AHBÂR

Bir şey hakkında naklolunan rivayetler, bilgiler.

Müellif:

Haber kelimesinin çoğulu olan ahbâr, bir kavim, kabile veya şahıs, bir ülke, bölge veya şehir, bir hadise vb. hakkında naklolunan bilgiler, sözler ve rivayetlerdir. Ahbârü’l-Arab, ahbâru Temîm, ahbâru Ebî Temmâm, ahbâru Yemen, ahbâru Mekke, ahbârü’l-lüsûs gibi. Istılah bu mânasını daima muhafaza etmekle beraber, ifade ettiği bilgi veya rivayetin mahiyeti zamanla değişmiştir. İslâmiyet’ten önce destanî, menkıbevî unsurları tarihî unsurlarına galip gelen bu rivayetlerin İslâmiyet’ten sonra tarihî vasfı ön plana geçmeye başlamıştır. Şu halde Câhiliye devrinden intikal etmiş bulunan ahbârü’l-Arab denildiği zaman, bundan Araplar’ın eski tarihine dair destan ve menkabe mahiyetindeki rivayetler anlaşılır. Istılahın ilk hatırlattığı mâna da budur. Sonraları meselâ Aḫbârü’l-ḫulefâʾ, Aḫbârü’n-naḥviyyîn, Aḫbârü’l-ḳuḍât gibi kitap adlarında halifelerin, nahiv âlimlerinin veya kadıların hal tercümeleri yahut hal tercümelerine dair bilgiler mânasına gelmektedir. Böylece malzemeleri ahbâr olan hal tercümesi ve tarih, esasta aynı şey sayıldığı içindir ki, bazan hal tercümesi eserlerine “tarih”, müelliflerine “et-târîhî” denmiş, bazı tarihçiler de “ahbârî” diye anılmıştır.

Istılah bu mânalarda hemen hemen daima cemi olarak kullanılır. Kelimenin müfredi olan haber “herhangi bir şey hakkında doğru veya yanlış bilgi ihtiva eden söz” demektir (haberin ıstılah olarak taşıdığı diğer mânalar için bk. HABER).

Ahbârı, kadim şiirden, emsâl ve ensâba dair bilgilerden ayrı ele almak mümkün değildir. Eyyâmü’l-Arab’a dair rivayetlerde şiir ve ahbâr daima iç içe bulunan, birbirini açıklayan unsurlardır. Şiirin belli başlı mevzuları olan medih, fahr, risâ ve hicvin ana unsurlarını, şahsın veya kabilenin mâzisine dair ahbâr teşkil ediyordu. Bu sebeple şiir, muhtevasında açıkça veya telmih ile anılan şahıs, kabile veya hadiselerin ahbârı ile beraber rivayet edilmiştir. Emsâl, kaynaklarını teşkil eden hadiselerin özünü ifade eden sözlerdir. Bunlar benzer hal ve şartlarda irat edildikleri zaman hatırlattıkları bu hadiselerle birlikte rivayet edildi. Ensâba dair bilgilerin esasını da ahbâr teşkil etmektedir. Bunun neticesi olarak, şahsiyetlerinde ağır bastığı için, bu sahalardan birindeki vukufu ile meşhur bir râvi, bir âlim, diğer mevzularda da söz sahibi idi. Diğer taraftan tedvin faaliyetleri belirli bir safhaya girdiği zaman, bu sahaların hepsindeki telifler de, az veya çok ahbârın tesbit ve intikaline vesile olmuştur.

