ÂYAN

Osmanlılar’da şehir ve kasabalarda devletle halk arasındaki ilişkileri düzenleyen kimselere verilen ad.

Müellif:

“Göz” anlamına gelen Arapça ayn kelimesinin çoğulu olan âyan eşraf, vücûh ve erkân ile eş anlamlıdır. Özellikle halkın gözünde soy sop ve itibarca sivrilmiş olanlar için kullanılır: A‘yân-ı Kureyş, a‘yân-ı belde, a‘yân-ı karye, a‘yân-ı mahalle gibi. İlk İslâm devletlerinde görülen âyan, Osmanlılar’a Anadolu Selçuklu Devleti’nden geçmiştir. Osmanlı Devleti’nde de diğer devletlerde olduğu gibi çok geniş mânada kullanılmıştır. Tarihî belgelerde voyvoda, mütesellim, muhassıl, mutasarrıf ve vali olarak görülen yerli hânedanlar, aynı zamanda âyan, derebeyi veya mütegallibe tabirleriyle de ifade edilmektedir. Ayrıca molla, kadı, müftü, müderris, seyyid ve tarikat şeyhi gibi ilmiye mensupları, kethüdâ yeri ve yeniçeri serdarı gibi kapıkulları ve bunların mâzul ve emeklileri ile çocukları, kasapbaşı ve bakkalbaşı gibi esnafın önde gelenleri, zahireci, kuyumcu, sarraf, bezzâz ve çuhacı gibi tüccar ve mültezimler âyandan sayılmıştır. Osmanlılar’da bunların hepsine birden “a‘yân-ı vilâyet” adı verilmekteydi.

Osmanlı taşra idaresinde vali, mutasarrıf, mütesellim ve voyvodalar merkezden tayin edilirdi. Bu yöneticilerden başka her şehir ve kasabada a‘yân-ı vilâyet arasından seçilen bir âyan bulunurdu. Merkezî hükümete karşı halkın ve halka karşı da merkezî hükümetin temsilcisi durumunda bulunan ve halk ile devlet arasındaki işleri yürüten kimseye baş âyan, reîs-i a‘yân, aynü’l-a‘yân veya resmî âyan adları verilirdi. Âyanlığın bir kurum halini alması ile resmî âyanlığın ortaya çıkması arasında yakın bir ilgi bulunmaktadır.

Osmanlı Devleti’nin klasik döneminde kurumlar görevlerini gereği gibi yaptıklarından âyanın toplum içindeki nüfuzu oturduğu yerleşim merkezinin sınırları dışına taşmazdı. Âyan, XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren memleketin idaresinde ve nizamında aksaklıkların belirmesiyle önem kazanmaya başladı. Bu devirde halk ile devlet arasındaki işlerde aracı ve iş takipçisi olarak faaliyet gösteren âyanın, bulunduğu yerin çeşitli ihtiyaçlarını temin etmek, vakıfların tevliyet ve nezaret işlerini yürütmek, satılan malların fiyatlarını tesbit etmek, bilirkişilik yapmak, bazı vergilerin tahsil edilme zamanını belirlemek, kötü idarecilerin azledilmeleri ve yerlerine iyi yöneticilerin tayin edilmeleri yolunda şehir sakinlerinin isteklerini İstanbul’a arzetmek gibi fonksiyonları vardı. Özellikle bir bölgede yapılacak işlerde vali ve kadıların muhatabı baş âyan idi. Bu sebeple halkın vekili sıfatıyla memleketin yetkilileriyle bir araya gelerek meseleleri hallederdi.

