HAMAM

Bölümler İçin Önizleme
Madde Planı
  • 1/3Müellif: SEMAVİ EYİCEBölüme Git
    Arapça’da “ısıtmak; sıcak olmak” anlamındaki hamm (hamem) kökünden türeyen hamam (hammâm) kelimesinin sözlük anlamı “ısıtan yer” demek olup “yıkanma y…
  • 2/3Müellif: MUSTAFA İSMET UZUN, NURETTİN ALBAYRAKBölüme Git
    II. KÜLTÜR ve EDEBİYAT Hamam kelimesinin Türkçe’deki en eski karşılığı munça veya munçaktır. Bu kelimeyi Kuzey Türkleri ile Çuvaşlar da kullanmıştır (…
  • 3/3Müellif: M. KÂMİL YAŞAROĞLUBölüme Git
    III. FIKIH Yıkanmanın hemen bütün din ve kültürlerde maddî-bedenî bir temizlik olmasının yanı sıra mânevî-sembolik arınma anlamı da taşıdığı, bu sebep…

Müellif:

Arapça’da “ısıtmak; sıcak olmak” anlamındaki hamm (hamem) kökünden türeyen hamam (hammâm) kelimesinin sözlük anlamı “ısıtan yer” demek olup “yıkanma yeri” mânasında kullanılmaktadır. Farsça karşılığı germâbedir.

Hamam, suyun ısıtılması suretiyle insanların yıkanması için yapılmış bir tesistir. Yer altından fışkıran, içinde kimyevî maddelerin varlığı sayesinde bazı hastalıklara karşı şifa verici özellikleri bulunan suların kullanıldığı yapılara da bazan hamam denilmekle beraber bunlara Türkçe’de kaplıca ve suyun genellikle tabii olarak sıcak oluşundan dolayı ılıca adı verilir. Kaplıcaları hamamlardan ayıran en önemli özellik büyük yıkanma mekânının ortasında bulunan geniş havuzdur.

İnsanlık tarihinin en eski dönemlerinden itibaren çeşitli medeniyetlerde hamam binaları meydana getirilmiştir. Ancak hamam bilhassa Roma devrinde çok yaygınlaşmış ve yıkanmanın dışında eğlence yeri karakterini de almıştır. Vücut temizliği üzerinde özellikle duran İslâm dininin tesiriyle müslümanlar hamama büyük önem vermiş ve bilhassa Türkler’de hamam şehirlerin, yerleşim yerlerinin vazgeçilmez bir unsuru olmuştur.

I. TARİH ve MİMARİ
En Eski Hamamlar. Bugünkü Pakistan’ın batısında Sind’de yapılan tarih öncesi çağlara ait kazılarda, milâttan önce 2500-1500 yıllarındaki İndus medeniyetinin en önemli şehri olan Mohenjo-Daro meydana çıkarıldığında tesbit edilen çok gelişmiş bir su ve kanalizasyon sisteminin varlığı burada hamamlar olduğunu düşündürmektedir.

Eski Mezopotamya’da yapılan kazılarda dünyanın en eski hamamı olarak kabul edilen Asur hükümdarlarına ait bir yıkanma tesisi bulunmuş, Dicle kıyısındaki Asur’da Kral III. Salmanasar’ın (m.ö. 859-824) bir hamamının varlığı tesbit edilmiştir.

Mısır’da Tell el-Amarna’da eski hamamlara rastlandığı gibi, bugünkü Türkiye-Suriye sınırı kenarında Viranşehir’e yakın Re’sül‘ayn dolaylarında Tell Halaf’ta, milâttan önce III. yüzyıla ait bir şehir kalıntısında evlerde banyo yapmak için özel mekânların bulunduğu anlaşılmıştır. Buraların zeminleri pişmiş tuğla veya sıkıştırılmış mıcır döşeli olup üstüne bir nevi asfalt serilmiştir. Toprak künklerle su getirilen hamam tabanının altında suların akması için kanalizasyon tesisatı olduğu gibi içinde her ikisi de toprağa gömülü yine pişmiş toprak bir banyo küvetiyle bir de küp bulunuyordu.

Anadolu’da, Gaziantep’in İslahiye ilçesi dolaylarındaki Zincirlihöyük’te yapılan kazılarda, milâttan önce 1200 yıllarına doğru büyük Hitit Devleti yıkıldıktan sonra kurulan Geç Hitit devletlerinden biri döneminde yapılmış bir hamam kalıntısı bulunmuştur.

Eski Yunan medeniyetinde büyük ölçülerde genel hamamlara rastlanmaz. Ancak çeşitli sporların yapıldığı “gymnasion”ların içinde sporcuların yıkanması için, muhtemelen sıcak suyu ve ısıtma sistemi olmayan bugünün duş gözleri gibi yıkanma yerleri vardı. Böyle bir “gymnasion” Batı Anadolu’daki Priene (Söke-Güllübahçe yakınlarında) şehrinde mevcuttur. Eski Yunan medeniyetinde Peloponez’de Argolis’te, milâttan önce II. binyılda yapılmış Tiryns Sarayı’nda bir hamam mekânına rastlanmıştır. Eski Yunan medeniyetine ait bazı vazoların üzerindeki resimlerden erkeklerle kadınların bir arada yıkandığı anlaşılmaktadır.

İlkçağ Yunan kültürüne ait bir kısım kaynaklarda insanların hayatlarında yalnız üç defa yıkandıkları söylenir. Platon’un yıkanmanın bir “lüks” olduğunu ifade etmesine karşılık Plutarchos eserinde, milâttan önce IX. yüzyılda yaşayan Ispartalı Lykourgos’un ancak yoldan geldiğinde yıkandığını yazar. Eski Yunan’da temizlenme, yüksekte duran bir çanaktan alınan su ile silinmek suretiyle yapılırdı. İlkçağ’ın ünlü tarih yazarı Herodotos, o dönemlerde İskitler’in terleme hamamlarının bulunduğunu yazarsa da bunların niteliği anlaşılamamıştır. Başka yerlere nisbetle Doğu’nun daha çok tesiri altında kalan Sicilya adasında hamamların yaygın olduğu sanılmaktadır. Burada milâttan önce 478-467 yıllarında hüküm süren Hieron’un yaptırdığı gemide bile özel bir hamam vardı. Bu bölgede milâttan önce 540-510 tarihlerine doğru yaşayan filozof Pisagor’un her gün yıkanmayı şart koştuğu bilinmektedir.

Roma Dönemi. Roma çağında halka açık hamam mimarisi ortaya çıkmış ve geliştirilmiştir. Milâttan önce I. yüzyıla doğru yaşadığı sanılan Sergius Orata adlı bir mimarın ilk defa sıcak hava ile merkezî ısıtma sistemini meydana getirdiği ve bunun Roma hamamlarında uygulanması ile bu türden yapıların yaygınlık kazandığı genellikle kabul edilir. Roma çağının hamam mimarisinde Sergius Orata’nın rolü kesin olarak belli değilse de Roma hamamlarının alttan ısıtmalı mimarileri, iç süslemeleri ve ölçülerinin çok büyük oluşu ile dünya sanat tarihinde ayrı bir yere sahip bulundukları bilinmektedir. Roma İmparatorluğu’nun Büyük Britanya’dan Basra körfezine, Kuzey Afrika’dan Almanya içlerine kadar yayıldığı bütün bölgelerde umumi hamamlar yapıldığı gibi zenginlerin evlerinde de özel hamamlar vardı.

Roma hamamları çeşitli bölümlerden oluşuyordu. Hamam binasının önünde etrafı genellikle sütunlu revaklarla (porticus) çevrili bir avlu (palaestra) bulunurdu. Burada bazı spor oyunları ve güreşler yapılırdı. Avludaki ana girişten geçilen ilk mekân soyunma yeri olan “apoditerium” idi. Bunun köşesinde hizmet odaları, duvarları boyunca da sedirler yer alırdı. Soyunmalıktan “frigidarium”a geçilirdi. Soğuk su ile yıkanma yeri olan bu büyük ve gösterişli mekânın ortasında bazan içinde yüzülebilecek kadar geniş ölçülerde bir havuz (natatio) bulunur ve duvarlarının önlerinde de heykeller sıralanırdı. Burayı ılık olan “tepidarium” kısmı takip ederdi. Hamamın en sıcak kısmı “caldarium” idi. Bu bölümün etrafında özel küçük hücreler yer alırdı. Burada buhar banyosu ile terlemek için çok sıcak “sudatorium” denilen ayrı bir mekân da bulunurdu. Sıcak suyun ve sıcak havanın sağlandığı külhana “praefurnium” adı verilirdi. Hamamın çevresinde ve arka tarafında ayrıca bir bahçe olmasına özen gösterilirdi. Hamam hizmetleri köleler tarafından görülürdü. Romalılar hamamı sadece bir yıkanma yeri olarak değil aynı zamanda sohbet ve tartışma yeri, filozof, şair ve hatiplerin konuşma alanı ve bir eğlence mekânı olarak görüyorlardı. Bu sonuncu durum Fransız ressamı Th. Chassériau’nun 1853’te yaptığı, Louvre Müzesi’nde bulunan “Tepidarium” adlı tabloda tasvir edilmiştir.

Roma hamamlarının İslâm ve Türk hamamları ile en büyük benzerliği ısıtma sisteminde görülür. Caldariumun döşemesi, üst üste istiflenerek oluşturulmuş tuğla pâyelerin üzerine otururdu. Yakılan odunların verdiği sıcaklık, “hypocaustum” denilen bu bodrumda tuğla pâyelerin arasında dolaşır ve gerek tepidariumu gerek caldariumu tabandan ısıtırdı. Odunların dumanı ile buhar, duvarların içine yerleştirilen pişmiş toprak künklerin yardımı ile dışarı atılırdı. Bu esaslar, küçük ölçülerdeki hamamlar için yeterli olmakla beraber dev ölçülerde inşa edilen hamamlar için yetersiz kaldığından taban döşemesinin altında yardımcı servis yolları ve ateşleme ocakları da yapılmıştı.

İmparatorluk döneminde yapılan ve kalıntıları günümüze kadar gelen Roma hamamları etraflı şekilde incelenerek yayımlanmıştır. Bunların ilki olarak Pompei şehrindeki Stabia Hamamı kabul edilmektedir. Vezüv yanardağı milâttan sonra 79 yılında birdenbire patladığında Pompei de dahil bütün çevresi lav küllerine gömülmüş, şehrin bir kısmı ancak XIX. yüzyılda yeniden gün ışığına çıkarılmış ve Stabia Hamamı da böylece tanınabilmiştir. Stabia Hamamı, muntazam olmayan revaklı bir avlunun gerisinde yer alan erkekler ve kadınlara mahsus iki ayrı bölümden oluşur. İkisinin arasında külhanla soğuk ve sıcak su hazneleri bulunur. Duvar yüzeyleri son derece güzel alçı kabartma bezemelerle kaplanmış, bunlarda bilhassa su ile ilgili mitoloji figürlerinin yer almasına özen gösterilmiştir. Duvarlarda fresko tekniğinde renkli nakışlar vardır. Bu hamamlarda ayrıca banyo küveti biçiminde yerler de bulunmuştur. Yapının dehlizlerine, hamamların sıcak bölümlerinden çıktığında efendilerine hizmet etmek üzere bekleyen kölelerin oturması için taş sıralar konulmuştur. Yapılan incelemelere göre Stabia Hamamı’nın esası milâttan önce 150 yılına doğru inşa edilmiş, fakat sonraları birçok eklemelerle genişletilmiştir. Kalıntılar arasında bulunan gonk hamamın belirli saatlerde açıldığını ve kapatıldığını gösterir.

Şehrin merkezinde yapılmasına girişilen Pompei’nin ikinci büyük hamamının inşasına milâttan önce 63’te başlanmış, fakat şehir lavların altında kalarak yok olduğu için tamamlanamamıştı. Burada kadınlar bölümünün olmayışına karşılık çalışma ve okuma yerleri olarak tasarlanmış mekânlar vardır. Ayrıca bu hamamda, içinde dört niş bulunan kubbeli bir terleme yeri (lavconicum) bulunur. Pompei şehrinin mahallelerinde yapılan kazılarda şehrin varlıklı kişilerinin evlerinde çok sayıda özel hamamın bulunduğu tesbit edilmiştir. Romalı şairlerden Martialis, Juvenalis, Persius Flaccus’un yazılarında hamamlara dair mısralara rastlanır.

Roma İmparatorluğu’nun başşehri olan Roma’da inşa edilen hamamlardan biri milâttan önce I. yüzyıl içinde Agrippa tarafından yaptırıldı. Sonraki yıllarda da bazı imparatorlar birer büyük hamam inşa ettirmişlerdir. Neron, Titus, Traianus, Caracalla, Diocletianus ve Hıristiyanlığı kabul eden ilk imparator I. Konstantinos’un hamamları bunlardandır. Aynı şehirde çok sayıda büyük hamam inşa ettirilmesi, I-IV. yüzyıllarda bu türden tesislere imparatorluk halkının verdiği önemin açık delilidir. Caracalla Hamamı’nın kapladığı sahanın 25.000 m2’yi aştığı bilinir; esas yapı 220 × 114 m. ölçülerinde idi. Diocletianus’un yaptırdığı hamam ise bahçeleriyle birlikte etrafını çeviren duvarların içinde 11 hektarlık bir alanı kaplıyordu. Bu hamamda ayrıca okuma salonu ile bir kütüphane bulunuyordu.

Roma medeniyeti hamam kültürünü çok muhteşem binalar halinde imparatorluğun sınırları içindeki her yerde uygulamıştır. Nitekim Kuzey Afrika’da Trablus dolaylarında İmparator Septimius Severus, doğum yeri olduğu için görkemli biçimde kurdurduğu Leptis Magna şehrinde çok büyük bir hamam inşa ettirmişti. Cezayir’de Atlas dağları eteğinde, Traianus’un milâttan sonra 100 yılına doğru inşa ettirdiği Timgad (Thamugadi) şehrinde pek çok umumi hamamdan başka çok sayıda özel ev hamamları olduğu 1881’den itibaren yapılan kazılarda meydana çıkarılmıştır.

Ankara’da Çankırıkapı semtinde, Bizans dönemi içlerine kadar uzunca süre kullanıldığı tahmin edilen büyük bir Roma hamamının kalıntıları bulunmuştur. Bu hamamda dikdörtgen şeklinde uzun bir hol ile yuvarlak bir terleme yeri ve merkezî planlı, köşeleri nişli büyük bir salon vardı. Batı Anadolu’nun İlkçağ şehirlerine ait kazılarda Ephesos (Büyük Hamam), Miletos, Pergamon, Priene’den başka Güney Anadolu’da Perge’de de hamamlara rastlanmıştır. Side’de çok büyük ölçülerde, eskiden içinin zengin biçimde renkli taş kaplamalar ve heykellerle süslü olduğu anlaşılan bir hamam (Büyük Hamam) bulunmuştur. Ölçüleri yaklaşık 41 × 55 m. kadar olan bu yapı dikdörtgen planlı, evvelce üstleri beşik tonoz örtülü salonlardan oluşmuştur. Daha küçük olan Liman Hamamı’nda da benzer bir düzenleme görülür. Yine Side’de 1960’lı yıllara doğru bütünüyle restore edilerek müze haline getirilen, Roma döneminin sonlarına veya Bizans döneminin başlarına ait olduğu sanılan Agora Hamamı’nda beşik tonozlarla örtülü salonların, 1,25 m. derinliğinde, 5,50 m. çapında bir havuzun ve Pompei merkez hamamındaki gibi köşelerinde dört niş bulunan kubbeli terleme odasının bir kitle halinde birleştirildiği görülür. Büyük ölçüdeki Roma hamamlarından biri de Antakya’da (Antiokheia) bulunuyordu. Daha doğuda Fırat’ın orta kesiminde, 272 yılında bütünüyle terkedilen ve Sâsânî akınlarını önlemek için bütün yapıları toprakla doldurularak tahkimat haline getirilen bir sınır şehri olan Doura-Europos’ta Roma (Sâlihiye) hamamları kazılar sonunda meydana çıkarılmıştır.

Avrupa’da günümüze kadar sürüp gelen, içine su doldurulmuş bir insan boyundaki banyo küvetlerinde yıkanma alışkanlığının İlkçağ’dan, hatta Roma döneminden itibaren çok sevilmiş bir usul olduğu bilinir. İstanbul Eski Eserler Müzesi’nin (Arkeoloji Müzesi) birinci bahçesinde duran, yekpâre mermerden yontulmuş az rastlanır mükemmellikte değerli banyo küvetinin yanlarında mermer yüzeyinde taklit kulplar işlenmiş olması, benzerlerinin İlkçağ’da madenden de yapıldığını ve yeri değiştirilebildiğini ortaya koyar.

Bizans Dönemi. Bizans, eski Roma medeniyetinin hıristiyanlaşmış devamı olduğundan hamam geleneğini de sürdürmüştür. Nitekim Ephesos’ta, burada bulunan heykeliyle kitâbesinden öğrenildiğine göre, II. yüzyıla ait harap haldeki büyük bir Roma hamamını Skolastika adlı hıristiyan bir kadın önceki dönemlerin yapılarından devşirilmiş parçalarla 408 yılına doğru tamir ettirmiştir. Ayrıca Antakya yakınında Narlıca’da, içinde zengin süslemeler olan V. yüzyıl ortasına ait bir hamam kalıntısı bulunmuştur. Yukarıda belirtildiği gibi Ankara’da Roma döneminden kalan Çankırıkapısı hamamı da kullanılmaya devam ediliyordu.

Bizans döneminde de umumi hamamlar birçok şeyin görüşülüp tartışıldığı mekânlar olmuştur. Hatta buralarda çalgılı eğlenceler düzenlendiği ve yemek yenildiği hususunda bilgiler vardır. İstanbul’da Sultanahmet Meydanı civarında bulunduğu sanılan ve VIII. yüzyıl başlarına kadar çalışan Zeuksippos Hamamı’nda en azından V. yüzyılda küçük satış yerleri olduğu tesbit edilmiştir. Bu muhteşem hamamın yapımını Roma İmparatoru Septimius Severus başlatmış, ancak inşaat I. Konstantinos zamanında bitmiştir. Kaynaklara göre Türkler’de olduğu gibi Bizans’ta da gelin hamamı geleneği vardı. Zeuksippos Hamamı, başta putperestlik döneminin baştanrısı Zeus Hippos’unki olmak üzere pek çok heykelle bezenmişti. Çifte hamama pek benzememekle beraber bu hamamın kadınlara mahsus bir ek bölümü bulunuyordu. Ayrıca V. yüzyıl sonlarında Suriye’de Gerasa, Mısır’da Ebû Mînâ gibi önemli hıristiyan ziyaret yerlerinde kadınlara yasaklanmış hamamlar vardı.

425-430 yılları arasında yazıldığı tahmin edilen bir belgeye göre o sıralarda İstanbul’da umuma açık dokuz büyük hamam bulunuyordu. Bunlardan başka halkın ücret karşılığında faydalandığı, bir iki mekândan ibaret 150 kadar küçük hamam da mevcuttu. Şehrin bu türden en eski tesisi olan Akhilleus Hamamı 432’de yanmış, muhtemelen sonraları başka bir adla faaliyetini sürdürmüştür. İstanbul’un büyük hamamlarından Roma İmparatoru Septimius Severus’un yaptırdığı Zeuksippos Hamamı’nın VIII. yüzyıl başlarından itibaren kullanılmamakla beraber X. yüzyılda hâlâ harabesi görülüyordu. Yine Roma imparatorlarından Valens’in 365’te inşa ettirdiği VII. Bölge’deki Kalendu Hamamı VI. yüzyıla kadar çalışmıştır. Şimdiki Fatih semti civarında 345’e doğru inşa edilen Konstantinianai Hamamı V. yüzyılda genişletilmiş ve o çağın bir yazarının “güzelliğinin büyüklüğü nisbetinde olacağını” bildirdiği, pek çok değerli heykelle süslü olan bu hamam X. yüzyılda harap bir duruma girmiştir. Aksaray çevresinde Forum Bovis’te hadım Niketas IX. yüzyılda bir umumi hamam yaptırmıştı. İmparator Arkadios’un (395-408) kızının da Arkadiane adında büyük bir hamam yaptırdığı bilinmektedir. IX. yüzyıl başlarında Büyüksaray’da Pithekeion adında bir hamama daha rastlanır. İmparatorluk sarayının yanında, belki eski Gülhane Hastahanesi dolaylarında çevgân oyunu sahası (Tzykanisterion) yakınındaki Oikonomion Hamamı da çok geniş ölçülerde idi. Büyük bir yüzme havuzu, yıldızların sembolü yedi salonu, aylara işaret eden on iki revakı olduğu söylenen bu tesis, İmparator I. Ioannes Çimiskes (969-976) tarafından yıktırılarak malzemesi Büyüksaray’ın Khalke bölümünün tamirinde kullanılmıştır. Kaynaklarda İstanbul’da daha pek çok hamamın varlığına dair bilgilere rastlanmakla beraber bunların yerleri tesbit edilememektedir.

Bizans imparatorlarının ve ileri gelenlerin saraylarında özel hamamlar da vardı. I. Konstantinos karısı Fausta’yı, İmparatoriçe Eudokia kocası III. Romanos’u sarayın I. Basileios tarafından yaptırılmış hamamında öldürtmüştü. Son Bizans döneminin başta gelen devlet ve fikir adamlarından Theodoros Metokhites’in de İstanbul’da Khora Manastırı (Kariye Camii) yakınında bulunan özel sarayında 1300 yılına doğru bir hamamı vardı.

Arkeoloji Müzesi kazısında ve Şehzadebaşı’nda eski bir kilise olan Kalenderhâne Camii yanında küçük Bizans hamamlarının temelleri bulunmuştur. İstanbul’da Bizans’tan kalmış hiçbir hamam yoktur. Ancak eski Sergios ve Bakkhos Kilisesi’ni XVI. yüzyıl başlarında camiye dönüştüren Kapıağası Hüseyin Ağa’nın 909’da (1503-1504) vakfettiği Çardaklı Hamam’ın plan özellikleri ve erkekler kısmı sıcaklığının haç şeklinde olması Bizans hamamlarına ait özellikleri akla getirir (bk. ÇARDAKLI HAMAM). Haç biçimindeki sıcaklıkların Emevîler dönemine ait olduğu sanılmakla beraber bazılarınca hıristiyan çağına ait olduğu ileri sürülen Abda Hamamı’nda da bu plan görülür. Vaktiyle Cornelius Gurlitt tarafından, kesin yeri ve adı belirtilmeksizin sadece Bozdoğan Kemeri civarında olduğu kaydı ile neşredilen bir hamam planının Vefa’da Büyük Koğacılar veya daha yakın bir ihtimalle Küçük Koğacılar Hamamı’na ait olması muhtemeldir. Bugün hiçbir izi kalmayan bu tek hamamın sıcaklık kısmında kaplıcalarda olduğu gibi Roma mimarisindeki hücre düzeni uygulanmıştı. Bunun da kısmen Osmanlı hamam mimarisine uydurulmak için yapıldığı tahmin edilir. Evliya Çelebi, Fâtih Sultan Mehmed tarafından vakıflarına gelir getirmek üzere yaptırılan hamamlardan Azebler Hamamı’nın “kefere” dönemine ait olduğunu, ancak bunun Türk mimari prensiplerine göre yeniden yapıldığını bildirir. Bizans devrine ait yapı kalıntılarından faydalanılarak inşa edildiği bilinen tek hamam, Yenicami yakınında Bahçekapı’da bulunan Yıldız Dede Hamamı’dır. Aslında bir kilise iken Yıldız Dede tarafından hamam haline getirilmiş, daha sonra burada kurucusunun adıyla bir de tekke tesis edilmiştir.

Anadolu’da, Bizans çağına ait olduğu kesinlikle söylenebilecek çok az sayıda hamam kalıntısı bilinir. Yılmaz Önge, Akşehir’de XIII. yüzyıla ait Meydan Hamamı yakınında yapılan inşaat hafriyatı sırasında bir Bizans hamamı harabesinin bulunduğunu bildirmişse de bu kalıntı ve mimarisi hakkında bilgi edinilememiştir. Güney Anadolu’da bizzat yaptığımız inceleme ve araştırmalar sırasında, Silifke’nin batısında Taşucu’nun ilerisinde Antalya yönünde uzanan sahil yolunun kenarında, Manastır mevkii denilen küçük koyda denizden pek az içeride çok ufak ölçülerde tuğladan yapılmış bir hamam kalıntısı ile karşılaşmıştık. Bu hamam fazla bir mimari iddiası olmayan, âdeta Osmanlı konak hamamları ölçülerinde birkaç mekânı bir kitle halinde toplayan bir yapıdır. Yine aynı bölgede, fakat Silifke’nin doğu tarafında sahilde, Erdemli yakınında Akkale denilen saray kalıntısının önünde de Bizans çağına ait olduğunu tahmin ettiğimiz belirli bir mimari plana sahip bir hamam harabesi vardır. Giriş kapısının üstünde haç işareti bulunduğundan Bizans döneminden kaldığı belirlenen, ancak harfleri silik olduğu için okunamayan Grekçe kitâbede “temizlik” anlamına gelen “kataron” kelimesinin seçilebilmesi binanın bir Bizans çağı hamamı olduğunu ispatlar.

Batı Anadolu’daki antik Ephesos şehri kalıntılarında Avusturyalılar tarafından 1955-1956 yıllarında yürütülen kazılarda “Bizans hamamı” olarak adlandırılan bir tesis ortaya çıkarılmıştır. İçinde Erken Roma döneminden kaldığına ihtimal verilen parçalar bulunan bu hamam VI. yüzyıla tarihlenmiştir. Önünde revaklı ince uzun bir galeri yer alan binanın, köşelerinde hücreler bulunan, sekizgen biçiminde ve dört köşesinde yarım yuvarlak girintiler (eksedra) olan büyük bir salonu vardır. Buna bitişik yamuk biçimde yan kanatta ise enine uzanan dikdörtgen bir salonun önündeki mekânlardan ortada bulunanı köşeleri yarım yuvarlak girintili bir altıgen biçimindedir. Bu plan düzenlemesi bazı erken İslâmî hamamlarda da görülür.

Sâsânî hükümdarlarından I. Kubad (Kavad), V. yüzyıl sonlarında Amida’yı (Diyarbakır) işgal ettiğinde buradaki hamama girip çok beğendiğine göre şehirde o sıralarda faal durumda bir Roma veya Bizans hamamı bulunuyordu. Mısır’da İskenderiye’nin güneybatısında Natron vadisinde Ebû Mînâ Manastırı ve ziyaretgâhı harabelerinde de bir hamam bulunmuştur. Binanın altında “cehennemlik” (hypokaust) bulunduğuna göre burası ısıtılmış suyun kullanıldığı normal bir hamamdı. Bitişiğinde bir kilise yer alan ve V. yüzyıl yapısı olarak tarihlenen bu hamamın esas kısmı ve herhalde en sıcak mekânı üç yapraklı yonca biçimindedir. Etrafında ise çok küçük hücreler vardır.

İslâm Ülkelerinde Hamam. İslâm ülkelerindeki eski hamamlara dair yeterli bilgi yoktur. Mevcut az sayıdaki yayınların bir kısmı da elde edilememiştir. Ancak pek çok İlkçağ hamamı, İslâmiyet’in Yakındoğu’ya yayılmasından sonra inşa edilen ilk eserlere ilham kaynağı olmuştur.

Suriye ve Ürdün. İslâmiyet’in hamam mimarisinde ortaya koyduğu eserlerin başında genellikle Emevîler dönemine ait olan Kusayru Amre yer alır. Bugün İsrail sınırları içinde Ölüdeniz’in kuzeyindeki çöl bölgesinde bulunan bu av kasrı tahminlere göre I. Velîd’in emriyle 711-715 yıllarında yaptırılmıştır. Bu saray külliyesinin içinde üstü beşik tonozla örtülü giriş, çapraz tonozlu ılıklık ve kubbeli bir sıcaklık bölümünden oluşan, çok küçük ölçüde Roma hamamı esaslarının uygulandığı bir hamam vardır. Büyük mekânın sol tarafında bulunan dikdörtgen iki küçük mekândan beşik tonozlu olanında su kanalı bağlantısı yer almadığı ve altında cehennemlik bulunmadığı için burasının soyunmalık olduğu sanılır. Yanındaki çapraz tonozlu, kanallı ve cehennemlikli oda ılıklık olmalıdır. Buradan geçilen sıcaklığın ortası kubbeli ve iki yanı yarım yuvarlak çıkıntılar halindedir. Hamamın zemini aslında mermer döşenmişti. Soyunmalık ve ılıklıkta hayvan, kuş ve insan resimleri kalıntıları tesbit edilmiştir. Sıcaklık kubbesini çepeçevre burç sembolleri süslüyordu.

Şam’dan Tedmür’e (Palmyra) giden yol üzerindeki Kasrü’l-hayri’l-garbî’de yine Emevî hâkimiyeti yıllarında yapılmış, tabandan ısıtmalı eski Roma sistemini sürdüren hamam soğukluk, ılıklık ve sıcaklık bölümlerinden oluşmuştur. Düzenli planı olmayan mütevazi ölçülerdeki bu hamamın dikdörtgen şeklindeki giriş mekânlarından geçilen üç küçük mekânı ısıtmalıdır. Bunlardan iki yanlarda olanlar dikdörtgen, ortadaki ise aynen onlar ölçüsünde olup iki yarım yuvarlak nişlidir. Hepsi muntazam taş döşeli olan hamamda duvarların içlerinde dumanın dışarı çıkmasını sağlayan tüteklikler bulunur.

Zerkā yakınındaki Hammâmü’s-Sarah, Kusayru Amre gibi kesme taştan hemen hemen aynı biçimde olmakla beraber ona nazaran ters yöne göre yayılmıştır. Kabul salonu denilen tonozlu üç bölümlü büyük mekânın sağında soyunmalık, ılıklık ve bu sonuncu ile bağlantılı, ortası kubbeli iki yanı apsis biçiminde kavisli sıcaklık bulunur. Sıcaklığa bitişik külhan vardır. Bu hamamın da Emevî dönemine ait olduğu ve 725-730 yıllarında yapıldığı ileri sürülmüştür. Bazı izlerden içinin aslında fresko resimlerle süslendiği anlaşılmaktadır.