Araplar’da, ahbâr da dahil, lisanî ve edebî malzemenin intikali, bunların derlenmesi, yazı ile tesbiti, kısaca tedvini, ne zaman ve nasıl olmuştur? Bu hususta farklı görüşler vardır (Neşʾetü’t-tedvîn, s. 4-6). Sık tekrarlanan bir kanaate göre Araplar’da tedvin hicretten bir buçuk asır sonra mümkün olabilmiş, o zamana kadar eş‘âra, ahbâra, ensâba vs.ye ait bilgiler hâfızadan hâfızaya intikal suretiyle korunabilmiştir. Çünkü Araplar’da yazı çok sınırlı bir sahada kullanılıyordu. Bu kanaati destekler gibi görünen eski müellifler de vardır. Meselâ Câhiz, Araplar’da her şeyin bedîhî olduğunu, içlerine doğan mânayı (duygu ve düşünce) dillerine gelen sözlerle ifade ettiklerini, bunları ne kendileri için kaydettiklerini ne de çocuklarından birine öğrettiklerini, yazı yazmadıklarını, dolayısıyla bunların ümmî olduklarını söyler (el-Beyân ve’t-tebyîn, nşr. Abdüsselâm M. Hârûn, Kahire 1368/1949, III, 28).

Daha doğru olan diğer kanaate göre, Araplar unutulmamasını istedikleri şeyleri yazarlardı. Nitekim Câhiz’in bahsettiği Araplar, bedevîlerdir. Kaydetmedikleri sözleri de, ifadesinin tamamında açıkça belirtildiği gibi, recezdir. Âni ilhamların irticâlî ifadesi olan ve I. asırdan önce sanat eseri sayılmayan recezler ancak nâdir vesilelerle ezberlenmiş, kayıt ve tesbit edilmiştir. Bedevî şairler okuma yazma bilmezlerdi. Onlar için okuma yazma bilmek ve şiirlerini tedvin etmek ayıptı. Hatta İslâmiyet’ten sonra da -yazı yayıldığı, itibar ve ehemmiyet kazandığı halde- bu telakki yer yer devam etti. Meselâ Zürrumme (ö. 117/735), okuma yazmayı gizlice öğrenmiş, etrafının bunu bilmesinden daima çekinmişti (İbn Kuteybe, Kitâbü’ş-Şiʿr ve’ş-Şuʿarâʾ, nşr. A. M. Şâkir, Kahire 1364-69, s. 334; , XVII1, 121=XVIII3, 30; Merzübânî, el-Müveşşaḥ, nşr. Ali Muhammed el-Bicâvî, Kahire 1965). Bununla beraber yerleşik Araplar arasında, şehir muhitinde yazının kullanılması sanıldığından çok yaygındı. Meselâ Ferezdak’ta (ö. 114/732) Züheyr’in ve Lebîd’in şiirlerini ihtiva eden kitaplar vardı (R. Blachère, s. 98, Ar. 106; Neşʾetü’t-tedvîn, s. 16); A‘şâ Hemdân, 65 (684) yılı hadiseleriyle alâkalı kasidesini yazıp saklamıştı (R. Blachère, s. 97, Ar. 105, not 2); vefatından sonra bir hânende câriyenin elinde Ömer b. Ebû Rebîa’nın (ö. 101/719) şiirlerini ihtiva eden bir defter vardı (el-Eġānî, I1, 35=I3, 78; Neşʾetü’t-tedvîn, s. 16).