Âyanların, 1559’dan itibaren Anadolu’ya yayılan kapıkulları ile diğer askerîlerin ve emeklilerinin murâbaha ve iltizam yoluyla iktisadî yönden güçlenerek kendilerine katılması sonunda önemleri arttı. XVI. yüzyılın ikinci yarısında âyan, iltizama katılmak ve çiftçiye borç para vermek suretiyle servetini çoğaltıp topraklarını genişletti. Bunun yanı sıra bazan bozulan işini düzeltip devam ettirebilmek, bazan da nakdî vergisini ödeyebilmek amacıyla borç alan halkı kendine daha bağımlı hale getirdi. Bu şekilde âyan iktisadî ve içtimaî bakımdan giderek güçlendi. Aynı devredeki suhte ve levent isyanlarında ehl-i örfe karşı isyancıları desteklemesi ve hatta bazan zorba yöneticilere karşı mücadele etmesi, âyanı himaye arayan halkın koruyucusu durumuna getirdi. XVII. yüzyılda görülen Celâlî isyanları ve timarlı sipahiliğin ihmal edilmesi yüzünden boş kalan timarlar iltizama verilince, mültezimlik yoluyla köylüye âdeta hâkim olan âyan, toprağını terkeden çiftçi ve leventlerin kendisine sığınması ile, çalışan ve savaşan nüfus bakımından da kuvvet kazandı. Âyan, zenginliği ölçüsünde maiyetindeki sekban ve levent sayısını da arttırdı. Öte yandan paşmaklık ve arpalık olarak verilen topraklara umumiyetle yerli âyanın voyvoda ve mütesellim olarak tayin edilmesi, bunların idarî yönden de güçlenmelerine imkân verdi. Böylece âyan içtimaî, iktisadî ve askerî güçlerine idarî yetkiler de katarak bölgelerinin merkezle olan münasebetlerinde en kuvvetli temsilci durumuna gelmeye başladı.

1683’te başlayan II. Viyana Kuşatması dolayısıyla ortaya çıkan malî sıkıntıyı gidermek için 1695 yılından itibaren bazı mukātaaların mâlikâne adı verilen bir usulle ve kayd-ı hayat şartıyla iltizama verilmesi, âyanlığın gelişmesinde önemli derecede rol oynadı. Çünkü âyan, mâlikâne uygulaması sayesinde bölgelerindeki gelir kaynaklarının kontrolünü ve intifâ hakkını sağlamlaştırıp irsen devam ettirme imkânı ile devlete ait bazı yetkileri kullanma fırsatını ele geçirdi.

Öte yandan âyanlar, devletin 1683’ten 1718’e kadar cephelerde uğradığı yenilgiler ve mâruz kaldığı malî buhranlardan dolayı, vergi tahsil etmek ve maliyeye borç para vermek suretiyle daha da önem kazandılar. Ayrıca XVIII. yüzyıldan itibaren savaşlarda da hizmet ettiler. Böylece taşra idaresinin yanı sıra savaş ve askerlik bakımından da önem kazanan âyanlar, devam eden İran savaşları sırasında 1726 yılından itibaren Bâbıâli tarafından beylerbeyilik ve sancak beyliği gibi önemli görevlere getirildiler. Böylece cemiyetin raiyyet kesiminden askerî zümre kısmına dahil oldular; bu şekliyle de âyan sıfatını kaybettiler.

XVIII. yüzyıl ortalarına doğru, Bâbıâli’nin taşradaki gücünün giderek azalması ve bir âyan ailesinin kendi bölgesinde devamlı olarak yöneticilik yapması sonunda âdeta bir hânedan hüviyeti taşıyan büyük aileler ortaya çıktı.

XVIII. yüzyılın ortalarından itibaren âyan kelimesi yeni bir anlam kazandı. Bu yeni statüde iyice güçlendikleri görülen âyanların başlıca görevleri, şehir ve esnaf için gerekli malları sağlamak, erzak ve ham madde fiyatlarını tayin etmek, kamu binalarının inşa ve tamirini yapmak, eşkıya yakalamak ve cezalandırmak, orduya asker sağlamak ve bu askerlerin ihtiyacını görmek, ordu tayinat ve mühimmatının taşınması için hayvan tedarik etmek, İstanbul’a erzak ve koyun göndermek, İstanbul Baruthânesi’nin güherçile ihtiyacını karşılamak, bazan gemi yapmak ve gemi yapımı ile ilgili malzemeyi temin etmek, vergi ve mukātaa gelirlerini toplamak vb. idi.