Bu hamamlardaki beşik tonozlu salon, çapraz tonozlu odalar ve kubbeli sıcaklık şeklinde özetlenebilecek plan düzeni Ruhaybe ile Abde’deki hamam kalıntılarında da görülmüştür. Son iki yapının İslâm öncesine ait olduğu ve hıristiyan döneminde, belki VI. yüzyılın ikinci yarısında yapıldığı ileri sürülmüştür (Jaussen-Savignac, s. 112). Abde Hamamı’nda yamuk biçimde bir soyunmalığı dikdörtgen planlı ve çapraz tonozlarla örtülü iki oda takip eder. Bunlardan geçilen ve muhtemelen ılıklık olan iki küçük odadan sonra ortası kubbeli haç biçimindeki mekân da sıcaklık olmalıdır. Bu dört mekân yaklaşık 15 × 12,50 metrelik bir kitle halinde birleştirilmiştir. Hamamın haçvari sıcaklığı, İstanbul’da XVI. yüzyılın ilk yıllarına ait Küçük Ayasofya Hamamı’nın erkekler kısmında da görülür. Bu eserlere benzerliği olan İslâmî bir örnek Erîhâ’nın (Eriha/Jericho) kuzeyinde, Vâdinnüvey’ime’de Hırbetü’l-Mefcer adlı Emevî saray kompleksinin kalıntılarında bulunmuştur. Birbirinden ayrı saray, cami ve bir avluya komşu ön hollü hamamdan oluşan bu yapılar topluluğunun tamamlanmadan terkedildiği anlaşılmıştır. Halife Hişâm (724-743) tarafından yaptırılmış olabileceği ileri sürülen tesisin hamamı topluluğun en büyük binası idi. Her bir kenarı yaklaşık 30 m. kadar olan kare salonun (veya holün) içinde on altı pâye örtüyü teşkil eden çapraz ve beşik tonozları taşıyordu. R. W. Hamilton, dört tarafta “eksedra”lara sahip bu holün yüksek kasnaklı bir kubbe ile örtülü olduğunu tahmin eder. Güneydeki dört pâye ile buradaki eksedralar bir korkulukla bölünerek bir havuz meydana getirilmiştir. Bu holün ne işe yaradığı hususunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Hamilton’a göre burası Osmanlı hamamlarının camekânı gibi bir mekândır, Grabar’a göre bir tören salonudur; Ettinghausen ise Sâsânî geleneklerini sürdüren bir taht salonu olduğunu ileri sürer. Hindistan’da Cihangir Şah’ın bazı özel kabulleri “gusülhane” denilen mekânda yaptığı düşünülecek olursa bu durum çok yadırganmaz. Holün kuzeydeki üç eksedrasının dışında esas hamam yer alır. Bu küçük mekânlardan en batıdaki apsisli oda bazı kabuller için bir divan yeridir. Onun karşılığında doğudaki oda ise helâlardır. Bu iki mekân arasında dikdörtgen planlı soyunmalık ve ılıklık ile sekiz nişli yuvarlak bir sıcaklık yer almıştır. Tabii olarak bu bölümlerin altında cehennemlik vardır ve dışarıdaki bir külhanda su ve mekânlar ısıtılıyordu. Buradaki planda görülen hamamla büyük bir toplantı (?) salonunun birleştirilmesi düşüncesi Emevî kasırlarında rastlanan bir özelliktir ve büyük ihtimalle Roma-Bizans hamamlarından miras kalmış bir düzenleme anlayışıdır. Hamamın yanındaki “serdâb” adı verilen oda ile divan mekânının cepheleri ve iç duvarları çok zengin şekilde bezenmiştir. Büyük holde de insan tasvirleriyle nişlerin içlerine yerleştirilmiş birçoğu hemen hemen tabii büyüklükte heykeller görülür. Ayrıca gerek holün gerek serdâb ve divanın tabanları renkli mozaiklerle kaplanmıştır. Duvarlarda ise renkli ve kabartma alçı süslemelerin izleri bulunmuştur. Ancak Roma hamamları ile benzerliği tamamlayan güney duvarına bitişik havuz İslâm hamamları geleneğine ters düşmektedir.

Arap kaynaklarının, bazı eski büyük İslâm merkezlerindeki hamamların sayılarıyla ilgili olarak verdikleri rakamlar inanılmayacak derecede abartılmış olduğundan bunları ciddiye almamak gerekir. Hatîb el-Bağdâdî, Halife Muktedir-Billâh döneminde Bağdat’ta 27.000 hamam bulunduğunu, daha sonra bu sayının 60.000’e çıktığını bildirir. Ya‘kūbî ise sayıyı 10.000 olarak gösterir. Halbuki İbn Battûta, 1327’de bu şehrin on üç mahallesinin her birinde iki üç hamamın varlığından söz eder ki bu da toplam otuz kırk hamam yapar (Hitti, s. 338).

Türkiye dışındaki İslâm ülkelerinden yalnız Şam’da bulunan hamamlar, haklarında etraflı bir monografi yayımlandığı için oldukça iyi tanınmaktadır. M. Ecochard ile Cl. Le Coeur çalışma usulünden giriş ücretine, personeline ve sosyal hayattaki yerine kadar her hususta inceledikleri hamamların sayısının altmış olduğunu belirterek bunların adlarını verirler. 1940’a doğru kırk bir tanesi çalışırken yirmi kadarının faaliyeti durmuş veya harabe haline gelmişti. Şam’da XVI. yüzyıldaki bazı hamamların vakıf kayıtları da Osmanlı vakfiyelerinden çıkarılmış ve J. P. Pascual tarafından yayımlanmıştır.

Şam hamamlarının en eskisi, uğradığı değişiklikler yüzünden orijinal mimarisi bozulan el-Melikü’z-Zâhir Hamamı’dır. Üstü uzunlamasına bir tonozla örtülü olan sıcaklığın Eyyûbî dönemine ait olabileceği tahmin edilmektedir. Girişi takip eden soyunmalık büyük bir kubbe ile örtülüdür ve ortasında şadırvan vardır. Bu bölüm enlemesine dikdörtgen biçimindedir ve orta mekân iki yanındaki birer kanat halinde olan yan mekânlara açılır. Nûreddin Mahmud Zengî tarafından 549-567 (1154-1172) yıllarında yaptırılarak medresesine vakfedilen Bizûrî Hamamı’nda önceki örneğe benzeyen soyunmalığın üstünü, tepesinde aydınlık feneri bulunan kasnağı pencereli büyük bir kubbe örter. İki yanında kubbeli hücreler olan sekizgen biçimindeki ılıklık kısmının dört tarafında nişler vardır ve üstü kubbe ile örtülüdür. Eski Roma hamamlarının terleme bölümlerine benzeyen ve biçimi bu mimarinin ilhamı ile meydana getirilen orta kısmın bir tarafında soğukluk olduğu söylenen odalar, diğer tarafında iki ucu yarım yuvarlak dikdörtgen planlı büyük bir sıcaklık mekânı vardır. Aynı plan sistemiyle, çok düzensiz bir uygulama ile 576’dan (1180-81) az önce yapıldığı anlaşılan Afîf Hamamı’nda da karşılaşılır. Burada ılıklık kubbesinin içten burmalı dilimler biçiminde oluşu dikkati çeker. Böyle bir kubbe süslemesi İznik’te İsmâil Bey Hamamı’nda da görülür. 601’de (1204-1205) yaptırıldığı kabul edilen Sâme Hamamı da planında yine aynı mimari prensiplerin uygulandığı çok daha ufak ölçüde bir örnektir. Bu yapının, komşusu medresenin kurucusunun konağına ait olması da muhtemeldir.

İbn Asâkir’in bir kaydından XII. yüzyıla ait olduğu tesbit edilen Sürûcî Hamamı’nda bütün mekânlar dikdörtgen biçiminde olup soyunma yerine dikey olarak yerleştirilmiş ve hepsi kareye yakın bir çerçeve içine alınmıştır. Bu düzenleme Kusayru Amre’deki hamamı hatırlatır. Yalnız burada ılıklık ve sıcaklıkta kubbelere geçişin zengin tromp unsurları ile sağlandığı dikkati çeker. Tahminlere göre XII-XIII. yüzyıl yapısı olan Silsile, Cevze, Kanâtır hamamlarında Roma hamamları ilhamıyla yapılan, içinde nişler olan sekizgen planlı ve kubbeli ılıklık ile uzun dikdörtgen sıcaklık mimarisi hâkimdir. Şam hamamlarında içleri dilimli tromplara ve kubbelerdeki tepe camlarının değişik desenlere göre açılmış yuvalara yerleştirilmesine özen gösterilmiştir.

XIV. yüzyıla ait Zeyn Hamamı’nda ılıklığa bütünüyle yuvarlak bir biçim verilmiş ve burası üç taraftan hepsi de zengin ve değişik geçiş unsurlarına sahip odacıklarla çevrilmiştir. Yine XIV. yüzyıl başlarına tarihlenen Sultan Hamamı, Osmanlı hamamları gibi ortası şadırvanlı büyük bir soyunma yeriyle dikkati çeker. Soğukluk, ılıklık ve sıcaklık ise hemen hemen eşit, hepsi kubbeli dokuz bölüm halinde gruplanmıştır. Hamamın girişi üstünde zengin alveollü bir kavsara vardır. İçinde de siyah, beyaz, kırmızı taşlardan bir mozaik bezeme görülür. Girişte ise Memlük Sultanı Kayıtbay’ın (1468-1496) adını veren yuvarlak bir disk içinde güzel bir kitâbe bulunmaktadır. Buna göre sadece giriş cephesinin bu döneme ait, esas bünyesinin ise daha eski olduğuna dair Ecochard ile Le Coeur’ün düşüncelerinin doğruluğu tartışılabilir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin (ö. 638/1240) yıkandığına inanılan bu hamamdaki bir kurna başında sürekli kandil yakıldığı gibi İbnü’l-Arabî’ye büyük saygısı olan Yavuz Sultan Selim’in bu hamamı ziyaret ettiği söylenir. Aynı döneme tarihlenen Verd Hamamı’nda şadırvanlı soyunma yerinin binanın bütününe hâkim bir bölüm halini aldığı ve ortadaki şadırvanın üstünde bulunan heybetli kubbenin bir aydınlık fenerine sahip bulunduğu görülür. Burada ılıklık, eski Roma ve daha önceki Şam hamamlarında olduğu gibi köşeleri nişli yuvarlak bir mekân halindedir ve iki tarafında buna açılan kubbeli küçük odalar vardır. Sıcaklık, bu bölgede görülen benzeri bütün tesislerde görüldüğü gibi iki ucu yarım yuvarlak dikdörtgen büyük bir mekân halinde olup buraya iki halvet hücresi açılır.

Sonraki dönemlerde Şam hamamlarında dört geniş kemere oturan, aydınlık fenerli büyük bir kubbenin örttüğü soyunmalığın hâkimiyeti görülür. 845’te (1441-42) yapılan Teyrûzî (Tevrîzî) Hamamı’nda yine nişli yuvarlak ılıklık tam ortadadır ve etrafında kubbeli kapalı küçük mekânlar yer alır. Sıcaklık ise öncekilerin aksine yeni bir plana kavuşarak Türk hamamlarında olduğu gibi bir orta mekâna açılan eyvanlı şemaya dönüşmüş ve aynı yapı sistemi çok daha ufak ölçüde Yezîd Köprüsü başındaki Cisr Hamamı’nda da uygulanmıştır.

Ömeriyye Medresesi’ne komşu olan Hâcib Hamamı’nda ılıklık nişli sekizgen bir mekâna sahip olmakla beraber sıcaklık üç eyvanlıdır ve köşelerinde halvet hücreleri yer alan Osmanlı-Türk hamamları plan düzenlemesini bütünüyle benimsemiştir. İçerideki duvarlarda alçı kabartma bezemeler bulunmaktadır. Osmanlı hâkimiyetinin başlamasının ardından yapıldığı tahmin edilen Melike Hamamı’nda ilk defa bir göbek taşının varlığı ile karşılaşılır. Hamamın istisnasız belli başlı bütün mekânlarının mermer döşemeleri renkli motiflerle bezenmiştir. 1586-1591 yılları arasında Şam beylerbeyi olan Koca Sinan Paşa tarafından yaptırılan caminin evkafından Sinâniyye Hamamı, çapraz derin kemerli ve ortası şadırvanlı kubbeli bir soyunmalığa sahiptir. Burada merkezî planlı bir ılıklık ile uzun ve iki ucu yarım yuvarlak sıcaklık yapılmıştır ki bunlar Osmanlı hamamlarına aykırı olup tamamen bölgenin Roma çağından intikal eden geleneksel mimarisine bağlıdır.

1563’te Şam beylerbeyi olan Lala Mustafa Paşa’nın vakfettiği hamamın, bulunduğu yerin sokak dokusu gereği düzensiz bir plana sahip olduktan başka yakın dönemlerde yapısı da bozulduğundan gerçek mimari hüviyetini anlamak zorlaşmıştır. Yapım tarihi bilinmeyen Rifâî Hamamı’nın mevcut parçalarında ise dört eyvanlı ve köşeleri halvet hücreli tipik Osmanlı-Türk üslûbu açık şekilde görülür.

Şam’da XVIII-XIX. yüzyıllarda inşa edilen hamamlar planları bakımından Osmanlı geleneğine daha bağlı görünüyordu. Ancak bunlardan Fethiye Hamamı, zengin biçimde mermerlerle bezenmiş döşemesi ve yerli üslûba uygun dış mimarisiyle farklı bir özellik gösterir. Burada cephede üç bölümlü kemerlerin varlığı da klasik Osmanlı sanatına ters düşmektedir. Girişteki kitâbesinde 1158’de (1745) yapıldığı belirtilen hamamda Avrupa üslûbunda alçı süslemeler vardır. Şam hamamları arasında hiçbir çifte hamam bulunmayışı dikkate değer bir özelliktir.

Halep’te bilhassa Eyyûbîler döneminde hamam yapımı büyük gelişme göstermiştir. XIII. yüzyılda şehri çevreleyen surların içinde altmış sekiz çarşı hamamı, otuz bir özel, çevredeki dış mahallelerde yetmiş, bahçelerde yirmi beş olmak üzere toplam 194 hamam bulunduğu söylenir. Planı elde edilebilen tek örnek olan Kazancılar Hamamı’nın dar ve gösterişsiz bir soyunma yerini takip eden ılıklık bölümü, dört taraftan duvarlarla ayrılmış küçük odalardan oluşmuştur. Sıcaklık ise dört eyvanı, ortada kubbeli kısmı ve köşelerde halvet hücreleriyle Osmanlı hamamlarını andırır. Fakat ılıklık bütünüyle değişik bir karakterdedir (Sauvaget, Alep, s. 142, rs. 32). Moğol istilâsının ardından sadece on kadar hamamın faal olduğu, fakat az sonra bunların sayısının arttığı kaynaklardan öğrenilmektedir.

Mısır. Bir Arap yazarının eski Kahire’de 1170, yeni Kahire için seksen olarak verdiği hamam sayısı (bk. Mez, s. 365) abartılı olmalıdır. Esasen Makrîzî XV. yüzyılda sayıyı ancak kırk yedi olarak göstermiştir. Evliya Çelebi ise XVII. yüzyılda Kahire’de elli beş hamam bulunduğunu yazar. Mısırlı Ahmed Çelebi b. Abdülganî 1723’te Kahire’de yetmiş üç hamam olduğunu kaydetmiş, yazma halindeki eserine (Kitâb Evḍaḥ, Yale Landberg, nr. 3, vr. 127b) eklenen bir derkenarda sonraki yıllarda Osman Kethüdâ ve İbrâhim Çavuş hamamlarının da yapıldığı belirtilmiştir ki böylece sayı yetmiş beşe yükselmiştir. Bunun dışında Bulak’ta altı, eski Kahire’de sadece iki hamamın varlığına işaret edilmiştir. Kahire’yi 1755’te ziyaret eden seyyah Fourmont buradaki hamam sayısını seksen olarak tahmin etmiştir. Kahire’deki hamamlara dair 1933’te bir monografi yayımlayan E. Pauti şehirde kırk iki, Bulak’ta da beş hamam göstermiştir. Son olarak Kahire hamamları hakkında etraflı bir araştırma yapan A. Raymond, XVIII. yüzyılda adlarıyla birlikte haklarındaki kaynakları gösterip son durumlarını da bir iki kelime ile belirttiği yetmiş yedi hamam tesbit etmiştir. Raymond, çalışmasında çok ayrıntılı olarak arşivden derlediği notlarla gelirleri, kiralama, araç ve gereç ücretleri, müstahdem masrafları ve hamamcılar loncasıyla ilgili bilgiler verdiği bu yetmiş yedi hamamdan, makalenin yayımlandığı 1969 yılına kadar otuz beşinin yok olduğunu, kalanlardan bir kısmının da faal durumda bulunmadığını yazmaktadır.

Kahire’de Memlükler döneminde, kapısı üstündeki kitâbesinde 742 (1341-42) yılında Emîr Seyfeddin Beştâk tarafından el-Melikü’n-Nâsır zamanında inşa ettirildiği bildirilen hamam, renkli taşlar kullanılarak meydana getirilen dış mimarisiyle dikkati çeker. Fakat binanın sadece cephesinin bir kısmı cümle kapısı ile günümüze kadar ulaşabilmiştir. Tek hamam olan bu tesis değişmiş durumu ile yalnız kadınlara hizmet etmektedir.

Koca Sinan Paşa tarafından 1579’da Kahire’de yaptırılan külliyenin parçası olarak bir de hamam inşa ettirilmişti. Tamamen Osmanlı üslûbundaki bu külliyenin hamamı da aynı esaslara göre yapılmıştır. Anadolu’nun pek çok yerinde, hatta İstanbul’da da olduğu gibi (bk. BEYAZIT HAMAMI) bu tesisin suyu dolapla çekiliyordu. Kahire’de hamam yapımı XIX. yüzyıla kadar devam etmiş, 1211’de (1796-97) yapılan Nefîse Hatun Sebil ve Sıbyan Mektebi yanında bir erkekler hamamı inşa edilmiştir.

Kuzey Afrika ve Endülüs. Kuzey Afrika’da Kal‘atü Benî Hammâd’da, Dârülbahr denilen harabe halindeki saray kalıntısı içinde ana binanın kuzey tarafında rastlanan çok küçük ölçülerdeki bazı mekânların, altlarındaki cehennemliklerin yanında tabanları tuğla döşendiği ve duvar içlerinde de tüteklik boruları bulunduğundan hamam oldukları kabul edilir.

Cezayir’de Tilimsân’da, yabancı dillerdeki yayınlarda “Boyacılar” (Tenturiers) Hamamı olarak tanıtılan umumi hamam, burada mevcut pek çok sayıdaki benzeri tesisin en büyüğü ve en mükemmelidir. Yapıldıktan sonra birçok değişikliğe uğramakla beraber erken dönemin Kuzey Afrika İslâm hamamlarının ana esaslarını bu eserde bulmak mümkündür. Hamam hemen hemen bütünü ile bir kare biçimindedir. Buna ek olarak sadece helâlar ve depodan ibaret iki küçük mekân bitişiktir. Hiçbir mimari özelliği bulunmayan giriş holünü takip eden büyük kare mekânın her bir kenarı 5 m. uzunlukta olup ortada kabaca işlenmiş fıskıyeli bir havuz vardır. Mekânın ortasında on iki sütunla ayrılmış bir bölüm yer alır; bunun üstü, köşe geçişleri tromplarla sağlanmış sekizgen biçimli kasnağa oturan bir kubbe ile örtülmüştür. Bu mekânın etrafında ise dinlenme için sedirler yapılmıştır. Yandaki bir kapıdan geçilen sıcaklık dikdörtgen şeklinde bir kısımdan ibaret olup iki ucunda tek sütuna dayanan kemerlerle ayrılmış halvet sayılabilecek bölümler mevcuttur. Burada ayrıca bir de soğuk su haznesi bulunur. G. Marçais tarafından tanıtılan Tilimsân Hamamı’nın benzerleri Mayurka (Majorka), Palma, Gırnata (Granada), Kurtuba (Córdoba) ve Belensiye’de (Valencia) görülmüştür.

Eski Endülüs (İspanya) topraklarındaki müslüman yerleşim yerlerinde çok sayıda hamam bulunduğu rastlanan kalıntılardan anlaşılmaktadır. Ronda ve Tortosa’da da hamamların varlığı tesbit edilmiştir. Bu hamamlar İslâm sanatının Mağrib ekolünün ürünleri olup XI-XII. yüzyıllara ait kabul edilir. Endülüs’te hamam mimarisi, Barselona (Barcelona) ve Girone’de XII-XIII. yüzyıllarda İslâm dışı olarak devam etmiştir. Mağrib bölgesi özellikleri taşıyan bu hamamlar, Anadolu’da çok yaygın olan Selçuklu ve sonraları Rumeli’de de yüzlerce örneği yapılan Osmanlı hamamlarından bütünüyle farklıdır.

Mağrib hamam planı daha ihtişamlı biçimde Elhamra Sarayı’ndaki özel hamamda tekrarlanmıştır. Yapımına 1232’den sonra başlanan, pek çok bölümü XIV. yüzyılda inşa edilen bu saray yapıları topluluğunun iki büyük iç avlusunun arasında bulunan hamamın giriş mekânı enlemesine dikdörtgen biçimindedir. Ortasında, Mağrib çarşı hamamlarında olduğu gibi sütunlarla ayrılan şadırvanlı bir bölüm vardır. Yalnız burada sadece dört sütun kemerleri taşır. Ilıklık kısmı, iki ucu bir çift sütunla ayrılmış yine enlemesine bir dikdörtgendir. Sıcaklık ise hiçbir plan özelliği olmayan dikdörtgen iki mekân halindedir. I. Yûsuf döneminde (1333-1354) yapıldığı sanılan hamamın bir kitâbesinde onun adı okunmakla beraber binada XVI. yüzyıla kadar yapılan birçok değişiklik izler bırakmıştır. İlk bölüme nisbetle daha basık olan son kısımlar, Marçais’nin ifadesine göre üstlerini örten tonozlardaki boru biçiminde deliklerden ışık alıyordu.

Mağrib hamamlarının ısıtma sisteminin eski Roma mimarisine uygunluğu dışında ne planları ne de genel mimarileri ve ölçüleri İlkçağ yapı sanatına uymadığı gibi Türk hamam mimarisinin değişiklikler arayan hareketli, düzenli sistemine de aykırıdır. Fas’ta Vücde’de büyük cami yanındaki çarşı hamamını Merînîler’den Ebû Ya‘kūb’un 696’da (1296-97) inşa ettirdiği sanılır. Giriş bina eksenine ters düşen biçimde yandadır. Türk hamamlarındaki camekânın karşılığı olan dinlenme yeri ortası kubbeli bir mekân halinde olup etrafında değişik şekil ve ölçülerde odalar vardır. Ilıklık ve sıcaklık bölümleri ise enlemesine dikdörtgen mekânlardan ibarettir ve hiçbir süslemeleri yoktur. Aynı plan, yine Merînîler döneminde Rabat’ta yapılan hamamda da uygulanmıştır. Burada bölümler muntazam bir dikdörtgenin içindedir. Yana açılan bir kapıdan girilen soyunma yeri üç taraftan tonozlu galerilerle çevrilidir. Ortada dört sütuna oturan küçük bir kubbe vardır. Soğukluk enlemesine beşik tonozlu dikdörtgen bir salondan ibarettir. Ilıklık iki yan bölümü beşik tonozlu, ortası kubbeli üç bölümlü bir mekândır. Bunu takip eden sıcaklık ise bütünüyle bir beşik tonozun örttüğü, bir mimari özelliği olmayan hangar gibi süslemesiz büyük bir mekândan ibarettir. Tilimsân’da Ubbâd Camii’ne komşu olan hamam da aynı planın daha sadeleştirilmiş bir şeklini ortaya koyar. Burada kubbeli bir dinlenme mekânını üç bölüm takip eder.

XVIII. yüzyılda Tunus’ta Bardo’da yapılan hamam plan bakımından klasik Osmanlı-Türk hamamlarından farklıdır. Cephesinin yan tarafından girilen ve iki küçük geçidi takip eden dinlenme yeri büyük bir kare şeklindedir. Sağ taraftaki duvarına bitişik olarak külhan, su haznesi ve kömür ambarı bulunur. Dinlenme yerinin diğer iki duvarının arkasında çok küçük bir odadan ibaret ılıklık ile helâlar ve daha büyük iki mekân yer alır. Bunlardan en büyüğü masaj için ayrılmış ılık bir yer olup burada ayrıca üç adet ayak yıkama hücresi vardır. Yanındaki daha ufak dikdörtgen şeklindeki kısım ise sıcaklıktır. Bu örnek, Akdeniz çevresinde Osmanlı mimarisinin hâkim olduğu dönemde bile Tunus’taki hamam düzenlemesinin bundan etkilenmediğini açık şekilde gösterir.

İran. İslâmiyet’ten önceki dönemde İran’da pek hamam yapılmadığı tahmin edilmektedir. Arap müelliflerinden Ya‘kūbî İslâmiyet’ten önce bu ülkede hamam bulunmadığını bildirir (bk. Mez, s. 365). Nitekim Sâsânî hükümdarlarından I. Kubâd, Bizans’a karşı yaptığı savaşta Âmid’i işgal ettiğinde buradaki hamama girip beğendikten sonra kendi ülkesinde de hamam yapılmasını istemiştir.

Kaynaklarda, İslâmiyet’in bu ülkeye girmesiyle pek çok sayıda kaplıca kurulduğuna dair bilgiler varsa da tarih boyunca yapılan hamamlar hakkında fazla mâlûmat edinilememiştir. 1890’da yalnız İsfahan’da yetmiş iki hamamın bulunduğu ve bunların içinde otuz bir çarşı hamamının tarihî karakterde yapılar olduğu belirtilmiştir. Kirman’da 1870’e doğru mevcut elli bir hamam sayısı daha sonraki yıllarda otuz iki olarak gösterilmiştir. 1880 yıllarında Kazvin’de otuz beş, Şîraz’da kırk, 1903’te Kirmanşah’ta otuz kadar çarşı hamamının varlığı bilinmektedir. 1916’da Sultanâbâd’da ikisi çok yeni olmak üzere otuz çarşı hamamı bulunuyordu. Bunlardan biri Avrupalılar’a mahsustu. Tahran’da ise hamam sayısı 1852’de 146, 1902’de 182 idi. 1925’te bu sayı sanıldığına göre akar su yetersizliğinden 151’e düşmüştür (, III, 864). Aartbur Upham Pope başkanlığında İran’ın sanat eserlerine dair çok hacimli bir kitap yayımlanmasına rağmen burada yalnız Kirman’ın güneyinde Necar’daki Selçuklu öncesine ait bir hamamın adının geçmesi hayret vericidir.

İran’daki hamamların mimarilerine dair yeterli bilgi bulunmamaktadır. Simnân-Damgan arasında Âhûvân yakınında inşa edilen, Ziyârîler’den Şerefülmeâlî Enûşirvân’a (1029-1049) bağlanan ve Ribât-ı Enûşirvân adıyla tanınan kervansarayda girişin sağındaki köşede yer alan kısmın (dört eyvanlı beyt) bitişiğinde bir hamamın varlığı bilinmektedir. Ayrıca Sîrâf’ta yapılan bir kazıda meydana çıkarılan ve 441’den (1049-50) önce inşa edildiği sanılan umumi hamamın dıştan 17 × 11,50 m. ölçülerinde bir dikdörtgen şeklinde olduğu tesbit edilmiştir. Bunun içinde yine dikdörtgen bir soyunmalıkla diğer bir mekân ve helâ ile cehennemliği olmayan bir başka yer vardır. Bu sonuncunun iki yanındaki odalarla sıcaklık bölümünün altlarında cehennemlikler yapılmıştır. Suyu dışarıdan getirilen hamamın İran’da bir süre hüküm süren Selçuklular dönemine ait olduğu da düşünülebilir. Bunun dışında Selçuklu öncesine tarihlenen bir başka hamam Kirman’ın güneyinde Necar’da bulunmuş, P. Coste de 1867’de Paris’te yayımlanan kitabında (lv. 45) Kâşân’daki bir hamamın planını tanıtmıştır.

W. Kleiss, İran’da yakın tarihlere ait bazı küçük yerleşim yerlerindeki hamamlardan bahseder (, III, 867). Fars eyaletinde çöl bölgesinde boşalmış Dîdgân köyünde, Şîraz’ı Âbâde’ye ve Yezd’e bağlayan yol üzerindeki bir kervansarayın yanında hamam bulunmuştur. Bunun şaşılacak özelliği bütünüyle yer altında oluşudur. Bir merdivenle inilen kubbeli soyunmalığın iki büyük nişi vardır. Bir köşede bulunan kapıdan geçilen sıcaklıkta sadece bir niş yer alır. Mekânların ölçüleri 3,40 × 3,20 metredir. Sıcaklıktan sıcak su haznesine bir geçitle ulaşılır. Hamamda altındaki bir ocak sayesinde ısıtılan tek yer bu haznedir. İslâmî hamamların aksine bu küçük ve basit tesiste döşeme altında ve duvarlarının içlerinde ısıtmaya yarayan teknik unsurlar yoktur.

Yine Şîraz’dan İsfahan’a giden kervan yolu yakınında Dihgirdû’de bir hamam harabesi bulunmuştur. Yanında bir kervansarayla saraya benzeyen bir yapı harabesi ve tahkim edilmiş oldukça büyük bir de köy vardır. Basit bir köy hamamı ölçülerini aşan bir büyüklükte olan bu yapı Kleiss tarafından XVII. yüzyıla tarihlenmiştir. Bu hamam da külhan dışında üç mekândan oluşur. Bunlardan ilki, kubbeli 5,40 m. çapında sekizgen biçiminde olup etrafında çepeçevre dördü eyvan şeklinde, dördü köşe hücreleri biçiminde sekiz girinti sıralanır. Buradan geçilen sıcaklık, dört adet sekizgen kesitli taştan pâye ile etrafında bir çevre dehlizi dolaşan merkezî bir kısma sahiptir. Bu mekânı takip eden üç adet sıcak su haznesi sıcaklığı teşkil eder ve yalnız burası ısıtılır.

İran’da Kleiss’in kısaca bahsettiği iki özel hamamdan ilki Kaçar soyundan Nâsırüddin Şah’ın (1848-1896) yaptırdığı, Tahran’ın kuzeybatısında Şehristânek av köşkünün küçük hamamıdır. İki mekândan oluşan ve duvarları evvelce çini kaplı olan bu hamama ancak köşkün ana avlusundan girilebiliyordu. Ayrıca şahın maiyeti için de burada ikinci bir hamam vardı. Ancak bu hamamların her ikisi de büyük ölçüde harap olmuştur.

Kleiss, Vîrâmîn’den Kum’a giden eski kervan yolu üzerinde de Deyrigeç Kervansarayı’nın hamamını zikreder ve bunun Safevîler dönemine ait olabileceğini söyler. Fakat hamamın kervansaray binasının içinde oluşu ve bu tür uygulamalara Anadolu Selçukluları’nda rastlanması (Kayseri’de Karatay ve Sultan Hanı, Denizli’de Akhan) bu eserin belki de Selçuklu döneminden kaldığına işaret sayılabilir. Kervansarayın bir köşesini işgal eden bütünüyle tuğladan yapılmış hamamın, altındaki cehennemlikle ısıtılan 4,50 m. çapında kubbeli sekizgen biçiminde iki mekânı vardır. Ne zaman inşa edildiği bilinmeyen Kirman’ın güneyindeki bir hamam, dört eyvanlı bir soğuklukla sekizgen biçiminde bir sıcaklığa sahiptir. Bu bölüm Arap ülkelerindeki hamamları hatırlatır. Ilıklıklar herhalde köşelerdeki küçük mekânlar olmalıdır. İran Tarihî Eserleri Koruma Millî Teşkilâtı’nın yayımladığı envanter kitabında da yakın tarihlere ait sadece birkaç hamamın adları verilir. Bunlardan ilki, İsfahan’da 1122 (1710) yılında Safevîler’den Şah Sultan Hüseyin döneminde yapılan Ali Kulı Han Camii’nin yanında bulunur. Ancak bu hamamın çok daha eski olduğu ve orijinal yapısından görünürde bir şey kalmadığı bildirilmektedir. İçinde evvelce çini kaplama bir süsleme olmakla beraber bunlar da yerlerinden sökülerek Çihilsütun’daki müzeye taşınmıştır. Ali Kulı Han Hamamı, komşusu olan cami ile birlikte şimdiki biçimiyle yeniden yaptırılmış olduğuna göre Safevî hânedanının sonlarına aittir.