Oldukça eski bir devirde tedvin edilmiş bulunan bu malzemenin, münferit hadiseler şeklinde bile olsa, umumun istifadesine sunulduğu da anlaşılmaktadır: Ebü’l-Ferec el-İsfahânî’nin (ö. 356/967) derlediği hal tercümesine dair bilgiler arasında, 90 (709) yılı civarında cereyan eden bir hadise münasebetiyle anlattığı bir fıkrada, Mekke’de münevverlerin toplandıkları, sohbet etmek, okumak veya satranç, tavla, kırkat (damaya benzer bir oyun) gibi oyunlarla vakit geçirdikleri bir evden bahsedilmektedir. Abdülhakem b. Amr el-Cumahî’nin dostlarına tahsis ettiği ve “her ilimde defterlerin” bulunduğu kıraathane mahiyetindeki bu yere “gelenler siyâbını, duvardaki kazıklara asar, sonra (raflardan) bir defter çeker okurlardı”; bazıları da oyun oynarlardı (el-Eġānî, IV, 52-53=IV3, 253-254). Bu defterlerin çoğunun kudemânın şiirlerini ve ahbârı ihtiva ettiği muhakkaktır. Çok eski bir tarihten beri her kabilenin ahbârını, şairlerinin adlarını, şiirlerini, neseplerine ait bilgileri, emsâlini, eyyâm ve mefâhirini (övülmeye lâyık hasletler, başardığı mühim işler ve hâtıralar) yazdıkları bir ana kitapları, divanları vardı. Nitekim Câhiliye devri şairlerinden Tarafe b. Abd el-Bekrî (ö. 560 m. civarı) bir beytinde kabilesinin böyle bir kitabından bahsetmiş (Âmidî, el-Müʾtelif ve’l-muḫtelif, nşr. F. Krenkow, Kahire 1354, s. 147), Tırımmâh b. Hakîm’e (ö. 125/743 [?] – Dîvânü’ṭ-Ṭırımmâh, nşr. F. Krenkow, London 1927, s. 148, nr. 28; el-Eġānî, XIX1, 31=XXI3, 348; el-Müveşşaḥ, s. 282; ayrıca bk. A. Fischer ve E. Bräunlich, Schawahid indices, Leipzig 1939, s. 89a, المعار) veya bazan Câhiliye şairlerinden Bişr b. Ebû Hâzim’e (Mufaddal, Dîvânü’l-mufaḍḍaliyyât, nşr. Ch. Lyall – A. Bevan, Oxford Leiden, 1918-1924, I, 676, nr. XCVIII, 45) isnat edilen bir beyitte, bir meselin Benî Temîm’in kitabında bulunduğu zikredilmiştir. Hammâd er-Râviye’den (ö. 156/773) gelen bir rivayete göre Hîre Meliki Nu‘mân b. Münzir (580-602), büyük şairlerin şiirlerini, kendisi ve mensup olduğu hânedan için söylenmiş methiyeleri toplatmış ve yazdırmış, sonra bunu kasrının altına gömdürmüştü. Emevîler zamanında bir ara Kûfe’ye hâkim olan Muhtâr es-Sekafî (ö. 67/687), cüzlere (tunnûc) yazılmış olan bu mecmuayı Kûfe yakınındaki kasrın yerini kazdırarak çıkartmıştı (Cumahî, Ṭabaḳātü fuḥûli’ş-şuʿarâʾ, nşr. M. M. Şâkir, Kahire 1952, s. 23; İbn Cinnî, el-Ḫaṣâʾiṣ, nşr. M. A. en-Neccâr, Kahire 1372/1952, I, 387; İbn Manzûr, , “tnc” md.; Süyûtî, el-Müzhir, nşr. M. Ahmed Câdelmevlâ, Kahire, ts., I, 249; Neşʾetü’t-tedvîn, s. 9; R. Blachère, s. 97, Ar. 105; el-Meṣâdir, s. 161). Bir hânedan mensupları ile alâkalı şiirleri toplayan bu anonim mecmua, kabile divanlarının bilinen çok eski bir örneği sayılmalıdır. Bu tarz eserlerin tedvinine ne zaman başlanıldığı bilinmemekle beraber, Hz. Ömer’in hilâfetinden (13-23/634-644) itibaren daha sistemli bir safhaya girdiği anlaşılmaktadır. Hz. Ömer Kûfe Valisi Mugīre b. Şu‘be’ye veya Sa‘d b. Ebû Vakkās’a, İslâmî devrede söylenmiş şiirleri toplatmak için, oradaki şairlerle görüşmesini, İslâmiyet’ten sonra söyledikleri şiirlerin kaybolanlarını, kalanlarını öğrenmesini yazmıştı (el-Eġānî, XVIII1, 164-165=XXI3, 30). Hz. Ömer bu emri -Yûsuf el-Iş’ın haklı olarak işaret ettiği gibi (Neşʾetü’t-tedvîn, s. 9)- herhalde muhtelif yerlere yazmıştı. Nitekim onun zamanında ensarın şiirleri de toplanmıştı (el-Eġānî, IV1, 5=IV3, 140-141; el-Meṣâdir, s. 159-160). Çoğu Emevîler devrinde tedvin edilen bu anonim eserler IV. (X.) asra kadar mevcuttu. Nitekim Âmidî (ö. 370/981), bunlardan faydalanmış, hatta birçoğunun adını zikretmiştir (Neşʾetü’t-tedvîn, s. 20: Âmidî seksen kabile divanı zikretmiştir: el-Meṣâdir, s. 543-544’te tesbit edilen altmış divanın alfabetik listesi verilir).