Merkezî otoritenin zayıf oluşundan faydalanan âyanlar, bir yandan görevlerini yürütürken çok defa da haklı veya haksız kendi menfaatlerini gözetmişlerdir. Taşradaki otorite boşluğunu dolduran âyan, eşraf, hânedan ve derebeyi aileleri memleketin birçok yerinde varlık ve üstünlüklerini kabul ettirmişlerdi. Bunlar arasında Tuzcuoğulları Rize dolaylarında, Canikli Hacı Ali Paşa ve oğulları Samsun ve çevresinde, Çapanoğulları Yozgat yöresinde, Zennecizâdeler Kayseri’de, Müderriszâdeler Ankara’da, Kalyoncuoğulları Bilecik’te, Kanlızâde Balıkesir’de, Karaosmanoğulları Manisa ve çevresinde, Kâtiboğulları İzmir’de, Yılanlıoğulları Isparta’da, Tekelioğulları Antalya’da, Menemencioğulları ile Kozanoğulları Çukurova’da, Azmzâdeler Suriye’de, Babanzâdeler Kuzey Irak’ta, Tirsiniklioğlu ile Alemdar Mustafa Rusçuk dolaylarında, Pazvandoğlu Vidin’de, Tepedelenli Ali Paşa ile oğulları da Yanya ve çevresinde ün kazanmışlardı. Öyle ki bazı âyanların halk edebiyatına konu olacak kadar şöhretleri yayılmıştı.

Başlangıçta bir bölgenin resmî âyanının belirlenmesi maksadıyla bir seçim düzenlendiği bilinmektedir. Ancak âyanlık seçimleriyle ilgili bir nizamnâmeye henüz rastlanmadığı için bu seçimlerin süresi, esasları ve nasıl yapıldığı açık ve kesin bir biçimde tesbit edilememiştir. Âyanlık seçimlerine aday olarak a‘yân-ı vilâyet arasından isteyenler katılmıştır. Ancak bu seçimlere seçmen olarak kimlerin katıldığı kesin olarak belirlenememiştir. Bu hususta seçimlere seçmen olarak sadece halkın, yalnız vilâyet âyanının ve son olarak da hem ahalinin hem de vilâyet âyanının katıldığına dair farklı bilgilere rastlanmaktadır.

Belgelere göre ilk defa 1680’li yıllarda yapıldığı görülen âyanlık seçimlerinde seçimi kazanan resmî âyan adayının halktan mahzar, kadıdan ilâm ve validen buyruldu alması gerekmekteydi. Bu kimse buyruldu karşılığında “âyâniye” adı verilen bir ücret öderdi. Zamanla valiler, kasabalarda eşrafın reîs-i a‘yânlık konusundaki rekabet ve mücadelelerinden faydalanarak rüşvet karşılığı âyanlık buyruldusu vermeye başladılar. Bundan halkın zarara uğradığını gören ve daha önceleri âyanlık seçimlerine karışmamış olan merkezî hükümet zaman zaman duruma müdahale etmek zorunda kaldı.

Âyanlık seçimlerine ilk müdahale, 1765 yılının Nisan ayında Sadrazam Muhsinzâde Mehmed Paşa tarafından yapıldı. Buna göre valiler âyanlık buyruldusu vermeyecekti. Ayrıca halkın resmî âyan adayı sadârete kadı ilâmı ile haber verilecek ve bu kimsenin durumu sadrazam tarafından tahkik ettirildikten sonra neticenin müsbet olması halinde, valiye o kimsenin reîs-i a‘yânlığı mektup veya kāime ile bildirilecekti. Bir süre sonra patlak veren Rus savaşı için de (1768-1774), ölen bir âyanın yerine yenisinin geçmesi mevcut usule göre uzun zaman alacağından, 1769 yılının Ocak ayında halkın seçimi ile âyan tayini sistemine geçildi. Ancak âyanlık iddia ve kavgalarının devam etmesi ve reîs-i a‘yân olma yolunda vali ile mütesellimlerden rüşvetle buyruldu alınması karşısında 1779 yılının Nisan ayında yeniden 1765 yılı uygulamasına dönüldü. Bu uygulama bir ara bozuldu ve tekrar valiler tarafından âyanlık buyruldusu verilmesine başlandı. Fakat Bâbıâli 1784 yılının Mayıs ayında aldığı bir kararla sadrazamın mektubu olmadan reîs-i a‘yân olunamayacağı hususundaki hükmünü yeniledi.

