sahip oldukları muafiyet ve imtiyazlar ve yapacakları reformlar hakkında Bâbıâli’ye bilgi vermeleri 1856 Islahat Fermanı’nda ifade edilmiştir.
Eyaletlerin işlerini Bâbıâli bünyesinde eyalet kethüdâsı denilen görevliler takip ederdi. Bunlar beylerbeyilerin Bâbıâli’deki adamları ve iş takipçileri durumunda idiler. Lutfî Efendi’nin verdiği bilgiye göre taşradaki vezir ve valiler, İstanbul’daki kapu kethüdâsı ve kapu çuhadarları vasıtasıyla merkezle haberleşirlerdi. Ancak bu şahıslar devletin tayin ettiği kimseler olmayıp valilerin adamları idiler. Vali azledilince kapu kethüdâsı da kendiliğinden azledilmiş olurdu. Bu durum ise hizmetlerde devamlılığa engel oluyor ve işlemlerin aksamasına yol açıyordu. İdarede yapılan ıslahat sırasında kethüdâlığın da bir esasa bağlanması hususu Bâbıâli’de görüşülmüş ve valilerin değişikliğinde bunların değişmemesi, devamlı olarak temsil ettiği eyaletin işlerini takip etmesi benimsenmiştir. Kethüdâlar için Bâbıâli bünyesinde bir daire tahsis edilerek posta günlerinde gelip giden evrakın kayıt işiyle ve eyaletin meseleleriyle ilgilenmeleri kabul edilmiştir.
Bâbıâli’de geçici komisyonlar teşkili de sık sık görülen bir uygulama idi. İdarî, siyasî ve malî konuların görüşülmesi ve çözümü için uzmanlardan oluşan geçici komisyonların kurulduğu, bu çalışmaların Bâbıâli icraat ve kararlarında yol gösterici olduğu bilinmektedir. Uzmanlardan oluşan ve belli bir konuyu görüşen bu nevi komisyonlar meşveret meclislerinden tamamen ayrıdır.
Bâbıâli’de halkın davalarının dinlenmesi de önemli bir husustu. Nezâret öncesi dönemde huzur mürâfaası denilen sadrazamın huzurunda bakılan davalar vardı. Bâbıâli’de sadrazam divanında cuma günü Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, çarşamba günleri ise İstanbul kadısı halkın davalarını dinlerdi. G. A. Olivier, halkın davalarını sadrazamın bu iki mahkemesine götürmeye gayret ettiklerini, bunun sebebinin ise bu mahkemelerde yalancı şahitliğin pek mümkün olamayacağı gibi davaların da çok kısa zamanda sonuçlanıp cezanın hemen verilmesi olduğunu belirtir (Türkiye Seyahatnâmesi, s. 136). Ancak 1838’de sadâretin başvekâlete dönüşmesiyle Dahiliye Nezâreti’nin işleri de başvekâlete devredilmiş, muâmelâtın artması üzerine huzur mürâfaalarının Bâbıâli’den Bâb-ı Meşîhat’a nakledilmesi kararlaştırılmıştır.
Saray-Bâbıâli Münasebetleri. Osmanlı Devleti’nde başlangıçtan itibaren her dönemde saray ile sadâret arasında sıkı bir ilişki olmuştur. Ancak devlet teşkilâtında köklü ve Batı modeli değişikliklerin yapıldığı ve yeni bir hukukî statünün belirlendiği XIX. yüzyılda saray ile Bâbıâli arasında daha farklı münasebetlerin olduğu görülmektedir. Saraydan Bâbıâli’ye sık sık hatt-ı hümâyunlar gelir, bunlar içerisinde günlük hayatı ilgilendirenler çok olurdu. Halkın şikâyet ve teşekkürünü ifade eden arzuhallerin gereğinin yapılması için Bâbıâli’ye gönderilmesi, sadrazam, Hariciye nâzırı, kaptan paşa, üst seviyedeki idarecilerin tayini, meşveret talebi gibi mûtat idarî konularla ilgili hatt-ı hümâyunlar olabileceği gibi cülûs-ı hümâyunu, şehzade ve sultan doğumunu, Tanzimat dönemi padişahlarının ilk defa başlattıkları yurt içi ve özellikle yurt dışı seyahatlerinden dönüşünü bildirmek için gönderilmiş hatt-ı hümâyunlar da olabilirdi. Bunların dışında Islahat Fermanı’nın bildirilmesi ve okunması gibi önemli hususlar için de Bâbıâli’ye hatt-ı hümâyun gönderilirdi. Bütün bu hatt-ı hümâyunlar Mâbeyin başkâtibi eliyle Bâbıâli’ye ulaştırılırdı. Özellikle toplumu ilgilendiren hatt-ı hümâyunlar için Bâbıâli ricâli, vekiller, İstanbul’daki gayri müslim cemaatlerin reisleri davet edilir, bunlar büyük bir kalabalık huzurunda Bâbıâli’de okunur, böylece herkese tebliğ edilmiş olurdu (Lutfî, X, 89; Danişmend, IV, 174). İdarecilere ihtar niteliğinde gönderilen hatt-ı hümâyunlar ise sadece ilgililere okunur, bazan Bâbıâli’den cevabî bir arz gönderildiği de olurdu.
Bâbıâli’de Bazı Merasimler. Bâbıâli’de normal çalışma düzeni içinde ve dışında birçok merasimin yer aldığı görülmektedir. Bunların başında her sene muharrem ayının girişinden sonra padişahın Bâbıâli’yi ziyareti gelirdi. Özellikle Abdülmecid devrinde düzenli olarak takip edilebilen bu ziyaretlerde padişah Bâbıâli’deki özel dairesine gelir, Meclis-i Vâlâ’nın açılışında bulunarak bir önceki yılın icraatını hulâsa eden ve değerlendiren “nutk-ı pâdişâhî” okunurdu. Burada mûtat konuşmaların dışında Osmanlı Devleti’nde görülen yeniliklerin ve ıslahatın değerlendirilmesinin yapıldığı da olurdu. Nitekim 1868 yılında Abdülaziz Bâbıâli’yi ziyaretinde irad ettiği adaletin temini ağırlıklı nutkunda devlet ve hükümetin vazifelerinden, özellikle hukuk ve adaletin sağlanmasından, hürriyetin mahiyetinden bahsettikten sonra Osmanlı Devleti’nde halkın refahı için yaptığı çalışmalara etraflı bir şekilde temas etmiş ve Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye adıyla yeni bir meclisin açılışından bahsetmiştir. Padişahın bu konuşmasına Avrupa basını da geniş şekilde yer vermiştir (Lutfî, XII, 11-13). Bu ziyaretlerde devlet ricâli taltif edilir ve çeşitli merasimler yapılırdı. Ancak Bâbıâli ziyaretleri her zaman nezâket ziyareti olmaz, iç veya dış buhranların olduğu nazik dönemlerde padişahın Bâbıâli’yi ziyaret edip sert tavırlar takındığı, cezalar verdiği de olurdu (Cevdet, Ma‘rûzât, s. 12-13).