Kirman eyaletindeki İbrâhim Han Hamamı, XIX. yüzyıl içinde Kaçarlar hânedanı döneminde Kirman Valisi İbrâhim Han tarafından medrese ve çarşı ile birlikte yaptırılmıştır. Şîraz’da da XVIII. yüzyılda inşa edilmiş hamamlar vardır.

Hindistan. Hindistan’da hamam yapımının, genellikle Bâbür Şah’ın (1526-1530) eseri olan Bâbürlü medeniyetinin bir ürünü olduğu ileri sürülmüştür. Ancak K. K. Muhammed’in görüşüne göre, gerek yazılı kaynaklardan gerekse bazı kalıntılardan hareketle Bâbür Şah’ın hâkimiyetinden önce de Hindistan’da hamamlar bulunduğu ileri sürülür. Aynı yazara göre bunların çoğu, Kuzey Hindistan’da Agra ili sınırları içindeki Fetihpûr Sikri’de bulunmaktadır. Fakat bu şehrin 1574’te Bâbürlü Hükümdarı Ekber Şah tarafından başşehir olarak kurulduğu da göz önünde tutulmalıdır. Büyük imar çalışmalarından sonra gelişen başşehir su kaynaklarının yetersizliğinden 1586’da Agra’ya taşınmıştır. Bu bakımdan hamam kalıntılarının gerçekten Bâbürlüler’den önceye mi ait olduğu tartışılabilir. Esasen Hindistan’daki hamamların planları ile mimarilerini ortaya koyan etraflı bir araştırma şimdiye kadar yapılmamıştır.

K. K. Muhammed, Bâbürlüler’in Hindistan’a gelip yerleşmesinden önce var olduğunu söylediği hamamlar hakkında açık bir bilgi vermemektedir. Sadece bazı özel hamamlara dair, “Mes‘ûd-i Sa‘d-i Selmân (ö. 1121) sürgünde bulunduğunda Lahor’daki hamamının özlemini çektiğini yazmıştır. Delhi sultanları da burada hamamlar inşa ettirmişlerdi. Fîrûz Şah Tuğluk yalnız bu şehirde on hamam yaptırmıştı” gibi rivayetlere dayanan bilgiler kaydedilmiştir.

Anadolu’da Selçuklu ve Osmanlı, İstanbul ve Rumeli’de Osmanlı hamamlarının yaygınlık kazanması ve mimarilerinin gelişmesinden çok sonra Bâbürlü hükümdarları Hindistan’da sıcak buharla ısıtmalı hamamları yaygınlaştırmışlardır. Bâbür Şah, fethettiği bu ülkede hamam bulunmadığını görünce değişik şehirlerde dört hamamın inşa edilmesi emrini vermiş, arkasından da bu türden yapılar hızla çoğalmıştır. En büyük hamam Ekber Şah tarafından Fetihpûr Sikri’de inşa edilmiştir. 104,40 × 78 m. ölçülerinde bir alanı kaplayan bu tesis alçı kabartma ve altın yaldızlı nakışlarla süslenmişti. Cihangir Şah döneminde hükümdar bazı özel kabulleri gusülhane denilen bir yerde yapıyordu. Bu bir bakıma Emevî saraylarındaki kabul geleneğinin devam ettirilmesidir. Esasen Cihangir’in hamamlara olan büyük ilgisi Delhi ve Agra’da inşa ettirdiği yapılardan bellidir. Fakat soylular Selçuklu mimarisi tipindeki hamamları tercih ediyorlardı. K. K. Muhammed, birçok hamam hakkında açıklama yaparsa da hiçbirinin planını vermediğinden ve açık bir tasvirini de yapmadığından bunların gerçek mimari hüviyetleri anlaşılamamaktadır. Ahmedâbâd’da Nizam Şah dönemine tarihlenen hamamın “bâdgîr” denilen ve havayı hamamın içine gönderen bir rüzgâr kulesi vardır. Ayrıca bu tesislerin soyunmalıklarında muhteşem bir şadırvanın bulunduğu da kaynaklardan öğrenilmektedir.

Fetihpûr Sikri saraylarında Bâbürlüler döneminde yapılmış özel hamamlar bulunmaktadır. Türk sultanın avlusu veya bahçesi (Turkish Sultana’s Bath) denilen yerdeki hamamın girişi yandadır. Buranın kubbeli odalardan ayrı haçvari biçimde kubbeli bir soyunma yeri vardır. Sıcaklık ise yıldız biçimini andırır. Bir taraftan iki eyvanlı ve kubbeli bir oda, diğer taraftan kubbeli ve yonca biçiminde planlı bir mekânla bağlantılıdır. Aynı yerdeki Cihangir Mahal denilen sarayın hamamı da zemin altından ısıtmalıdır. Büyük avlusunda girişin tam karşısında, Emevî saray hamam mimarisinde olduğu gibi bir kabul salonu arkasında hamam yer alır. Bu da kare ve dikdörtgen odalarla iki yanında apsis biçiminde yarım yuvarlak nişler bulunan bir mekândan ibarettir.

Bilhassa Asya’daki Türk ülkelerinde mevcut hamamlara dair herhangi bir bilgi yoktur. Halbuki hamam mimarisi, Arap ülkelerine nazaran bazı değişikliklerle Türkler tarafından yerleştikleri yerlere götürüldüğüne göre Asya’nın bu bölgelerinde hamamlar olmalıdır.

Türkler’de Hamam. Osmanlı döneminde devletin yayıldığı bütün topraklarda çok sayıda umumi hamam inşa edilmiştir. Bunların dışında büyük konaklarda, âyan saraylarında, varlıklı kişilerin evlerinin yanında küçük ölçüde özel hamamlar da yapılmıştır. Ufak yerleşim yerleriyle köylerdeki evlerde ise gusülhane denilen yıkanma yerleri bulunurdu.

Umumi Türk hamamları (çarşı hamamları veya halk hamamları), ısıtma sistemi bakımından eski Roma hamamlarına benzemekle beraber mimarileri bütünüyle değişiktir. Diğer İslâm ülkelerinde İlkçağ mimarisinden kalan bir plan sisteminde kalınmasına rağmen Türk hamamlarında belirli bir eksen düzenlemesi hâkim olmuş ve bilhassa sıcaklık bölümlerinde Orta Asya’dan beri yapı sanatında görülen dört eyvan şeması uygulanmıştır. Arap ülkelerinde pek çifte hamam yapılmazken Türkler’de birbirine bitişik olarak erkekler ve kadınlar için iki binadan oluşan çifte hamamlar inşa edilmiştir.

Osmanlı Öncesi. Selçuklular’ın Anadolu topraklarında yerleşmesiyle her tarafta hamamlar yapılmaya başlanmıştır. Kaplıca veya ılıcalar dışında havuzu bulunmayan Türk hamamlarında kurna başında su dökünerek yıkanılır. Terleme için ise ayrı kapalı bir mekân değil, her sıcaklık bölümünün ortasındaki “göbek taşı” denilen yüksekçe seki tercih edilmiştir. Soyunma yeri büyük ve âbidevî bir mekân halini almış, burası yorgunluk çıkarma, dinlenme ve ferahlama mahalli olarak düşünülmüştür. Bu sebeple ortasında fıskıyeli bir şadırvanla sonraları bir kahve ocağının da bulunmasına özen gösterilmiştir. Kullanılan su künklerle dışarıdan getirilmekle beraber su tesisatı ve imkânı olmayan yerlerde geniş çapta bostan kuyularından ve hayvanlarla çevrilen su dolapları yardımıyla temin ediliyordu.

Türkler’in hamama verdikleri büyük önem konakladıkları yerlerde çadır hamamları kurmalarından anlaşılır. Sultan I. Alâeddin Keykubad’ın “hamâm-ı seferî” denilen bir çadır hamamıyla seferlere çıktığı bilinmektedir.

Anadolu’da Osmanlı döneminden önce bilhassa Selçuklular zamanında yapılan hamamlardan bazıları tek monografiler halinde tanıtılmış olmakla beraber bunlar başlı başına bir cilt içinde, gerekli tarihî bilgilerle mimari tarifleri yanında çeşitli fotoğrafları, planları da eklenerek Yılmaz Önge (ö. 1992) tarafından derlenmiş ve vefatından sonra 1995’te yayımlanmıştır.

Bugünkü Türkiye-Ermenistan sınırı kenarındaki Ani şehrinde kalıntıları bulunan iki hamamın Anadolu’nun bu türden ilk kâgir yapılarından olduğu kabul edilir. Bu hamamı, Selçuklular’ın Anadolu’yu fethe başlamasından sonra Şeddâdîler’e bırakılan Ani’nin ilk beyi Ebû Menûçihr’in 1064-1110 yılları arasında yaptırdığı sanılmaktadır. 1965-1967’de meydana çıkarılan bu tek hamamda bir eksen üzerinde sıralanan bölümlerden soyunmalık yıkılmıştır. Ilıklık kubbeli kare bir mekândan ibarettir. Sıcaklık ise beşik tonozlu dört eyvanla köşelerde dört hücreden oluşur. Ortası ve köşeler hep kubbelidir. Bu şema, yüzyıllar boyunca Türk hamamlarının sıcaklık bölümünün ana planı olarak kalmıştır. Sıcaklığın yan duvarına bitişik su haznesi ve külhan vardır. Kubbe geçişlerinde ve kapı nişlerinde taşların alveollü mukarnaslar halinde işlenmiş olduğu görülür.

Mardin’de Artukoğulları dönemine ait Savurkapısı (Radviyye) Hamamı, Sitti Radviyye Medresesi evkafındandır. Medrese 1176-1185 yılları arasında yapıldığına göre hamam da Necmeddin Alpı’nın hanımı ve Kutbüddin Gazi’nin annesi Radviyye Hatun tarafından inşa ettirilmiştir. XVI-XVII. yüzyıllarda büyük ölçüde tamir ve değişiklikler görmüş olmasına rağmen mimarisinde orijinal unsurlar tesbit edilebilmiştir. Burada, bir ucu yarım yuvarlak olan beşik tonozlu uzun mekân Suriye ve Memlük, hatta bazı Roma hamamlarını hatırlatmakla beraber ılıklıklar beşik tonozlu küçük mekânlar halindedir. Sıcaklık ise Türk mimarisi geleneğine uygun olarak beşik tonozlu dört eyvanlı ve köşe hücrelidir.

Anadolu’nun en eski hamamlarından Kayseri’de Kölük Hamamı yakınındaki cami ve medreseye vakıf olarak yapılmıştır. Yılmaz Önge, bunun İlkçağ’dan (Roma ?) kalma temeller üzerine inşa edildiği görüşündedir. Camideki kitâbelerin en eskisi, 608 (1211-12) yılında Dânişmendliler’den Atsız Elti’nin yaptırdığı tamire işaret ettiğine göre külliye ile birlikte hamam daha eski bir tarihte, XII. yüzyılın son yarısında yapılmış olmalıdır. Günümüze harabe halinde ve bazı bölümleri eksik olarak geldiğinden gerçek mimarisi açık şekilde anlaşılmazsa da sıcaklık olduğu sanılan ortadaki mekân, çepeçevre yarım daire nişlere sahip iç şekliyle daha çok Suriye hamamlarını akla getirir. Bu durumu -Anadolu’da hamam mimarisi Orta Asya geleneğine bağlı kalmakla beraber- arada komşu bölgelerden de ilham alındığı şeklinde yorumlamak mümkündür.

Kayseri’de Sultan II. Kılıcarslan’ın kızı Gevher Nesibe Hatun için 602 (1206) yılında inşa edilen dârüşşifânın evkafından olduğuna göre bu tarihlerde yaptırıldığı sanılan Sultan Hamamı çok harap durumdadır. Ancak burada sıcaklığın kubbeli odalar halinde oluşu dikkati çeker. Alanya İçkale’deki yine çok harap ve bazı bölümleri eksik hamamın sıcaklığı da Kölük Hamamı gibi içinde çepeçevre nişler sıralanan bir sekizgen biçiminde oluşu bakımından İlkçağ ve Suriye geleneğine bağlanır. Halbuki Sivas’ın Divriği ilçesinde Mengücükoğlu Ahmed Şah’ın buradaki Ulucami ile birlikte 626’da (1229) yaptırdığı sanılan hamam (XVII. yüzyıldan itibaren Bekir Çavuş Hamamı), eğer gerçekten XIII. yüzyıla aitse normal Osmanlı dönemi hamamları karakterindedir. Geç bir devirde küçültüldüğü sanılan soyunmalığı beşik tonozlu dikdörtgen bir ılıklık takip eder; sıcaklık ise dört eyvanlı ve köşelerdeki kubbeli halvet odaları ile oluşmuş Türk mimarisi geleneğine uygun biçimdedir.

Kayseri’de Huand (Hunat) Hatun Camii’nin yanındaki hamam, arkeolojik araştırmalara göre 1230-1240 yılları arasında yapılmış olmalıdır. Burada da sıcaklık bölümlerinde dört eyvanlı ve köşelerde halvet hücreli tipte Türk mimari geleneğine bağlı şema uygulanmıştır. Hamamda 1969’da yapılan araştırmada Selçuklu çinilerinin bulunması önemli bir husustur. Haçvari veya sekiz uçlu yıldız biçimindeki bu çinilerin üzerlerinde kanatlı melek, kuş, yazı, hayvan veya süs motifleri bulunmaktadır. Böylece Selçuklu dönemine ait bu hamamın duvarlarında bir çini kaplamanın varlığı anlaşılmış olmaktadır.

Konya’da Sâhib Ata Külliyesi’nin evkafından olarak herhalde 1258-1279 yılları arasında yapılan bir çifte hamamda her iki kısım eşit ölçülerde yan yanadır. İkisinin de ayrı sokaklara açılan girişlerinden geçilen soyunmalıkları büyük kare mekânlardır. Tam eşit olan ılıklık, kubbeli bir büyük mekânla daha küçük iki mekândan oluşur. Sıcaklıklar ise yine dört eyvan ve köşelerde kubbeli dört halvet hücresinden klasik şemaya göre oluşmuştur. Bu önemli hamamın mimarisi sonraları oldukça bozulmuşken 1960-1962 yıllarında büyük ölçüde tamir edilerek aslî şekline dönüştürülmüştür.

Kastamonu’da Cemâleddin Frenkşah Hamamı, vakfiyesine göre 661 (1263) yılında adı geçen emîr tarafından caminin evkafı olarak yaptırılmıştır. Vakfiyede çifte hamam şeklinde kayıtlı iken bugüne tek hamam gelmiştir. Harap durumda günümüze ulaşabilen eser toprak altından çıkarılarak bir dereceye kadar tamir edilirken birçok aksamı meydana çıkarılamamıştır. Sıcaklık bölümünün Orta Asya geleneğine uygun biçimde dört eyvanlı ve köşelerde kubbeli halvet hücreli olduğu görülen yapıda bir değişiklik olarak halvet hücrelerinden biri tonozludur. Yanındaki eyvan yeri ise kapalı mekân haline getirilip kubbe ile örtülerek halvet yapılmıştır.

Anadolu’da Selçuklu dönemi hamamları arasında değişik bir özellik gösteren bir yapı, Tokat’ta Selçuklu Veziri Muînüddin Süleyman Pervâne’nin vakfı olarak 1275’e doğru bir külliye ile birlikte yaptırılan hamamdır. Zaman içinde değişikliklere uğramakla birlikte esas mimarisi belirlidir. Bu çifte hamam, büyük kare bir soyunmalığı takip eden hepsi de kubbeli üç bölümlü bir ılıklıktan sonra klasik ve Türk mimari geleneklerine uygun ortası göbek taşlı, dört beşik tonozlu eyvanlı, köşe halvet hücreleri kubbeli bir sıcaklığa sahiptir. Fakat soyunma mekânını kaybetmiş olan bitişiğindeki kadınlar kısmı çok daha küçük ölçüdedir. Kubbeli tek mekândan sonra geçilen sıcaklık bölümü, yanında tonozlar olan ortası kubbeli bir dikdörtgen halindedir. Yapıyı ilgi çekici kılan husus, buradan en dipteki kubbeli çift halvet odalarına geçilmesidir. Böyle çifte halvet hücreleri, ancak bazı Osmanlı dönemi hamamlarında görülen bir tipe mahsus özelliktir. Bu durum, hamamın gerçekte hangi döneme ait olduğu konusunda şüphelere sebep olmaktadır.

Yılmaz Önge, Kastamonu’da Vakıf Hamamı denilen yapının Çobanoğulları’ndan Muzafferüddin Yavlak Arslan (1284-1292) tarafından yaptırıldığını ve bir ihtimale göre İlkçağ’a ait temeller üzerine oturtulmuş olabileceğini bildirir. Bunun sebeplerinden biri, hamamın ortası şadırvanlı büyük kareden ibaret olan soyunmalığının eksen üzerinde olmayışıdır. Ayrıca yapıda, normal dikdörtgen ılıklık yerine yanda mimariye uymayan kubbeli iki mekânın ve bunlardan birinin içinde herhalde helâ olarak ayrılmış bir bölmenin bulunması ile, bunların dışında altı yarım yuvarlak nişli kubbeli bir sıcaklığın hâkim olması da diğer sebepler arasında zikredilir. Bu merkezî mekânın etrafında kubbeli ve tonozlu halvet hücreleri yer almıştır. Kastamonu’daki bu yapı, Anadolu hamam mimarisi içinde değişik biçimiyle ayrı bir yer almak suretiyle Önge’nin düşüncesine hak verdirir.

XII-XIII. yüzyıllardan kaldığı tesbit edilen hamamların sonuncusu, Beyşehir’de Eşrefoğlu Süleyman Bey tarafından buradaki cami ile birlikte onun evkafından olarak 1297 civarında inşa edilmiştir. Günümüzde çok harap durumda bulunan bu eserde ılıklığın kubbeli büyük bir kare mekân biçiminde olduğu görülür. Sıcaklık ise eski geleneğe bağlı, köşeleri halvet hücreli dört eyvanlı tiptedir. Camideki taşa işlenmiş vakfiyede buradan “hamâm-ı kebîr” olarak bahsedildiğine göre aslında bu yapının çifte hamam olarak tasarlandığı hatta belki de yapıldığı sanılır. Ancak bitişikte olması gereken ikinci bir kanadın izine rastlanmamıştır. Hamamın içinde, duvarlarda sıva üzerine kalıp basmak suretiyle yapılmış bir süslemenin varlığı da anlaşılmıştır. Bu oldukça zengin bezemenin kalıntıları sıcaklık kısmında eyvanlarla halvet hücrelerinde de mevcuttur.

Anadolu’da vakıflara gelir sağlamak amacıyla yapılan bu çarşı hamamları dışında özel bazı küçük hamamlar da günümüze kadar gelmiştir. Bunların başında, Alanya-Antalya arasında bulunan Alara Kalesi’nin tam tepesindeki Selçuklu kasrının hamamı gelir. Hamam, bu kalenin I. Alâeddin Keykubad tarafından fethinin arkasından 1224-1225 yıllarına doğru inşa ettirildiği veya daha önceden var olan bir tesisin tamir, ihya ve bilhassa iç bezemesinin yapılması suretiyle meydana getirildiği sanılmaktadır. Yapı çok ufak ölçüde olup peş peşe sıralanan beşik tonozlu bir giriş mekânı ile (soyunmalık ?) kubbeli, biri herhalde sıcaklık olan iki odadan ibarettir. En sonda ise külhan vardır. Bu hamamın en ilgi çekici tarafı, duvar yüzeylerinde hâlâ bazı izleri görülebilen renkli kalem işi nakışlar ve bunların aralarında yine sıva üzerine fresko tekniğinde yapılmış bitki, hayvan ve insan resimleridir. Bu bakımdan yapı, İslâm sanatının ilk hamamlarından Emevîler dönemindeki Kusayru Amre’deki hamamı hatırlatır. Ayrıca sıcaklık bölümünün duvarlarının evvelce sekiz köşeli yıldız ve haç biçiminde çinilerle kaplı olduğu, bazı izlerle hamam harabesi içinde molozlar arasında rastlanan parçalardan anlaşılmıştır.

Kayseri-Sivas yolu üzerinde I. Alâeddin Keykubad tarafından 1232-1236 yılları arasında yaptırılan Sultan Hanı’nın avlulu birinci bölümünün köşesinde, içten yaklaşık 7 × 8 metrelik bir dikdörtgene sığdırılmış dört küçük mekândan ibaret bir özel hamam vardır. Kayseri-Malatya yolu kenarında, Sultan II. Gıyâseddin Keyhusrev zamanında 638 (1240-41) yılında Emîr Celâleddin Karatay’ın yaptırdığı hanın da yine birinci bölümünün köşesinde küçük bir hamam yer alır. Birbirinden geçilen kare şeklindeki odacıklardan oluşan bu hamamda bilhassa bir odanın taştan işlenen kubbe örgüsü oldukça zengin ve sanatlıdır. Denizli’deki Akhan’ın da (1252) bir köşesinde üç küçük bölümden oluşan çok ufak bir hamam vardır. Kervansarayların ana kitlesi içinde ve girişe göre sağ taraftaki köşeye yerleştirilen bu hamamlardan başka binanın yakınında da hamamlar yapıldığı görülür. Bunlar içeride olanlara nisbetle daha büyüktür. Bu gruptan başlıca örnekler Niğde’de Ağzıkara Han (1243), Afyonkarahisar’da İshaklı (1249) ve Sinop’ta 1266 yılına tarihlenen Durağan Han’dır. Çay’da hiçbir izi kalmayan 1278’e ait Taşhan’ın hamamının da bu gruba girdiği sanılır. Tercan’da Mama Hatun ribât-kervansarayının hamamı esas binanın dışında fakat hemen yakınındadır. Burada da dikdörtgen bir soyunmalığı takip eden kubbeli küçük bir ılıklık ile yine kubbeli bir sıcaklık ve halvet dikdörtgen bir beden duvarı çerçevesi içinde toplanmıştır.

Selçuklu ve Beylikler dönemi çarşı hamamlarında genellikle sıcaklık bölümünde dört eyvanlı ve köşeleri halvet hücreli, Türk yapı sanatında çok eskilerden beri kullanılan bir plan şemasına bağlı kalındığı görülür.

Yılmaz Önge, kitabında etraflı şekilde tanıttığı hamamlar dışında eski kaynak veya vakfiyelerden XIII. yüzyıla ait birkaç eserin daha tesbit edildiğini, fakat günümüzde izlerine rastlanmadığını belirtir. Bunlar, Bünyan’ın Karadayı (Sarâhor) köyünde 638 (1240-41) yılında Celâleddin Karatay’ın vakfettiği hamamla, Kırşehir ve Koçhisar’da Caca Bey’in 1272’de ve Afyon’un Çay kasabasında Yûsuf b. Ya‘kūb’un 1278’de yaptırdığı hamamlardır.

Osmanlı Dönemi. Hamama en fazla önem verenler Osmanlı Türkleri olmuş ve devletin sınırlarının ulaştığı her yerde irili ufaklı hamamlar yapılmıştır. Ayrıca çarşı hamamları dışında büyük şehirlerde konak ve yalılarda, Anadolu’da ise âyan konaklarında esas binadan ayrı olarak küçük çapta kâgir özel hamamlar inşa edilmiştir. Osmanlı döneminin bütün hamam örneklerini içine alan toplu bir eser şimdiye kadar hazırlanmamıştır. K. Klinghardt’ın Türk hamamlarına dair 1927’de yayımlanan kitabı sadece Bursa ve çevresinden bazı binaları içine almaktadır. Ancak İstanbul’da ve İstanbul dışında mevcut Osmanlı dönemi hamamları, iyi rölöveleriyle birlikte Ekrem Hakkı Ayverdi ve Aydın Yüksel’in Osmanlı mimarisi hakkındaki kitaplarında bulunmaktadır.

Osmanlı tarihi boyunca çok sayıda hamam inşa edilmesinin iki sebebi vardır. Bunlardan biri, hamamların iyi gelir getirmeleri sebebiyle hayır eserlerine gelir kaynağı olarak vakfedilmesidir. İkincisi, hamamların ait oldukları yapı manzumesinin merkezi olan cami cemaatine hizmet vermesidir. Fâtih, Süleymaniye, Beyazıt, Yenicami vb. birçok büyük külliyenin kendilerine ait birer hamamları olduğu gibi Mahmud Paşa, Murad Paşa, Küçük Ayasofya gibi daha küçük manzumelerin de hamamları vardır. Ancak bu tesisler gelir getirdikleri müddetçe kullanılmış ve gelir sağlayıcı özellikleri zayıfladıkça ortadan kaldırılmıştır. Osmanlı mimarisinin en zengin alanlarından biri olan hamamlardan birçoğunun bu sebeple ortadan kalktığı bilinmektedir.

Vakıf sahiplerinin gelir sağlamak amacıyla birbirine ne kadar uzak yerlerde hamamlar yaptırdıkları hususunda bir fikir vermek için, serveti kadar inşa ettirdiği hayır binalarının çokluğu ile de meşhur olan Sadrazam Rüstem Paşa’nın (ö. 1561) otuz iki hamamın kurucusu olduğuna işaret edilebilir. Rüstem Paşa’nın İstanbul’da hiçbir hamamı olmayışına karşılık Anadolu ve Rumeli’nin şehir ve kasabalarında çok sayıda hamamı vardı (Ankara, Belgrad, Beypazarı, Bolvadin, Bursa’da dört adet, Büyükkarıştıran, Erciş, Erzincan, Erzurum, Estergon, Hayrabolu, İstolni Belgrad [başka bir Rüstem Paşa’nın olabilir], Kütahya, Karaöz, Lapseki, Lefke, Lipve, Malatya, Nazilli, Niğbolu, Sapanca, Söğütcük, Tekirdağ, Bosna’da Teşne, Trablus’ta iki adet, Van, bk. Yüksel, s. 219-281).

Hamam sayısı bilhassa şehirlerde hızla artınca büyük ölçüde su harcanmasına, özellikle de inanılmaz miktarda odun tüketilmesine yol açmış, bu da halkı susuzluk ve yakacak bulamama gibi sıkıntılara sokmuştur. Bundan dolayı daha XVIII. yüzyılda hamam sayısının artışını önlemeye yönelik tedbirler alınmıştır. 1182 yılının Rebîülevvelinde (Temmuz 1768) III. Mustafa tarafından Hassa mimarbaşısına gönderilen fermanda İstanbul, Üsküdar, Galata, Eyüp ve Boğaziçi’ndeki hamamlar yeterli olduğu halde bazı kimselerin kendilerine gelir sağlamak için çarşı hamamları inşa ederek sıcak zamanlarda suyun azalmasına sebep oldukları gibi İstanbul’a getirilen odunların zayiatına yol açtıkları belirtilerek yeni hamam yapımına engel olunması istenmiştir. Ancak devlet adamlarından ve diğer müslümanlardan hamama ihtiyacı olanların kendi evlerinde hamam yaptırmalarına ve şu ana kadar yapılmış olanların tamir edilmesine izin verilmiştir (Ahmed Refik, s. 217). İstanbul içinde son hamamlar, her ikisi de XVIII. yüzyıl yapısı olan I. Mahmud’un Ayasofya’ya yaptığı ek binalara vakıf olarak inşa ettirdiği Cağaloğlu Hamamı ile, Amcazâde Hüseyin Paşa’nın kızı Ayşe Hatun’un babasının hayratına vakfettiği Süleymaniye semtindeki Ayşekadın Hamamı’dır.

Reşat Ekrem Koçu, İstanbul hamamlarına dair zengin malzeme ile dolu bir not arşivi toplamış ve bunu konferans halinde de anlatmıştı. Ölümünden sonra bu notların ne olduğu bilinmemektedir. Şinasi Akbatu’da da İstanbul hamamları hakkında toplanmış zengin bir arşiv vardır. C. Gurlitt, 1907-1912 yılları arasında basılan büyük kitabında birkaç hamama da yer ayırmıştı. Fakat İstanbul hamamları hakkında sanat tarihi bakımından etraflı bir araştırma, Avusturyalı H. Glück tarafından 1916-1917 yıllarında yapılarak 1921’de yayımlanmıştır. Bu eserin içinde sadece yirmi üç çarşı hamamı yer alır. Glück’ün kitabı, basıldığından günümüze gelinceye kadar İstanbul hamamlarına dair tek ana çalışma olmuş, Kemal Ahmet Aru’nun 1949’da yayımlanan tezi bu eseri aşan bir katkıda bulunmamıştır. Arada bazı hamamlar hakkında yayımlar yapılmış, ayrıca İstanbul hamamlarının adlarını veren iki liste düzenlenmiştir. Neşet Köseoğlu’nun 1952’de ve Şinasi Akbatu’nun 1973’te basılan yazıları böyle listelerden ibarettir. Büyük şehrin bu türden yapılarından harap veya kullanılır durumda olanların tam sayılabilecek bir derlemesi ilk olarak 1995’te bir cilt halinde yayımlanmıştır. Mehmet Nermi Haskan’ın büyük emek harcamak suretiyle meydana getirdiği İstanbul Hamamları adlı eserde hamamların bir “külliyat”ı derlenmiştir. Eserin tek eksik tarafı adları geçen yapıların iyi planlarının bulunmayışıdır.

Mimar Sinan’ın inşa ettiği eserlere dair listelerde, hepsinde değişik adlar verilerek saraylar dışında ve yalnız İstanbul ile yakın çevresinde yirmi beş otuz kadar hamam belirtilmiştir. Evliya Çelebi yaşadığı dönemde İstanbul’da 151 hamam bulunduğunu, fakat Mısır-Sudan seyahatini yaptığı sırada on yedi yeni hamamın daha inşa edildiğini belirtmektedir. Evliya Çelebi’nin eserinden İstanbul’daki yapılar üzerinde bir çalışma yapan Yüksel Yoldaş Demircanlı 124 hamam sıralamıştır. Evliya Çelebi’nin her hamamı bir meslek erbabına bağlaması ise ilmî değeri olmayan bir yakıştırmadan ibarettir. J. Dallaway (ö. 1864), İstanbul’da XVIII. yüzyıl sonunda 130 halk hamamı olduğunu yazar (Constantinople ancienne, I, 184). Yalnız sur içi İstanbul’una dair bir listede, 1304’te (1886-87) yetmiş beş hamamın adları ile bulundukları semtler gösterilmiştir. Neşet Köseoğlu ise sur içinde 1952’de doksan kadar hamamın adını tesbit etmiştir. Şinasi Akbatu da İstanbul büyük şehir sınırları içinde 193’ünün adlarını verir. Nermi Haskan’ın kitabında, büyük şehir İstanbul ile çevresindeki Boğaziçi, Akbaba, Bulgurlu, İcadiye, Maltepe, Yakacık gibi semtlerdekilerle birlikte 237 hamamın kısa tanıtımı yer alır.

İstanbul’un fethinin arkasından şehirde hamam yapımına başlanmıştır. Bunlardan en büyüğü olan ve günümüzde tam yerinin tesbiti dahi mümkün olmayan Fâtih Külliyesi yanındaki Çukur Hamam yok edilmiştir. Fâtih Sultan Mehmed’in bir Bizans hamamından faydalanarak yaptırdığı Azepler Hamamı’nın da izi kalmamıştır. XVI. yüzyılın ilk yıllarında Kapıağası Hüseyin Ağa’nın inşa ettirdiği Çardaklı Hamam, erkekler kısmında mevcut haç biçimindeki sıcaklık sebebiyle belki bir Bizans hamamının kalıntısından faydalanılarak yapılmıştır. Bunun dışında, İstanbul’un belli başlı ve bugün mevcut olan veya ayakta olmadığı halde planı bilinen hamamları hep Osmanlı-Türk mimarisinin ürünleridir.