Merkezî hükümetin kuvvet ve kudretinden çok şeyler kaybetmesi sebebiyle âyanlık seçimleriyle ilgili olarak alınan bütün bu kararlar ve tedbirler imparatorluğun her yerinde tam olarak uygulanamadı ve âyanlık mücadeleleri zaman zaman kanlı çatışmalara dönüştü. Bu çatışmaların giderek yaygınlaşması üzerine 1786 yılında Bâbıâli âyanlığa son vererek yerine şehir kethüdâlığını getirdi. Buna rağmen memlekette âyanlığını devam ettirenlere, âyanlık iddiasında bulunanlara, âyanlık peşinde koşanlara ve eskiden âyan olup da şehir kethüdâsı olanlara rastlanmaktaydı. Öte yandan şehir kethüdâları âyan kadar güçlü, muteber ve iş görür kimseler olmadıklarından Bâbıâli’nin emirlerini gereği gibi uygulayamamışlar ve devlet işlerini yerine getirirken zaman zaman da âyanın muhalefeti sebebiyle görevlerinde tam anlamıyla başarılı olamamışlardı. 1787 yılında başlayan Rus harbinde sefer hazırlıklarında görülen aksaklıklar üzerine, durumun düzeltilmesi için, 1790 yılının Kasım ayında çıkarılan bir hükümle her kazanın önceki düzen üzere halk tarafından seçilmiş âyanlarının “hüccet-i şer‘iyye” ile görevlerine tayin edilmeleri, tayin işine valilerin karışmaması ve seçilen âyandan hüccet karşılığı kadı veya nâibin herhangi bir ücret almaması kararlaştırıldı.

Âyanlığın yeniden resmen ihdas edilmesiyle bilhassa Anadolu ve Rumeli’de âyanlık mücadeleleri yeniden alevlendi. Bu arada 1793’te III. Selim’in başlattığı Nizâm-ı Cedîd hareketini Anadolu âyanından destekleyenler oldu. Rumeli âyanları ise aynı hareketi kendilerine ve bağımsızlıklarına karşı bir hareket olarak değerlendirip cephe aldılar. Nitekim 1806 yılının Haziran ayında Rusçuk âyanı Tirsiniklioğlu İsmâil Ağa’nın başkanlığında Rumeli âyanı, Nizâm-ı Cedîd ordusunun Rumeli’de kurulmasına karşı çıkarak Osmanlı tarihinde II. Edirne Vak‘ası olarak bilinen olayın meydana gelmesine yol açtılar. Bunun üzerine kan dökülmesini istemeyen III. Selim yeni ordunun Rumeli’de teşkil edilmesinden vazgeçti. Yenileşme yolunda geriye doğru atılan bu adım muhalif güçlere cesaret verdi. Bu sebeple 1807 yılının Mayıs ayı sonlarında çıkan Kabakçı Mustafa İsyanı neticesinde önce Nizâm-ı Cedîd’e son verildi, daha sonra da III. Selim tahttan indirilerek yerine IV. Mustafa getirildi. Kabakçı Mustafa İsyanı’nda canını zor kurtarabilen bir kısım Nizâm-ı Cedîd ricâli Rumeli’deki Rusçuk âyanı Alemdar Mustafa Paşa’ya sığındı. Bunlar, II. Edirne Vak‘ası’nda Nizâm-ı Cedîd’e muhalefet etmiş olan Alemdar Mustafa Paşa’yı söz konusu yenileşme hareketinin gerekliliğine inandırmayı başardılar.

Ordusu ile İstanbul’a gelen Alemdar Mustafa Paşa, 28 Temmuz 1808’de IV. Mustafa’nın yerine II. Mahmud’u tahta çıkardı. Genç padişah yerinden emin olmak için, kendini tahta çıkaran ve kuvvetleriyle İstanbul’a hâkim olan Rusçuk âyanı Alemdar Mustafa Paşa’yı sadrazamlığa tayin etti. Böylece Osmanlı tarihinde ilk ve son defa bir âyan sadârete kadar yükseldi. Alemdar Mustafa Paşa, memleketin iç ve dış meselelerine çare bulunabilmesi için hükümet ile âyan güçlerinin karşılıklı güven içinde birleşerek hareket etmeleri gerektiğine inandığından, taşra âyan ve valileri ile başşehir ricâlini İstanbul’da yapılacak bir toplantıya davet etti. Az sayıdaki âyanın katıldığı toplantı sonunda Sened-i İttifak adlı belge imzalandı (Ekim 1808). Sadrazam, söz konusu belge ile âyanın durumuna hukukî bir nitelik kazandırmak istediyse de başarılı olamadı. Çünkü âyanın çoğu senedi imzalamamıştı. İmzalayan az sayıdaki âyan ise Sened-i İttifak’a sahip çıkmanın kendilerine sağlayacağı imkânları değerlendirme ve zümre menfaatlerini koruma şuurundan mahrumdu.