Bâbıâli’de ramazan ve kurban bayramlarında belli bir merasim çerçevesinde bayramlaşma yapılırdı. Burada sadrazam memurların ve diğer Bâbıâli görevlilerinin bayramlarını tebrik ederdi. Cülûs-ı hümâyunda yeni padişahın fermanı Bâbıâli’ye ulaştığında devlet ricâlinin huzurunda merasimle okunurdu (Lutfî, X, 10). Yeni sadrazamın Bâbıâli’ye gelişi de merasimle olurdu. Sadâret alayı denilen bu merasimde sadrazamların Bâbıâli’ye atla gelmesi âdetti. Bu âdete Tevfik Paşa’nın ilk sadâretine kadar devam edilmiş, daha sonra araba kullanılmış, son olarak da sadrazamlar otomobille gelir olmuşlardı (Danişmend, IV, 454).
Bâbıâli önünde halkın gösteriler düzenlediği, hükümetin icraatını protesto yürüyüşü ve çeşitli konuşmalar yaptığı da olurdu. Bu nevi gösteriler özellikle XX. yüzyıl başlarında İttihat ve Terakkî döneminde daha çok yapılır olmuştu (Danişmend, IV, 336, 348, 376, 397-400).
Yabancı devlet elçileri yeni göreve başladıklarında veya terfi gibi statü değişikliklerinde itimatnâmelerini sunduklarında, kendi devletleriyle ilgili bazı önemli haberleri bildirmek için Bâbıâli’ye geldiklerinde tören yapılır, elçiye çeşitli hediyeler verilirdi. Bu münasebetle vükelânın bazan iâde-i ziyarette bulunduğu da olurdu.
Yazışmalar. XIX. yüzyıl klasik Osmanlı asırlarından pek çok hususta olduğu gibi yazışma dili ve tekniği açısından da farklı bir dönemdir. Batı ile çok sıkı diplomatik münasebetler, Avrupa bürokrasisinin benimsenmesi, “hâcegân” denilen üst seviyedeki kâtip zümresinin artık daire ve kalemlerde yetişmek yerine mekteplerde yetişmeye başlamasıyla yeni bir yazışma anlayışının gelişmesi önemli değişikliklere sebep olmuştur. Yazışmalarda birçok övgü kelimesi atılarak daha net ve anlaşılır bir dil kullanılmaya çalışılmıştır. Eski yazışmalarda karşılaşılan uzun “elkāb formülleri” hem kısaltılmış, hem de daha sade hale getirilmiş, dua formülleri kaldırılmış ve tâzim ifadeleri çok sınırlandırılmıştır. Bu dönemde açılan okulların hat derslerinde divanî, sülüs, ta‘lik gibi yazı çeşitlerine yer verilmekle birlikte devrin karakteristik yazısı rik‘adır. Daireler arası yazışmalarda, merkez-taşra muhaberatında rik‘a esastı. Ancak bazı resmî yazışmalarda ve bazı dairelerde geleneksel yazı karakteri muhafaza edilmiştir. Bunun en tipik örneği, ferman ve beratlarda kullanılan divanî ile ilmiye ve Bâb-ı Meşîhat’ta kullanılan ta‘liktir. Sadrazamların arz tezkirelerinde ve iradelerde ise rik‘a yazı kullanılmıştır.
Klasik dönem Osmanlı bürokrasi ve yazışma usulü ile XIX. yüzyıl uygulaması arasındaki önemli bir fark da evrakın tekemmülü safhalarıdır. Klasik dönemde muamelât ve aklâm, genellikle büroların özelliklerine göre ayrı ayrı kaligrafiler halinde bir tek sayfa üzerinde yer alıp karara bağlanırken Tanzimat yani Bâbıâli’nin nezâretler döneminde şahısların arzuhalleri, eyalet idarecilerinin mütalaası, ilgili nezâretlerin, bu devir meclislerinin, Bâb-ı Meşîhat, Bâb-ı Seraskerî ve diğer askerî birimlerin aynı konudaki mütalaaları, üzerinde kendi başlıklarını taşıyan ayrı ayrı sayfalar halinde Bâbıâli sadâret dairesine ulaşmakta, sadâret arz tezkiresiyle Mâbeyn’den irâde-i seniyyesi çıkmakta idi. Böylece bir tek konuya ait çeşitli makamların mütalaasını ihtiva eden sekiz on lefli (ekli) evrak meydana gelmekteydi. Bunların üzerine ise Bâbıâli Hazîne-i Evrakı’nın “İrâde-i seniyyeye mahsus melfûfât cedvelidir” başlıklı üst sayfası eklenerek leflerin hangi daireye ait oldukları liste halinde yazılmaktaydı. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde İrade tasnifinde, Dahiliye, Hariciye, Meclis-i Vâlâ, Meclis-i Mahsûs kısımlarında bunun binlerce örneğine rastlanmaktadır. Meselâ Bulgaristan’daki çete faaliyetleriyle ilgili 1323/1321r. (1905) tarihli bir irâde-i seniyyenin lefleri olarak aşağıdan yukarıya doğru şu makamların yazıları yer almaktadır: 1. Selânik vilâyetinin şifreli telgrafnâmesi sûreti; 2. Dokuzuncu Nizâmiye Fırkası Kumandanlığı’nın şifreli telgrafnâmesi; 3. Umum Erkân-ı Harb Dairesi’nin tâlimatı; 4. Dahiliye Nezâreti’nin tezkiresi; 5. Belgrad Sefâret-i Seniyyesi’nin tahrirat sûreti; 6. Hariciye Nezâreti’nin tezkiresi; 7. Tezkire-i seraskerî; 8. Dîvân-ı Hümâyun müzekkeresi; 9. Meclis-i Mahsûs vükelâ mazbatası; 10. İrâde-i seniyye.