Bedevîlerin iskânı, ganimet taksimi, yeni kurulan şehirlerde veya fethedilen yerlerde bedevî kabilelere tahsis edilecek semtlerin tayini çalışmaları, menşelerin, akrabalıklar ve intisapların tesbitini gerektiriyor, netice itibariyle ensâba dair bilgilerin ehemmiyetini artırıyordu. Yine Hz. Ömer, bazı ensâb ve ahbâr mütehassıslarına Arap kabilelerinin listesini, sicillerini tanzim ettirdi. Bu faaliyetler, taşıdıkları bilgiler bakımından şiirlerin derlenmesine de tesir etti.

Daha dört büyük halife devrinde, halifelerin de alâka ve teşviki ile çeşitli sahalarda başlayan bu tedvin faaliyeti, Emevîler zamanında sınırlarını genişleterek devam etti. Ahbârın geniş ölçüde tedvini bu devreye rastlar. Nesebe dair bilgilerin tesbitine ehemmiyet veren Muâviye b. Ebû Süfyân (hilâfeti: 41-61/661-680), Suhâr b. Abbas ve Dağfel b. Hanzale es-Sedûsî’yi çağırtarak bilgilerinden istifade edilmesini emretti. Bu nessâbelerden (büyük nesep mütehassısları) Suhâr, emsâl sahasında bugün telif edildiği tesbit edilebilen ilk iki eserden birinin müellifidir (İbnü’n-Nedîm, s. 90). Hatta Câhiz’e (ö. 255/869) göre, ensâba dair de bir eseri vardı (Kitâbü’l-Ḥayevân, nşr. Abdüsselâm M. Hârûn, Kahire 1356/1938, III, 209). Halife Muâviye’nin emriyle San‘â’dan gelmiş olan Abîd b. Şeriyye el-Cürhümî, kadim Araplar’a onların, vesair kavimlerin meliklerine, muhtelif dillerin teşekkülü ile insanların çeşitli beldelerde birbirlerinden ayrılmalarına dair ahbârı rivayet, hatta imlâ etmişti (İbnü’n-Nedîm, s. 89; el-Meṣâdir, s. 159, 245); A‘şâ’nın şiirlerini de rivayet eden Abîd’in emsâle dair bir telifi de vardı. Fakat en mühim çalışması Aḫbârü’l-Yemen ve eşʿâruhâ ve ensâbühâ adlı eseri idi (GAS, I, 260; Ar. trc., I/II, 33).

Yukarıda bahsedilen kabile divanları, ait olduğu kabilenin yalnız mefâhirine dair ahbârı ve şiirleri ihtiva ediyordu. Dinî siyasî mücadeleler, Güney ve Kuzey Arapları arasındaki çekişmeler muhtelif grupları, muhalifleri ile ilgili mesâlibi (kusurlar, ayıplanacak hâtıralar) aramaya ve derlemeye sevketti. Muâviye b. Ebû Süfyân’ın üvey kardeşi, Irak valisi, zamanının en muktedir devlet ve siyaset adamlarından biri olan Ziyâd b. Ebîh’in (ö. 53/673) şahsını müdafaa ve asaletini ispat etmek, itibarını korumak için telif edip çocuğuna verdiği Kitâbü’l-mesâlib (İbnü’n-Nedîm, s. 89; R. Blachère, Ar. trc. s. 94 [103]; GAS, I, 261-262; Ar. trc. I/II, 35-36) bu tarzın ilk numunesi sayılır. Aynı zamanda bu eser, Suhâr ve Abîd b. Şeriyye’nin telifleri ile birlikte bugün adları tesbit edilebilen en eski eserlerden biridir.

