ATEBÂT

Irak’ta, Şiîler’ce mukaddes sayılan bazı ziyaret yerlerine verilen isim.

Müellif:

Atebât, “eşik” anlamına gelen atebenin çoğuludur. Daha çok “atebât-ı mukaddese” ve “atebât-ı âliye” diye anılan bu yerler Necef, Kerbelâ, Kâzımiyye ve Sâmerrâ’da bulunmaktadır. Necef’te Ali b. Ebû Tâlib’in defnedildiğine inanılan yer, Şiîler tarafından ilk mukaddes mekân olarak kabul edilmektedir. İddialara göre bu kabir Emevîler devrinde gizli tutulmuş, III. (IX.) yüzyılın sonunda Hamdânîler’in Musul valisi Ebü’l-Heycâ tarafından kubbeli bir türbe olarak yaptırılmıştır. Daha sonra Büveyhî Hükümdarı Adudüddevle (ö. 372/983) bu ilk yapıyı tamir ettirmiş ve genişletmiştir.

İkinci önemli atebe olan Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’daki türbesi Necef’teki türbeden önce tanınmaya başlamış ve ilk defa Kerbelâ olayından yaklaşık kırk gün sonra Câbir b. Abdullah tarafından ziyaret edilmiştir. Fırat havzasında kurulmuş iki şehir olan Necef ile Kerbelâ, Hz. Ali ile oğlu Hüseyin’in defnedildiği yerler ve ayrıca bazı tarihî olaylara sahne olmaları bakımından bütün müslümanların ve özellikle Şiîler’in büyük ilgisini çekmiştir. Bilhassa Büveyhîler devrinden itibaren buradaki türbelere gösterilen ilgi, Sünnî olsun Şiî olsun, bölgeye hâkim olan veya burayı ziyaret eden bütün hükümdarlar tarafından devam ettirilmiştir. Sultan Melikşah bölgeyi ziyareti sırasında (479/1086-87) türbeleri donatmıştır. İlhanlı hâkimiyeti döneminde Necef’e Fırat’tan bir kanal açtırılmış, her iki şehirde de misafirhaneler ve görevliler için meskenler yaptırılmıştır. Şah İsmâil döneminde (1502-1524) başlayan Osmanlı-İran mücadelelerinde bölgeye hâkim olanlar, burası için her zaman daha iyi şeyler yapma yarışına girmişlerdir. Nitekim Şah İsmâil Necef Kanalı’nı ıslah ederken Kanûnî Sultan Süleyman da 1534’te bölgenin fethi şerefine Kerbelâ’ya bir kanal açtırmıştır. Bölgenin I. Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı hâkimiyetinde kaldığı dönemlerde Osmanlılar’ın ihtimamının yanında İran şahlarının ve Hindistan Şiîleri’nin bu kutsal mekânlara bağışları da devam etmiştir. Kâzımiyye’de bulunan atebe, yedinci imam Mûsâ el-Kâzım ile dokuzuncu imam Muhammed et-Takī’nin türbeleridir. Evliya Çelebi’nin belirttiğine göre Mûsâ Kâzım Türbesi’ni Hârûnürreşîd yaptırmıştır. Daha sonra Şah İsmâil’in başlattığı onarım ve genişletme çalışmaları Kanûnî Sultan Süleyman tarafından tamamlattırılmıştır.

Diğer bir atebât şehri olan Sâmerrâ Bağdat’ın 100 km. kadar kuzeyine düşmektedir. Halife Mu‘tasım tarafından kurulan ve bugün küçük bir kasaba durumunda olan Sâmerrâ’da onuncu imam Ali el-Hâdî ile on birinci imam Hasan el-Askerî’nin türbeleri bulunmaktadır. On ikinci imam Mehdî’nin kaybolduğuna inanılan yer de (serdâb) Hasan el-Askerî’nin gömülü olduğu binadadır.