Çeşitli makamlardan gelen yazılar lâyiha, takrir, tezkire, tâlimat, müzekkere, mazbata, şifre, telgraf, şukka, tahrirat gibi farklı fonksiyonlara sahip isimler taşımaktadır. Bâbıâli bu dönemde oldukça girift ve karmaşık bürokratik bir yapıya sahip bulunmaktadır. İç ve dış problemlerin giderek arttığı bir dönemde işlem hızının çok süratli olamayacağı açıkça belli olmaktadır. Âciliyeti olan meseleler belki on beş yirmi gün içerisinde çözümleniyorsa da pek çok konunun bazan bürokratik engeller, bazan diplomasi ve denge siyasetleri sebebiyle çok defa sürüncemede kaldığı, altı ay, hatta bir yıl kadar uzadığı görülmektedir. Bu durum o devrin aydınları ile bu girift yapıyı meydana getiren kişilerin bile tenkitlerine uğramış, klasik dönemin tek sayfalı “muhtasar-müfîd” muâmelât tarzına özlem duyulur olmuştur. Bu uzama ve gecikmede idarecilerin eskiye nisbetle kısıtlanan yetkilerinin de menfi tesiri söz konusudur.
Bâbıâli’nin Tanzimat döneminde içine düştüğü bürokrasiyi, mülkî âmir ve memurların yetkilerinin daraltılmasını Ziyâ Paşa Londra’da Hürriyet gazetesinde çıkan yazılarında istihzaya varan bir dille örnekler vererek tenkit etmiştir (meselâ bk. Hürriyet, nr. 37, Zilkade 1285/1869; nr. 38, Zilhicce 1285/1869).
Bu konuda bir diğer tenkit ise maktû maaşların bürokrasiyi arttırdığıdır. Daha önce baktığı davalar ve hallettiği konular nisbetinde belli bir rüsûm ve ücret alan memurların bu dönemde düzenli ve sabit maaşa bağlanmaları ile işleri eskisi gibi süratli görüp gözetmediklerini, halkı azarladıklarını, bu durumun ise evrakın yığılmasına, işlerin birikmesine sebep olduğunu Lutfî Efendi, 1254’te (1839) devlet memurlarının maaşa bağlandıklarını belirttikten sonra “Tecrübe” başlığı altında yakınarak vermektedir (Târih, V, 132-133).
Bâbıâli’de Çalışma Saatleri ve Tatil. Hâcegân-ı Bâbıâli denilen personelin normal olarak güneş doğduktan bir saat kadar sonra mesaiye başladığı ve güneş batımından bir saat önce de çalışmaya son verdikleri bilinmektedir. Böylece özellikle yaz aylarında hayli uzun bir mesai süresi olduğu görülmektedir.
Bâbıâli’de tatil konusunda Lutfî Efendi çeşitli vesilelerle kısa bilgiler vermektedir. 1832 yılında II. Mahmud’un ziyaretinden bahsederken o sırada Bâbıâli ile bazı resmî dairelerde tatilin perşembe ve pazar günleri olduğunu belirtmektedir (Târih, III, 172-173). 1836 olaylarını verirken ise Bâbıâli’de hafta içinde tatil için belirli bir gün bulunmayıp dairelerin her gün açık olduğunu, ancak hazine memurlarının haftada bir gün tatil yapmalarına kıyasen Bâbıâli’de de perşembe günleri tatil kararı alındığını, sadrazam huzurunda perşembe günleri şer‘î davalar için akdedilen divanın da (Dîvân-ı Deâvî-i Şer‘iyye) salı gününe kaydırıldığını belirtmektedir (V, 55). Suriye’deki karışıklığı incelemek üzere bölgeye giden Fuad Paşa’nın 1862’de İstanbul’a dönüşü tatil günü olan cumaya tesadüf edince Bâbıâli açılarak Fuad Paşa’ya yeni görevi böylece tebliğ edilmişti. Ancak bazı nazik dönemlerde tatillerin kaldırıldığı bilinmektedir. Nitekim Mehmed Ali Paşa meselesi sırasında tatillerin kaldırıldığı, olayların yatışmasından sonra tekrar tatilin konulduğu anlaşılmaktadır (Lutfî, V, 100). Böylece haftalık tatil günlerinde zaman zaman değişiklikler olduğu, genellikle perşembe ve pazar günleri olan tatilin bazan bir güne düşürüldüğü görülmektedir.
Bâbıâli Evrak Odası ve Evrakın Kaydı. XIX. yüzyıl içerisinde teşkilâtta ve evrakın tekemmülünde köklü değişiklikler olduğu gibi belgelerin kaydı ve muhafazasında da bazı yenilikler olmuştur. 1846 yılında Hazîne-i Evrâk’ın, 1848’de Bâbıâli Evrak Odası’nın kurulması bu alandaki en önemli gelişmedir. Bu dönemde evrakın akışını hızlandırmak, arandığı zaman evrakı kolayca bulabilmek için bazı nizamnâmelerin ve iç hizmet yönetmeliklerinin çıkartıldığı, memurların bunlara uyarak daha disiplinli iş yapmaları sağlandığı bilinmektedir.
Bâbıâli Evrak Odası, sadâretin nezâretler ve diğer dairelerle yaptığı her türlü yazışmaların idare edildiği bir merkez olarak kurulmuş ve çalışma düzeni Düstur’da (IV, 58-60) yayımlanan 28 Şevval 1277 (9 Mayıs 1861) tarihli nizamnâme ile açıklanmıştır. Daha sonra zaman zaman çıkarılan ilâve nizamnâmelerle iş hacmi hayli genişlemiştir. Böylece sadâret ve bütün nezâretlere ait yazışmaların yanında çeşitli meclislere (Meclis-i A‘yân, Meclis-i Meb‘ûsan, Şûrâ-yı Devlet vb.), Bulgaristan, Mısır, Kıbrıs, Cebelilübnan, Bosna-Hersek, Trablusgarp gibi özel durumu olan yerlere ait tahrirat; Sicill-i Ahvâl Komisyonu, Hicaz demiryolu, defter-i hâkānî, Dîvân-ı Muhâsebât, me’mûrîn-i mülkiyye, ıslâhât-ı mâliyye, muhâcirîn komisyonu vb. çok değişik türden devamlı ve geçici pek çok idare ve meseleye dair tahriratı da içine alarak hayli genişlemiştir. Sadârete gelen tahriratın ve giden cevap müsveddelerinin düzenli dosyalar halinde muhafazasına 1891’den itibaren başlanmıştır.