Halife Velîd b. Abdülmelik’in (hilâfeti: 86-90/705-709) kütüphanesi için ismini tesbit edebildiğimiz en eski hattat Hâlid b. Ebü’l-Heyyâc’ın mesâhif, eş‘âr ve ahbâr istinsahı ile vazifelendirilmesi, hakkında bilgi sahibi olduğumuz bu ilk teşkilâtlı kütüphanede, ahbâr ve eş‘ârın hususi bir yeri bulunduğunu gösterir (İbnü’n-Nedîm, s. 6; Youssef Eche, les Bibliothèques arabes publiques et semi-publiques au Moyen age, Damas 1967, s. 18). Daha sonra II. Velîd (743-744), Araplar’ın eş‘âr, ahbâr ve ensâbını, lehçelerinin hususiyetlerini teşkil eden dil malzemesini bir araya getirtti (İbnü’n-Nedîm, s. 91; Neşʾetü’t-tedvîn, s. 23; R. Blachère, s. 98, Ar. trc. 106; el-Meṣâdir, s. 157, 508). Yukarıda geçen kabile divanlarının birleştirilmesi demek olan bu esere II ve III. (VIII ve IX.) asır ahbâr âlimleri ve şiir râvileri çok şeyler borçludur. Bu büyük eserin meselâ Hammâd er-Râviye ve Cennâd’a intikal ettiğinden bahsedilmektedir.

Birtakım hayalî unsurlarla karışarak hakikatten uzaklaşmış bile olsa, ahbâr, tarihin malzemesini teşkil eder. Belirtilmeye çalışıldığı gibi, önceleri tarihin yerini ahbâr alıyordu. İslâmiyet’ten sonra hem ahbârın gerçeğe uygunluk derecesi değişti, hem de ahbâr, birbirine yakın bazı telif tarzlarının doğmasına âmil olacak şekilde gelişti. Sonraları “tarih” adını taşıyacak telifler silsilesinin tesbit edilen en eski halkası Abîd b. Şeriyye’nin imlâ ettiği, Himyerîler’in tarihine dair Aḫbârü’l-Yemen ve eşʿâruhâ ve ensâbühâ diye anılan eserdir. I. (VII.) asrın ilk yarısından itibaren, sahâbenin sonradan gelenleri ve tâbiînin önceden gelenleri tarafından başlatılan ve daha sonraları “sîre” adını alan “megāzî” kitapları, şehir ve bölge tarihlerinin ilk şekilleri olan ve gene aynı tarihlerden itibaren te’lifine başlanılan, fethedilen yerlerin vasfına dair eserler (kütübü’l-fütûh) ahbârdan ilk gelişen telif şekilleridir.

Bunlar, müteakip eserlere kaynak olmuşlardır. Meselâ Vehb b. Münebbih (ö. 114/732) Aḫbâru Kâʿbe adlı eski bir eserden faydalanmıştı (GAS, I, 257, 339; Ar. trc. I/II, 27, 193). Eski rivayetlerin tedvin edildiği bu devrede ashap arasında nessâbeler, şiir, ahbâr ve eyyâmü’l-Arab râvileri veya âlimleri vardı. Bunların bıraktıkları malzeme sonraki çalışmalarla intikal etmiştir. Meselâ Câhiz eserlerinde bunlardan birçok iktibasta bulunmuş, hatta Kureyş’ten dört kişiyi hususiyetle zikretmiştir (el-Beyân ve’t-tebyîn, III, 323-324; GAS, I, 244; Ar. trc., I/II, 12).

Ahbârın bir nevi için kıssa tabiri kullanılmıştır. Kıssa, ya çok uzak mâziye ait hâtıralar, ya hayalî unsurlarla örülü remzî hikâyelerdir.