İstanbul çarşı hamamları genellikle çifte hamam olarak yapılmıştır. Yarısı erkeklere, yarısı kadınlara ayrılan çifte hamamların bir özelliği de pek nâdir haller dışında hiçbir zaman kapılarının aynı cadde veya sokağa açılmamasıdır. Tek hamamlar çok azdır. Ayrıca bazı özel hamamlar da zamanla bağlı bulundukları kuruluş veya özel mülkün ortadan kalkması ile çarşı hamamı haline gelmiştir. Bunun en iyi örneği, İstanbul Şehzadebaşı’nda bugün Acemoğlu Hamamı denilen Acemi Oğlanları Hamamı’dır. Aslında bu küçük bina, buradaki Eski Odalar yeniçeri kışlasının bir parçası olan Acemi Oğlanları Kışlası’nın hamamı iken kışlalar kaldırıldıktan sonra çarşı hamamına dönüştürülerek günümüze kadar çalışır bir halde gelmiştir. Vezneciler Hamamı’nın da bir konak hamamı iken sonraları halka açık bir hamam haline getirildiğine ihtimal verilmektedir.

Çifte hamamların iki parçasının birbirine bağlanış biçimleri farklılıklar göstermektedir. Hamamları inşa eden mimarlar bu konuda değişik denemeler yapmışlar ve bazan arsanın durumundan ileri gelen mecburiyetlerin zorlayıcılığı ile son derece başarılı uygulamalar ortaya koymuşlardır. Burada önemli olan husus hamamın iyi ısınmasıdır. Bunun için iki kısmın toplu bir kitle halinde birleştirilmesine özen gösterilmiştir. Mimar Sinan’ın Ayasofya önündeki Haseki Hürrem Sultan Hamamı, uç uca birleştirilmiş iki bölümü yüzünden iyi ısınmayan bir hamam olarak tanınmıştır. Fakat genellikle külhanın, birbirine bitişik olan erkekler ve kadınlar kısımlarının her ikisine de komşu olması ile ısı kaybının önlenmesine çalışıldığı dikkati çeker.

İstanbul hamamlarında su genellikle şehrin suyundan sağlanmakla beraber bazı hamamların çok büyük ve geniş çaplı kuyularından dolap yardımıyla elde edildiği bilinir. Suyu bu sistemle temin edilen büyük hamamlardan biri, günümüzde çok kötü durumda bulunan ve erkekler kısmının kubbesi tehlikeli biçimde çatlamış olan Beyazıt Külliyesi Hamamı’dır. Kuyusu Seyyid Hasan Paşa Medresesi’nin yanında bugün hâlâ görülebilir. Glück’ün kitabında çifte tekerlekli su dolabının bir fotoğrafı vardır (Probleme des Wölbungsbaues, s. 18). Süleymaniye ile Beyazıt arasında bir sokak içindeki şimdi çok harap durumda olan Ayşekadın Hamamı’nın da suyu bir dolapla kuyudan çekilirdi.

Hamamların birçoğunda büyük bir kubbeli mekân halinde olan ve “camekân” (Farsça câmegâh) denilen soyunma yerlerinin kâgir olarak yapıldığı görülmektedir. Ancak bu kısım, birçok durumda ahşaptan da yapıldığından sık sık tamir ve değişiklik geçirmektedir. Ayrıca eski hamamlar çeşitli sebeplerle yıkılmak istendiğinde camekân kısmının orijinal halini kaybetmiş olması yıkım gerekçesi olarak gösterilmektedir. Mimar Sinan’ın eseri olmasına rağmen bugün en ufak izi kalmayan Fındıklı Hamamı’nın ahşap camekân kısmı, XVIII-XIX. yüzyılların sivil mimarisi karakterinde çok güzel bir eklenti idi. Yedikule’de Ağa (Samatya) Hamamı’nın da kâgir soyunmalıkları bilinmeyen bir tarihte (belki 1766 depreminde) yıkıldığından yerlerine sonraları ortadan kaldırılan ahşap soyunmalıklar yapılmıştı. Osmanlı hamamlarının esas mimari özellikleri ve değişik örnekleri bu camekân kısmında değil çifte hamamların iki parçasının birbirine bağlanışında ve bilhassa sıcaklık denilen esas yıkanma mekânında ortaya çıktığından camekânın orijinalliğini kaybetmiş olması sebebiyle hamamın yıktırılması bir bahaneden ibaret kalmaktadır.

Osmanlı dönemi Türk hamamının arka tarafında kazan da denilen su haznesiyle suyu ısıtmaya yarayan ocak yani külhan bulunur. Buralarda yüzyıllar boyunca odun yakılmışsa da son yıllarda sayıları çok azalan çalışır durumdaki hamamların ısıtılmasında mazot tercih edilir olmuştur. Evliya Çelebi’nin Diyarbekir’den bahsederken o sırada şehirde mevcut on bir hamamın adlarını vererek hepsinin şehrin çöpü ile ısıtıldığını bildirmesi dikkat çekici bir başka uygulamadır. Doğruluk derecesi bilinmeyen bu bilgilere ilâve olarak Evliya Çelebi Arabistan hamamlarının da hep böyle ısıtıldığını söyler (Seyahatnâme, IV, 40-41).

Isıtma sistemi ve binada uygulama tekniği eski Roma hamamındakine benzerse de Osmanlı-Türk hamamının mimarisi ve plan düzenlemesi çok değişiktir. Bunlarda kaplıcalar dışında içine girilebilen havuz ve sıcak banyo küvetleri yoktur. Bu sebeple Batı kaynaklarında Osmanlı hamamlarının Roma’nın bir devamı gibi gösterilmesi yanıltıcıdır.

Hamamların esas kapıları, bazan bir cami girişi gibi zengin mukarnaslı bir kavsara ile bezenmiş ve kemerin üstüne nâdir hallerde bir kitâbe de konulmuştur. Sayıları çok olmayan kitâbeli hamamların bilinen en eski tarihlisi Yıldırım Bayezid’in Mudurnu’daki çifte hamamıdır. Kitâbesinden 784 (1382) yılında yapıldığı anlaşılan hamamın kapı kemerindeki kilit taşında mimarının adı Ömer b. İbrâhim olarak kaydedilmiştir. İstanbul’da kitâbeli en eski hamam 871’de (1466-67) yapılan Mahmud Paşa Hamamı’dır. İstanbul’un büyük çarşı hamamlarının sonuncusu olan Cağaloğlu Hamamı ise kitâbesinde belirtildiği gibi 1154’te (1741) inşa edilmiştir.

Hamamlarda soyunmalık (camekân) olarak adlandırılan bölüm, genellikle büyük ve gösterişli olup üzeri kubbe ile örtülüdür. Hamama girenlerin dinlenmesi için yapılan bu mekânın duvar kenarlarında sedirler, merdivenle ulaşılan üst katta ise ahşap galeriler vardır. Sofa denilen ve zeminden az yüksekte olan mermer sedirlerin altlarında pabuçları koymaya mahsus kemerli küçük gözler bulunur. Sedirlere hasırlar ve halılar yayılırdı. Buraya, cephelerde açılmış az sayıda pencerelerle kubbenin ortasındaki aydınlık fenerinden ışık gelirdi. Aydınlık fenerlerinin mimari bakımından en güzellerinden biri, İstanbul’da Mimar Sinan’ın eseri olan Çemberlitaş (Vâlide Nurbânû Sultan) Hamamı’ndadır. Bu, mermerden ince sütunlara oturan küçük bir kubbeden oluşan zarif bir mimari unsurdur. Kırklareli’nde kitâbesi 1014 (1605-1606) tarihli olmakla beraber aslının daha eski olduğu söylenen Hızır Bey Hamamı’nın bir kubbesinde değişik tipte bir aydınlık feneri vardı. Soyunmalığı ahşap olan hamamlarda ise bu bölüm yüzyıllar içinde değişmiş olduğundan birçoğu gerçek hüviyetini kaybetmekle beraber çoğunlukla yine de pencereli bir takke biçiminde ahşap bir aydınlık yapılmıştır. Camekânın döşemesi altında ısıtma sistemi yapılmadığı gibi içerinin sıcağına göre çok serin olan bu kısımda ferahlığı arttıran bir unsur olarak ortada fıskıyeli bir şadırvan inşa edilmişti. Nitekim Beyazıt Hamamı’nda, barok üslûpta olduğuna göre XVIII. yüzyılda yapıldığı veya yenilendiği anlaşılan çok zengin bezemeli bir şadırvan 1950’li yıllara kadar mevcutken daha sonra ortadan kaybolmuştur. Evliya Çelebi, Macaristan Peçuy’da Ferhad Paşa Hamamı’nın soyunmalığı ortasında yekpâre mermerden oyulmuş çok büyük bir şadırvan havuzu gördüğünü yazar. Bunun içinde altın renginde pirinçten geniş bir fıskıye vardır. Burada on iki ejderin ağzından su fışkırır ve bu fıskıye “üç öküz kellesiyle üç kaplumbağa” üstüne oturmuştur. Haseki Hürrem’in Ayasofya ve Barbaros’un Çinili hamamlarında da bezemeli şadırvanlar mevcuttur. Camekânda dinlenenlerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere duvarlardan birinde genellikle mermerden işlenmiş bir kahve ocağı da bulunuyordu. Bunlardan barok üslûpta güzel bir örnek Beyazıt’taki Vezneciler Hamamı’ndadır.

Soyunmalıktan sonra gelen ılıklık (bazan soğukluk da denilir), genellikle enine uzanan dikdörtgen biçiminde bir mekândır. Eksen yönünde atılmış kemerlerle birçok durumda üç bölüme ayrılan bu kısımda taş bir seki olduktan başka yan ucunda birkaç helâ bölmesi de vardır. Ilıklığın üstü beşik tonozlarla, kubbelerle veya bazan kısmen tonoz ve kubbe ile örtülmüştür. Mûsevîler’in yoğunlukta olduğu yerlerdeki hamamlarda buradaki küçük bir halvet hücresinde “yahudi havuzu” (yahudi batağı, çukuru) denilen içinde su bulunan bir bölüm olurdu (bk. BALAT HAMAMI; ÇUKUR HAMAM [Manisa]). Normal tesislerde bulunmayan bu özellik, eski Roma hamamlarının çok daha büyük ölçülerdeki havuzlarını ve onların küvetlerini hatırlatırsa da aralarında gerçekten bir ilişki olup olmadığı hususunda bir şey söylenemez. Bazı hamamlarda ılıklık bölümünün bir kısmı da “usturalık” adıyla vücuttaki kılların temizlendiği bir yer olarak ayrılmıştır.

Hamamlarda aydınlanma camekân bölümünde aydınlık feneri ve pencerelerle, ılıklık ve sıcaklıkta kubbelere yerleştirilen fanus veya büyük kandil şeklindeki yuvarlak ve bombeli biçimde yapılmış olan, filgözü diye de adlandırılan camlardan gelen gün ışığıyla tabii olarak sağlanmaktadır. Bazılarında bu camların yerleştirildiği yuvalara yıldız biçimi verilmiştir. Hamamların duvarlarında nâdir olarak rastlanan küçük nişler ise gün ışığı olmadığı veya yetersiz kaldığında içeriyi aydınlatmak için şamdan, kandil, fener konulmak üzere yapılmış olmalıdır. Tokat ve Çorum’daki Ali Paşa hamamlarında böyle yuvalar tesbit edilmiştir. İstanbul’da Ayasofya Hamamı’nda Mimar Sinan, nişlerin üzerlerine ocaklarda olduğu gibi “çırağman” denilen küçük yaşmaklar koymuştur.

Sıcağın dışarıya kaçmaması için ancak bir insan boyu yüksekliğinde yapılan dar bir kapıdan hamamın sıcaklık denilen kısmına geçilir. Arap ülkelerinde “beytü’l-harâre” yahut sadece “harâre” denilen bu sıcaklık kısmı, İznik Büyük Hamamı hakkındaki çalışma vesilesiyle ortaya konulduğu gibi Osmanlı hamamları tipolojisinde esas alınması gereken bölümdür. Bu mekânlar, ortada bir göbek taşı ve etrafında halvet hücreleriyle (kısmen müstakil olarak kullanılan yıkanma odaları) değişik mimari düzenlere sahiptir. Bunlardan biri, doğrudan doğruya çok eski Türk mimarisinden ilham alınan ve başta medreseler olmak üzere ev mimarisinde de kullanılan klasik dört eyvan planıdır. Diğer bir düzenleme biçimi ise yuvarlak sıcaklık mekânının çepeçevre duvarlarında hücreler açılmasıdır. Daha çok kaplıcalarda kullanılan bu biçim, Anadolu’daki Roma devri kaplıca ve hamamlarının tesiriyle Osmanlı sanatına girmiştir. Bazı hamamlarda bu iki esas düzenin dışında daha farklı şekillerin de kullanıldığı görülür. Sıcaklığın ortasında kubbesi çepeçevre sütunlar tarafından taşınan değişik tipte ve muhtemelen çok eski olmayan bir hamam da Trabzon’da Pazarkapısı mahallesinde Sekizdirekli Hamamı örneğinde bulunmaktadır.

Osmanlı dönemi hamam mimarisinde sıcaklıkların başlıca altı değişik planda uygulandığı tesbit edilmiştir.

A Tipi. Sıcaklığı dört eyvanlı ve köşelerde halvet hücreleri olan tip. Anadolu’nun en eski hamamlarında da kullanılmış yaygın bir biçimdir. Dört yöne tonozlu eyvanlarla açılan bu tip sıcaklık âdeta bir haç şeklinde olup kollarla dış beden duvarları arasındaki köşelerde dört halvet hücresi yer alır. Hamamın ölçüleri veya oturduğu yerin gereği olarak halvet hücresi sayısı bazan üçe, bazan ikiye düşürülebilir. Pek nâdir hallerde tek halvetli hamamlar da yapılmıştır. Konya’da Selçuklu dönemine ait Sâhib Ata Hamamı, XIX. yüzyılda bozulmadan önceki haliyle bu tipin erken bir temsilcisidir. Konya yakınında Meram, Bursa’da Orhan Bey hamamlarının yalnız erkekler kısmı, Eskiyeni Hamamı, Perşembe (Kadı) Hamamı, İznik’te Hacı Hamza Hamamı’nın erkekler kısmı, Edirne’de Saray Hamamı erkekler kısmı, yine Edirne’de Tahtakale Hamamı erkekler kısmı, Beylerbeyi Hamamı, Sokullu Mehmed Paşa Hamamı erkekler kısmı, Bergama’da Hacı Hekim Hamamı, Söke yakınında Balat’ta Kırkmerdiven Camii Hamamı, Selçuk’ta Aydınoğlu Îsâ Bey Camii Hamamı, İstanbul’da Beyazıt Hamamı, Edirnekapı’da Mihrimah Sultan Hamamı, Langa Hamamı, Fatih civarında Barbaros Hayreddin Paşa’nın Çinili Hamamı, Samatya’da Kapıağası Yâkub Ağa Hamamı, Aksaray’da 1956’da temellerine kadar yıktırılan Murad Paşa Hamamı, Haliç kıyısında Ayakapı’da Haseki Nurbânû Sultan tek hamamı, kendi adıyla tanınan semtte olup şimdi hiçbir izi kalmayan, kadınlar ve erkekler kısımlarının birbirine bağlanması bakımından değişik bir çözüme işaret eden Cerrah Mehmed Paşa Hamamı, Rodos’ta Eski Hamam ile Yeni Hamam, Şam’da Rifâî Hamamı bu tipin temsilcilerindendir. İstanbul’da Fatih’te hiçbir izi kalmayan Çukur Hamam’ın kadınlar kısmının Konya’daki Meram Hamamı gibi çifte sıcaklıklı olduğu günümüze gelebilen planından anlaşılmaktadır. İstanbul Lâleli’de hiçbir izi kalmayan Çukur Çeşme Hamamı ile Balat’ta (Milet) Büyük Hamam ve Delphinion yakınındaki hamam yalnız iki halvet hücreli ve iki üç eyvanlıdır. İstanbul’da İshak Paşa Hamamı’nda ise aynı tip ılıklık olmadan uygulanmıştır. Burada soyunmalığa bitişik eyvanın bir dereceye kadar ılıklık görevi yapması düşünülmüş olmalıdır. Verilen örnekler bu çok yaygın tipin kendi içindeki çeşitlemelere işaret eder. Bergama’da 10,5 m. çapında bir soyunmalık kubbesine sahip Hacı Hekim çifte hamamı ile yıkılmış olan Langa Hamamı, dört eyvan ve halvetli tipe girecek görünüşte olmakla beraber aslında halvetlerin ikisi ılıklığa ait olduğundan bu tipin bir çeşitlemesini teşkil eder.

Mimar Sinan, bir yenilik olarak bu tipi kaplıca mimarisiyle birleştirerek Süleymaniye Külliyesi Hamamı’nda (Dökmeciler) içi sütunlu bir plan çeşitlemesi sağlamıştır. Ortadaki göbek taşı mekânından köşe hücreleri duvarlarla değil, aralarına ince perde bölmeleri konulmuş sütunlarla ayrılmıştır. Sonraları bu sistem daha da geliştirilip yine Mimar Sinan’ın eseri olan Nurbânû Sultan’ın Çemberlitaş Hamamı’nda ve XVIII. yüzyılda Cağaloğlu Hamamı’nda daha değişik bir mimari şekle dönüştürülerek uygulanmıştır. İzmit’teki Yeni Hamam da buna benzer. Konya Meram’da 827’de (1424) Karamanoğulları döneminde yapılan çifte hamamda sıcaklık daha değişik bir biçimde, dört eyvanlı olarak ve sadece iki halvet hücresiyle inşa edilmiştir. Böylece bir dereceye kadar E tipini de andırır.

B Tipi. Sıcaklığı yıldızvari tip. Bu tip ortadaki sıcaklık sofasının altılı, yedili ve sekizli bir çokgen biçiminde olduğu, etrafında birçok durumda duvar kalınlığı içinde tonozlu nişlerin sıralandığı bir plana sahiptir. İlkçağ mimarisinden ilham alındığı açıkça belli olan, İslâm ve Türk mimarilerinde de kaplıcalarda rastlanan bu plan Osmanlı dönemi hamamlarında önceki tip kadar yaygındır. Bursa Yenişehir’de çifte hamamın erkekler kısmı, İzmit’te Mehmed Bey Hamamı ile Hüsrev Kethüdâ Hamamı, Sapanca’da Mimar Sinan’ın yapısı Rüstem Paşa Hamamı erkekler kısmı, Bursa’da İncirli Hamamı, Payas’ta Sokullu Mehmed Paşa Hamamı erkekler kısmı, İstanbul’da Küçük Ayasofya’da Kapıağası Hüseyin Ağa Hamamı kadınlar kısmı, Tophane’de Kılıç Ali Paşa Hamamı, Tahtakale’de Fâtih evkafından olan hamamın erkekler kısmı, Vefa civarında şimdi mevcut olmayan Küçük Kovacılar Hamamı, Lüleburgaz’da Mimar Sinan’ın eseri Sokullu Mehmed Paşa çifte hamamı, İzmit’te Pertev Paşa Külliyesi Hamamı örneklerden sadece birkaçıdır.

Bu tip hamamlar, kendi içinde ayrıntılarda değişik uygulamalarla zengin bir çeşitlemeye sahip olduğundan Türk hamam mimarisinde önemli yeri bulunan ve araştırılması gereken bir konudur. Üsküdar’da Mimar Sinan yapısı Atik Vâlide Sultan Hamamı’nın her iki kısmında bu tip uygulanmıştır. Ancak cadde genişletilmesi sırasında soyunmalıkları yola gitmiş, hamamın kalan kısmı da büyük değişikliklerle çarşıya dönüştürülmüştür. Bu tipin uygulandığı eserler içinde hiç şüphe yok ki en muhteşemi, Mimar Sinan’ın Ayasofya karşısında Haseki Hürrem Sultan vakıfları için yapmış olduğu, iki kısmı uç uca bitişik olduğundan uzun bir yapı kitlesi teşkil eden hamamıdır. Burada dört eyvan şeması, köşelerde değişik biçimlerde halvet hücreleri yapılmak suretiyle uygulanmıştır. Bu gruba giren hamamların bazılarında çevredeki nişlerin köşelerde olanlarına yarım yuvarlak eksedra biçimi verildiği de görülür.

I. Ahmed Külliyesi’nin günümüzde çok harap durumdaki hamamı olan Arasta (Sipahi) Hamamı, altıgen biçiminde sıcaklığına bitişik kubbeli iki halvet hücresiyle değişik bir kompozisyona sahiptir. Altıgenin karşıdaki iki kenarında ise sadece iki dikdörtgen niş vardır. Dört eyvanlı ile yıldızvari tipin birleşimine örnek olarak Bursa’da Dâvud Paşa (Bitpazarı) Hamamı, İstanbul’da ise hiçbir izi kalmayan Çukur Hamam’ın erkekler kısmı gösterilebilir.

C Tipi. Kare bir sıcaklık etrafında sıralanan halvet hücreli tip. Öncekilere nisbetle daha sade ve basit olan bu tipte dikdörtgen veya kare şeklindeki bir sıcaklık orta mekânına bir, iki veya üç kenarına bitişik olarak sıralanan halvet hücreleri açılır. Bursa’da belki ilk temsilcisi Girçik (Kimsesizler/Hayrat) Hamamı olan bu plan genellikle az uygulanmıştır. Bursa’da Ulucami Hamamı, Yeşilcami Hamamı, Tahtakale Hamamı, Rodos adasında yıktırılan Sünbül Hamamı, İnegöl’de Sinan Bey Hamamı, Sapanca’da Mimar Sinan tarafından yapılan Rüstem Paşa Hamamı’nın kadınlar kısmı, İstanbul’da Fâtih evkafından olan Tahtakale Hamamı kadınlar kısmı (A, C ve E tipleri karışımı), yine İstanbul’da Beyoğlu’nda yıktırılan Bahçeli Hamam, Saraybosna’da Gazi Hüsrev Bey Hamamı bu tipin başlıca temsilcileridir.

D Tipi. Sıcaklığı çok kubbeli tip. Bunda kemerlerin yardımıyla sıcaklık eş bölümlere ayrılmış ve bu bölümler her birinin üzeri eşit ölçülerde kubbelerle örtülmüştür. Ortada kemerleri iki sütun taşımaktadır. Büyük kubbe altında göbek taşı mekânı yoktur. Örneklerine çok az rastlanan bu tipin İstanbul’da bilinen tek temsilcisi, Eminönü’nde Yenicami yakınında Haseki Hamamı olup yıktırılarak ortadan kaldırılmıştır. Burada sıcaklığın nihayetinde kubbeli bir eyvan yapılmış, bunun iki yanına biri tek, diğeri iki bölümlü halvetler yerleştirilmiştir. Bu hamamın Glück’teki planı (Probleme des Wölbungsbaues, s. 139) eksik ve Zühtü’nün planı ile (, V/1, s. 176, rs. 11) uyumsuzdur. Fakat her iki planda da bu tipin özelliği belirlidir. Kastamonu’da Yeni Hamam’ın da bu tipin başka bir örneği olması muhtemeldir.

E Tipi. Sıcaklığı kubbeli dikdörtgen şeklinde olan çifte halvetli tip. Bu hamamlarda sıcaklığı dar ve enlemesine uzanan dikdörtgen bir mekân teşkil eder. Üç bölümlü olan bu mekânın orta bölümü kubbe ile örtülmüştür. Buradan, yan yana olan kubbeli iki oda halindeki halvet hücrelerine geçilir. Bu tipten hamamların hemen hemen daima iki halvet hücresi kapıları arasında kalan ayırma duvarı pâyesinde mihrap biçiminde birer niş bulunmaktadır. İznik’te bugün çok kötü durumda bulunan ve I. Murad Hudâvendigâr evkafından olduğu tahmin edilen büyük hamamın her iki kısmı da bu düzendedir. Konya Karapınar’da Mimar Sinan’ın yaptığı Sultan Selim Külliyesi’ne ait Vâlide Hamamı, Edirne ve İstanbul’da Sokullu Mehmed Paşa hamamlarının her ikisinde kadınlar kısmı, Ankara’da Karaca Bey Hamamı kadınlar kısmı, Bursa’da C ve E tipleri karışımı olan Çakır Hamam, Yenişehir’de Çifte Hamam kadınlar kısmı, Gebze’de Çoban Mustafa Paşa Külliyesi’ne ait ve İznik’teki Büyük Hamam ile benzerliği olan çifte hamam, mevcut planı yeterli olmamakla beraber Niğde’de Çavuş Hamamı ile Uzunköprü Hamamı bu gruba girebilir. İstanbul’da Lâleli’de artık mevcut olmayan Çukur Çeşme Hamamı’nın kadınlar kısmı (burada erkekler kısmında A tipinin üç eyvanlı şekli ile kaynaştırılmıştır), Fâtih döneminden Tahtakale Hamamı’nın kadınlar kısmı, Şehzadebaşı’nda Atatürk Bulvarı açılırken yıktırılan XVI. yüzyıla ait Candarlı İbrâhim Paşa Hamamı (erkekler kısmı, az rastlanır bir istisna olarak tam eş mimaride çifte ılıklığa sahiptir), Fatih ile Çapa arasında şimdi mevcut olmayan Yenibahçe Hamamı bu tipin örneklerindendir. Bunlardan yalnız Tahtakale Hamamı mimarisi çok değişmiş halde çarşıya dönüştürülmüş olarak kalabilmiş, diğerleri son yüzyıl içinde ortadan kaldırılmıştır. Aynı tipin başka bir temsilcisi olan İstanbul’daki Balat Hamamı’nda üstü kubbeli geniş bir sıcaklık mekânı vardır ve nihayetinde yine çifte halvet hücresiyle Mûsevîler’e mahsus çukur yer alır. Aynı gruba giren bir örnek Selçuk’ta ve Makedonya’da Petris’te, Niğde’de Çavuş Hamamı’nda, Edirne’de Gazi Mihal Bey Hamamı’nda, Tahtakale Hamamı kadınlar kısmında, İbrâhim Paşa, Abdullah Bey, Mezid Bey hamamlarında, Merzifon’da 878 (1473-74) tarihli çifte hamam, Fatih ve Uzunköprü, İzmir’de Kadı hamamlarında da görülmüştür. Bu tipten yapılar arasında Gebze’de Menzilhâne Hamamı ile Bursa’da Atpazarı Hamamı, sıcaklık kısmı enine olmakla beraber tek yan bölümlü olarak E tipinin bir çeşitlemesini teşkil ederler.

F Tipi. Ilıklık-sıcaklık ve halvetin eş odalar halinde olduğu tip. Küçük ölçülerdeki genel ve özel hamamlarda rastlanan bu tipte bütün mekânlar hemen hemen aynı büyüklükte, üstleri kubbelerle örtülü odalar halinde olup bunların her biri diğeriyle bağlantılıdır. Bu tipin en muhteşem örneği İznik’te İsmâil Bey Hamamı olarak adlandırılan yapıdır. Kubbelerindeki değişik süslemeler ve duvarlarında izleri görülen sıva üzerine kabartma bezemeler, bugün çok harap durumda olan bu küçük hamamın yüksek kademeden bir devlet adamının konağına ait olabileceğini belli eder. Bu tipte bir hamam Selçuklu döneminde yapılan Sultan Hanı’nda da görülür. İnönü’nde Sadık Bey Hamamı, Bozüyük’te Kasım Paşa Hamamı, İzmit’te Yukarıpazar Hamamı da bu basit mimari planın temsilcileridir. İstanbul’da Eminönü’nde Hamidiye Külliyesi’ne komşu ve aslında bir Bizans kilisesi olan Yıldız Dede Hamamı belki bu gruba girmekteyse de şimdiki halde bunu aydınlatmak mümkün değildir. Sirkeci’de Kızlarağası Abbas Ağa Hamamı da belki aynı tipte idi. Fakat korunması gerektiğine dair karara rağmen ve projesi hazırlanmışken 1985 yılına doğru yıktırılarak yerine iş hanı yapılmıştır. Hocapaşa (Sirkeci) semtinde Sinan Paşa Hamamı’nın kadınlar kısmı da bu grubun oldukça değişik bir çeşitlemesi tesirini bırakır.

Osmanlı dönemi Türk hamamlarının şimdiye kadar yapılmamış tipolojisini tesbit yönünde ilk deneme, Semavi Eyice’nin İznik’te Büyük Hamam hakkındaki araştırması sırasında yayımlanmıştır (bk. bibl.). Türk hamamlarına dair gerçek ve sağlam bir değerlendirme için her şeyden önce hepsinin planlarının toplanması zaruridir. Ayrıca bugünkü Türkiye sınırları dışında kalmış hamamların kesin yapım tarihleriyle rölöveleri elde edildikten sonra çeşitli tiplerin gelişimi anlaşılabilecektir.

Bu arada küçük yerleşim yerlerinde eskiden yapılmış mütevazi çarşı hamamlarının da ihmal edilmemesi gerekir. Bunlarda yukarıda gösterilen altı ana tip uygulanmamış olup bunun yerine genellikle ahşap olan soyunmalıktan sonra yanında helâ hücresi bulunan küçük bir hol ve onu takip eden dikdörtgen bir ılıklık ile karşılaşılmaktadır. Bu bölümden geçilen sıcaklık kare biçimli kubbeli bir mekândır ve halvet hücreleri yoktur. Bazı örnekleriyle özel saraylarda da rastlanan bu küçük hamamlardan Saray Hamamı denileni XVIII. yüzyılda yapılan Safiye Sultan Sarayı’na aitti ve İstanbul’da Çapa’nın kuzeyinde Halıcılar’da bulunuyordu. Fakat bu tip, çoğunlukla küçük yerleşim yerlerinde çarşı hamamı olarak vazife görmektedir. Nitekim Yarhisar’daki Orhan Gazi Hamamı, bütün bölümleri hemen hemen bir kare içine sığdırılmış küçük bir yapıdan ibarettir. Amasra’daki XVI-XVII. yüzyıllarda yapıldığı sanılan küçük hamam da buna güzel bir örnektir. Bütün iç mekânları 7-8 metrelik bir kareye sığdırılan bu çarşı hamamının soyunmalığı herhalde ahşaptan olduğu için yıkılıp kaybolmuştur. Giriş holünün sağında bir helâ, solda ise orta bölümü kubbeli, birer kemerle ayrılan yan bölümleri yarım kubbeli bir ılıklık uzanır. Buradan da üstü kubbe ile örtülü kare bir sıcaklığa geçilir. Üç duvarında Bizans başlıklarından oyulmuş kurnaların bulunduğu bu tek mekân halindeki sıcaklığa açılan halvet hücreleri yoktur. Böylece bu hamam bir bakıma E tipinin bir çeşitlemesi sayılabilir. Arka duvarın bitişiğinde su haznesiyle külhan yer almıştır. Tek kubbeli ve halvetsiz bir sıcaklıkla daha küçük bir ılıklıktan ibaret bir örnek de Kırklareli Pınarhisar’daki harap hamamda görülmüştür. Oldukça sanatlı ve aralarında kırmızı damarlar olan kubbe geçişlerine sahip çifte kubbeli küçük bir çarşı hamamı da Selçuk’ta Artemision adı verilen İlkçağ mâbedinin 5-10 m. yakınında görülür. Bulgaristan Yeni Zağra’da (Zağra Yenicesi) Hadım Ali Paşa evkafından, XVI. yüzyılın ilk yıllarında yapılan tek hamamdaki küçük ve dikdörtgen bir giriş holünü takip eden ılıklık ortası kubbeli üç bölümlüdür. Buradan eşit ölçülerde kubbeli iki sıcaklığa geçilir. Ancak Niğde’de yapım tarihi bilinmeyen Yeni Hamam’daki sıcaklık olduğu sanılan bütünüyle yuvarlak iki mekân şaşırtıcıdır. Türk hamam mimarisine tamamıyla yabancı bu uygulamanın, belki binanın aslının Roma veya Bizans dönemlerine ait olmasından meydana geldiği düşünülebilir.