Sened-i İttifak’ın imzalanmasından sonra âyan kuvvetlerinin önemli bir kısmı İstanbul’dan ayrılınca yeniçeriler bir isyan çıkardılar. 16 Kasım 1808’de çıkan bu ayaklanmada Alemdar Mustafa Paşa hayatını kaybetti. Böylece II. Mahmud, yakınındaki en güçlü âyandan kurtulduğu gibi İstanbul’daki âyan hâkimiyeti de son buldu. Bunların yanında Sened-i İttifak da hükümsüz kaldı.

II. Mahmud, âyanların, saltanatına gölge düşüren Sened-i İttifak’ın hazırlanmasındaki rollerini bildiği gibi Nizâm-ı Cedîd’e son verilmesindeki faaliyetlerini de unutmamıştı. Bu bakımdan o hem Sened-i İttifak niteliğinde ve özelliğindeki belgelerle bir daha karşılaşmamak, hem de yenileşme hareketleri karşısında muhalif bir güç olarak gördüğü âyanı her bakımdan kendisine bağlamak ve onların taşradaki üstünlüklerine son vermek üzere merkeziyetçilik siyasetine yöneldi. Padişahı bu siyasetinde saray, ulemâ ve Bâbıâli bürokrasisi de destekledi. Çünkü bu siyasetin başarısı, merkezin vilâyetlere hâkim olması ve adı geçen zümre mensuplarının nüfuzlarının taşrada artarak geçerli olması demekti. II. Mahmud, âsi âyan üzerine ordu göndermek ve bazan da onları birbirine düşürmek suretiyle merkezî otoriteyi hâkim kılmayı başardı. Padişah itaatkâr ve güçlü olan âyana karşı ise kuvvet kullanmadı, onların ölümlerini bekledi ve sonra yerlerine vârislerini değil de Bâbıâli’nin temsilcilerini tayin ederek taşradaki etkilerini azalttı. Âsi âyanın çoğunu idam ve malları ile emlâkini müsadere ettirdi. Memleketin bazı bölgelerinde âyanlığın yerine sandık eminliği ve mahalle muhtarlıkları kuruldu. Uygulanan merkezîleştirme siyaseti sonunda, âyanlar idarî ve askerî güçlerini kaybetmiş olmakla beraber taşradaki sosyal ve iktisadî nüfuzlarını devam ettirme imkânını ellerinden bırakmadılar. Bu bakımdan pek çok âyan iltizam işlerini yine sürdürdü. II. Mahmud 1834 yılında ihdas edilen redif askerî teşkilâtının kurulup yaygınlaşmasında kendilerinden faydalandı.

Tanzimat döneminde âyanın görevleri yeni kurulan müesseselere ve elemanlarına verilmeye başlandı. Öte yandan Bâbıâli, ölen âyanın yerine yenisini tayin etmeyerek resmî âyanlık müessesesine son verdi. Âyanlık ortadan kaldırılmakla beraber âyan, eşraf vb. olarak bilinen kimseler varlıklarını ve nüfuzlarını sürdürdüler. Bunlar arasında halka zulmedenlere karşı Bâbıâli kuvvet kullanarak Doğu Anadolu’da ve yine aynı biçimde Fırka-i Islâhiyye ile Çukurova’da merkezî idareyi hâkim kılmaya çalıştı.