1916 yılına kadar ayrı ayrı meselelere ait dosyalar halinde düzenlenen Bâbıâli Evrak Odası’nda bu tarihten sonra evrakın gruplandırılması usulü benimsenmiş ve belgeler idare, siyasî, hukuk, mütenevvi şeklinde dört kısma ayrılmıştır (bk. Çetin, s. 120-127).
Bâbıâli Evrak Odası belgeleri genellikle iyi muhafaza edilmiş, burada yerli ve ithal her kalitede kâğıt kullanılmıştır. Şifre ve telgraflarda genellikle kurşunkalem, diğer yazışmalarda ise is mürekkebi kullanılmıştır. Yazışmalarda rik‘a ve Bâb-ı Meşîhat’ın yazılarında daha önce belirtildiği gibi ta‘lik kullanılmıştır.
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar geçen bir dönemi kapsayan Bâbıâli Evrak Odası’nda düzenli dosyalar halinde 350.000 civarında belge ile önceki döneme ait ayniyat defterleri bulunmaktadır.
XIX. yüzyıl boyunca Bâbıâli gerek teşkilât gerekse yetki ve fonksiyon bakımından devamlı ve çok hızlı değişikliklere uğramıştır. Bu değişmede padişahların şahsiyeti, idare anlayışlarının önemli etkisi olduğu gibi sadrazamların da büyük rolü olmuştur. II. Mahmud döneminde devamlı değişiklik ve kimlik arayışı içinde olan Bâbıâli, 1839-1871 arasında Abdülmecid ve Abdülaziz’in saltanatları ile Mustafa Reşid, Âlî ve Fuad paşaların sadâretleri zamanında altın çağını yaşamıştır. Bu iki padişahın durumları, üç sadrazamın anlayış ve dirayeti bu ortamı hazırlamıştır. Bu dönemde saray ikinci planda kalmış, Bâbıâli siyasetin hem yapıcısı hem de uygulayıcısı olmuştur. 1871’de Âlî Paşa’nın ölümü ile bu devir kapanmıştır.
II. Abdülhamid döneminde Bâbıâli’nin teşkilâtında bir değişiklik yapılmamış, ancak siyasetin yapıldığı, hatta büyük ölçüde icra edildiği yer Yıldız Sarayı olmuş, bu devir sadrazamları Abdülhamid tarafından itina ile seçilmiştir. Bu dönemde sadrazamların durumlarını, tutumlarını, Yıldız-Bâbıâli münasebetlerine dair çok tipik örnek ve ipuçlarını İbnülemin Mahmud Kemal’in Son Sadrıazamlar adlı eserinde bulmak mümkündür.
İttihat ve Terakkî döneminde Sultan Reşad’ın durumu ve partinin her şeye hâkim olması sebebiyle Bâbıâli İttihat ve Terakkî Fırkası’nın bir icra organı haline gelmiştir.
BİBLİYOGRAFYA
BA, KK, nr. 677 mükerrer, s. 25.
BA, KK, Kethüdâ Kalemi Defterleri.
BA, HH, nr. 24.621, 38.076 A.
BA, İrade-Dahiliye, nr. 31.378.
BA, Cevdet-Nâfia, nr. 2403.
BA, Cevdet-Darphâne, nr. 287.
TSMA, nr. E. 3208/1-2.
Naîmâ, Târih, IV, 48.
Subhî, Târih, vr. 10a, 21a, 28a, 143a-b, 185a, 201a-b.
Düstur, Birinci tertip, İstanbul 1296, IV, 58-60.
Edib, Târih, İÜ Ktp., TY, nr. 3220, vr. 52a.
Çeşmizâde, Târih (nşr. Bekir Kütükoğlu), İstanbul 1959, s. 12, 72.
Câbî, Târih, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 2152, tür.yer.
D’Ohsson, Tableau général, VII, 153, 158.
Vâsıf, Târih, s. 66.
Şânîzâde, Târih, I, 146, 339; IV, 20, 33-34.
Takvîm-i Vekāyi‘, nr. 163 (11 Muharrem 1254).
Atâ Bey, Târih, I, 161; III, 97.
Hammer, Staatsverfassung und Staatsverwaltung, I-II (bu eserin sadece Bâbıâli kısmı: “XVIII nci Asırda Osmanlı İmparatorluğunda Devlet Teşkilâtı ve Bâbı-Âli” [trc. Halit İlteber], İÜ Hukuk Fakültesi Mecmuası, VII/1-2, İstanbul 1941, s. 564-586).
J.-H. A. Ubicini, 1855’de Türkiye (trc. Ayda Düz), İstanbul 1977, I, 123-145.
Türkiye Maarif Tarihi, I, 63-73; II, 638-648.
Hariciye Nezâreti Salnâmesi (1302), s. 162-163.
Cevdet, Tezâkir, II, 153.
a.mlf., Ma‘rûzât, s. 12-14.
Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye Salnâmesi (1314), s. 158-221.
Lutfî, Târih, III, 172-173; IV, 100, 113-116; V, 29-30, 55, 99, 100, 105, 114-116, 132-134, 136; VIII, 86; IX-XIII, ayrıca bk. İndeks.
Sicill-i Osmânî, IV, 800-807.
İbnülemin, Son Sadrıazamlar, II, 1046; III, 1547.
Uzunçarşılı, Kapukulu Ocakları, I, 604-605.
a.mlf., Merkez-Bahriye, s. 248-267.
a.mlf., İlmiye Teşkilâtı, s. 211.
İhsan Sungu, “Tanzimat ve Yeni Osmanlılar”, Tanzimat I, İstanbul 1940, s. 816-820.
a.mlf., “Mekteb-i Maarif-i Adliyye’nin Tesisi”, TV, I/3 (1941), s. 212-225.