Osmanlı çarşı hamamlarından bazılarında çeşitli süsleme kalıntıları tesbit edilmiştir. İznik’te Büyük Hamam’ın sıcaklık duvarlarında malakârî teknikte yapılmış renkli bezemeler vardı. İstanbul’da Çinili Hamam, adından da anlaşıldığı gibi XVI. yüzyıl İznik çinileriyle tezyin edilmiştir. Eyüp Hamamı’nın içinde de nasılsa kalabilmiş son birkaç çini mevcuttur. Çemberlitaş’taki Haseki Hamamı’nda halvet hücrelerinin kapı kemerlerine hamamla ilgili kasideler işlenmiştir. Burada ayrıca mermer döşemede renkli taşlardan geometrik desenli bir taban süslemesi vardır. Böyle bir süsleme Ayasofya Hamamı’nda da görülür. Beyazıt Hamamı’nın sıcaklık kısımlarının duvarlarında ve pandantiflerinde büyük ölçüdeki tahribattan kurtulabilmiş çok zengin bir süslemenin kalıntıları görülüyordu.

Hamamlarda sanatlı taş işçiliği, mermer kurnalar ve oturma sekilerinin yanlarındaki kol dayama yerleriyle bazı hamamların halvetlere geçiş kapılarının taçlarında görülür. İçeride sütunlar varsa bunların başlıkları klasik dönemde baklavalı veya mukarnaslı olarak işlenmiş, XVIII. yüzyılda ise Cağaloğlu Hamamı’nda olduğu gibi barok üslûpta olmasına özen gösterilmiştir. Kadınlar kısımlarında genellikle bir kurna diğerlerinden daha süslü ve özenli olarak işlenmiştir ki bunlara “gelin kurnası” denilir. Pınarhisar Hamamı kadınlar kısmındaki son derece güzel olduğu söylenen gelin kurnası 1960 yıllarına doğru yerinden sökülüp atılmıştır.

Osmanlı hamamlarında bazan dış mimarinin gösterişli olmasına da dikkat edilmiştir. Taş cepheleriyle Mahmud Paşa, Beyazıt hamamları yanında Ayasofya’da Haseki Sultan Hamamı taş ve tuğla duvar örgüsüyle daha değişik bir teknik gösterir. Bu tekniği, Edirne’de daha eski bir tarihte yapılan Saray Hamamı’nda da görmek mümkündür. Erkekler kısmının bir cami cephesinde olduğu gibi mukarnaslı kavsaralı bir girişe sahip bulunduğu XV. yüzyıla ait Mahmud Paşa Hamamı gibi Edirne’de Sokullu Mehmed Paşa, Selânik’te Sultan Murad hamamlarının da gösterişli bir kapı mimarileri vardır. Sokullu Hamamı’nda ayrıca girişi koruyan sütunlu bir revakla da karşılaşılır ki bu pek sık rastlanmayan bir mimari unsurdur. Böyle bir unsur, İstanbul’da Ayasofya’da Haseki Sultan Hamamı’nda da görülür. Ancak bu revaklı ve kemerli girişin 1913 yangınından sonra yapılan restorasyonda şimdiki şeklini aldığı kaydedilmektedir.

Hamamlarda bazan esas giriş kemerinin üstünü süslemek gayesiyle buraya daha eski dönemin işlenmiş parçalarından bir devşirme levha konulduğu da görülmüştür. Konya’da Meram Hamamı ile İstanbul’da Kapıağası Hüseyin Ağa Hamamı’nda bunun örnekleri vardır.

İç mimaride güzelliği arttırmak üzere bilhassa kubbe geçişlerinde göz okşayıcı çözümler bulunmuştur. Ankara’da Karaca Bey, Mudurnu’da Beyazıt hamamları bu hususta örnek gösterilebilir. Edirne’de son derece harap ve yarı yıkık durumdaki Beylerbeyi Hamamı, iç mimarisindeki zenginlik bakımından ayrıca dikkate değer özelliktedir. Aynı şehirde II. Murad’ın Topkapı Hamamı ile Gazi Mihal Bey Hamamı’nda zengin mukarnaslar mevcuttur. Yeniçeri ve Kum Kasrı hamamlarında helezonî dilimli kubbe süslemesi vardır. Kubbe geçişleri süslemeleri bakımından çok zengin bir örnek de Üsküp’te Dâvud Paşa Hamamı’dır.

Bu çarşı hamamları dışında saray, konak ve yalı hamamları da süslemeleri bakımından ayrıca ele alınacak özellikler gösterir. Bugün Topkapı Sarayı denilen Sarây-ı Hümâyun’un çeşitli dairelerinde padişahlara mahsus olanlar dışında daha pek çok hamam bulunduğu bilinmektedir. Bunlardan Hünkâr Hamamı’nda padişahın yıkanmasına mahsus kurnanın etrafı bronz bir kafesle çevrilerek koruma altına alınmıştır. Mimar Sinan tarafından yapılan Hünkâr Hamamı’nın son yıllarda kazınan sıvası altında traşlanmış eski zengin süsleme kalıntıları bulunmuş, fakat bu işler yapılırken daha geç dönemlere ait birkaç kat değişik üslûpta kalem işi nakış da kaybolmuştur. Şimdiki hazine dairesinin yerinde bulunan hamam, kitâbesinden, Evliya Çelebi’nin yaptığı tasvirden ve bugün mevcut binadaki izlerinden anlaşıldığına göre sarayın en muhteşem hamamıydı. Nitekim halen Altınyolu denilen koridorun duvarında bulunan muhteşem İznik çinilerinden oluşan üç büyük pano esasında saray hamamlarından birine aitti.

Gerek Sarayburnu’ndaki yazlık sarayın gerekse Haliç, Boğaz, Kâğıthane gibi şehrin çeşitli yerlerindeki sarayların hamamları vardı. Bunlardan da içinde bulundukları binalarla birlikte hiçbir iz kalmamıştır. Sadrazam Nevşehirli İbrâhim Paşa tarafından Kâğıthane deresi kıyısında XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinde yapılan Sâdâbâd Sarayı’nın içindeki hamamın planı bir Avusturyalı tarafından çizildiği için bugün belge olarak kalmıştır. Haliç kıyısında Aynalıkavak Kasrı yerindeki Tersane Sarayı’nda Vâlide Hamamı’nın duvarlarındaki çini kaplamaları, kubbe, pandantif ve tromplarındaki kalem işi nakışları ile kesitleri de 1710’da İsveçli Cornelius Loos tarafından planı ile birlikte çizilmiştir. Fenerbahçe Sarayı’nın günümüze kadar gelebilen hamamı son yıllarda restore edilerek hiç değilse dış mimarisiyle kurtarılmıştır. Bu saray hamamları hep kubbeli küçük mekânlardan ibarettir. Ancak İstanbul’da XIX. yüzyılda inşa edilen Batı üslûbundaki sarayların eski geleneklerden değişik özellikler gösteren hamamları günümüze ulaşmıştır. Bunlardan Dolmabahçe Sarayı’nda bulunan hamam renkli damarlı mermerleri, bütünüyle Avrupa sanatı zevkine göre yapılmış kabartma süslemeleriyle dikkate değer. Bu hamamın bir özelliği de Boğaziçi manzarasına açılan geniş bir penceresinin oluşudur. Çırağan Sahilsarayı’nın hamamında ise beyaz mermer üzerine klasik Türk üslûbunda işlenmiş çok zengin bir süsleme ile karşılaşılır. Böyle Türk neo-klasiği üslûbunda mermere işlenmiş bezeme Kâğıthane’de eski Sâdâbad’ın yerinde Abdülaziz döneminde yaptırılan ve 1940’larda bütünüyle yokedilen Çağlayan Kasrı’nın hamamlarında da görülüyordu.

Özel saray, konak ve yalı hamamlarından günümüze çok az örnek ulaşabilmiştir. XVIII-XIX. yüzyıllarda genellikle tuğladan yapılan bu hamamlar, tek bir kitle içine toplanmış her biri birkaç metrekarelik hacimlerden ibarettir. Bunlardan Vefa’da Coğrafya Enstitüsü iç avlusunda ve Eyüp’ün merkezinde restorasyonu yapılmış bir konağın bahçesinde küçük konak hamamının harabeleri hâlâ durmaktadır. Boğaziçi’ndeki Zarif Mustafa Paşa Yalısı Hamamı Zarif Orgun tarafından müstakil bir makalede incelenmiştir. XVIII. yüzyılda yapılan bu özel yalı hamamında, sıcaklık bölümündeki kurnaların ayna taşlarının iki yanında şamdanlık nişleri vardır. Özel hamamların son örneklerinden biri, günümüzde Çamlıca Kız Lisesi içinde bakımsız halde bulunan, işlemeli mermer süslemesiyle dikkati çeken Ahmed Râtib Paşa Konağı’ndadır. Üsküdar Çinili’deki Afganîler Tekkesi bahçesi köşesinde harap bir halde duran hamam ise henüz dikkat çekmemiş bir örnektir.

Yakın tarihlere gelinceye kadar İstanbul’da Yerebatan sarnıcının üstünde küçük bir konak hamamının kalıntısı duruyordu. Bitişiğinde ne işe yaradığı anlaşılmayan kubbeli kare bir mekânla beşik tonozlu bir koridordan ibaret olan esas hamam biri aynalı tonoz, diğeri kubbe ile örtülü iki küçük mekândan ibaretti. Bunların altında ise merdivenle inilen tonozlu bir bodrum vardı. Sıcaklık kısmına ait olduğu anlaşılan kubbesinde geçiş tromplarla sağlanmıştı. Yaklaşık 5 × 5 m. ölçülerindeki bu mekânın üst kısımlarında, malakârî tekniğinde geometrik şekillerden ve girlantlardan oluşan bir süsleme dolaşıyordu. Ayrıca yapraklar ve gülü andıran çiçekler de vardı. Yerebatan Sarayı’nın üstü düzeltilirken 1946-1947 kışında bu küçük hamam kalıntısı da yok edildi. Türk konak ve yalı özel hamamları geleneğiyle hiçbir ilgisi olmayan küçük bir yapı da Mısır hidivi tarafından Sultan Abdülmecid için yaptırılan Beykoz Kasrı’nın bahçesinde bulunmaktadır. Tabii bir mağara gibi yapılarak duvarlarına deniz kabukları yapıştırılan bu garip müştemilâtın, XIX. yüzyılda Batı’da moda haline gelen suni bahçe mağaralarının bir taklidi olduğu iddia edilmekle beraber bir hamam olduğunu ileri sürenler de vardır.

Özel saray ve konak hamamlarının en muhteşem örneklerinden birini Evliya Çelebi 1065’te (1655) uğradığı Bitlis’te görmüştür. Burada “şehir halkı ayâlini çarşı hamamına bırakmayıp ve hamamlarında yıkattıklarından” 600 hamam bulunduğunu bildiren Evliya Çelebi, şehrin batı tarafında Nakılban dağı denilen yalçın kaya üzerindeki han sarayının hamamından bahseder. Abdal Han’ın eseri olan bu hamamın camekân pencereleri fahri oyması gibi tunç ve demir şebekeli idi. Oymalı pencere kapakları Tebriz’den getirtilmişti ve duvarları baştan başa çini kaplanmış olan bu camekânın yüksek kubbesinin etrafında ve pencerelerinin üzerlerinde çini üstüne Muhammed Rızâ-yi Tebrîzî hattı ile Fuzûlî’nin hamam kasidesi yazılmıştı. Soğukluk bölümü de bütünüyle çini kaplanmıştı. Halvetin içi ise sütunlarla çevrilmiş ve bunların araları billûr, necef, berrak ve mücellâ taş ve camlarla kaplanmıştı. Hamamın yeşim, fîrûze gibi taşlarla kaplı bir havuzu, çiniden kurnaları, altın ve gümüş lüleleri vardı. Evliya Çelebi, “Bu fakir kırk bir sene seyahatimde bir nazîrini görmemişimdir” dedikten sonra Bağdat seferi esnasında IV. Murad’ın burada yıkandığını ve, “Ne olurdu, bu hamam benim Dârüssaâdetimde olaydı!” dediğini kaydeder (Seyahatnâme, IV, 108). Evliya Çelebi, Hama’da Arnavut Mehmed Paşa Sarayı’nda iki hamam bulunduğunu da yazar. Macaristan’da Budin’deki beylerbeyinin makamı olan Paşa Sarayı’ndaki hamamın kalıntıları bulunmuştur.

Anadolu’daki incelemeler sırasında, çevresinde hiçbir hayat izi olmayan bazı yerlerde böyle küçük özel hamamların kalıntılarına rastlanması evvelce buralarda bir âyan konağının bulunduğuna işaret sayılabilir. Nitekim içinde ancak bir kişinin yıkanabileceği bir hamam kalıntısına, Silifke’nin batısında Yenibahçe deresi vadisinin batı yakasındaki Paslı denilen ören yerinde rastlanmıştır. Anlaşıldığına göre hamam, antik bir binanın değişiklikler yapılarak dönüştürüldüğü bugün izi kalmayan ağa konağına aittir. Kastamonu’nun Taşköprü kasabası yakınında Kalekapı adlı yerde 1953 yılında, buradaki kaya mezarının üst tarafında o sırada boş bir arazide küçük bir konak hamamı harabesi mevcuttu. Birbiriyle bağlantılı, kubbeli iki odadan ve bir külhandan ibaret bu küçük hamamın bomboş yamaçta varlıklı bir âyanın köşkünün müştemilâtı olarak yapıldığı bellidir.

Kare bir plan içinde kubbeli dört mekândan oluşan, yaklaşık 7 × 7 m. ölçülerinde bir hamam harabesine de Trakya’nın Karadeniz kıyısında Midye’de (Kıyıköyü) Kazan deresine bakan yamaçta 1961 yılında rastlamıştık. Midye halkının büyük kısmı 1923’e kadar Rumlar’dan oluştuğuna göre bu hamamın da bir Rum zenginine ait olduğu düşünülebilir.

Osmanlı Devleti’nin yayıldığı yerlerdeki âyan konaklarında küçük özel hamamların varlığı görülür. Bitlis’te Hacı Muzaffer, Müftüler, Îsâ Kalkan, Yûsuf Paşa ev veya konaklarında binalarının içinde hamamlar vardır. Bunlardan Hacı Muzaffer, Îsâ Kalkan ve Yûsuf Paşa’nın evlerindeki hamamlar altı veya yedigen planları ile bilhassa dikkat çekicidir (Öztürk – Sayan, s. 123-125, 128). Osmanlı Devleti’nin çok uzak bir köşesi olan Cezayir’de, Türk idaresi sırasında yapılan özel saraylarda içlerinde küçük hamamların varlığı tesbit edilmiştir. Dayıların sarayında (Golvin, s. 25), Dârü’l-Azîze’de (a.e., s. 36), Mustafa Paşa Konağı’nda (a.e., s. 51), Dârü’l-Hamre’de (a.e., s. 70), Subaylar Pavyonu’ndaki (a.e., s. 94) bu hamamlar üstleri kubbe ile örtülü kare planlı mekânlardan ibarettir.

Anadolu’da Osmanlı Hamamları. Anadolu’daki çarşı hamamlarında başlangıçta basit tiplerin uygulandığı görülmektedir. Bursa Yenişehir’de Osman Gazi döneminde yapıldığı ileri sürülen Saray Hamamı’nın aslında çifte hamam iken diğer kısmının ortadan kalktığı rivayet edilir. Fakat bu hamam, kubbeli bir soyunmalığı takip eden yan yana her ikisi de kubbeli bir ılıklık ile bir sıcaklıktan ibaret olduğuna göre daha çok bir özel hamam görüntüsü verdiğinden çifte çarşı hamamı olabileceğine inanmak zordur. Osmanlı döneminde Bursa’daki ilk hamamlardan Alâeddin Bey adına yapılanının sadece temelleri kalmıştır. Tek hamam olan Eskiyeni Hamamı’nda, ortada bir eyvan ve ileriye uzanan sıcaklığın iki yanındaki birer halvet hücresiyle A tipinin en aza indirilmiş şekliyle karşılaşılır. Halbuki tam bir çifte çarşı hamamı olan Orhan Gazi Hamamı’nın erkekler kısmı, tek kubbeli bir ılıklıktan sonra dört eyvanlı ve köşelerde dört halvet hücreli A tipini temsil eder. Böylece Türk mimarisinin XIX. yüzyıl içlerine kadar çeşitli binalarda ve evlerde kullandığı bu mimari gelenek ilk Osmanlı hamamlarında da uygulanmıştır. Bu plan tipinin evlerde uygulanışının en muhteşem örneği İstanbul’da Fâtih döneminde inşa edilen Çinili Köşk’tür. Bu ilk hamamlarda ılıklığın kubbeli tek mekân halinde olduğu görülür. Erkekler kısmı soyunmalık kubbesi çapının 12 m. kadar olmasına karşılık kadınlar kısmı soyunmalık kubbesi 10,50 m. kadardır. Fakat bu kısımda şaşırtıcı bir hususla karşılaşılır. Hamamın yapılışından günümüze gelinceye kadar burası bir değişikliğe uğramamışsa, burada peş peşe sıralanan kubbeli üç hücreden ilkinin belki ılıklık, diğer ikisinin ise sıcaklık olması gerekir. Kadınlar kısmı çok ufak olan böyle bir tesis, Edirne’de son derece harap durumdaki XV. yüzyıla ait Mezid Bey Hamamı’dır.

Tek kubbeli ılıklık sistemi, Göynük’teki erken Osmanlı eserlerinden Süleyman Paşa çifte hamamında da tekrarlanır. A tipi olan sıcaklıkların her ikisi de üçer eyvanlı, üçer halvet hücrelidir. İzmit’teki Süleyman Paşa çifte hamamında ise değişik bir plan uygulanarak ılıklık ile bağlantılı çifte hücreli E tipinin bir örneği meydana getirilmiştir. Aynı düzen Bursa’da I. Murad evkafından Nalıncılar (Tahılpazarı) Hamamı’nın kadınlar kısmında ve Keles Hamamı’nda da görülür. Ezine’nin Kemalli köyü hamamında çifte halvet hücresi yanda yapılarak ılıklığa köşelerde açılan kapılardan geçit verilmiştir. Çifte halvet hücrelerine sahip E tipi, erken Osmanlı döneminde A tipinin çeşitlemeleriyle birlikte hayli yaygındır. Mudurnu’da I. Bayezid, Bursa’da Demirtaş, Eskiyeni, Şengül, Yıldırım, Muradiye vb. hamamlarda çifte hücreli E tipi uygulanmıştır.

Bu erken dönem tesisleri içinde hamam mimarisi bakımından en ilgi çekici olanı, Mudurnu’da Ömer b. İbrâhim adlı bir mimarın 784 (1382) yılında Yıldırım Bayezid’in evkafı için yaptığı çifte hamamdır. İki kısmı uç uca uzunlamasına birleştirilen bu yapı, erkekler soyunmalık kubbesinin 20 metrelik çapıyla önemli bir eserdir. Erkekler kısmı dört eyvanlı ve köşe hücreli, kadınlar kısmı çifte hücreli E tipinin bir çeşitlemesidir. Mekânlar arasında çok değişik bir bağlantı sistemi vardır. Fakat bu hamama Türk sanat tarihinde özel bir yer kazandıran husus, dış duvarlarının son derece sade ve moloz taşlardan yapılmış olmasına karşılık içeride bütün kubbelerde olağan üstü güzellikte bir süslemenin varlığıdır. Bergama’daki Debbağlar Hamamı da değişik düzenlemesi yanında Mudurnu’da olduğu gibi bilhassa kubbelerinde yer alan hareketli ve zevkli süslemeler bakımından dikkat çeker. Böyle kubbe bezemesi, XIV. yüzyıl sonlarında yapıldığı tahmin edilen İznik’teki bir özel hamamda ve Üsküp’te Dâvud Paşa Hamamı’nda da görülür. Kubbe iç yüzeyleri ve geçişleri zengin süslemelere sahip hamamların XIV-XV. yüzyıllarda oldukça yaygın olduğu çoğu bugün harabe haline girmiş örneklerde görülebilir. Bursa’da Tavukpazarı ve Demirtaş, Edirne’de Beylerbeyi, Mihal Bey ve Tahtakale hamamları bu hususta başlıca örneklerdir. Bolu’da Yıldırım Bayezid evkafından Orta Hamam da Mudurnu’daki gibi Ömer b. İbrâhim tarafından yapılmış olmakla beraber hiçbir tiple bağdaşmayan çok değişik bir plana sahiptir ve aynı ustanın önceki eserinin bezeme zenginliğinden de yoksundur.

Erken Osmanlı döneminde çok büyük kubbeli soyunmalıklar yapıldığı görülmektedir. Gelibolu, Sarıca Paşa, Bursa, Atpazarı, Koca Mustafa Paşa, Amasya’da Yörgüç Paşa oğlu Mustafa Bey, Edirne’de Tahtakale Hamamı erkekler kısmında bu ölçüler 10-15 m. arasındadır. Bursa’da Kaygan (Koca Mehmed Paşa) Hamamı’nda kubbe çapı 12 metreyi aşmaktadır. Yine Bursa’da XV. yüzyılın ikinci yarısında yapılan Dâvud Paşa Hamamı’nda 14,50 m. çapında kubbe vardır. İstanbul’da Beyazıt Hamamı erkekler kısmının kubbesi 15 m. çapındadır. Bursa’daki Demirtaş Hamamı’nın soyunmalığı ise 16 m. çapında bir kubbe ile örtülmüştür. Yıldırım Bayezid’in Mudurnu Hamamı, 20 metrelik erkekler kısmı ile Osmanlı mimarisinde en büyük kubbeli hamam olarak tanınır. Hamam kubbelerinin ortaya koyduğu önemli bir gerçek, Türkler’in kubbe mimarisini Bizans’tan öğrendiği yolundaki iddiayı çürütmesidir. Ayasofya dışında İstanbul’daki Bizans yapılarında kubbe çapının en büyüğü olan Pantokrator Manastırı Kilisesi’nde (Zeyrek Kilise Camii) 7 metreyi geçmediği bir dönemde, daha İstanbul’un fethinden ve Ayasofya’nın tanınmasından önce çok daha heybetli hamam kubbelerinin yapıldığına bu vesile ile işaret etmek gerekir. Erken Osmanlı dönemi hamamları, bu türden yapıların başka hiçbir ülkede görülmemiş biçim özellikleriyle hem mimari hem süsleme bakımından dikkat çekici örnekler halinde ortaya çıkmıştır.

Daha önce belirtilen tipoloji çerçevesinde Osmanlı dönemi Türk hamamları gelişmelerini sürdürmüştür. Afyonkarahisar’da Gedik Ahmed Paşa çifte hamamında, çifte kasnaklı kubbeleri 10 m. çapındaki soyunmalığı takip eden küçük kubbeli ılıklıktan sonra sıcaklık enine bir mekân halinde olup halvetler çiftedir. Kadınlar kısmında ise ılıklık dar ve uzun bir mekândan ibarettir. Sıcaklık üç kubbeli enine bir mekân halinde olup tek eyvanlı ve iki hücreli A tipinin bir çeşitlemesini teşkil eder.

Bursa’da Ramazan 863 (Temmuz 1459) tarihli vakfiyesi olan aynı adlı cami yanındaki Başçı İbrâhim tek hamamı eyvanlı bir sıcaklık ile yan yana çifte halvetlidir. Böylece burada özellikleri en aza indirilmiş A tipi ile E tipinin karması bir uygulama ile karşılaşılır. Aynı şehirdeki Çakır Ağa çifte hamamı ise daha zengin ve benzer prensiplerin uygulandığı bir yapıdır. Bergama’da, Hibetullah Çelebi vakfı olarak 835 (1431-32) tarihine doğru yapılan Küplü Hamam, A tipinin tek eyvanlı ve köşelerde iki halvet hücreli, yanda da ayrıca bir halveti olan asgariye indirilmiş bir çeşitlemesidir. Bu hamam adını, biri İstanbul’a Ayasofya Camii’ne getirilmiş dışı kabartmalarla süslü olan, bir diğeri, XIX. yüzyılda Paris’e Louvre Müzesi’ne götürülen yekpâre mermerden yaptırılmış İlkçağ’dan kalma büyük küplerden almıştır. Enine ılıklığı bir eyvanla ileri uzatan ve iki yanına birer halvet hücresi yerleştiren bir bakıma A ve E tiplerinin karışımı bir hamam, Afyonkarahisar yakınındaki Sincanlı’da vakfiyesine göre 1524-1525 yıllarında Sinan Paşa tarafından yaptırılan külliyede yer almıştır.

XV. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’daki caminin vakfı olarak Bursa’da yapılan Dâvud Paşa Hamamı’nda Türk hamamlarında ilk defa görülen bazı özelliklerle karşılaşılır. Bunların başında geçişi Türk baklavaları ile olan, kubbe çapı yaklaşık 14 metreyi bulan sekizgen biçimindeki soyunmalık gelir. Ilıklık eksen üzerinde değil yandadır. Burada da kubbeli hücreler vardır. Sıcaklık ise B tipinin temsilcisi olarak ortaya çıkmaktadır. Sekizgen biçiminde ve çepeçevre beş nişi olan yıldızvari göbek taşı mekânının eksen üzerinde iki eyvanı ve bunların yanlarında kubbeli halvet hücreleri vardır. Bu duruma göre B tipinin bu çok değişik örneği, aynı zamanda A tipinin özelliklerine de sahip son derece ilgi çekici bir yapı karakterindedir.

Bursa’daki kaplıcaların mimarilerinden ilham alınarak geliştirildiği sanılan B tipine ait diğer bir hamam, XVI. yüzyıl başlarında Mesih Paşa’nın yaptırdığı fakat Nasuh Paşa’nın adıyla tanınan yapıdır. Burada Dâvud Paşa Hamamı’nın bir benzeriyle karşılaşılır. Sıcaklık altı köşeli ve dört nişli B tipindedir, ancak A tipinde olduğu gibi eksen üzerinde nişlerin benzeri bir eyvan vardır ve bunun iki yanında birer halvet hücresi yer alır. Böylece Bursa’da, bir dereceye kadar A tipi ile kaynaştırılarak yıldız gibi bir merkezden açılan sıcaklıklı hamamlar ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bunun benzeri bir uygulama ile İstanbul’da, Fâtih Sultan Mehmed evkafından Tahtakale Hamamı’nın erkekler kısmında da karşılaşılır.

B tipinin en değişik ve ilgi çekici örneği, Bursa’da Kazasker Alâeddin Ali Fenârî (ö. 1497 [?]) vakfı olarak inşa ettirilen İncirli Hamam’dır. Burada alışılmamış bir uygulama ile 11,50 × 11,70 m. ölçülerinde üstü kubbeli soyunmalığı her zaman olduğu gibi enine dikdörtgen bir ılıklık değil, altıgen B tipi hamamların sıcaklığı gibi bir mekân takip eder. Ilıklığa açılan iki nişten başka iki küçük mekân daha vardır ki bunlardan soyunmalığa bağlantılı olanı bir geçit yeridir. Ortasında göbek taşı bulunan sıcaklık altıgen biçiminde B tipinin temsilcisidir. Dört tarafında ikisi niş, ikisi hücre şeklinde mekânlar vardır. Girişin karşısında eksen üzerindeki kubbeli eyvan, iki yanındaki halvet hücreleriyle A tipinin yarımını temsil eder. Böylece İncirli Hamam, Osmanlı mimarisinde başka bir benzeri olmayan ılıklığı ile ve A ile B tiplerinin karması olarak son derece değişik bir mimari eserdir. Çeşitli bölümlerin plana yerleştirilişi de ayrıca dikkate değer.

İstanbul’da XVI. yüzyılın başında yapılan Kapıağası Hüseyin Ağa (Çardaklı-Küçük Ayasofya) Hamamı’nda, belki eski bir Bizans kalıntısı kullanıldığı için erkekler kısmı hiçbir tipe uymayan haç şeklinde, kadınlar kısmı ise B tipinde olarak bir merkezden açılan nişlere sahiptir. Ancak burada halvet hücreleri olmadığı gibi sıcaklığın orta mekânı da yedigen biçimindedir.

İstanbul’un fethinden itibaren şehrin içinde yapılan hamamlarda umumiyetle eski geleneğe bağlı kalınarak dört eyvanlı ve köşelerde dört halvet hücreli şema tercih edilmekle beraber diğer tipler de ihmal edilmemiştir. Mimar Sinan XVI. yüzyılda B tipi olarak ayrılan, yıldızvari bir merkezden açılan nişlere sahip sıcaklıklı hamamlar da inşa etmiş, bazan bunu A tipi ile birleştirerek yeni düzenlemeler de ortaya koymuştur.

Rumeli’de Osmanlı Hamamları. Osmanlı Devleti’nin Rumeli topraklarında bıraktığı hamamlar, genellikle İstanbul’dakilerin mimari bakımdan tekrarı olmakla beraber bazı yerlerde ana tiplere girmeyen örneklerle de karşılaşılır. Nitekim Belgrad’daki Türk eserlerine dair mükemmel bir kitap yazmış olan Divna Doric-Zamolo, birbirlerine tam bir benzerlik gösteren Yahudi hamamı, Donjigrad ve Knez Miloš hamamlarının her ne kadar Türk tipinde olduklarını yazmışsa da bunlar klasik Osmanlı-Türk hamamlarından farklıdır. Bu yapılarda Osmanlı hamamlarının üç ana bölümü mevcut olmayıp bunun yerine ortada kubbeli büyük bir mekânla ona iki (Donjigrad) veya üç tarafından bitişik beşik tonozlu, dikdörtgen biçimli mekânlar vardır. Aynı müellifin Belgrad’da varlığını tesbit ettiği Osmanlı dönemine ait eski hamamlardan hiçbiri günümüze kadar gelmemiştir.

Arnavutluk sınırı yakınındaki Debre’de Eskihamam veya Mustafa Paşa tek hamamı, sıcaklığında bulunan çifte halvet hücresiyle A tipinin tek eyvanlı bir örneği olup son derece harap durumda bulunuyordu. Burada sıcaklık ve hücreleri eşit ölçülerde altı kubbe örter. Niş ile Priştina arasındaki İvranye’de (Vranje) rastlanan tek hamam ise dört eyvan ve dört halvet hücreli klasik A tipinin bir örneğidir. Manastır (Bitola) şehrinde son yıllarda restore edilen Debboy Hamamı denilen çifte hamam kubbeli soyunmalıklara sahiptir ve erkekler kısmı biraz daha geniş olmakla beraber A tipinin bir çeşitlemesidir. Burada sıcaklığın bir eyvanla A tipi hamamlarda olduğu gibi uzatıldığı, fakat bu eyvanın iki yanında E tipinde olduğu gibi birer halvet hücresi yapıldığı görülür. Aynı uygulama ile Ohri ve Üsküp’te Îsâ Bey hamamlarında da karşılaşılır. Kadınlar kısmı ise sıcaklığa bağlı yan yana çifte halvetiyle E tipinin tipik bir temsilcisidir. Keratovo’da, Evliya Çelebi’nin Büyük Hamam adını vererek övdüğü çifte hamamdan bugün sadece 3,65 × 3,65 m. ölçülerinde iki halveti kalmıştır. Bunlardan birinde Osmanlı döneminde rastlanmayan garip bir sistem uygulanarak kareden kubbe yuvarlağına sekiz uçlu yıldız biçiminde bir aracı mimari unsurla geçilmiştir.