Eski Araplar’da daha Câhiliye devrinde iyi ahlâk ve iyi davranışlar telkin eden, kötülüklerden korunmayı öğreten veya hoş vakit geçirmeyi sağlayan ahbâr ve kıssalar anlatmak hususi bir meslek olmuştu. Bu mesleği icra edenlere kāss (cemi kussâs) veya kassâs denirdi. Câhiliye devrinde anlatılan kıssaların içerisinde herhalde Ehl-i kitap’tan gelen unsurlar vardı. Gerek bu dinî kıssalar, gerek Araplar’a komşu kavim ve ülkelere dair ahbâr, hem sözlü yoldan, hem yazılı kaynaklardan geliyordu. İslâm’ın zuhuru sırasında bu sahada isim yapan şahsiyetler sahâbîlerdi. Bunların bazıları hayatlarının büyük bir kısmını Câhiliye’de geçirmişlerdi. Hatta aralarında müslüman olmadan önce Mûsevî veya hıristiyan olup Tevrat ve İncil’i, hatta başka semavî kitapları iyi bilenler vardı. Bunlar eski muhitlerinde ve kitaplarında mevcut, hususiyetle Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçen peygamberler vesair şahsiyetlere, kavimlere dair ahbâr ve kıssaları, hatta bazan bu kıssaların benzerlerini Arapça’ya naklettiler. İslâmiyet’in zuhuru sırasında Mekke’de Kureyş’e mensup Nadr b. Hâris adlı bir kāss, eski İran hükümdarlarının ahbâr ve kıssalarını anlatıyordu. Ticaret maksadıyla Hîre’ye gidip gelen Nadr, Fars kültürü ile yakın alâkası bulunan Hîre’den bazı “Fârisî kitaplar” (el-kütübü’l-fârisîye) satın alıyordu (Vedîa Tâhâ en-Necm, s. 12-13). Bu eserlerin dili neydi? Acaba Nadr Pehlevî lisanını biliyor muydu, yoksa Hîre’de bu dilden Arapça’ya tercüme edilmiş kitaplar mı vardı? Bu hususu aydınlatacak bir bilgiye sahip değiliz (a.g.e., s. 16).

Hîre’den başka, Arap ve İslâm kaynaklı olmayan ahbâr ve kıssaların intikaline açık bulunan iki mühim yer, Yesrib ve Necran yahudilerinin muhitleri idi. Yemenli yahudiler birçok semavî kitabı tanıdıklarını ileri sürüyorlardı. Yemen, Arap yarımadasının eski tarihine dair ahbâr ve rivayetler bakımından da çok zengindi.

İslâmî devrenin bilinen ilk kassâsı olup Hz. Peygamber ile görüşmüş ve 40’ta (661) vefat etmiş olan Temîm ed-Dârî (G. Levi Della Vida, , XII/1, s. 155-158; Vedîa Tâhâ en-Necm, s. 117-118) daha önce hıristiyan idi. Gene sahâbeden Abdullah b. Selâm b. Hâris (ö. 43/663-64) (J. Horovitz, , I, 41-42; GAS, I, 304; Ar. trc. I/II, 120-121), Hz. Peygamber’in Medine’ye gelişinde müslüman olan yahudilerden olup yaratılış ve enbiya tarihine dair çok ahbâr ve kısas biliyordu. Hatta Kitâb-ı Mukaddes’in peygamber olduğunu bildirdiği Dânyâl’e nisbet edilen bir kitap da eline geçmişti. Kavmi arasında Câhiliye devrinin önde gelen bilginlerinden olup Hz. Ebû Bekir veya Ömer zamanında müslüman olan, Hz. Ömer’in hilâfetinde Medine’ye gelen Kâ‘b el-Ahbâr (ö. 32/652 – M. Schmitz, , VI, 2-4; GAS, I, 304-305; Ar. trc., I/II, 121-122) ile Kâ‘b gibi İsrâilî rivayetlerin râvilerinden bulunan yetmiş iki (veya doksan iki) münzel kitap okuduğunu söyleyen, eski Yemen tarihine dair rivayetleriyle meşhur olan, enbiya kıssaları ve megāzî sahalarında eserleri bulunduğu bilinen Yâkūt el-Hamevî’nin “ahbârî” diye vasıflandırdığı Vehb b. Münebbih (ö. 114/732) (İbnü’n-Nedîm, s. 92-94; GAL, I, 65; Suppl., I, 101; Ar. trc., I, 251; GAS, I, 305-307; Ar. trc., I/II, s. 122-125) Yemen yahudilerindendiler. Hz. Peygamber’in zamanında faaliyetlerine -bazıları İslâm’ın lehinde, bazıları aleyhinde- devam eden kassâslar, dört büyük halîfenin son zamanlarında bilhassa Muâviye b. Ebû Süfyân’ın hilâfetinde, dinî telkin ve halka Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiri yanında mesleklerini, siyasî maksatların, muhtelif cereyanların neşir ve telkin vasıtası yaptılar. Bununla beraber meselâ Mısır gibi bazı mühim ve büyük yerlerin kadılıklarına tayin edilenlerin şahsında kazâ ile kassâslığın birleştirilmesi, bu mesleğe verilen ehemmiyetin bir delili sayılabilir.