Karal, Osmanlı Tarihi, VIII, 272.
a.mlf., Selim III’ün Hatt-ı Hümâyunları: Nizâm-ı Cedîd (1789-1807), Ankara 1988, s. 148-150.
Danişmend, Kronoloji, IV, bk. İndeks.
R. Davison, Reform in the Ottoman Empire (1856-1876), Princeton 1963, s. 16, 35-36, 85.
Ercüment Kuran, Avrupa’da Osmanlı İkamet Elçiliklerinin Kuruluşu ve İlk Elçilerin Siyasi Faâliyetleri: 1793-1821, Ankara 1968, tür.yer.
Faik Reşit Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefâretnâmeleri (nşr. Bekir Sıtkı Baykal), Ankara 1968, bk. İndeks.
Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 87-90.
Ahmet Mumcu, Divân-ı Hümâyun, Ankara 1976, s. 157-162.
G. A. Olivier, Türkiye Seyahatnâmesi (trc. Oğuz Gökmen), Ankara 1977, s. 136, 150-158.
Atilla Çetin, Başbakanlık Arşivi Kılavuzu, İstanbul 1979, s. 120-127.
C. V. Findley, Bureaucratic Reform in the Ottoman Empire, the Suplime Porte (1789-1922), Princeton 1980.
S. J. Shaw – E. K. Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye (trc. Mehmet Harmancı), İstanbul 1982, II, bk. İndeks.
İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul 1987, s. 71-96.
a.mlf., “Osmanlı Kançılaryasında Reform: Tanzimat Devri Osmanlı Diplomatikasının Bazı Yönleri”, Tarih Boyunca Paleografya ve Diplomatik Semineri (Bildiriler), İstanbul 1988, s. 153-168.
Selim Deringil, “II. Mahmud’un Dış Siyaseti ve Osmanlı Diplomasisi”, Sultan II. Mahmud ve Reformları Semineri (Bildiriler), İstanbul 1990, s. 59-66.
Mehmet Seyitdanlıoğlu, “Tanzimat’ın Ön Hazırlıkları ve Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’nin Kuruluşu (1838-1840)”, a.e., s. 127-147.
Thomas Naff, “Reform and the Conduct of the Ottoman Diplomacy in the Reign of Selim III, 1789-1807”, JAOS, LXXXIII (1963), s. 295-315.
Halil İnalcık, “Tanzimatın Uygulanması ve Sosyal Tepkileri”, TTK Belleten, XXVIII/112 (1964), s. 636-638.
Eşref Eşrefoğlu, “Bâbıâli Evrak Odası Sadaret Evrakı ve Provenance Sisteminin Uygulanması”, TED, sy. 7-8 (1977), s. 225-232.
Tayyib Gökbilgin, “Bâbıâli”, İA, II, 174-177.
Cengiz Orhonlu, “Tercüman”, İA, XII/1, s. 176-178.
J. Deny, “Bāb-ı ʿĀlī”, EI2 (İng.), I, 836.
Cevdet Küçük, “Osmanlılarda Millet Sistemi ve Tanzimat”, TCTA, IV, 1007-1024.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1991 yılında İstanbul’da basılan 4. cildinde, 378-386 numaralı sayfalarda yer almıştır.
MİMARİ. İstanbul Cağaloğlu’nda son parçası günümüzde İstanbul Valiliği olarak kullanılan binalar topluluğunun kapladığı sahada yer alan, sadrazamların devlet işlerini yönettikleri resmî ikametgâhlarına verilen addır. Sadrazamların bir devirden itibaren kendi özel konaklarından başka mîrî (devlete ait) bir sarayda oturup burayı resmî bir makam olarak kullandıkları bilinmekle beraber Bâbıâli denilen bu sarayın ilk defa ne zaman kullanılmaya başlandığı bilinmemektedir. Osman Nuri Ergin’in, Sadrazam Nevşehirli İbrâhim Paşa zamanında Bâbıâli’nin sadrazamlara tahsis edildiği yolundaki kaydı ise güvenilir değildir. Çünkü Reşat Ekrem Koçu’nun tesbitine göre Sultan İbrâhim’in sadrazamı olan Kemankeş Kara Mustafa Paşa, Sûr-ı Sultânî’nin bir köşesinde bulunan Alay Köşkü’nün karşısındaki bir sarayda yaşamakta iken idam edileceğine dair emri burada alınca kaçmaya teşebbüs etmiş, kıyafetini değiştirip sarayın Harem damından Nallı Mescid tarafına inmiş, fakat yakalanarak yine o civarda bulunan Hocapaşa çarşısında idam edilmiştir (1644). Halbuki Kemankeş Mustafa Paşa’nın kendi özel sarayının Eski Odalar Yeniçeri Kışlası yakınlarında (Şehzadebaşı) olduğu bilinmektedir. Şu halde daha Sultan İbrâhim devrinde (1640-1648), sonraları Bâbıâli denilen bu yerde sadrazama mahsus bir saray bulunuyordu. Silâhdar Fındıklılı Mehmed Ağa’nın yazdığına göre 1687’de Sadrazam Siyavuş Paşa Silivri’den Davutpaşa sahrasına indiğinde burada otağı basılarak âsi askerler tarafından şehre sokulmuş, fakat saraya yakın bulundurmamak için Alay Köşkü önündeki mîrî saraya değil Eski Odalar civarındaki Kara Mustafa Paşa Sarayı’na getirilmiştir. Bundan da Bâbıâli’nin XVII. yüzyıl içinde sadâret makamı olarak teşekkül ettiği anlaşılır. Bu ilk Bâbıâli’nin hangi ölçü ve özellikte olduğu bilinmemektedir. Herhalde Osmanlı devrinin benzeri yapıları gibi geniş bir arazi üzerinde uzanan büyük ahşap bir konak ile başta harem olmak üzere birçok hizmet binasından meydana gelmiş bir yapılar topluluğu idi. Sûr-ı Sultânî’nin Soğukçeşme kapısı yanında Alay Köşkü’ndeki köşesi karşısında esas girişi olan bu kompleksin alt tarafında 1565’te yapılmış Ebüssuûd Efendi Medresesi bulunmaktadır. Bâbıâli caddesi tarafında ise esası Fâtih devrine kadar inen İmam Ali Mescidi (Nallı Mescid) vardır. İlk Bâbıâli de bu iki eski yapının arasında kurulmuş olmalıdır. Sonraları sınırları dışında ve üst tarafına XVIII. yüzyılda Beşir Ağa Külliyesi ile Fatma Sultan Camii yapılmıştır.