Necef, Kerbelâ ve Kâzımiyye’deki türbe-mescidler fevkalâde ihtişamlıdır. Hepsinin kubbeleri altın kaplı, minareleri altınla bezelidir. Çok uzaklardan bile parıltıları göz kamaştırır. Türbe-mescidlerin içindeki sandukalar, çepeçevre halis gümüş parmaklıklarla diğer mekânlardan ayrılır. Bu mekânlar Şiîler’in bilhassa muharrem ayındaki ihtifallerinin yapıldığı çok geniş avlular ile çevrilidir.

Diğerlerine nisbetle çok sade olan Hz. Ali’nin şehid edildiği tarihî Kûfe Mescidi, Necef’teki Hz. Ali Türbesi, Kerbelâ’daki Hz. Hüseyin meşhedi ile burada nâdide mermerlerle kaplı olup içinde devamlı mumlar yakılan Hüseyin’in şehid edildiği yerde yapılmış oda, Hüseyin’in kardeşi Abbas’ın türbesi, Kâzımiyye ve Sâmerrâ’daki türbeler yılın her gününde ziyaretçilerle dolup taşmaktadır. Bilhassa hac mevsiminde yoğunlaşan izdiham muharrem ayında doruk noktasına ulaşır. Ziyaretler esas itibariyle sandukanın etrafında tekbir getirilerek ve özel dualar okunarak tavaf şeklinde yapılırsa da vecd içinde kendilerinden geçmiş Şiî ziyaretçilerin taşkınlıklarına da sık rastlanır.

Kerbelâ’nın suyu ve toprağı, Hz. Hüseyin ve yakınlarının kanı ile karışmış olduğuna inanıldığından mübarek ve şifalı sayılır. Ayrıca hemen her Şiî, yanında Necef toprağından yapılmış küçük bir secde taşı (türbet veya mühr) bulundurur, namazda onun üzerine secde eder ve bunun faziletine inanır. Pek çok Şiî’nin idealinde ölünce bu topraklara gömülme arzusu yatar. İran, Hindistan ve Pakistan’dan varlıklı kişilerin cenazelerinin buralara getirilip gömüldüğü görülür. Yine pek çok Şiî hayatlarının son günlerini imamlara komşu olarak geçirmek düşüncesiyle buralara yerleşir.

Kâzımiyye’nin Moğol istilâsı sırasında geçirdiği büyük yangın, Necef ile Kerbelâ’nın önce Abbâsî Halifesi Mütevekkil zamanındaki tahribi, sonra da 1801’deki Vehhâbî tahrip ve yağması bir yana bırakılacak olursa, bütün bu yerler ve yapılar oldukça iyi korunmuş, tarih boyunca çok el değiştirmiş olmalarına rağmen büyük yağma ve tahriplere mâruz kalmamıştır. Bu şehirler, bilhassa Şiî aydın ve ilâhiyatçıların yerleştikleri ilim merkezleri olarak da tanınmıştır. Necef’in diğer bir özelliği, yakın geçmişte şahlık rejimine karşı koyan mollaların sığınma yeri olmasıdır. XX. yüzyıl başlarında Kaçar hânedanı ile anlaşmazlığa düşen üç büyük Şiî âlim Mirza Halîl-i Tahrânî, Kâzım-ı Horasânî ve Abdullah-ı Mâzenderânî, daha sonra 1965’te son İran şahı tarafından sürgüne gönderilen Âyetullah Humeynî Necef’e yerleşmiş ve muhalefetlerini buradan sürdürmüşlerdir.


BİBLİYOGRAFYA

, VIII, 705.

, VII, 169.

, s. 368.

, II, 450.

, I, 534-538, 627-629; II, 36, 40.

Moojan Momen, An Introduction to Shi‘i Islam: The History and Doctrines of Twelver Shi‘ism, New Haven 1985, s. 181-182, 316.

E. Honigmann, “Kerbelâ”, , VI, 580-582.

a.mlf., “Necef”, , IX, 157-159.

H. Viollet, “Sâmerrâ”, , X, 144-146.

H. Algar, “ʿAtabāt”, , s. 93-95.

a.mlf., “ʿAtabāt”, , II, 902-904.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1991 yılında İstanbul’da basılan 4. cildinde, 49-50 numaralı sayfalarda yer almıştır.