Câhiliye devri kıssaları arasında menşelerinin Bâbil olduğu kabul edilen cin ve gûl kıssaları ile Hint kaynaklı fabller de vardır. Bu sonuncuların bir kısmının Arap kültürüne ne zaman ve nasıl geçtiği tesbit edilememektedir (Nihad M. Çetin, “Arapça birkaç darbı meselin menşei hakkında”, , 1972, VII, 240). Bu devrede yaygın olan yabancı kaynaklı ahbâr ve kıssaların şiire intikal edenleri de vardır. Kassâsların anlattıkları dinî, lâdinî ahbâr ve kıssalar da Emevîler devrinden itibaren muhtelif tarzlardaki teliflere intikal etmişti.

Böylece, Hammâd gibi, Halef el-Ahmer gibi râvilikleri efsaneleşen şahsiyetlerin hâfızalarının hangi kaynaklardan beslendiğini, ezberlerindeki bilgilerin nasıl canlı tutulduğunu anlamak mümkün olacaktır. Ensarın şiirlerini ihtiva eden bir cüzün eline geçmesiyle hayatının seyri değişen Hammâd’ın elinde bazı kabile divanları, hatta halife Velîd b. Yezîd’in (ö. 126/744) tertip ettirdiği mecmua gibi büyük ve mühim yazılı kaynaklar vardı. Hâfızasındaki ahbâr ve eş‘ârı zaman zaman bunlara başvurarak canlı tutuyordu. Nitekim Velîd b. Yezîd’in bir daveti üzerine, halifenin sorması muhtemel hususları düşünerek Kureyş’in ve Sakīf’in kitaplarını gözden geçirmişti (el-Eġānî, V, 174=VI3, 94; el-Meṣâdir, s. 557-558; GAS, I, 368; Ar. trc., I/II, 258). Büyük nesep âlimi şiir ve ahbâr râvisi, hâfızasındaki dile ve edebiyata ait malzemenin genişliği ile meşhur Ebû Abdullah İbnü’l-A‘râbî (ö. 231/846) kendisini bir kölesiyle çağırtan mühim bir zata, yanında bir bedevî topluluğu bulunduğunu, ancak onlarla görüşmesi bittikten sonra gidebileceğini söylemişti. Köle döndüğü zaman efendisine “Yanında kimseyi görmedim, sadece önünde birini bırakıp ötekine baktığı kitaplar vardı” demişti (Zübeydî, Ṭabaḳātü’n-naḥviyyîn ve’l-luġaviyyîn, nşr. Ebü’l-Fazl İbrâhim, Kahire 1373/1954, s. 204-205; Yâkūt, el-İrşâd, XVIII, 194-195). İbnü’l-A‘râbî’nin ezberindekilerini tazelemek için tekrar tekrar başvurduğu, daha sonra bu münasebetle söylediği şiirinde “sohbetlerinden bıkmadığım ve ilimlerinden istifade ettiğim dostlarım” diye vasıflandırdığı bu eserlerin, kendisinden önceki nesillerin ve kendisinin tesbit ettiği ahbâr ve eş‘ârı ihtiva eden müdevven defterler olduğu muhakkaktır. Hammâd ve muasırlarının rivayet ettikleri edebî ve tarihî malzemenin bir kısmı daha birkaç nesil önceden beri tesbit ve tedvin edilmiş bulunuyordu.