Nevşehirli İbrâhim Paşa’nın Bâbıâli çevresinde hayratının bulunması, onun buradaki sarayla yakın ilgisi olduğunu hatıra getirir. Bâbıâli caddesi kenarındaki medresesi (şimdi tahribe uğramış ve kısmen basımevi olmuştur), Büyük Postahane arkasında sıbyan mektebi ile sebili (yerine iş hanı yapılmak üzere yıktırılmıştır), Acımusluk (Cemal Nadir) sokağında hamamı ile (bir iş hanı içinde küçük bir parçası mevcuttur) mescidi (tamamen yıktırılmıştır) bulunuyordu. Zevcesi ve Sultan III. Ahmed’in kızı Fatma Sultan’ın da sarayı şimdiki Defterdarlık yerinde olduğu gibi yine Fatma Sultan’ın kendi hayratı olan camisi de Bâbıâli’nin tam karşısında Defterdarlık önünde günümüzdeki yeşil sahanın yerinde bulunuyordu.
Bâbıâli tarih boyunca birçok defa yangın felâketine uğramış, bazıları kendi içinden, bazıları ise çevresindeki mahallelerden çıkan ateş sonunda harap olmuştur. Fakat her seferinde çok kısa süre içinde yeniden yaptırılmıştır. Bâbıâli’nin 1152 Zilkadesi sonlarında (Şubat 1740) Harem kapısı bitişiğinde Ağalar Dairesi’nden çıkan yangınla önce Arz Odası ve Hasır Odası’nın tutuştuğu, Divanhâne kapısına kadar geldiğinde tersane neferlerinin gayretiyle Arz Odası’nın halatlarla çekilip yıkılması suretiyle yangının önlendiği bilinmektedir. Fakat çobanların getirdikleri otlar, tam sönmemiş kerestelerden on dört gün sonra yeniden parlayarak başta Harem Dairesi olmak üzere sarayın kurtulan kısımları da yanmıştır (Subhî, s. 172-173). On beş yıl sonra 29 Eylül 1755’te Demirkapı semtinde bir evden çıkan yangında da Bâbıâli tamamen yandığından yeniden yapılıncaya kadar Sultanahmet’in aşağısında Kadırgalimanı semtindeki Esmâ Sultan Sarayı sadâret makamı olarak kullanılmıştır (Vâsıf, I, 66). 1169 Muharreminde (Ekim 1755) yeniden yapımına başlanarak aynı yıl içinde tamamlanmış ve 6 Şevval 1169 (4 Temmuz 1756) günü bir ziyafet verilerek açılışı “debdebe-i mülûkâne ve tantana-i hüsrevâne” ile yapılmıştır. Bâbıâli’nin bu yapılarının basit bir krokisine sahip olduğumuzu sanıyoruz. Fransız elçisi Comte de Choiseul-Gouffier’nin maiyetindeki ressam ve mühendislerden Fr. Kauffer’in ilk olarak 1776’da çizdiği, 1786’da düzelttiği ve sonraları J. D. Barbié de Bocage tarafından bazı tamamlamalarla F. I. Melling’in büyük kitabında yayımlanan saray ve çevresinin planında, “Vézir-Sérai ou La Porte” (Palais du Grand Vézir) yazısı ile Bâbıâli işaretlenmiştir. Bu planda ortası avlulu, üstü açık kare bir bina olarak gösterilen sarayın dışında Alay Köşkü ile arasında bir meydan vardır ve burada tam ortada bir de nöbetçi kulübesi bulunmaktadır. Sarayın dışında Sirkeci tarafında “Ecuries” yazısı ile yine ortası avlulu büyük bir ahırlar binası da işaretlenmiştir. Tomruk binası denilen Harem kısmı da herhalde bu planda ahırlar olarak işaretlenen büyük yapının bir kanadı idi. Bu basit şemanın dışında Başbakanlık Arşivi’nde daha iyi planların bulunabilmesi de muhtemeldir.
İstanbul Kültür ve Sanat Ansiklopedisi’nin “Bâbıâli” maddesinde, kaynak gösterilmeksizin, “1808’den sonraya ait tarihî bir belge”ye göre Bâbıâli’nin mimari düzeni hakkında bazı bilgiler verilmektedir. Buna göre Bâbıâli’nin arka tarafında Tomruk Dairesi denilen ikinci bir kısım vardı. “Alt katının bir kısmı kâgir olmak üzere Harem ve Selâmlık daireleri, ahırları, anbarları ve silâhhâne ile cebehâneyi ve vâsi avlu ve bahçeleri şâmil cesîm ahşap bir daire idi. Bu dairenin Soğukçeşme tarafından hakikaten âli olan cesîm bir kapudan girilen büyük bir ev-altı avlusu ve bu avludan Nallı Mescid tarafından çıkılır bahçe kapusı ve bu bahçe meydanında Çavuşbaşı, Tevkii, Telhisçi kapuları ve Nallı Mescid mahallesine nâzır Divanhâne ve bunun merasim kapısı var idi. Elyevm mescid denilen caminin etrafı hânelerle muhat ve o nam ile mevsuf bir mahalle olup buradan dar bir geçit ile zikrolunan resmî kapuların açıldığı meydanlığa geçilir idi; vezir teşrifatına mahsus Bâbıâsafî ve binek taşı dahi burada idi… Beşir Ağa Camii ve sebilin önündeki dar bir çıkmaz sokağın müntehasını Harem kapusı olan Tomruğun arka kapuları teşkil ederdi. Nallı Mescid tarafından dahi Tomruğa girilen ve aynı mevkiden çavuşlar ve kavaslar ve seyisler dairesine ve hânedanın güzarına mahsus olan muhtelif kapular olup, Harem ile Selâmlığın iltisakı olan zülvecheyn sofalar burada idi. Vezir dairesi bu kısmın üzeri olup dairenin buradan Ayasofya’ya doğru imtidad eden kısmı reis ve kethüdâ dairelerini muhtevi idi. Şengül Yokuşu’na ve Fatma Sultan Mektebi sokağına müvazi sebil, cami ve kütüphaneye [Beşir Ağa Külliyesi olmalı] karşı olan aksâm-ı ebniye, sokak ile yüz teşkil eder ve şehnişinleri dahi hâvi bulunurdu. Alay Köşkü’nün tamamen