Güney Makedonya’da Ohri’de Yukarı Hamam olarak adlandırılan tek hamam duvar örgüsü bakımından geç bir döneme işaret eder (XVIII. yüzyıl [?]). Bütün ölçüleri 12,20 × 13,30 m. arasına sıkıştırılmış olan bu binada sıcaklık, bir eyvan ve iki yanında kubbeli halvet hücreleri olan A tipinin çeşitlemesi olmakla beraber başka hiçbir yerde rastlanmayan bir özelliğe sahiptir. Burada sıcaklığın ortasında tam eksen üzerinde ve iki hücrenin arasında yarım yuvarlak, âdeta apsis şeklinde bir girinti vardır. Bu tip hamamlarda duvara mihrap biçiminde bir niş oyulması usulden ise de böyle bir girintiye başka hiçbir örnekte rastlanmaz. Bu uygulama, bir bakıma Manastır’daki Debboy Hamamı ile Üsküp, Îsâ Bey, Ohri-Yukarı Hamam gibi daha birçok hamamda da tekrarlanan bir çeşitlemenin değişik bir benzeridir. Onlarda ortadaki eyvan burada apsis şeklini almıştır. Saraybosna’da Gazi Hüsrev Bey Külliyesi’nin 1550 yılı dolaylarında yapılan çifte hamamı, her iki kısmında da çifte halvet hücreli E tipinin bazı ayrıntılar bakımından bir çeşitlemesidir. Mostar’ın güneyinde Ustulçe (Stolac) kasabasındaki Silâhdar Yûsuf Paşa Hamamı ise tek olup enlemesine bir ılıklık ile kubbeli çifte halvet hücrelidir. Bu örneklerden, Rumeli’nin Bosna-Hersek bölgesinde bu basit tipte hamamların yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Hersek’in Bilagay kasabasında Karagöz Bey Hamamı, 4,50 m. kenarlı kubbeli bir soyunmalık ile küçük bir ılıklık ve 2,20 m. kenarlı kubbeli bir sıcaklıktan ibaret çok küçük ölçüde köy hamamlarının bir örneğidir. Poçitel’de 1073’te (1662-63) yapıldığı bilinen İbrâhim Kethüdâ (Şişman İbrâhim Paşa) Hamamı, Karagöz Bey Hamamı gibi kubbeli bir soyunmalığı takip eden bir ılıklık ile yine kubbeli bir sıcaklıktan ibaret küçük bir yapıdır. Her ikisinde de sıcaklığa bitişik su haznesiyle külhan vardır. Fakat bazı yerlerde daha iddialı mimarilere sahip eserlerle de karşılaşılır. Prizren’deki Mehmed Paşa çifte hamamı, vakfiyesi 988 (1580) tarihli olduğuna göre XVI. yüzyıl içinde inşa edilmiştir. Makedonya’nın başka hamamlarında da görüldüğü gibi soyunmalık bölümleri kiremit örtülü, çok yüksek sekizgen kasnaklıdır.

Makedonya’daki Türk hamam mimarisinin güzel örneklerinden biri Kalkandelen’de bulunmaktadır. 1970’lere kadar harap durumda bulunan bu hamam Üsküp’te de vakıfları olan Îsâ Bey tarafından yaptırılmıştır ve yakın tarihlerde tamir görmüştür. İstanbul’da Haseki (Ayasofya) Hamamı gibi iki bölümü uç uca bitişiktir. Hiç şüphe yok ki Rumeli topraklarında Türk hamam mimarisinin en değerli eserlerinden biri, Makedonya’da Üsküp’te bulunan Dâvud Paşa vakfına ait çifte hamamıdır. 1948-1949 yıllarında iç düzenlemesini biraz değiştiren bir restorasyondan sonra göbek taşları ve kurnalar kaldırılarak resim galerisine dönüştürülmüştür. Dış cephelerinde taş, tuğla ve tuğla ile çerçevelenmiş taşlardan karma teknik gösteren hamamın kubbelerinde başka hiçbir benzerinde rastlanmayan zenginlikte mukarnaslar kullanılmıştır. Gerek soyunmalık, gerek ılıklık ve gerekse sıcaklık ile halvet hücrelerinde bile bu geçiş unsurları değişik motiflere göre yapılmıştır. Yanında yine kubbeli özel bir bölüm olan erkekler kısmı, normal klasik hamamlardan değişik olarak tek büyük kubbeli bir ılıklığa sahiptir. Sıcaklık ise dört eyvanlı ve köşe hücreli A tipindedir. Ancak burada bir hücreden vazgeçilerek sadece üç hücre yapılmış, eksik olanın yerini de yukarıda sözü geçen kubbeli ve mahiyeti anlaşılamayan mekân almıştır. Erkekler kısmı gibi 11,60 m. çapında bir kubbe ile örtülü soyunmalığı olan kadınlar kısmının da tek kubbeli ılıklığı vardır. Fakat burada sıcaklık çok değişik bir mimaride düzenlenmiş, ortadaki göbek taşı kubbesinin üç taraftan çevresi dar dikdörtgen dehlizlerle çerçevelenmiştir. Bunların da tonozları değişik mukarnaslarla bezenmiştir. Ilıklığın bu bölünmesini göbek taşı mekânını ayıran iki sütun sağlamıştır. Örtü sistemi ayrı olmakla beraber böyle bir plan düzeni İstanbul’da artık hiçbir izi kalmayan Mimar Sinan’ın eseri, Bahçekapı’da Haseki Sultan (Yenicami) Hamamı’nda kadınlar kısmında da uygulandığı gibi yine İstanbul’un son büyük hamamı olan Cağaloğlu’ndaki 1154 (1741) tarihli I. Mahmud Hamamı erkekler kısmında da görülür.

Yine aynı şehirde Safer 874 (Ağustos 1469) tarihli vakfiyede adı geçen Îsâ Bey çifte hamamı uç uca bitiştirilmiş bir tesistir. Burada da kubbe geçişlerinin zengin mukarnaslı pandantiflerle sağlanmasına özen gösterilmiştir. Erkekler kısmında 11,50 m. çapındaki kubbeli soyunmalığı üç bölümlü ılıklık takip eder. Makedonya’nın birçok hamamında olduğu gibi sıcaklık E tipine uygun olarak bir eyvan, iki yanında kubbeli halvet hücrelidir; böylece hamam A tipi ile E tipinin bir çeşitlemesini teşkil etmektedir. Bu bakımdan Ohri’deki Yukarı Hamam’ı hatırlatır. Manastır’da Debboy Hamamı’nın erkekler kısmı da aynı çeşitlemeyi gösteren yapılardandır.

Osmanlı topraklarında şimdiki halde en batıda olarak bilinen ısıtmalı hamam, Macaristan’ın Peçuy şehrinde bulunan Memi Paşa Hamamı’dır. Şehrin ana caddesinde, temel kalıntıları toprak altından çıkarılan ve bazı iç süsleme kalıntıları da bulunan bu hamam, uç uca sıralanan bölümleriyle İstanbul’daki Osmanlı-Türk hamamı mimarisi geleneğini sürdürür. Aslında çifte olduğu tahmin edilen hamamın soyunmalığı ortasındaki şadırvan kalıntısı ile teşhis edilmiş ve gerek ılıklık gerek sıcaklık altlarındaki cehennemlik kalıntıları ile tesbit edilmiştir. Sıcaklığın üst yapısı belirli olmamakla beraber kare planı, bunun ya A tipi dört halvetli veya E tipi enine göbek taşı mekânlı ve çifte halvetli olabileceğini akla getirir. Bosna Foça’da cami ile medrese, Peçuy’da da medrese vakfeden Memi Paşa 1585’te ölmüştür ve bu hamamının yanında kiliseden çevrilme bir camisi daha vardı. Aynı şehirde Osmanlı idaresi sırasında yapılmış Kasım Paşa ile Ferhad Paşa hamamlarının da varlığı bilinir (Evliya Çelebi, VI, 198-200).

1596’dan 1687 yılına kadar Türk idaresinde kalan Eğri’de (Eger), III. Mehmed’in annesi Safiye Sultan evkafından olduğu tahmin edilen bir hamamın temel izleriyle bazı üst duvarlarından kalıntılar, hatta kubbe geçişlerine ait trompların başlangıçları tesbit edilmiştir. Planından anlaşıldığına göre tek hamam olan yapı, klasik Osmanlı hamamları şemasına uygun olarak sıcaklık kısmı dört eyvan ve dört halvet hücreli A tipinde inşa edilmiştir. Macaristan’ın Balaton gölü yakınında İstolni Belgrad (Székesfehérvár) şehrinde, Sokullu Mustafa Paşa’nın oğlu Güzelce Rüstem Paşa’nın evkafından olan çifte hamamın sadece bazı duvar parçaları kalmıştır. Yıldızvari altıgen bir sıcaklığa sahip bulunduğu anlaşılan yapının plan düzeninin tesbit edilmesi artık mümkün değildir. Tuna kıyısında Vaç (Vác) Kalesi içindeki hamam ise Osmanlı döneminin küçük kasaba hamamları gibi mütevazi bir yapıdır. Macaristan’da Budin’de tabii sıcak su kaynakları çok sayıda kaplıcanın yapılmasına yol açmıştır. Evliya Çelebi, bunların dışında yalnız Ortahisar’da küçük bir hamam bulunduğunu ve bunun suyunun sakalarla taşındığını bildirir ki (Seyahatnâme, VI, 239) bu da Osmanlı hamamlarında son derece az rastlanan bir özelliktir. Paşa Hamamı denilen bu yapının meydana çıkarılabilen kalıntılarından bunun, biri ılıcalar gibi yuvarlak bir mekânla belki ılıklık olan ikinci bir mekândan ibaret ufak bir hamam olduğu görülür.

Bugünkü Romanya’da, bir vakitler Tımışvar beylerbeyiliği merkezinde bir evin duvarına yapıştırılmış bir kitâbenin evvelce buradaki bir hamama ait olduğu söylenir; 1757-1775 yılları arasında yıktırılan hamamdan hiçbir iz yoktur. Kitâbede Sultan İbrâhim’in adı ve 1053 (1643) tarihi yer alır.

Yunanistan’da Selânik’te yerleri ve adları tesbit edilebilen on bir hamamdan en gösterişlisi ve belki de en eskisi Bey Hamamı’dır. Bu büyük çifte hamamın mukarnaslı kavsaralı erkekler kısmının girişindeki Arapça kitâbeden, bu eserin II. Murad’ın evkafından olarak 840 Cemâziyelevvelinde (Kasım 1436) inşaatının bitirildiği öğrenilir. Atina’da ise aşağı şehirde Osmanlı dönemine ait birkaç hamam kalıntısı mevcut idiyse de bunların sanat bakımından dikkate değer bir tarafları yoktur. 1953’te bunlardan biri hâlâ faal durumda bulunuyordu. Yunanistan’ın başka yerlerindeki hamamlara dair bilgi edinilememiştir.

Arnavutluk’un büyük kısmı çok yakın bir geçmişe gelinceye kadar Osmanlı toprağı olmasına rağmen buradaki hamamlar hakkında pek az şey bilinmektedir. Bunlara Ortaçağ dönemi eserleri denilmesi ve bunların Türk hamamı olduklarının hiç belirtilmemesi de garip bir tutumdur. İlbasan’da çarşı hamamı XVI. yüzyılın ikinci yarısına ait olup buradaki Ağa Camii Külliyesi’nin parçası ve tek hamamdır. Soyunmalık kısmı tamamen ahşap olan ve 1973-1975 yıllarında restore edilen hamamın üstü bütünüyle kiremit örtülüdür. Burada sıcaklık kısmında E tipinin uygulandığı ve ılıklıktan yan yana bir çift halvet hücresine geçildiği görülür. Ancak yanında küçük bir mekânla tek kubbeli bir hücre vardır. İşkodra’da (Shkoder) Parruce mahallesinin tek hamamı, XVII. yüzyılda yerli ağalardan Buşatlılar tarafından yaptırılmış olup tamamen Osmanlı geleneklerine uygundur. Enine uzanan bir ılıklık bir eyvanla ileriye açılır ve bunun iki yanında birer halvet hücresi yer alır. V. Shtylla tarafından Ortaçağ eserleri olarak Arnavutluk’un Draç, İşkodra, Delvine, Kroya (Akçahisar), Gyrokastro, Leş ve Tiran gibi çeşitli yerlerinde tanıtılan yapılar çok küçük ölçülerde birkaç kubbeli mekândan ibarettir. Bunlardan Kroya’daki hamam, çifte halvet hücresiyle E tipinin pek muntazam olmamakla beraber eksiksiz bir örneğidir. Leş’teki küçük İskele Hamamı’nın yapımında kullanılan mermerler, M. Kiel tarafından Mühimme Defteri’ndeki bir kayıttan tesbit edildiğine göre (, nr. 3, s. 273, nr. 798), Podgoriča’daki (şimdi Titograd) harap bir kiliseden alınmıştır (Ottoman Architecture, s. 195), Arnavutluk’taki hamamların en eskilerinden İşkodra’da Ulemâ Bey Hamamı artık mevcut değildir. Oldukça önemli bir metni bulunan 946 (1539-40) tarihli kitâbesi oradaki müzededir.

Günümüzde Hamam. Modern hayatta umumi hamamlara artık eskisi kadar rağbet edilmemesi üzerine bunlar hızla tahrip edilerek arsalarına inşaat yapılmasına girişilmiştir. Umumi hamamların ihmale uğramasında sosyal hayatın değişmesi, erkekler için olduğu kadar kadınlar için de günlük hayatta hamamın eski önemini kaybetmesinin büyük payı vardır. Ayrıca hamamın, gittikçe yükselen yakıt ve su masraflarına karşılık kârlı bir işletme olmaktan çıkması da bunların kapatılmasına yol açmıştır. İstanbul’da büyük ölçüde tahribat yapan depremlerin sonuncusu olan 10 Temmuz 1894 âfetinde şehrin çeşitli yerlerinde yirmi kadar hamamın az veya çok zarar gördüğü bilinmektedir (Öztin, tür.yer.).

Hamamlar, Batılılaşma tesiriyle Türk içtimaî hayatındaki eski önemini kaybedip kapatılarak harap olduktan sonra bunların yok edilmelerine zemin hazırlanmıştır. Bunda, bulundukları yerlerin şehrin önemli merkezleri arasına girmesi ve buralara yapılacak yeni yapıların yüksek değerlere sahip olmasının da tesiri vardır. Ayrıca pek çok hamam, idareciler eliyle “imar” adı verilen yıkımlarda, mimari ve tarihî değeri araştırılmadan kazmalara kurban edilmiştir. Nitekim İstanbul’un ilk hamamlarından olan XV. yüzyıl eseri Aksaray’da Murad Paşa Camii yanındaki çifte hamam 1956’da yıktırılırken bu sırada üzüntülerini bildirenlere belediye görevlisinin söylediği, “Murad Paşa Hamamı’nı arayanlar sahil yoluna gitsinler, enkazını oraya yaydım” sözü bu kadir bilmez düşünüşü açığa koyar. Bir vali ve belediye başkanının, Beyazıt Hamamı’nı tarihe kötü bir kişi olarak geçmiş Patrona Halil’in adını yakıştırarak yıktırmak için ne büyük gayret sarfettiği hâlâ hâtıralardadır. Beyoğlu’nda Ağa Camii karşısındaki Bahçeli Hamam’ı yıktırmak için burayı nasılsa mülk edinmiş olan Mıhçıoğlu adlı kişinin Danıştay kararına rağmen gösterdiği çaba ve elde ettiği başarı da ibret verici bir tahrip örneğidir.

Bazı hamamların kullanılmaz duruma sokulduktan sonra parça parça yıkılıp yok edildiği görülmektedir. Süleymaniye semtinde Amcazâde Hüseyin Paşa’nın kızı Ayşe Hatun tarafından babasının Saraçhanebaşı’ndaki külliyesine gelir sağlamak amacıyla yaptırılan hamam bu hususta bir örnek teşkil eder. Haliç kıyısında Ayakapı’nın üst tarafında Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi’nin, vakfiyesine göre 928 Zilhiccesinde (Kasım 1522) camisine vakıf olarak yaptırdığı Müftü Hamamı denilen çifte hamamdan bugün pek az iz kalmıştır. Son parçaları yok olmaya mahkûm eserlerden biri de Silivrikapı’nın iç tarafında Hadım İbrâhim Paşa için Mimar Sinan’ın inşa ettiği hamamdır. Sultan Ahmed Camii evkafından olan Arasta ve Salacak’ta Ayazma hamamları da yok olmaya terkedilmiştir.

Bu arada hiç değilse binalarının kurtarılması düşüncesiyle bazı tarihî ve mimari değerleri yüksek hamamların çarşı haline getirilmesi önceleri olumlu karşılanmıştır. Bursa’da Orhan Gazi Hamamı bu yolda ilk denemelerden biri olmuştur. Ancak Üsküdar’da Mimar Sinan yapısı Büyük Hamam (Atik Vâlide, Nurbânû Sultan), başta zararsız gibi görünen bu değişikliğin üzerinden otuz yıl geçince tanınmaz hale gelmiştir. Fâtih döneminde yapılan Eminönü’nde Tahtakale Hamamı önce buzhane yapılmış, birkaç yıl önce büyük çapta yenilenerek çarşıya dönüştürüldüğünde eski hüviyetine hiç uymayan değişikliklerle karşılaşılmış, fakat bu sayede tarihî eserin hayatı bir süre için uzatılmıştır. Sirkeci’de Sinan Paşa (Hoca Paşa) Hamamı da son yıllarda bazı değişikliklerle çarşı haline getirilmiştir. Bu değişikliklerin hamamın kurtarılması amacıyla yapılmalarına karşılık, yine Sinan’ın eserlerinden Samatya’da Kapıağası Yâkub Ağa (veya kısaca Ağa) Hamamı ise önüne ve arkasına yapıştırılan modern beton binalarla tanınmaz bir hale sokulmuştur. Beyoğlu’nda Bahçeli Hamam’ın yalnız tek kubbeli mekânı bir banka binasının içinde bırakılarak güya korunmuştur. Aynı durum, Cağaloğlu’nda Nevşehirli İbrâhim Paşa (Acımusluk) Hamamı için de söz konusudur. Yurt dışında da Osmanlı dönemine ait hamamlara yeni fonksiyonlar verilerek bunların değiştirildiği görülür. Bulgaristan’ın Karadeniz kıyısında Misivri’de (Nessebar) küçük bir hamam restorasyonu yapıldıktan sonra kahvehaneye, eski Yugoslavya’da tarihî bir hamam diskoteğe dönüştürülmüştü. Başta İstanbul olmak üzere Osmanlı sınırları içinde bulunan yerlerdeki hamamlardan pek çoğu ya yıkılıp ortadan kaldırılmış veya kurna ve mermerleri soyulduktan sonra şekilsiz bir yığın halinde bırakılmıştır.

Hamamlar genellikle yaptıranın adıyla anılırken, bazıları da bulundukları semtten dolayı adlandırılmıştır. Galata’da adı bazan Bokluca, bazan Buğuluca olarak söylenen ve 1960’a doğru yıktırılan hamamın birinci adının niçin verildiği bilinmez. Şehremini’de Câfer Mescidi’ne komşu İnâdiye Hamamı ise adını bir inada borçludur. Macuncu semtinde Ebüssuud Efendi’nin hamamının kiracısıyken buradan çıkarılan Halil Ağa, mescidin yanında bir arsayı satın alarak hamam yaptırmıştır (Ayvansarâyî, I, 80). İnâdiye Hamamı bugün mevcut değildir.

Batı’da Hamam. Roma İmparatorluğu yıkıldıktan sonra Ortaçağ’dan itibaren Avrupa’da umumi hamam yavaş yavaş unutulmuştur; o kadar ki bazı hıristiyan çevrelerinde yıkanma günah sayılır olmuştur. Çilekeş keşişlerin uymaları gereken hususlara dair bir eser yazan Palladios adındaki din adamı ve tarihçi (ö. 431), Silvia adlı bir rahibenin altmış yıllık ömrü boyunca vaftiz suyuna dokundurduğu sağ elinin parmak uçları dışında vücudunun hiçbir yerinin su ile temas etmediğini bildirir (Palladius, I, 42; Migne, LXXIV, 329 A; Bux v.dğr., s. 62). Hıristiyanlığın esaslarına dair yazılar bırakan din adamlarından (kilise babaları) Hieronymos (Jerome) yıkanmaya karşı olduğunu açıklarken çocukluktan sonra yetişkinlere yıkanmayı bütünüyle yasaklamıştır. Yine Hıristiyanlık hakkında önemli fikirleri olan Augustinus ise daha geniş bir görüşle ayda bir yıkanmayı yeterli bulur.

S. M. İmâmüddin’in işaret ettiğine göre XI. yüzyılda İspanyollar hamamı kötülüklerin kaynağı olarak görürlerdi. Kral VI. Alfonso, oğlu Sancho’nun savaş meydanında öldüğünü duyunca bu hususta düşüncelerini sorduğu saray ileri gelenleri kendisine, oğlunun çok sık hamamlara gittiğinden ve böylece kendisini günahlara teslim ettiğinden cezalandırıldığını söylerler; bunun üzerine kral bütün hamamların yıktırılması emrini verir (Muslim Spain, s. 208). Halbuki İspanya’da İslâm-Endülüs medeniyeti hamam alışkanlığını bu ülkeye o vakte kadar yerleştirmişti.

İspanya’da her şeye rağmen sıcak hamamlar Kastilya’nın Zorita ve Künke (Cuenca) adındaki yerleşim yerlerinde günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Endülüs hâkimiyetine son verildiği XVI. yüzyıl içlerinde kilise bütün hamamların tahrip edilmesini istemiş ve bu yüzden 1568’de bir ayaklanma olmuş, halkın bir kısmı hamamların yıktırılmasına karşı çıkmıştır. Fakat kilise hıristiyanların bu müslüman âdetini hoş karşılamıyor ve üzerlerindeki kutsal vaftiz suyundan arınmaları için müslümanların hıristiyanları hamama alıştırdıklarını ileri sürüyordu.

Batı’da bilhassa Ortaçağ içinde yıkanma ve hamam geleneği bir süre devam etmiştir. Fakat hamamlarda kadın ve erkekler beraber yıkandıklarından kilise hamama karşı çıkmıştır. Yeni zamanların başlarında frengi hastalığı Avrupa’yı sarmaya başladığında, Amerika’nın keşfiyle geldiği iddia edilen bu hastalığın yayılmasında hamamların büyük payı olduğu düşünülerek Batı Avrupa’da XVI. yüzyıldan itibaren hamama karşı çok büyük tepki uyanmaya başlamıştır. Frenginin yayılmasında hamamın ne gibi rolü olduğu anlaşılamazsa da hamamlarda o zamana kadar kadınlı erkekli sürdürülen yaşamın bu korkunç illete zemin hazırladığı bir gerçektir. Nitekim XVI. yüzyıl başlarında umumi hamamların kapatılması yoluna gidilmiş ve bu tutum Yeniçağ boyunca Batı Avrupa’da sürüp gitmiştir. Rönesans döneminde kilisenin bütün karşı tutumuna rağmen Batı’da hamamlar vardı. Hatta Kardinal Bibbliena’nın sarayındaki hamamın içini ünlü ressam Rafaello süslemişti. Fakat XV. yüzyıl sonları ile XVI. yüzyıl başlarından itibaren bir taraftan kilisenin artan baskısı, diğer taraftan frenginin yayılması korkusu Batı Avrupa’da hamamların sonu olmuştur. Çünkü Batı’da, İslâm âleminin aksine akarsu ile değil Roma çağından beri yaygın olan bir geleneğe uyularak içine sıcak su doldurulan bir küvette yıkanma tercih ediliyordu. Böyle bir hamamı en iyi gösteren resim, Brüksel Krallık Kütüphanesi’ndeki bir el yazmasında mevcut bir gravürdür. Bu resimde, yasaklanmadan önce bir hamamda dizi halinde sıralanan küvetlerin içine girmiş çiftler gösterilmiştir. İçleri su dolu tahta küvetlerdeki çiftlerin ortalarında ise üzerlerinde çeşitli yiyecekler ve içecekler bulunan bir sofra uzanır; ortadaki koridorda bir de çalgıcı bulunur. Hamamın karşısındaki bölümde, koridorun öbür tarafında birbirine sarılmış bir çift ile arkalarında bir yatak görülür. Bu resim, reform çağında Batı’da hamamın nasıl bir yer olduğunu çok açık şekilde göstermektedir. Böylece Batı’da hamam bütünüyle unutulmuş, insanlar yıkanmaktan kaçınır olmuştur. XVI. yüzyılda Fransa Kralı I. François’nın kız kardeşi Navarra Prensesi Marguerite sekiz günden beri yıkamadığı ellerinin güzelliğiyle övünürken XIV. Louis ancak baharda bir defa yıkanıyordu. Su ile temizliğin yerini parfümler, pudralar ve merhemler almıştı. Buna karşılık XVIII. yüzyılda Batılı bir yazar, Türk kadınlarının sık yıkanmak yüzünden ciltlerinin taravetini ve güzelliklerini bozduklarını (!) bildirir.

Batı’da genel hamamların olmayışına karşılık bazı kişilerin evlerinde pabuç biçiminde banyo küvetleri bulunduğu bilinmektedir. Bunlara bir ocakta ısıtılan su doldurulur ve dar boğazından içine girilirdi. Tabii olarak böyle bir küvette temizlenip yıkanılmaz, sadece sıcak su içinde keyif yapılırdı. Nitekim Fransız İhtilâli’nin şiddet yanlısı ünlülerinden J. P. Marat, bir deri hastalığını tedavi etmek üzere böyle bir küvette yazılarını yazarken kendisiyle görüşmek bahanesiyle yanına giren genç bir kadını burada kabul etmiş ve küvetin içinde bıçaklanarak öldürülmüştür.

Fakat Batı dünyasının her tarafında durumun aynı olmadığı sanılmaktadır. Nitekim XVII. yüzyılda Orta Avrupa’nın bazı yerlerinde “sobalı hamamlar” denilen bazı tesislerden Evliya Çelebi bahseder. Evliya Çelebi, 1071 (1660) yılında Tımışvar’dan Erdel’e gittiğinde Macar toprakları dışında Kâşe (Kaschau) şehrine de uğrar. O sırada halkı bütünüyle hıristiyan olan bu kasabada üç adet hamam vardır. Bunlar kubbeli olmayıp dört tarafı kâgir duvarlı, sobalı hamamlardır. En altta havuzlu bir meydan bulunur. Bunun üstündeki kat soğuk, orta kat ılık, daha üstü ise sıcaktır. Hamamın dört köşesinde “billûr camlı sobalar” vardır (Seyahatnâme, VI, 46). Bu tarif, Orta Avrupa’nın bu şehrinde hamamlar bulunduğunu göstermekle beraber bu tesislerin mimarisi hakkında sadece çok katlı oldukları dışında bilgi vermemektedir. Ayrıca buradan, XVII. yüzyılda Avrupa’nın bu kesiminde Türk hamamlarından çok değişik ısıtmalı hamamlar bulunduğu öğrenilmektedir.

Alman yazarları (bk. Bux v.dğr., tür.yer.), 1900 yıllarında Almanya’da bütün hayatları boyunca hiç yıkanmamış sayısız insan bulunduğunu itiraf ederler. Paris’te Louvre ve Versailles gibi krallık saraylarında, iç mimarilerinin bütün göz kamaştırıcı süs ve ihtişamına rağmen bir banyo ile basit bir yıkanma yeri olmadığı gibi helâ da bulunmamaktaydı. Berlin’in 1945’ten sonra ortadan kaldırılan imparatorluk sarayında da I. Wilhelm zamanında hamam yoktu. Ancak II. Dünya Savaşı’nın ardından yanıp yıkılmış şehirlerin tekrar imarı sırasında inşa edilen binalarda yıkanmak için özel mekânların yapılmasına başlanmıştır. Kuzeyde bilhassa Finlandiya’da içinde çok sıcak buharın hâkim olduğu, kullanım sistemi çok değişik “Fin hamamı” veya “sauna” denilen hamamlar yapılmıştır ki bunlar yıkanıp temizlenmekten ziyade insan bünyesinin direncini arttırmaya yarayan tesislerdir.

Günümüzde Batı’da ve bunun etkisiyle Uzakdoğu’da ve hatta Amerika’da “Türk hamamı” (Turkish bath) adı altında çok sayıda kurum açıldığı görülmektedir. Ancak bunlar, gerçek Türk hamamı ile hiçbir ilgisi olmadıktan başka kadınların hizmet ettiği fuhuş merkezleri ve batakhanelerdir. Hatta son yıllarda Japonya ve Kore’deki bu türden yerlerin Türk hamamı adını kullanmamaları için Türk devletince resmen girişimde bulunulmuştur.

Osmanlı topraklarında dolaşan Batılı seyyahlar burada çok yaygın olan hamam kültürüne ilgi göstermişler, bilmedikleri ve alışamadıkları bir şey olan hamamla bunun mimarisini ve burada yapılan işlemleri eserlerinde yazmışlardır. Bir Yunanistan seyahati arkasından İstanbul’a gelen Carl Haller von Hallerstein, Beyoğlu’nda bir Ermeni evinde 24 Eylül 1815 günü bir ısıtmalı hamamın krokisini çizmiştir (Bankel, s. 6, 9). Bu husus, İstanbul’un hıristiyan tebaasının evlerinde bile o tarihlerde ısıtmalı hamamlar bulunduğunu gösterir. 1815-1826 yılları arasında İstanbul’da kalan Fransız hekim A. Brayer, Romalılar’dan sonra Batı’da hamamın bütünüyle ihmale uğradığına işaret ederek, “İtiraf ederim ki Avrupa’nın batısında inanılmaz bir pislik alışkanlığı hâkimdir” dedikten sonra Beyoğlu’nda Galatasaray Hamamı’nda gördüklerini anlatır (Neuf annèes à Constantinople, I, 164-173).

Avusturyalı mimar ve mimarlık tarihçisi J. B. Fischer von Erlach (ö. 1723), en eski çağlardan yaşadığı yıllara kadar dünya mimarisini resimlerle anlattığı ilk defa 1721’de basılan Entwurf einer historischen Architektur adlı kitabında, Osmanlı dönemi Türk sanatına ayırdığı birkaç sayfada Budin’deki bir kaplıcanın planını ve kesitini yayımlamak suretiyle bu tür yapıların uyandırdığı ilgiyi belli eder. 1855 yılındaki büyük zelzelede Bursa’nın tarihî eserlerinin geniş ölçüde zarar görmesi yüzünden bunların restorasyonu üzerinde çalışmak amacıyla burada faaliyette bulunan Fransız mimar L. Parvilliée’nin, Paris’te düzenlenen bir sergi için 1867’de çizdiği Türk hamamı projesinin ne dış mimarisi ne de iç plan düzenlemesi bakımından Türk hamamları ile bir benzerliği vardır.

Rusya’nın siparişi üzerine 1837’de bir elçilik binası yapmak üzere İstanbul’a gelen Gaspare Trajano Fossati Türk hamamları ile çok ilgilenmiş, bir ara Bursa’ya da giderek burada Çekirge’de Mustafa Paşa Kaplıcası’nın planını çizmiştir. İsviçre’de Bellinzona’daki arşivinde Türk hamamlarından ilham alınmak suretiyle Fossati’nin tasarladığı bir hamamın planı ile kesitine rastlanmıştır (Fossati Arşivi, nr. 177-180).