Burada mühim bir hususa işaret edilmelidir. Bütün bu yazılı malzeme ancak hâfıza ile birleştiği zaman bir mâna ifade edebiliyordu. Kısaca anlatılmaya çalışılan tedvin hareketlerinin başladığı, cereyan ettiği sırada Arap yazısında sesli harfler ve imlâ işaretleri demek olan harekeler, hatta benzer harfleri birbirinden ayıran noktalar yoktu. Önce Kur’ân-ı Kerîm’in doğru tesbiti ve her türlü bozulmayı önleyecek şekilde muhafazası gayretleriyle başlayan yazının ıslahı çalışmaları muhtelif merhalelerden geçerek bir buçuk asra yakın müddet devam etti. Şu halde bu devrede yazılmış bir metni doğru okuyabilmek, bir kelimenin yazılışça ve mânaca mümkün okunuş şekillerinden asıl olanı tefrik edebilmek, metni ancak onu kaynağına isnad ve rivayet yoluyla bağlayan birinden okumuş veya dinlemiş olmayı gerektiriyordu. Başlangıçta yazının çok kifayetsiz oluşu ve her türlü hatalı okuyuşa açık bulunuşu bu rivayet usulünü zaruri kılan âmillerin başında geliyordu. Arap yazısı II. (VIII.) asrın sonlarında Arapça’yı bütün hususiyetleriyle tesbit ve ifade edebilen bir yazı sistemi olduktan sonra da bu rivayet usulünün devam etmesi, İslâm müelliflerinin bilginin kaynağına verdikleri ehemmiyetle, intikal yolu ve şekliyle doğruluğu arasında alâka görmelerinden ileri geliyordu.


BİBLİYOGRAFYA

(Adları bir veya birkaç defa geçen, sık tekrarlanmayan eserlerin tam künyeleri madde içerisinde gösterilmiştir).

Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, el-Eġānî, I-XX, Bulak 1285 (birinci baskı); a.e., Kahire 1927 -vd- (Dârü’l-kütübi’l-Mısriyye, üçüncü baskı).

İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (nşr. G. Flügel), Leipzig 1872.

Yâkūt, Muʿcemü’l-üdebâʾ (nşr. Ahmed Ferîd Rifâî), Kahire 1936-38, I, 91-100.

, I, 410-413.

, I, 65; Suppl., I, 101; GAL (Ar.), I, 251.

R. Blachère, Histoire de la littérature arabes, Paris 1952, s. 83-127; a.e.: Târîḫu’l-edebi’l-ʿArabî (trc. İbrâhim el-Kîlânî), Dımaşk 1375/1956, I, 93-139.

Yûsuf el-Iş, Neşʾetü’t-tedvîni’l-edebi’l-ʿArabî, Dımaşk 1372/1953.

Nâsırüddin el-Esed, Meṣâdirü’ş-şiʿri’l-câhilî ve ḳıymetühü’t-târîḫiyye (metin içinde el-Meṣâdir şeklinde kısaltılmıştır), Kahire 1962 (ikinci baskı).

, I, 144, 257, 260-262, 304-307, 339, 366-368; a.e. (Ar.), I/II, 3, 32-36, 121-125, 193, 257-259.

İzzet Hasan, el-Mektebetü’l-ʿArabiyye, Dımaşk 1390/1970, s. 1-17.

Vedîa Tâhâ en-Necm, el-Ḳıṣaṣ ve’l-kuṣṣâṣ fi’l-edebi’l-İslâmî, Küveyt 1972.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1988 yılında İstanbul’da basılan 1. cildinde, 486-489 numaralı sayfalarda yer almıştır.