karşısında Bâb-ı Ekber denilen en muhteşem kapu mevcut olup, üstünde kethüdâ-yı sadr-ı âlînin makam odası mebni idi. Odanın kapu üzerinde teşkil eylediği şehnişinleri ve altındaki pâyende direklerin arası boş idi. Bâbıâli’nin sarnıç, izbe, mahzen gibi birçok teferruatı dairenin altında olduğu gibi tahtezzemin bodrumları ve tünelleri dahi vardı. Kalem memurları, hâcegân vesair rüesâ deniz tarafındaki kısımda icrâ-yı me’mûriyet ederler, herkesin hânesine avdetiyle dairenin tatilinden sonra bu kısımda hademeden ve nöbetçilerden başka kimse kalmaz idi. Sadrazamın dahi dairenin garp tarafındaki cenahı üzerinde Ebüssuûd caddesine kadar uzanan fevkanî bir kısımdaki resmî odalarına çekilerek hususi Selâmlık Dairesi olup Nallı Mescid mahallesi tarafındaki mebni ve Divanhâne’ye muttasıl olan daireye geçer ve beytûtet için de Harem Dairesi’nin bulunduğu Tomruk Dairesi’ne mürûr eyler idi. Tomruk denilen kısım iki parçadan mürekkep idi. Kısm-ı şarkîde Harem-i Âsafî Dairesi ve diğeri de kısm-ı garbîde mutbaklar ve kışlalar vesaire mebni olan yer idi. Etrafta dahi sunûf-ı askeriyyeden birçoğunun karakolhâneleri var idi.” Aslı tesbit edilemeyen ve hatta hangi tarihe ait olduğu kesinlikle bilinemeyen, ifadesinden de yayımlayanlar tarafından bazı kelimelerinin değiştirildiği anlaşılan bu metin, Bâbıâli’nin oldukça etraflı bir tasvirini vermektedir. Tarifi yapılan Bâbıâli binalarının Beşir Ağa Külliyesi tarafındaki şahnişinli dairelerini tasvir ettiği tahmin edilen, 1802’de Konstantin İpsilanti’nin pek tantanalı biçimde Bâbıâli’ye kabul törenini gösteren bir resim vardır. Aslının nerede olduğu belirtilmeyen bu resim Halûk Şehsuvaroğlu tarafından kopya ettirilerek yayımlanmıştır. Resimde buradaki dairelerin bir kısmının cephe mimarisi açık şekilde görülmektedir. Bu mimari, Bâbıâli’nin Avrupa üslûbunu almasından önceki görünümünü aksettirmektedir.
Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa’ya karşı ayaklanan yeniçerilerin 16 Kasım 1808 gecesi Soğukçeşme tarafındaki büyük girişi önünde ot yakarak başlattıkları yangın bütün Bâbıâli’yi sarmış ve Mustafa Paşa sığındığı bir mahzende âsiler tarafından kubbenin delinmesine çalışıldığını anlayınca ateşlediği bir barut fıçısının patlaması ile mahzenin üstü ve çevresindeki yeniçerilerle birlikte berhava olmuştur. Bir yıl kadar öylece kalan Bâbıâli arsasına yeni bir binanın yapımına 15 Şubat 1810’da başlanmış ve kısa sürede bitirilmiştir (Şânîzâde, I, 146-339). Fakat bu bina da 2 Ağustos 1826’da çıkan Hocapaşa semti yangınında bir defa daha harap olmuştur. Yeniçeri teşkilâtı kaldırıldıktan sonra Süleymaniye’de Ağakapısı denilen Yeniçeri Ağası Sarayı Meşîhat-ı İslâmiyye Dairesi’ne tahsis edilmişse de henüz içine yerleşilmediğinden hükümet daireleri geçici olarak buraya taşınmıştır. Bu arada Sadrazam Selim Paşa’nın kardeşi Hazinedar Halil Bey sadâret makamının yeniden yapılması ile görevlendirilmiş, inşaat 22 Eylül 1827’de tamamlanarak açılışı yapılmıştır (Lutfî, V, 166, 227).
Alay Köşkü (veya Soğukçeşme) tarafındaki geniş saçaklı ve iki yanında çeşmeler olan gösterişli kapı da R. Walsh’ın 1838’de yayımlanan kitabında Th. Allom’un çizdiği bir gravürde aynen bugünkü şekliyle görüldüğüne göre Sultan II. Mahmud devrine aittir. Esasen bunu belirten kitâbesi de kapısı üstünde bulunur. Son yıllarda Turing ve Otomobil Kurumu’nun gayretleriyle iki defa temizletilerek tamir edilen bu mermer giriş, geniş bir saçağın koruduğu yuvarlak bir kemer halindedir. Kapının üstünde uzun bir kitâbe ile tuğra yer alır. Üstte ise sivri bir kubbe vardır. Girişin iki yanında nöbetçilerin durması için birer niş (Allom’un gravürüne nazaran bugün bunlar daha sade görünümlüdür), ayrıca üzerleri saçaklı bir çift çeşme de bulunur. Böylece Bâbıâli’nin saray ile bağlantısını sağlayan dış kapısının gösterişli bir mimariye sahip olmasına azami dikkat gösterilmiştir. 20 Ocak 1839’da Dahiliye Dairesi altındaki ahırdan başlayan yangın sonunda Bâbıâli bir defa daha yanmıştır. Bundan sonra Sadâret Konağı’nın yapımına kâgir olarak girişilmiş, 26 Mart 1844’te tamamen Batı Avrupa üslûbunda inşa edilen bina ve müştemilâtı bitirilerek açılışı yapılmıştır (Lutfî, V, 138; VII, 69, 85). Bu defa çevrede istimlâklere de girişilerek Bâbıâli’nin yayıldığı saha genişletilmiştir. Sultan II. Mahmud devrinde başlayan yeniliklerle Bâbıâli’nin sadrazamın ikametgâhı olmasından vazgeçilmiş, burası sadece devlet dairesi olmuş ve 1839 yangınından sonra da Harem Dairesi tamamen kalkmıştır. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde Bâbıâli binasının yapımının bitmesi üzerine yazılmış bir telhis bulunmaktadır (Arşiv Kılavuzu, I, 52).