XIX. yüzyılda A. W. Wellington dükü, Türk hamamının İngiltere’de yayılmasına öncülük ederken Lord Kinnaird da Mill Hill denilen yerde bir Türk hamamı yaptırmıştır. Osmanlı Devleti ve Türkler hakkında birçok yayını olan ve uzunca süre İstanbul’da yaşadığından Türk hamamlarını yakından tanıyan D. Urquhart 1845’ten sonra Londra’da Jermyn Street’de bir Türk hamamı açmış, Savoy’daki dağ evine yaptırdığı Türk hamamını da bütün köy halkına ve dağcıların hizmetine sunmuştur. 1856’da İrlanda’da Cock yakınında böyle bir hamam yaptıran Urquhart, yazdığı makalelerde ve verdiği konferanslarda Türk hamamlarının sağlık yönünü ilmî olarak anlatmaya çalışmıştır. Onun en önde gelen taraftarı John Fife, 1865’te yayımlanan “Türk Hamamı Elkitabı” başlıklı eserinde ilgili ilgisiz birçok hastalık ve rahatsızlığı sayarak Türk hamamının her derde deva olduğunu belirtmiştir. Bu şekilde başlayan zeminden ısıtmalı bir hamam mimarisi akımı 1860’a doğru İngiltere’ye girmiş, buradan da Almanya’ya geçmiştir. Ancak pek yaygınlaşmadığı anlaşılan bu türden hamamlara garip bir adlandırma ile “Roma-İrlanda hamamları” denilmiştir.


BİBLİYOGRAFYA

İlkçağ’da ve Roma döneminde. V. Chaput, Manuel d’archéologie romaine, Paris 1916-20.

T. Warscher, Pompeji, Ein Führer durch die Ruinen, Berlin-Leipzig 1925.

D. Krencker – E. Krüger, Die Trierer Kaiserthermen, Berlin 1929.

E. Bux v.dğr., Wörterbuch der Antike, mit Berücksichtigung ihres Fortwirkens, Leipzig 1932, s. 61-62.

Antioche on the Orontes I, Princeton 1934, s. 4-31.

M. Brown, The Excavations at Doura-Europos, Sixth Season, New Haven 1936, s. 49-63, 84-104.

M. von Oppenheim, Tell-Halaf, Paris 1939, Ch. Müller’in eki, s. 326.

W. B. Dinsmoor, The Architecture of Ancient Greece, An Account of its Historic Development, London 1950, bk. İndeks (Bath).

Arif Müfit Mansel, Side 1947-1966 Yılları Kazıları ve Araştırmalarının Sonuçları, Ankara 1978, s. 215-240.

Necati Dolunay, “Türk Tarih Kurumu Adına Yapılan Çankırıkapı Hafriyatı”, , V/19 (1941), s. 261-266, lv. LXXVII-LXXXV.

Mahmut Akok, “Ankara Şehrindeki Roma Hamamı”, Türk Arkeoloji Dergisi, XVII/1, İstanbul 1969.

Hıristiyanlık ve Bizans. Zellinger, Bad und Bäder in der altchristliche Kirche, [baskı yeri yok] 1928.

R. Janin, Constantinople byzantine, Paris 1950, s. 209-217.

J. Keil, Führer durch Ephesos, Ein Führer durch die Ruinenstätte und ihre geschichte, Wien 1964, s. 65-67.

A. Berger, Das Bad in der byzantinischen Zeit, München 1982.

İslâm Ülkeleri. Genel. S. S. Mavroyeni, Les bains orientaux, avec une notice biographique sur Jules van Millingen, Strasbourg 1891 (başlığı Doğu’daki hamamlara dair olmasına rağmen bu kitap hamamlar hakkında faydalı bir bilgi vermez).

H. Saladin, Manuel d’art musulman I: Architecture, Paris 1907.

A. Mez, Die Renaissance des Islâms, Heidelberg 1922, s. 365.

Ph. K. Hitti, History of the Arabs, London 1943, s. 338.

J. Millingen, “Les bains orientaux”, Gazette médicale d’orient, I (1857-58), s. 169-181, 185-196, 200-210.

H. Glück, “Ursprung und Entwicklung des islamischen Bades”, Berichte des Forschungs Institutes für Osten und Orient, III, Wien 1923, s. 93 vd.

aynı makale: “İslâm Hamamının Menşei ve Tekâmülü” (trc. Köprülüzâde Ahmed Cemal), , V/27 (1927).

A. Bouhdiba, “Le hammam, contribution à une psychanalyse de l’Islam”, Revue tunisienne des sciences sociales, I, Tunus 1964, s. 7-14.

J. Sourdel-Thomine – H. Louis, “Hammām”, , III, 139-146.

W. Floor, “Bathhouses: general”, , III, 863-867.

W. Kleiss, “Bathouses: The Layout of Rural Bath”, a.e., III, 867-869.

İlk İslâm Hamamları. A. Musil, Kuseir Amra, Wien 1899.

Jaussen-Savignac, Les châteux arabes de Quseir Amra, Harâneh et Tüba, Paris 1922, s. 112.

K. A. C. Creswell, Early Muslim Architecture, Oxford 1932, s. 253-280.

a.mlf., A Short Account of Early Muslim Architecture, London 1958, s. 84-106.

H. C. Butler, Ancient Architecture in Syria, Section A-S. Syria, [baskı yeri ve tarihi yok], s. 77-80, XIX-XXV.

D. Schlumberger, “Les fouilles de Qasr el-Heir el Gharbirapport prééliminaire”, Syria, XX, Paris 1939, s. 213-223, lv. XXXIII-XXXVI.

R. W. Hamilton, “Ḥammām al-Ṣarak̲h̲”, , III, 146-147.

E. Baer, “K̲h̲irbat al-Mafd̲j̲ar”, a.e., V, 10-17.

Suriye. M. Ecochard, “Trois bains ayyoubides de Damas”, Les monuments ayyoubides de Damas, Paris 1938-40, s. 93-112.

a.mlf. – Cl. Le Coeur, Les bains de Damas-Monographies architecturales, Beyrouth 1942.

J.-P. Pascual, Damas à la fin du XVIe siècle, d’après trois actes de vaqf ottomans, Damas 1983, bk. İndeks.

J. Sauvaget, “Un bain damasquin du XIIIe siècle”, Syria, XI, Paris 1930, s. 370-380.

a.mlf., Alep, Paris 1941, s. 142.

J. de Maussion de Favières, “Note sur les bains de Damas”, , XVII (1961-62), s. 121-132, 12 lv..

J. Cl. David – D. Hubert, “Le dépérissement du hammam dans la ville: le cas d’Alep”, Les cahiers de la recherche architecturale, X-XI, Paris 1982, s. 62-73.

Mısır. E. Pauty, Les hamams du Caire, Le Caire 1933.

D. Behrens-Abouseif, Islamic Architecture in Cairo: An Introduction, Leiden 1989, s. 41-44.

M. Meinecke, Die Mamlukische architektur in Agypten und Syrien: 648/1250 bis 923/1517, Glückstadt 1992, I-II, bk. İndeks (Bad, Bäder, Badeanlagen, Badehäuser, Hammam).

A. Raymond, “Les bains publics au Caire à la fin du XVIIIe siècle”, , VIII (1969), s. 129-150.

Kuzey Afrika. G. Marçais, Manuel d’art musulman: l’Architecture, Paris 1926, bk. İndeks.

H. Terrasse, “Trois bains mérinides du Maroc”, Mélanges G. Marçais, Paris 1950, s. 311-320.

L. Golvin, Palais et demeures d’Alger à la période ottomane, Aix-en-Provence 1988, s. 25, 36, 51, 70, 94.

E. Secret, “Les hammams de Fes”, Bulletin de l’institut d’hygiène du Maroc, n. serie: II, Maroc 1942, s. 61-77.

E. Pauty, “Vue d’ensemble sur les hammams de Rabat-Sale”, Revue asiatique, LXXXVIII, Paris 1944, s. 202-226, 23 rs.

Endülüs. G. Marçais, Manuel d’art musulman: l’Architecture, Paris 1926, bk. İndeks.

S. M. Imamüddin, Muslim Spain: 711-1492 A.D., Leiden 1981, s. 209.

Curto Homedes, “Un possible bany arab à la civtat de Tortosa (Tarragona)”, Actas del I. Congresso de Arqueologia Medieval Espanola, III: Andolusí, Zaragoza 1986,
s. 541-544.

Cecilio Gómez González – Carlos Vílchez Vílchez, “Baños árabes inéditos de la época almohade (siglos XII-XIII) de la judería de Granada”, a.e., s. 545-567.

C. B. Asher, “The Public Baths of Medieval Spain: an Architectural Study”, The Medieval Mediterranean Crosscultural Contacts, St. Cloud 1988, s. 25-34.

İran. P. Coste, Monuments modernes de la Perse, Paris 1867, lv. 45.

A. U. Pope, A Survey of Persian Art, Oxford 1939, III, E. Schroeder’in ilâvesi.

W. Kleiss, “Bathhouses: The Layout of Rural Bath”, , III, 867-869.

Hindistan. E. W. Smith, The Moghul Architecture of Fathpur-Sikri, Delhi 1985, II-III, tür.yer.

K. K. Mohammed, “Hammāms (Baths) in Medieval India”, , LXII/4 (1988), s. 37-56.

Türk Hamamları. Genel. Anadolu’daki şehir ve kasabalara dair mahallî monografilerin pek çoğunda oradaki hamamlarla ilgili bilgiler vardır. Ayrıca Osmanlı döneminde I. Selim zamanına kadar yapılan Anadolu ve Rumeli’deki hamamlardan tesbit edilebilenler Ekrem Hakkı Ayverdi ile Aydın Yüksel’in büyük eserlerinde bulunmaktadır. Ayverdi’nin, Rumeli’de evvelce Osmanlı toprağı iken çeşitli ülkelerde kalan Türk eserlerine dair kitaplarında da buradaki hamamlardan bir kısmı yer almaktadır. Mimar Sinan tarafından XVI. yüzyılda yapıldığı tesbit edilen hamamlar da Aptullah Kuran’ın bu mimara dair kitabında bulunabilir.

C. Esat Arseven, Türk Sanatı Tarihi, İstanbul 1956, s. 515-528.

Yılmaz Önge, “Eski Türk Hamamlarında Su Tesisatı ile İlgili Bazı Detaylar”, I. Uluslararası Türk-İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Kongresi, 14-18 Eylül 1981: Bildiriler, İstanbul 1981, V, 213-223.

a.mlf., “Koca Sinan’ın Hamamlarında Görülen Bir Yenilik: Merkezî Kubbeli Örtü Sistemleri”, II. Uluslararası Türk-İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Kongresi, 28 Nisan-2 Mayıs 1986: Bildiriler, İstanbul 1986, II, 82-85.

a.mlf., “Anadolu Türk Hamamları Hakkında Genel Bilgiler ve Mimar Sinan’ın İnşa Ettiği Hamamlar”, Mimarbaşı Koca Sinan: Yaşadığı Çağ ve Eserleri (nşr. Sadi Bayram), İstanbul 1988, s. 403-428.

a.mlf., “Eski Türk Hamamlarında Aydınlatma”, , XII (1978), s. 121-135.

Semavi Eyice, “İznik’de ‘Büyük Hamam’ ve Osmanlı Devri Hamamları Hakkında Bir Deneme”, , sy. 15 (1960), s. 99-120.

Süheyl Ünver, “Türk Hamamı”, , XXXVII/145 (1973), s. 87-94.

A. Sâim Ülgen, “Hamam”, , V/1, s. 174-178.

Selçuklu Hamamları. Şerare Yetkin, “Alara Kalesindeki Hamamlı Kasır ve XIII. Yüzyıl Anadolu Mimarisindeki Yeri”, Malazgirt Armağanı, Ankara 1972, s. 119-126.

a.mlf., “Sultan I. Alâaddin Keykubat’ın Alara Kalesi Kasrının Hamamının Freskleri”, , III (1970), s. 69-88.

Yılmaz Önge, “Die Bäder der Seldschukischen Karawansereien in Anatolien”, Ars Turcica: Akten des VI. Internationalen Kongresses für Türkische Kunst (ed. K. Kreiser v.dğr.), München 1987, I, 281-285, lv. 50-51.

a.mlf., “Alanya ve Alara Kalesindeki Selçuklu Hamamları”, Antalya III. Selçuklu Semineri Bildirileri, İstanbul 1989, s. 117-124.

a.mlf., Anadolu’da XII-XIII. Yüzyıl Türk Hamamları, Ankara 1995.

a.mlf., “Konya Beyşehir’de Eşrefoğlu Süleyman Bey Hamamı”, , VII (1968), s. 139-144.

a.mlf., “Konya’nın Meram Mesiresindeki Mimari Bir Manzume”, a.e., X (1973), s. 369-375.

a.mlf., “Anamur Mamuriye Kalesi Yanındaki Hamam”, Vakıflar Bülteni, I, İstanbul 1970, s. 106-114.

a.mlf., “Kayseri Huand (Mahperi Hatun) Külliyesinin Hamamı ve Yeni Bulunan Çini Tezyinatı”, Önasya, V/47, Ankara 1969, s. 8-9, 15.

a.mlf., “Külliyelerimizin Yıkılan Hamamları”, a.e., VII/74 (1972), s. 6-7, 21.

A. Süheyl Ünver, “Mimar Şehabeddin Uzluk Eserine Göre: Konyada Selçuklular Zamanındaki Hamamlara Dair”, Türk Tıb Tarihi Arkivi, V/18, İstanbul 1940, s. 83-86.

İlhan Akçay, “İlk Türk Hamamları ve Şifahânelerde Isıtma Tertibatı ile İlgili Araştırma”, Ülkemiz, sy. 14 (1967).

Kemal Balkan, “Ani’de İki Selçuklu Hamamı”, Anadolu: Anatolia, XII, Ankara 1970, s. 39-57.

Erol Yurdakul, “Son Buluntulara Göre Kayseri’de Hunat Hamamı”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, II, Ankara 1971, s. 141-151.

İstanbul Hamamları. , I, 330-334; IV, 40-41, 108; VI, 46, 198-200, 239.

, tür.yer. (İnâdiye Hamamı hak. bk. I, 80); a.e.: Camilerimiz Ansiklopedisi: Hadîkatü’l-cevâmi‘ (haz. İhsan Erzi), İstanbul 1987, I, 120.

J. Dallaway, Constantinople Ancient and Modern…, London 1797; a.e.: Constantinople ancienne et moderne (Fr. trc.), Paris [1800], I, 184.

, I, 122-125.

C. Gurlitt, Die Baukunst Konstantinopels, Berlin 1909-12.

H. Glück, Probleme des Wölbungsbaues. I-Die Bäder Konstantinopels, Wien 1921.

Ahmet Refik [Altınay], Hicrî On İkinci Asırda İstanbul Hayatı (1100-1200), İstanbul 1930, s. 217.

Kemal Ahmet Aru, Türk Hamamları Etüdü, İstanbul 1947 (H. Glück’ün kitabının hemen hemen Türkçeleştirilmiş şeklidir).

Şinasi Akbatu, “İstanbul Hamamları”, İstanbul İl Yıllığı (1973), s. 486-495.

W. Müller-Wiener, Bildlexikon zur Topographie Istanbuls, Tübingen 1977, bk. İndeks.

Feridun Akozan – Sedat H. Eldem, Topkapı Sarayı, İstanbul 1982.

Yılmaz Önge, “Sinan’ın İnşa Ettiği Hamamlar”, VI. Vakıf Haftası Kitabı, İstanbul 1989, s. 255-264, 8 lv..

Feriha Öztin, 10 Temmuz 1894 İstanbul Depremi Raporu, Ankara 1994, tür.yer.

M. Nermi Haskan, İstanbul Hamamları, İstanbul 1995.

Semavi Eyice, “Fatih Külliyesinin Kaybolmuş Bir Parçası: Çukurhamam”, Oktay Aslanapa Armağanı, İstanbul 1996, s. 117-128.

a.mlf., “Türk Hamamları ve Bayazıd Hamamı”, , sy. 244 (1955), s. 849-855.

a.mlf., “İstanbul’un Ortadan Kalkan Bazı Tarihî Eserleri II”, , sy. 27 (1973), s. 133-178.

a.mlf., “İstanbul-Eski Eserler”, , V/2, s. 1214/99-103.

A. Süheyl Ünver, “Cerrah Mehmed Paşa Hamamı Hakkında”, İstanbul Belediye Mecmuası, İstanbul 1934.

a.mlf., “İstanbul Hamamlarının İstikbali”, Yeni Türk Mecmuası, sy. 84, İstanbul 1939.

a.mlf., “İstanbul Yedinci Tepe Hamamları Hakkında Bazı Notlar”, , II (1942), s. 245-251.

a.mlf., “Türk Hamamları”, Tarih Dünyası, I/5, İstanbul 1950, s. 198-203.

Zarif Orgun, “Zarif Mustafa Paşa Yalısı”, Arkitekt, XI, İstanbul 1941-42, s. 111-114.

Neşet Köseoğlu, “İstanbul Hamamları”, , sy. 128 (1952), s. 7-11.

Ergun Taneri – Adnan Kazmaoğlu, “Atik Valide Hamamı Yeniden Kullanım Projesi”, Çevre Dergisi, sy. 2 (1979), s. 40-42.

Behçet Ünsal, “Sinan’ın Son bir Eseri: Üsküdar Büyük Hamamı’nın Aslî Şekline Dönüşümü”, Taç, sy. 1, İstanbul 1986, s. 23-28.

, I-VIII (hamamlara dair maddeler).

Şerare Yetkin, “Çinili Hamam”, , VIII, 337.

İstanbul Dışındaki Hamamlar. K. Klinghardt, Türkische Bäder, Stuttgart 1927.

[Kâmil Kepecioğlu], Bursa: Bursa Hamamları, Bursa 1938.

Doğan Kuban, “Edirne’de Bazı II. Murad Çağı Hamamları Mukarnas Bezemeleri Üzerine Notlar”, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya Armağan, Ankara 1976, s. 447-459.

Türkiye’de Vakıf Abideler ve Eski Eserler, Ankara 1972-86, I-IV, tür.yer.

Aydın Yüksel, “Sadrazam Rüstem Paşa’nın Vakıfları”, Ekrem Hakkı Ayverdi Hâtıra Kitabı, İstanbul 1995, s. 219-251.

Şahabettin Öztürk – Yüksel Sayan, “Bitlis’in Tarihî Evlerine Bir Bakış”, Van Gölü Çevresi Kültür Varlıklar Sempozyumu Bildirileri, Van 1996, s. 123-125, 128.

Mahmud Akok, “Çorum’da Ali Paşa Hamamı”, Arkitekt, XXIV/2, İstanbul 1955, s. 85-93.

Sabih Erken, “Edirne Hamamları”, , X (1973), s. 403-419.

İlter Büyükdığan, “Edirne Hamamlarının Restitüsyon Sorunları”, , sy. 10 (1991), s. 27-34.

Fuat Şancı, “Dârende’de Hüseyin Paşa Hamamı”, Güzel Sanatlar Enstitüsü Dergisi, III, Erzurum 1997, s. 79-86.

Macaristan. G. Gyözö, A Egri Valide Szultana fürdöröl estörök iskoloral, Egrer 1961.

a.mlf., “Beiträge zur Geschichte der türkischen Bautätigkeit in Ungarn”, Acta Historiae Artium, XVI, Budapest 1968, s. 248, rs. 13 (Eger’de Valide Hamamı).

a.mlf., “Das Neuerdings freigelegte Memi Paşa-Bad in Pecs”, Ars Turcica: Akten des VI. Internationalen Kongresses für Türkische Kunst (ed. K. Kreiser v.dğr.), München 1987, s. 219-225.

J. Molnar, Macaristan’da Türk Anıtları, Ankara 1973.

a.mlf., Monuments de l’architecture turque en Hongrie, Budapest 1976.

a.mlf., Az Oszman, Török epiteszet magyarorszagon, Dzsamik, Türbek Fürdök, Budapest 1980, s. 81-116, rs. 77-100.

O. Szonyi, “Ferhad Paşa fürdoje Pecsett”, Historia Budapest, II, Budapest 1928, s. 32 vd.

Bosna-Makedonya-Sırbistan. D. Đurić-Zamolo, Beograd kao orijentalna varoš pod Turcima 1521-1867: Arhitektonsko-urbanistička studija = Beograd as Oriental Town under the Turks 1521-1867: An Architectonic-Urbanistic Study, Beograd 1977, s. 110-120, rs. 34-42.

Ivan M. Zdravković, “Restauracija i adaptacija Daut-Pašinog amama u Skoplju”, Zbornik zaštite spomenika kulture, I, Beograd 1950, s. 45-56.

K. Tomovski, “Le hamam Deboi a Bitola”, Zbornik-Recueil des Travaux-Mélanges D. Koco, VI-VII, Skopje 1975, s. 271-278.

Amir Pašič, Islamic Architecture in Bosnia and Hercegovina, İstanbul 1994, s. 87-89.

Yunanistan. M. Kiel, “Notes on the History of Some Turkish Monuments in Thessaloniki and Their Founders”, , XI (1970), s. 126-156.

Ks. A. Manassé, “A phaseis epembaseon sto Bey hamamı (Constructional Alterations to the Bey Hamamı)”, a.e., XXXIV/1 (1985), s. 365-389.

Bulgaristan. M. Kiel, “Some Early Ottoman Monuments in Bulgarian Thrace”, , XXXVIII/152 (1974), s. 635-656, 13 rs.

Arnavutluk. M. Kiel, “Die osmanische Baukunst in Albanien und ihre heutiger Erhaltungszustand, Eine Bilanz von 30 jahren Restaurationsarbeit und Vernichtungswut”, Ars Turcica: Akten des VI. Internationalen Kongresses für Türkische Kunst (ed. K. Kreiser v.dğr.), München 1987, s. 240-254.

a.mlf., Ottoman Architecture in Albania: 1385-1912, İstanbul 1990, s. 125-128, 186, 195, 234-236.

V. Shtylla, “Banjat e mesjetës së vonë në Shqipëri”, Monumentet, VII-VIII, Tirana 1974, s. 119-137.

a.mlf., “Restawrimi ı dy banjave mesjetare ne vendin toné-Restauration de deux hammams moyenageux”, a.e., XVII (1979), s. 83-95.

Batı’da Türk Tesirli Hamam. Palladius, Historia Monachorum, I, 42.

Migne, Patrologia Graeca, LXXIV, 329 A.

A. Brayer, Neuf annèes à Constantinople, Paris 1836, I, 164-173.

J. Fife, Manuel of the Turkish Bath, London, ts. (1865 ?).

G. Robinson, David Urquhart, Oxford 1920, s. 174.

G. Marçais, L’architecture musulmane d’occident, Paris 1954, s. 215-217, 315-316.

S. M. Imamüddin, Muslim Spain: 711-1492 A.D., Leiden 1981, s. 208-211.

Zeynep Çelik, Displaying the Orient, Architecture of Islam at Nineteenth Century World’s Fairs, Berkeley 1984, s. 105.

H. Bankel, Carl Haller von Hallerstein in Griechenland, Berlin 1986, s. 6.

Amir Pašič, Islamic Architecture in Bosnia and Hercegovina, İstanbul 1994, s. 87-89.

Netice Yıldız, “Türk-İngiliz İlişkileri Sürecinde İngiliz Sanat ve Sosyal Yaşamındaki Türk Etkileri”, , sy. 11 (1992), s. 46-47.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1997 yılında İstanbul’da basılan 15. cildinde, 402-430 numaralı sayfalarda yer almıştır.

Müellif:

II. KÜLTÜR ve EDEBİYAT
Hamam kelimesinin Türkçe’deki en eski karşılığı munça veya munçaktır. Bu kelimeyi Kuzey Türkleri ile Çuvaşlar da kullanmıştır (Ögel, III, 107). Daha sonra görülen çimek, yumak, yıkak, yunluk uzun bir geçmişe sahip olup çeşitli Türk boyları arasında bugün de kullanılmaktadır (Derleme Sözlüğü, III, 1223; XI, 4263, 4314, 4319). Hamam karşılığı olarak ısı, ısıcak, ısı dam, ısık, isik, issi gibi kelimeler yalnız Anadolu’da değil diğer Türk kültür çevrelerinde de yaygınlık kazanmıştır (Tarama Sözlüğü, tür.yer.). Bugün Türkiye’nin bazı yörelerinde hamama sıcak (< ısıcak) denilmektedir (Derleme Sözlüğü, X, 3600). Mısır ve Kıpçak Türkleri’nde ise hamama ılı su (yılı su) adı verilmiştir (Ögel, III, 108). “Kudret hamamı, kaplıca” anlamındaki ılıca (ılıġ+ca) kelimesi de buradan gelmektedir.

Evliya Çelebi, zengin ve sâlih kişiler zümresinden saydığı hamamcıların pîrlerinin Muhsin b. Osman, tellâkların pîrlerinin Ubeyd-i Mısrî, nâtırların pîrlerinin Mansûr b. Osman olduğunu ve peştamallarını da Hz. Ali’nin huzurunda Selmân-ı Pâk’in bağladığını kaydeder (Seyahatnâme, I, 606).

Kadın hamamlarında müşterilere hizmet edenlere genel olarak “nâtır” denilmektedir. Ancak kelime halk arasında daha çok “yıkayıcı” mânasına kullanılmaktadır. Belli başlı müşterilere hizmet eden “ana”lar ile özel beceri isteyen bazı hizmetleri gören “usta”lar da bu sınıfa dahildir. Kadınların peştamal, havlu takımı, hamam tası ve hamam nalınlarından meydana gelen eşyaları “hamam bohçası” içinde muhafaza edilirdi. Erkek hamamlarında yıkayıcıya “tellâk” (dellâk) adı verilir. Bu hamamlarda “külhancı, meydancı, peştamalcı, çıkmacı, kahveci” gibi adlarla anılan ve “hamam uşakları” denilen hizmetliler de vardı. Hamamda bunlardan başka müşterilerin kurulanacakları havlu, destimâl (büyük mendil) ve peştamalları yıkama, kafese (ortasına mangal konulan tahta çatı) asarak kurutma görevlerini üstlenmiş çamaşırcılar da bulunurdu.

Hamamların çalıştırılması ve buralarda yıkanmanın bazı kuralları ve âdâbı vardır. Bunları dinî, hukukî ve geleneklere ait olanlar şeklinde gruplandırmak mümkündür. Hamamla ilgili dinî hükümler doğrudan doğruya fıkhın konusunu teşkil eder (aş.bk.). Hukukî düzenlemeler ise çeşitli hükümlerle belirlenmiş ve kadılıklar eliyle takip edilmiştir (bu hükümler için bk. Ahmed Refik, Onuncu Asr-ı Hicrîde İstanbul Hayatı, s. 22, 28, 31, 32). Kadılık nizamnâmesiyle hamamda çalışanlar zincirleme kefalet altına alınmış, hepsinin durumundan en kıdemli uşak olan “sernöbet tellâk” sorumlu tutulmuştur. Tellâk ve nâtırların müşteriye karşı görevleri, yapılan hizmetlerin ücreti, uyulması gereken kurallar da bu nizamnâmede belirtilmiştir. Nizamnâmelerde müslüman olmayan hamam müşterilerinin uyması gereken bazı esaslara da yer verilmiştir.

Hamamla ilgili gelenekler zaman içinde teşekkül etmiş olup ahlâk ve âdâb kitaplarında ayrı bölümler oluşturacak kadar zenginleşmiştir. Osmanlı-Türk sosyal hayatında yakın zamanlara gelinceye kadar hamama gidilince bir taraftan yıkanırken bir taraftan da eğlenilirdi. Anadolu’da kısmen de olsa devam eden bu gelenek kadın erkek herkese hamamı hem temizlik hem sohbet ve eğlence yeri haline getirmiştir. Kadın hamamları, görücü usulüyle evlenmenin yaygın olduğu dönemlerde anneler için evlilik çağına gelmiş erkek çocuklarına kız beğenme yeri olarak da önemli bir fonksiyon icra etmiştir.

Eskiden evlerde umumiyetle gusülhanelerden başka yıkanılacak bir yer olmadığından yıkanmak için çarşı hamamlarına gidilirdi. Orta halli aile hanımlarının en önemli eğlence yerleri de hamamlardı. Bu durum, özellikle kadın hamamları için bir “hamam kültürü”nün oluşmasına sebep olmuştur. Başta İstanbul olmak üzere hemen bütün şehirlerde çeşitli hamamlar bulunurdu. Tek hamamlar gündüz kadınlara, gece erkeklere açık olmakla beraber hem erkeklere hem kadınlara ayrı ayrı hizmet veren iki bölümden oluşmuş “çifte hamam”lar da vardı. Ulemâ ve meşâyihten bazılarının vakfı olan, bilhassa civarında yatırların bulunduğu semtlerdeki hamamların suyu şifalı kabul edilir ve bazı hastalıklara iyi geldiğine inanılırdı. Hamama çeşitli yiyecekler götürülür, öğleyin göbek taşının üzerinde yenilir, bir taraftan da eğlenilirdi. Hamamda yıkanmayla ilgili belli usuller teşekkül etmiştir. Nâtırın müşteriyi yıkaması ve “kir akıtması”, öğle yemeği, soğuklukta dinlenme, kahve içme, hatta bahşiş miktarına varıncaya kadar işlemlerin sırasına ve âdâbına dikkat edilirdi (And, 16. Yüzyılda İstanbul, s. 246-249).

Hamamların içtimaî hayatın çeşitli safhalarıyla da ilgisi vardı. Evlenecek kızlar düğünden iki gün önce genellikle salı günü “gelin hamamı”na götürülür, kız ve oğlan tarafı ile yakın akraba ve eş dost hamama davet edilirdi. Bunun için hamam kız evi tarafından kiralanır veya davetlilerin ücretleri de ödenirdi. Davetlilerden önce hamama giren gelin misafirleri karşılar, bu arada soğuklukta toplanılır, kızın başına bir çarşaf tutulur ve kendisine avlu tavaf ettirilirdi. Ardından şerbetler içilir, çalgılar çalınır, çeşitli eğlenceler düzenlenirdi. Daha sonra nâtırlar gelini halvete götürürler, yıkadıktan sonra getirip göbek taşına oturturlardı. Bunun arkasından mâniler söylenerek geline ve diğer davetlilere kına yakılır, gelinin başına bozuk para serpilir, genç kızlar kısmetlerinin açılması için bunları kapışırdı. Anadolu’da “kına hamamı” da denilen gelin hamamından başka bazı yörelerde gerdekten on beş gün sonra gelin ve yakınları için “on beş hamamı”, damat ve çevresi için de “güvey hamamı” yapılırdı (Sezer – Özyalçıner, s. 85-86).

Eskiden lohusa kadınlar doğumun kırkıncı günü hamama götürülürdü. Yüksek tabakaya mensup ailelerde lohusa mutlaka konaktaki hamamda yıkanır, diğer ailelerde ise kadınlar arasında bu vesile ile çarşı hamamında bir eğlence düzenlenirdi. Başta ebe hanım olmak üzere hısım akraba ve komşuların davet edildiği “kırk hamamları” davet sahibinin sosyal durumuna göre çok gösterişli olur, âdeta düğünü andırırdı. Bebeğin şalla kundaklanması, davetlilerin hamam görevlileri tarafından defle karşılanması, ebe ve hamamcı kadının lohusayı gümüş buhurdanlıkta yakılan öd ağacı kokularıyla sıcaklığa getirmeleri, lohusanın fıskıyeli havuz etrafında dolaşması, yıkanma faslı, bebeğin üç İhlâs bir Fâtiha okunarak “kırklama” denilen bir ameliye ile kırk tas su dökülerek yıkanması ve nazar için çörek otu tütsülenmesi gibi merasimler yapılırdı (Abdülaziz Bey, s. 23-25).