Abdülmecid, Tanzimat yeniliklerine halkın katılmasını sağlayabilmek için onların temsilcileri olarak gördüğü âyanlarla 1845 yılında İstanbul’da bir toplantı yaptı. Ancak âyanın bu toplantıda gösterdiği şaşkınlık ve suskunluk sonunda umulan fayda sağlanamadı. Bununla birlikte âyan, kuruluş ve çalışma biçimleri merkezî hükümetle taşra ileri gelenlerinin bütünleşmesine yönelik olan vilâyet, livâ ve kaza idare meclislerine mahallî temsilci olarak katıldı. Öte yandan iktidara hâkim olan Bâbıâli bürokrasisi, hukuk ve siyaset sahasında yaptığı yenileşme hareketlerine rağmen, taşrada âyanın idareye ve toprağa hâkim olmasını önleyemedi. Çünkü üyesi bulunduğu taşradaki idare meclisleri ve görev aldığı mahkemelerle bazı ihtisas komisyonları vasıtasıyla nüfuzunu devam ettiren âyan, katıldığı idarede görev yapan memurlarla anlaşmayı ve uyum sağlamayı başarmıştı. Nitekim 1847 tarihli Tapu Nizamnâmesi ile 1858 tarihli Arazi Kanunnâmesi, âyanın tasarruf ettiği toprağın sahibi olmasına imkân vermişti. Kısacası, Tanzimat’tan sonra uğradığı ad değişikliklerine rağmen âyan, Cumhuriyet dönemi de dahil olmak üzere yakın zamana kadar İstanbul’da Meclis-i Meb‘ûsan’a, Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ve taşrada belediye meclislerine temsilciler göndererek, değişik siyasî partilerin özellikle mahallî yönetimlerinde görev alarak ziraat, ticaret ve sanayi cemiyet ve odalarının idaresinde etkili olmuşlar, Türk siyasî, sosyal ve iktisadî hayatındaki rollerini ve önemlerini devam ettirmeyi başarmışlardır.


BİBLİYOGRAFYA

, IX, 7, 278.

, VIII, 363, 367 vd.

İ. Hakkı Uzunçarşılı, Meşhur Rumeli Âyanlarından Tirsinikli İsmail, Yılık Oğlu Süleyman Ağalar ve Alemdar Mustafa Paşa, İstanbul 1942.

İlber Ortaylı, Tanzimat’tan Sonra Mahallî İdareler (1840-1878), Ankara 1974.

a.mlf., Türkiye İdare Tarihi, Ankara 1979.

Y. Nagata, Muhsinzade Mehmed Paşa ve Ayanlık Müessesesi, Tokyo 1976.

Yücel Özkaya, Osmanlı İmparatorluğunda Âyânlık, Ankara 1977.

a.mlf., “XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Yerli Ailelerin Âyânlıkları Ele Geçirişleri ve Büyük Hânedânlıkların Kuruluşu”, , XLII/168 (1978), s. 667-723.

Halil İnalcık, “Centralization and Decentralization in Ottoman Administration”, Studies in Eighteenth Century Islamic History (ed. T. Naff – R. Owen), London 1977, s. 27-52.

a.mlf., “Osmanlı İmparatorluğunda Kültür ve Teşkilât”, Türk Dünyası El Kitabı, Ankara 1976, s. 974-990.

a.mlf., “Tanzimat’ın Uygulanması ve Sosyal Tepkileri”, , XXVIII/112 (1964), s. 623-690.

Özcan Mert, XVIII. ve XIX. Yüzyıllarda Çapanoğulları, Ankara 1980 s. 1-16.

a.mlf., “II. Mahmut Devrinde Anadolu ve Rumeli’nin Sosyal ve Ekonomik Durumu (1808-1839)”, , sy. 18 (1982), s. 33-73.

a.mlf., “Folklorumuzda Çapanoğulları”, II. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildiriler, Ankara 1982, I, 217-233.

Mücteba İlgürel, “Balıkesir’de Âyânlık Mücadelesi”, , sy. 3 (1973), s. 63-73.

V. P. Mutafçieva, “XVIII. Yüzyılın Son On Yılında Ayanlık Müessesesi” (trc. Bayram Kodaman), , sy. 31 (1978), s. 163-182.

Deena R. Sadat, “Âyân and Ağa: The Transformation of the Bektashi Corps in the eighteenth Century”, , LXIII/3 (1973), s. 206-219.

Özer Ergenç, “Osmanlı Klasik Dönemindeki «Eşraf ve A’yan» Üzerine Bazı Bilgiler”, , sy. 3 (1982), s. 105-118.

Mustafa Akdağ, “Osmanlı Tarihinde Ayanlık Düzeni Devri, 1730-1839”, , XIV/23 (1975), s. 51-61.

Musa Çadırcı, “Anadolu’da Redif Askeri Teşkilatının Kuruluşu”, a.e., s. 63-75.

M. Fuad Köprülü – İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Âyân”, , II, 40-42.

H. Bowen, “Aʿyān”, , I, 778.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1991 yılında İstanbul’da basılan 4. cildinde, 195-198 numaralı sayfalarda yer almıştır.