Bu yeni binanın dış manzarasını gösteren iyi bir resim, 14 Kânunusâni 1867 tarihli Âyîne-i Vatan dergisinde basılmıştır. Resmin sağ tarafında şimdiki mimarisiyle Nallı Mescid görülür. Sütunlara oturan çıkmalara ve bol sayıda pencereye sahip olan bu Batı üslûbundaki binanın yüksek bir bodrum katının üstünde iki katı daha vardır. Yalnız ortada Şûrâ-yı Devlet Dairesi’nin olduğu kısımda on uzun sütuna dayanan üçüncü bir çıkma katı bulunmaktadır. Bu katın arası balkonlu iki çıkması, tam neo-klasik Avrupa üslûbunda birer üçgen alınlık (fronton) ile süslenmiştir. Bâbıâli Yokuşu tarafındaki kanadın bir yüzünde, üstünde kitâbesiyle esas giriş bulunuyordu. Buradan geçilen Sadâret Dairesi’nin ortasında geniş bir sofa vardı. Sofanın güney ucunda ise direklere oturan çıkmaya uzanan meclis salonu yer almaktaydı. Bu salonun duvar ve tavan süslemesi tamamen Batı Avrupa’nın neo-klasik üslûbunda yapılmıştı. Bugün eski Bâbıâli’den kalan tek yer bu salondur. İsviçreli Mimar G. Fossati’ye bir de arşiv binası siparişi verilmişti. Fossati’nin inşa ettiği binanın içi, yangına karşı emniyetli olması için Tersane’de hazırlanan demirlerden yapılmıştır. Ortasında bir kubbesi olan bu yapı hâlâ durmaktadır. Nallı Mescid’in arkasında yine kâgir olarak inşa edilen küçük bina ise kütüphane olarak tasarlanmıştı. 23 Mayıs 1878’de binanın tam ortasındaki Şûrâ-yı Devlet Dairesi’nden çıkan yangın altı saat sürdü. Adliye, Dahiliye ve Hariciye nezâretlerinin daireleri yanarken Sadâret Dairesi’ni kurtarmak mümkün oldu. O günlerde İstanbul’da bulunan L. Frager adında bir kişinin aldığı krokiye göre Férat isimli bir ressamın çizdiği ve Paris’teki bir Fransız gazetesinde basılan resim bu yangını bütün dehşetiyle gösterir. Ayrıca bu yangının ortadaki yüksek bölüm ile Soğukçeşme tarafındaki kanadı tahrip ettiğini de açıkça belli eder. Bâbıâli bu yangının arkasından da derhal tamir edilmiştir. Sonuncu yangın 6 Şubat 1911’de yine orta kısımda çıkarak Şûrâ-yı Devlet ve Dahiliye Nezâreti daireleri yanmış, Sadâret Dairesi’nin ise bazı kısımları mahvolmuştur. Bu yangından sonra eskisine göre daha alçak ve çok daha basit mimarili olarak yapılan Bâbıâli binası Cumhuriyet devrinde İstanbul valiliği olmuştur. 1950’lerden itibaren binada değişiklikler yapılmış, bu arada eski çevre duvarı kaldırılmışsa da emniyet bakımından demir parmaklıklı bu duvarın yeniden yapılması 1985’te uygun görülmüştür. Bâbıâli’nin Sadâret Dairesi kanadı ile buradaki esas girişi ve önündeki çevre duvarının iyi bir fotoğrafı, İsveçli fotoğrafçı G. Berggren’in XIX. yüzyıl sonlarında çektiği resimler arasında bulunmaktadır. Eski Sadâret Dairesi’nin sofası ile toplantı salonu da restore edilmiştir. Mermer kaplı olan ana girişin gerek basamakları gerekse biçimi 1986-1987’de değiştirilmişse de alınlıktaki kitâbesi muhafaza edilmiştir. 1940’lardan sonra yeni bir adliye binasının inşası düşünüldüğünde bazıları eski Tomruk arsasını ileri sürmüşler, fakat bu görüş destek bulmamıştır.
BİBLİYOGRAFYA
Subhî, Târih, s. 172-173.
Vâsıf, Târih, I, 66.
Şânîzâde, Târih, I, 146-339.
Lutfî, Târih, V, 138, 166, 227; VII, 69, 85.
I. Melling, Voyage Pittoresque de Constantinople et des Rives du Bosphore, Paris 1819 (sondaki planlar).
R. Walsh – Th. Allom, Constantinople and the Scenery of the Seven Churches of Asia Minor, London, ts., II, 67-71 (burada verilen bilginin Bâbıâli ile ilgisi yoktur, yalnız gravür değerlidir).
Arşiv Kılavuzu, İstanbul 1938, I, 52.
Tanzimat I, İstanbul 1940, sondaki resimler kısmı, 1. resim.
Mustafa Cezar, “Osmanlı Devrinde İstanbul Yapılarında Tahribat Yapan Yangınlar”, Türk San‘atı Tarihi Araştırma ve İncelemeleri, İstanbul 1963, I, 356 (1740 yangını), 360 (1755 yangını), 367 (1808 yangını), 370 (1826 yangını), 376 (1878 yangını), 377 (1911 yangını).
L. Wigh, Fotografiska vyer fran Bosporen och Konstantinopel-Photographic Views of the Bosphorus and Constantinople, Stockholm 1984, rs. 60.
Halûk Şehsuvaroğlu, Asırlar Boyunca İstanbul, İstanbul, ts., s. 181-184.
Abdurrahman Şeref, “Babıâli Harikleri”, TOEM, II (1327), s. 447-450.
Tayyib Gökbilgin, “Bâbıâli”, İA, II, 174-177.
R. Ekrem Koçu, “Bâbıâli”, İst.A, IV, 1746-1750, 1762-1765 (yangınlar).
J. Deny, “Bāb-ı ʿĀlī”, EI2 (İng.), I, 836-837.
İstanbul Kültür ve Sanat Ansiklopedisi, İstanbul 1982, II, 939-944.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1991 yılında İstanbul’da basılan 4. cildinde, 386-389 numaralı sayfalarda yer almıştır.