Erkekler arasında özellikle perşembe geceleri, cuma sabahları, ramazan ve bayram arefelerinde hamama gitmek âdetti. Daha çok İstanbul’a mahsus olmak üzere erkekler yangın dönüşü de hamama giderlerdi. Hamam sahibi gündüz gelen tulumbacılardan ücret almaz, geceleyin ise hamam tulumbacılar için kapatılır, sabaha kadar çeşitli eğlenceler yapılırdı. Ancak bu eğlencelerde edep ve ahlâka aykırı hareket ve sözlerden titizlikle kaçınılırdı. Tulumbacılık devirlerinde İstanbul’daki hamam sahiplerinin devam ettirdikleri bir âdet de ramazanda tulumbacı reislerinin ileri gelenlerine iftar vermekti. İftar sofrası camekânda kurulur ve yemekten sonra civardaki bir camide teravih namazı kılınırdı.

Hamamlarda kullanılan eşyaların da çeşitli özellikleri vardı. Hamam takımı içinde yer alan bohçalar, havlular, tülbentler, hamam tasları, fildişi taraklar ve keseler sanat değeri taşımaktaydı. Yine bir sanat eseri niteliğinde olan nalınların malzemesi ceviz, şimşir, abanoz ve sandal ağacından olup sedef ve kaplumbağa kabuğu ile süslenirdi.

Osmanlı dönemi hamamlarını anlatan ilk yazı ve kitaplar genellikle Batılı yazarlar tarafından kaleme alınmıştır. Ancak günümüzde de bazı araştırmacıları yanıltan bu yazılarda müelliflerin çoğunun hiç görmediği “Türk hamamı” hayalî unsurlarla abartılmış, Osmanlı devrinde medeniyet müesseseleri olan hamamlar aşağı seviyede birer eğlence mekânı olarak tanıtılmıştır. Bu arada bazı şarkiyatçılar ve seyyahlar arasında Osmanlı hamamları hakkında daha sağlıklı bilgi verenler de vardır.

Hamam hayatı devrin şairlerinin şiirlerine de konu olmuş ve gündelik hayatın bir parçası olarak ele alınmıştır. Hamam ayrıca büyük yerleşim merkezlerindeki divan şairlerinin bilhassa kış mevsiminde bir araya gelip sohbet ettikleri mekânlardan biri haline gelmiştir. Daha XV. yüzyıldan itibaren edebî bir mahfil olma özelliği kazanmaya başlayan hamamlarda şairlerin sohbetler düzenlediği, bu sohbetlerin zaman zaman eğlenceye dönüştüğü, İstanbul’da bazı hamamların belirli vakitlerde kapatılıp buralarda şiir üzerine konuşmaların yapıldığı tezkirelerdeki kayıtlardan anlaşılmaktadır (Âşık Çelebi, vr. 43b, 66a, 83a-b vd.).

Rindmeşrep ve şuh edalı bazı şairlerin hamam konusunda kaleme aldıkları manzumelerde lâubali ifadelere rastlanmaktadır. Giderek yaygınlaşan bu hamam tasvirleri klasik Türk şiirinin hemen her ustasını farklı şekillerde etkilemiş, en ağır başlı şairler bile hamamdan bahseden manzumeler yazmışlardır. Fuzûlî’nin, “Kıldı ol serv seher nâz ile hammâma hırâm / Şem‘-i ruhsârı ile oldu münevver hammâm” beytiyle başlayan gazelindeki (Fuzûlî Divanı, s. 219) nezahet ile, Nedîm’in Damad İbrâhim Paşa’ya methiye olarak kaleme aldığı hammâmiyyesi (Nedim Divanı, s. 41-46) arasında üslûp, letâfet ve canlılık bakımından farklar vardır.

Klasik Türk şiirinde hamamın konu edildiği manzumelere genel olarak “hammâmiyye” denir. Bu şiirler müstakil bir eser olacak kadar önemli ve hacimli ise “hammâmnâme” adıyla anılır. Hammâmiyyeler daha ziyade kaside tarzında yazılmışsa da gazel, mesnevi, kıta ve musammat biçimindeki örneklerine de rastlanır. Kaside tarzındaki hammâmiyyelerin nesîb bölümünde hamamdan ve hamamdaki bir güzelden bahsedilerek tasvirler yapılır. Bu sebeple hammâmiyyelerde çeşitli yorumlara açık tevriyeli, kinâyeli, mecazi ifadeler yer alır. Ten zevkini öne çıkaran edebe aykırı bu tür ifadelerle güzel baştan ayağa tasvir edilir. Mahbûbun hamama gelişinden itibaren camekâna alınması, naz ile soyunması, murassa‘ nalınlarını giyip çevresindeki âşıkların hayran bakışları arasında sıcaklığa girmesi ve yıkanması, yürüyüşünden oturuşuna kadar her hareketi şairin mısralarına teşbihler, mazmunlar içinde edebî olduğu kadar gerçek yönü ile de yansır. Bu bakımdan hammâmiyyeler Osmanlı hamamları için aynı zamanda birer belge niteliğindedir.

Türk edebiyatında ilk hammâmiyyeler muhtemelen XVI. yüzyılda yazılmaya başlanmıştır. Dönemin Heşt Bihişt, Tezkiretü’ş-şuarâ, Meşâirü’ş-şuarâ, Tezkire-i Latîfî gibi eserlerinde şairlerin hamam sohbet ve eğlencelerine dair bölümler ve nükteler yer alır. Deli Birader Gazâlî’nin, İstanbul Beşiktaş’ta ortasında yekpâre mermerden havuzu bulunan bir hamam yaptırdığı, içine de devrin ünlü mahbûbu Memî Şah’ı oturttuğu, böylece İstanbul’un diğer hamamlarının müşteri kaybetmesine sebep olarak hamamcılar tarafından şikâyet edildiği ve hamamda gayri ahlâkî davranışlarda bulunulduğu ithamıyla hamamın bizzat padişah fermanı ile yıktırıldığı bilinmektedir (, IX, 135).

Hammâmiyyeler içinde en meşhuru, “Hammâmnâme-i Dilsûz” adıyla Belîğ tarafından kaleme alınan manzumedir. Dokuz bendlik bir müseddes olan bu hammâmnâme kadar ünlü bir başka eser de Deli Birader Gazâlî’nin Dâfiu’l-gumûm ve râfiu’l-hümûm’udur. Mensur olan bu eser pek çok müstehcen hamam hikâyesi ihtiva etmektedir. Aynı şairin “Kaplıcanâme”si, hamamının yıkılışından duyduğu üzüntüyü dile getiren yirmi beş beyitlik bir manzumedir. Nâbî’nin hammâmiyyesi de oldukça lâubali bir eda taşır (Divan, s. 64). Nev‘îzâde Atâî, yazdığı beş hammâmiyye ile bu türde en çok manzume yazan divan şairlerinin başında yer alır. Tâcîzâde Câfer Çelebi’nin Hevesnâme’si ile Vücûdî’nin Hayâl-i Yâr adlı mesnevilerinde de hammâmiyye özelliği gösteren birer bölüm vardır. Kaside tarzındaki hammâmiyyelerin en meşhur örneği ise Nedîm’e aittir (Nedim Divanı, s. 41-46). Hamamla ilgili şiirlere, bu yapıların inşasına tarih düşürmek için kaleme alınan manzumeleri de ilâve etmek gerekir. Nedîm’in İbrâhim Paşa’nın Nevşehir’deki hamamı için yazdığı şiir bunlara bir örnek teşkil eder (a.g.e., s. 187-189).

Türk halk edebiyatı ve folklorunda çeşitli şekillerde söz konusu edilen hamam türkü ve mânilerde daha çok yârin gittiği bir yer olarak ele alınmıştır. Ayrıca “hamam anası (gibi)”, “hamam gibi (sıcak)”, “hamama giren terler”, “hamamda deli var”, “hamamda gazel atmak”, “hamamın namusunu kurtarmak”, “eski hamam eski tas” gibi deyimlere konu olan hamam pek çok atasözünün de konusunu oluşturmuştur. “Hamam kubbesi gibi her sesi aksettirir”; “Hamam suyu ile dost tutar”; “Hamam suyu ile misafir ağırlanmaz”; “Hamama gider kurna beğenmez, düğüne gider zurna beğenmez”; “Hamamda kurnası, düğünde sediri belli”; “Hamamda türkü çağırmak her akıllının kârı değil” sözleri bunlardan bazılarıdır.

Sûfiye ıstılahları arasında hamamla ilgili bazı tabirler de vardır. Mevlevîlik’te “hamama götürmek”, çileyi tamamlayan “can”ın meydancı tarafından hamama götürülmesi ve orada çile elbisesini çıkararak yıkanıp temizlendikten sonra yeni elbise giymesi, böylece saka postuna oturmaya hak kazanmasıdır (, I, 718). “Hamam mührü” tabiri, hamama gidecek dervişlerin para yerine hamamcıya verdikleri üstüne hamam kelimesinin mühürle basıldığı kâğıtlar için kullanılırdı.

Düzenli bir aile hayatı bulunmayan bazı kişilerin hamam külhanında yatıp kalkmaları sonucu bunlara “külhan beyi” adı verilmiştir. Bu tabir daha sonra “külhanbey” şeklinde de kullanılarak “kendine has giyinme ve konuşma biçimi, bir argosu olan, başı boş, kabadayı, serseri kimse” anlamını kazanmıştır. Külhanbeylerin en belâlıları “Gedik Paşa Hamamı’ndan çıkma” diye şöhret bulmuştur. Bu arada Beyazıt Hamamı’nda tellâk olan ünlü Patrona Halil’in kendisine ait kurnanın üst kısmında, “Şifâ bulur pîr ü alîl / Bedest-i dellâk Halîl” beytinin yazılı olduğunu, o yıllarda “külhan beyi lugatı” diye özel bir argonun oluştuğunu ve seksen kadar kelimeden ibaret Lehçe-i Külhânî adlı yazma bir risâlenin bulunduğunu Reşat Ekrem Koçu kaydetmektedir (Patrona Halil, s. 60-63).

Türk hamamı, geleneksel Türk tiyatrosu repertuvarında karagöz ve orta oyununun temel öğelerinden birini teşkil ederek günümüze kadar gelmiştir. “Çifte Hamamlar Oyunu” (“Karagöz’ün Dayak Yemesi”) faslında bir hamam macerası söz konusu edilmekte (Sevilen, s. 92-112) ve orta oyunu repertuvarında yer alan önemli oyunlardan birinin adının “Hamam” olduğu bilinmektedir (And, Geleneksel Türk Tiyatrosu, s. 249; Türkmen, s. 11).


BİBLİYOGRAFYA

Tarama Sözlüğü, Ankara 1963-1972, tür.yer.

Derleme Sözlüğü, Ankara 1968, III, 1223, 1224; X (1978), s. 3600; XI (1979), s. 4314, 4319.

Fuzûlî Divanı (haz. Kenan Akyüz v.dğr.), Ankara 1990, s. 219.

, II, 721-729.

, vr. 43b, 66a, 83a-b, 291a vd.

, I, 330-334, 606.

Nâbî, Divan, İstanbul 1292, s. 64.

Nedim Divanı (haz. Abdülbaki Gölpınarlı), İstanbul 1951, s. 41-46, 187-189.

J. de Thévenot, 1655-1656’da Türkiye (trc. Nuray Yıldız), İstanbul 1978, s. 85-88.

Lady M. Montagu, Türkiye Mektupları 1717-1718 (trc. Aysel Kurutluoğlu), İstanbul, ts. (Tercüman 1001 Temel Eser), s. 132-133.

J. Pardoe, Yabancı Gözü ile 125 Yıl Önce İstanbul (trc. Bedriye Şanda), İstanbul 1967, s. 52-57, 134-135.

Ahmed Refik Altınay, On Altıncı Asırda İstanbul Hayatı (1553-1591), İstanbul 1988, s. 22, 28, 31, 32.

a.mlf., Onikinci Asr-ı Hicrîde İstanbul Hayatı (1689-1785), İstanbul 1988, s. 217.

Ali Rıza Bey, Bir Zamanlar İstanbul (haz. Niyazi Ahmet Banoğlu), İstanbul, ts., s. 110-111.

Musâhibzâde Celâl, Eski İstanbul’da Hayat (İstanbul 1946), İstanbul 1992, s. 18.

Mustafa Nihat Özön, Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü, İstanbul 1954, s. 109-110.

Feridun Dirimtekin, Ecnebi Seyyahlara Nazaran XVI. Yüzyılda İstanbul, İstanbul 1964, s. 48-50.

R. Ekrem Koçu, Patrona Halil, İstanbul 1967, s. 60-63.

a.mlf., “Dellâk”, , VIII, 4362-4369.

a.mlf., “Gelin Hamamı”, a.e., XI, 6084-6085.

Metin And, Geleneksel Türk Tiyatrosu: Kukla, Karagöz, Ortaoyunu, Ankara 1969, s. 249.

a.mlf., 16. Yüzyılda İstanbul: Kent: Saray: Günlük Yaşam, İstanbul 1993, s. 217, 242-251.

a.mlf., “Türk Hamamının Kültürümüzde ve Sanatımızda Yeri ve Önemi”, Ulusal Kültür, sy. 5, Ankara 1979, s. 54-77.

E. Kemal Eyüboğlu, Şiirde ve Halk Dilinde Atasözleri ve Deyimler, İstanbul 1973, I, 118; II (1975), s. 236.

, s. 275-277.

Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, Ankara 1985, s. 107-108.

İskender Pala, Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, Ankara 1989, I, 397-399, 400.

Muhittin Sevilen, Karagöz, Ankara 1990, s. 92-112.

Nihal Türkmen, Orta Oyunu, İstanbul 1991, s. 11.

Mithat Sertoğlu, Tarihten Sohbetler, Ankara 1994, s. 210-215.

Sennur Sezer – Adnan Özyalçıner, İstanbul’un Taşı Toprağı Altın, İstanbul 1995, s. 75-89.

Abdülaziz Bey, Osmanlı Âdet, Merasim ve Tabirleri (haz. Kâzım Arısan – Duygu Arısan Günay), İstanbul 1995, s. 23-25.

Sedat Veyis Örnek, Türk Halkbilimi, Ankara 1995, s. 198-199.

Ekrem Işın, İstanbul’da Gündelik Hayat, İstanbul 1995, s. 259-264.

Halûk İpekten, Divan Edebiyatında Edebî Muhitler, İstanbul 1996, s. 93-94.

B. Horvath, Anadolu 1913 (trc. Tarık Demirkan), İstanbul 1996, s. 74-75.

Ercümend Ekrem Talu, “Eski İstanbul’da Kadın Hamamları”, Resimli Tarih Mecmuası, sy. 2, İstanbul 1950, s. 65-67, 80.

Kadriye Ilgaz, “İstanbul’da Doğum ve Çocukla İlgili Âdetler ve İnanmalar”, , IV/93 (1957), s. 1481.

Münevver Alp, “Eski İstanbul Hamamları ve Gezmeleri”, a.e., VIII/179 (1964), s. 3423-3425.

a.mlf., “Eski İstanbul’da Loğusalık ve Şerbeti”, a.e., IX/183 (1964), s. 3537-3538.

İshak Sunguroğlu, “Harput’ta Evlenme ve Düğünler 4-Nişan Bohçası, Gelin Elbisesi, Kına Hamamı, Cehiz Yazma”, a.e., X/204 (1966), s. 4137-4139.

İbrahim Aslanoğlu, “Divriği’de Düğün Âdetleri”, a.e., sy. 269 (1971), s. 6177; sy. 270 (1972), s. 6203-6204.

Süreyya Beyzadeoğlu, “Âşık Çelebi Tezkiresi’nde Şiir Meclisleri II”, Yedi İklim, VII/54, İstanbul 1994, s. 50-52.

, I, 718.

“Hamam”, , IV, 78.

“Hamamnâme”, a.e., IV, 50.

Ahmed Maden, “Evlenme ve Evlenme Şekilleri”, Türk Aile Ansiklopedisi, Ankara 1991, II, 501.

Orhan Şaik Gökyay, “Deli Birader”, , IX, 135.

Meltem Cingöz, “Hamam Gelenekleri”, , III, 536-537.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1997 yılında İstanbul’da basılan 15. cildinde, 430-433 numaralı sayfalarda yer almıştır.

Müellif:

III. FIKIH
Yıkanmanın hemen bütün din ve kültürlerde maddî-bedenî bir temizlik olmasının yanı sıra mânevî-sembolik arınma anlamı da taşıdığı, bu sebeple oldukça eskiye dayanan yaygın bir gelenek olduğu bilinmektedir. İlk örneklerine milâttan birkaç binyıl önce Hindistan’da, Ön Asya’nın Mısır ve Asur-Babilon kültürlerinde rastlanan hamam mimarisinin oluşumunda şüphesiz bölge din ve kültürlerinde su ile yıkanma ritüelinin taşıdığı değer ve gördüğü teşvik önemli bir paya sahiptir. Yahudiliğin yıkanmayı teşvik etmesi ve belli durumlarda yıkanmayı dinî bir ödev sayması, Ortadoğu’da hamam mimarisinin gelişmesine ciddi ölçüde katkı sağlamıştır. Hıristiyanlık’ta Yahudilik’ten devralınan su ile arınma ve vaftiz kültürü önemli bir yere sahip olmuşsa da kilise mensuplarının münzevi hayata meyletmesi, çıplaklığa karşı tepkisi, diğer sosyokültürel sebeplerle birlikte yıkanma kültürünün Hıristiyanlık’ta daha çok sembolik bir değerde kalmasına, hatta Ortaçağ boyunca fazla ilgi görmemesine yol açmıştır. Bundan dolayı Batı’da ancak XIII. yüzyıldan sonra hamam mimarisinin ve kültürünün gelişmeye başladığı ve XIX. yüzyıldan sonra bu konuda önemli mesafe alındığı bilinmektedir.

İslâm dininde mânevî temizlik ve çevre temizliği kadar vücut temizliği de önem taşır (bk. GUSÜL; TAHÂRET). Yine İslâmî anlayışa göre ferdin inanç, ibadet ve ahlâkı, ferdî ve içtimaî hayatı, bedenî ve ruhî ihtiyaçları aynı bütünün farklı görünümleri, birbiriyle bağlantısı ve uyumu bulunan parçaları gibidir. Bu sebeple dinî literatürde hayatın en özel ve kişisel yönleri de genel dinî ilke ve hükümlerin uygulanması, insanın hususi hayatında ve toplum içindeki davranışlarında yol gösterilmesi ve ferde iyi alışkanlıklar kazandırılması gibi amaçlarla çok defa ayrıntılı şekilde ele alınmıştır. Fıkıh literatüründe hamam âdâbıyla ilgili birtakım görüş ve önerilerin yer alması böyle bir anlam taşıdığı gibi, özel konumu ve nitelikleri de hamamın bazı ibadetler için uygun bir yer olup olmadığı gibi fıkhî görüş ve tartışmaların kaynağını teşkil etmiştir.

Hamamla ilgili olarak hadis kitaplarında yer alan rivayetlerin ana konusunu hamamda avret yerlerinin örtülmesinin önem ve gerekliliği, hamamda çevre kirliliği ve muhtemel çıplaklık sebebiyle Kur’an tilâveti ve namaz ibadetinin câiz olup olmadığı gibi hususlar teşkil eder. Hz. Peygamber’in, Suriye tarafından Mekke’ye gelen hacıların ihrama girdiği yer olan Cuhfe mevkiinde veya başka bir yerde hamama gittiğine dair rivayetler bulunmakla birlikte hadis âlimleri bunların uydurma yahut zayıf olduğunu belirtirler (Abdülhay el-Kettânî, I, 177). Bazı sahâbîlerin Şam bölgesinde hamama gittiklerini bildiren rivayet ve İbn Ömer’in hamamın Şamlılar tarafından ihdas edilen bir nimet olduğuna dair ifadesi (a.g.e., I, 178), Arap ülkelerinde hamamın Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra tanındığı şeklindeki görüşü ve Hz. Peygamber’in bizzat hamam görmemiş olsa da Hicaz bölgesinin dışına seyahat eden sahâbîlerin verdiği bilgiler üzerine bu konuya temas etmiş bulunması ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Hz. Âişe’nin, “Resûlullah erkeklerin ve kadınların hamama gitmelerini önceleri yasakladı, daha sonra peştamal kullanmak şartıyla erkeklere izin verdi” (, VI, 132, 139, 179; Ebû Dâvûd, “Ḥammâm”, 1; İbn Mâce, “Edeb”, 38; Tirmizî, “Edeb”, 43) sözünü dikkate alan âlimler hamam yasağıyla ilgili hükmün sonradan kaldırıldığını belirtmişlerdir. Başka bir hadiste de, “Acem topraklarını fethedecek ve o bölgede hamam denilen yapılar bulacaksınız. Oraya erkekler peştamalsız girmesin. Hasta ve lohusa olanların dışında kadınların girmesine de engel olun” denilmiştir (Ebû Dâvûd, “Ḥammâm”, 1; İbn Mâce, “Edeb”, 38). Öyle anlaşılıyor ki hadislerde ifade edilen bu kaygı ve yasaklama, o dönemde insanların örtünmeye ve edebe riayet etmeksizin fütursuzca soyunup yıkandıkları hamamların komşu ülke ve bölgelerde yaygın olup aynı âdetin müslümanlar arasında yayılmasını önleme maksadına yöneliktir. Esasen bu sakıncanın kalkması veya iyice azalmasına paralel olarak İslâm ülkelerinde hamamlar yaygınlaşmış, literatürde hamam âdâbıyla ilgili birçok bilgi ve öneri yer almaya ve hamamlar İslâm medeniyet ve mimarisinin önemli bir parçasını oluşturmaya başlamıştır.

Fukahanın çoğunluğu, yukarıdaki hadisleri ve bazı sahâbîlerin hamama gitmiş olmasını dikkate alarak erkeklerin avret yerlerini (göbekle diz arası) örtmek şartıyla hamama girmelerinin, buna bağlı olarak da hamam yapımının, alım satım, kiralama ve işletme gibi hukukî işlemlerin kural olarak câiz olduğunu ifade etmişlerdir. Bunların kerahetle câiz olduğu şeklindeki daha çok Hanbelî fakihlerine ait görüş ise bazı kadın ve erkeklerin hamamda avret yerlerini örtmede gerektiği şekilde titiz davranmamasından, dolayısıyla hem kendilerini hem de çevrelerindeki kimseleri günaha sürüklemekte olmasından kaynaklanır. Bu sebeple, kadın ve erkeklerin umuma açık hamamlara gitmesi ve hamamcının kazancı hakkında klasik kaynaklarda görülen menfi veya mütereddit tavırlar yukarıdaki hadislerin lafzî yorumu olarak açıklanabileceği gibi insanların bu sakıncalı durumlardan kaçınmasını, dinî mükellefiyetlere ve edep ölçülerine uymasını sağlamayı hedefleyen bir uyarı ve geçici bir önlem olarak da görülebilir. Gazzâlî de hamama gitmekle ilgili olumlu görüşün hamamın faydalı yönlerini esas aldığını, aksini savunanların ise sakıncaları göz önünde bulundurduklarını söyleyerek mahzurlarından sakınmak şartıyla hamamdan faydalanılabileceğini belirtir (İḥyâʾ, I, 186).

Hanefîler’in dışındaki fakihler, “Kim Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa peştamalsız hamama girmesin; kim Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa hanımını hamama göndermesin” (Tirmizî, “Edeb”, 43) ve, “Kocasının evinin dışında elbisesini çıkaran kadın Allah’la kendisi arasındaki örtüyü kaldırmış olur” (, VI, 173; Ebû Dâvûd, “Ḥammâm”, 1; İbn Mâce, “Edeb”, 38; Tirmizî, “Edeb”, 43) meâlindeki hadislere de dayanarak kadınların, hamama gitmeyi gerektiren mazeretleri bulunmadığı veya kendi evlerinde yıkanmalarına engel teşkil eden bir durum söz konusu olmadığı takdirde hamama gitmelerini mekruh sayarlar. Hanefîler’e göre ise içeride avret yerlerini açanlar bulunmadıkça kadınların da hamama gitmesinde mahzur yoktur. Hamamda örtülmesi gereken yerlerle ilgili hükümler mezheplerin avret yerlerine dair görüşleriyle paralellik arzeder. Dolayısıyla müslüman bir kadının diğer müslüman kadınlarla hamamda birlikte bulunması durumunda kadının kadına göre avret sayılmayan (göbekle diz arasının dışında kalan) kısımlarını açması câizdir. Hanbelîler’in dışındaki hukukçulara göre gayri müslim kadınlarla birlikte hamamda bulunacak müslüman kadınların erkeğe karşı avret sayılan yerlerini örtmeleri gerekir. Bunun başlıca sebebi gayri müslim kadınlara karşı duyulan güvensizliktir. Nitekim Hz. Ömer’in Ebû Ubeyde b. Cerrâh’a yazdığı bir mektupta, gayri müslim kadınların müslüman kadınlarla aynı hamamda bulunmalarının yasaklanmasını istediği nakledilmektedir (, XVIII, 158). Hanbelî fakihleri ise müslüman kadınla gayri müslim kadın arasında bir ayırım yapmamakta, onlara karşı da yalnız kadının kadına göre avret sayılan yerlerinin örtüleceğini belirtmektedirler. Bakılması haram olan yerlere dokunulması da haram olduğundan hamamda sadece avret yerinin dışında kalan kısımları tellâğa ovdurmak câizdir.

Üç mezhebe ve Hanbelî mezhebindeki bir görüşe göre temiz olması şartıyla hamamda namaz kılınabilir; Hanbelî âlimlerinin çoğunluğu ise, “Mezarlık ve hamam dışında yeryüzünün tamamı mesciddir” meâlindeki hadisten (Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 24; İbn Mâce, “Mesâcid”, 4) hareketle mecbur kalınmadıkça hamam binası içinde namaz kılınmaması gerektiği kanaatindedir. Hamamda Kur’an okumanın hükmü konusunda da fakihler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Hanbelîler’e göre avret yerlerinin açılması söz konusu olduğundan buralarda Kur’an okumak mekruhtur. Diğer üç mezhebe göre ise hamamda Kur’an okunabilir. Yalnız Hanefî fakihleri yüksek sesle okumayı uygun görmemişlerdir. Bazı âlimlerin ifadelerinden de anlaşılacağı gibi hamamda namaz kılma ve Kur’an okuma gibi ibadetlerin câiz olup olmadığına dair tartışmalar, doğrudan yıkanma mekânlarıyla veya uygun ve temiz bulunmayan yerlerle ilgilidir. Ayrı bir mekân tahsis edilmesi halinde burada ibadet etmenin herhangi bir sakınca taşımaması gerekir.

Kaynaklarda hamamla ilgili fıkhî hükümlerin yanı sıra hamam âdâbı denilen bazı kurallara da yer verildiği görülür. Meselâ hamama besmele ile girmek, avret yerini başkalarının bakışlarından ve dokunmasından korumak, başkalarının avret yerlerine bakmamak, âdâba aykırı davrananları uygun şekilde uyarmak, hamamda fazla kalmamak, az konuşmak, yemek yememek, suyu israf etmemek, hamamın kalabalık olmadığı zamanı tercih etmek ve tenha bir yerde yıkanmak, yıkanma yerlerinin temiz kalmasına özen göstermek, hamamdan çıkan kimseye “sıhhatler olsun” demek bunların başlıcalarıdır.


BİBLİYOGRAFYA

, “ḥammâm” md.

, I, 20; II, 321; III, 339; VI, 132, 139, 173, 179, 267, 301.

Dârimî, “İstiʾẕân”, 23, “Ṣalât”, 111.

Ebû Dâvûd, “Ḥammâm”, 1, “Ṣalât”, 24.

İbn Mâce, “Edeb”, 38, “Mesâcid”, 4.

Tirmizî, “Edeb”, 43.

Nesâî, “Ġusl”, 2.

Gazzâlî, İḥyâʾ, Kahire 1387/1967, I, 186-188; II, 433-434.

Hâzimî, el-İʿtibâr fi’n-nâsiḫ ve’l-mensûḫ mine’l-âs̱âr (nşr. Abdülmu‘tî Emîn Kal‘acî), Halep 1403/1982, s. 355-356.

, I, 13-14.

İbn Kudâme, el-Muġnî, Kahire 1412/1992, I, 305-309.

, XII, 233.

, II, 204-206.

İbn Cüzey, el-Ḳavânînü’l-fıḳhiyye, Tunus 1982, s. 443-444.

Tîbî, Şerḥu’ṭ-Ṭîbî ʿalâ Mişkâti’l-meṣâbîḥ, Karaçi 1413, VIII, 265-266.

, I, 175.

İbn Müflih el-Makdisî, el-Âdâbü’ş-şerʿiyye ve’l-mineḥu’l-merʿiyye, Kahire, ts. (Müessesetü Kurtuba), III, 322-328.

Fîrûzâbâdî, Sifrü’s-saʿâde (nşr. İzzeddin es-Seyrevân), Beyrut 1408/1988, s. 332.

Sehâvî, el-Maḳāṣıdü’l-ḥasene (nşr. M. Osman el-Huşet), Beyrut 1405/1985, s. 433.

Süyûtî, el-Ḥâvî li’l-fetâvâ, Beyrut, ts. (Dârü’l-kitâbi’l-Arabî), II, 63-67.

İbn Hacer el-Heytemî, el-Fetâva’l-kübra’l-fıḳhiyye, Kahire 1933, I, 65.

, I, 76-77.

Ali el-Kārî, el-Esrârü’l-merfûʿa fi’l-aḫbâri’l-mevżûʿa (nşr. Muhammed es-Sabbâğ), Beyrut 1391/1971, s. 197-198, 239.

Abdürraûf el-Münâvî, en-Nüzhetü’z-zehiyye fî aḥkâmi’l-ḥammâmi’ş-şerʿiyye ve’ṭ-ṭıbbiyye (nşr. Abdülhamîd Sâlih Hamdân), Beyrut 1408/1987.

, I, 158.

M. Bâkır el-Meclisî, Ḥilyetü’l-müttaḳīn fi’l-âdâb ve’s-sünen ve’l-aḫlâḳ, Beyrut 1414/1994, s. 293-300.

Ahmed b. Muhammed el-Haymî, Ḥadâʾiḳu’n-nemmâm fi’l-kelâm ʿalâ mâ yeteʿallaḳu bi’l-ḥammâm, Beyrut 1406/1986.

, I, 299-300.

, III, 604; VI, 51-52; VII, 115.

Seyyid Sâbık, Fıḳhü’s-sünne, Kahire, ts. (Dârü’t-türâs), I, 65, 215.

Zekiyyüddin Şa‘bân, Uṣûlü’l-fıḳhi’l-İslâmî, Beyrut 1971, s. 180.

, I, 402-405, 594.

Ali Osman Koçkuzu, Hadiste Nâsih-Mensûh Meselesi, İstanbul 1985, s. 183-184.

, I, 177-178.

“Ḥammâm”, , XVIII, 154-161.

Mehmet Şener, “Avret”, , IV, 125-126.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1997 yılında İstanbul’da basılan 15. cildinde, 433-434 numaralı sayfalarda yer almıştır.