- 1/2Müellif: NEBİ BOZKURTBölüme GitArapça “deniz” anlamına gelen bahrden türemiş olup sözlükte “denize ait, denizle ilgili” demektir. Kelime askerî alandaki terim anlamını Hz. Peygamber…
- 2/2Müellif: ALİ İHSAN GENCERBölüme GitSelçuklular ve Anadolu Beylikleri Dönemi. XIV. yüzyılın ilk yarısında müslümanlarla hıristiyanlar arasındaki yeni mücadelenin en önemli gelişmesi, dah…
Arapça “deniz” anlamına gelen bahrden türemiş olup sözlükte “denize ait, denizle ilgili” demektir. Kelime askerî alandaki terim anlamını Hz. Peygamber’den sonraki dönemlerde kazanmış olmalıdır. Araplar genel olarak denizciliği ifade etmek için el-milâha, donanma anlamında da Grekçe kökenli üstûl (أسطول) kelimelerini kullanmışlardır.
Hz. Peygamber ve Dört Halife Devri. Hint-Batı ticaret yolu kavşağında yer alan Arabistan’da tarih boyunca Fenikeliler, Himyerîler ve Sebeliler gibi denizci kavimler yaşadı. Doğu Afrika ve Hindistan’la, Umman denizi, Aden ve Basra körfezleriyle Kızıldeniz arasında ticarî gemiler devamlı olarak gidip geliyorlardı. Uman, Yemen ve Habeşistan’da depolanan ticaret malları zaman zaman kervanlarla kuzeye aktarılıyordu. Kur’ân-ı Kerîm’de de ifade edildiği gibi (Kureyş 106/1-2) yaz ve kış seferleriyle Kureyşliler de bu ticaretten paylarını alıyorlardı. Câhiliye çağında kervan ticareti yapan Mekkeliler denizcilikle ilgilenmediler. Esasen yarımadanın ancak küçük bir bölümünde gemi yapımı için gerekli malzeme bulunabiliyordu. Bununla beraber güney ve doğu Arabistanlı denizciler Hindistan, Çin ve Doğu Afrika sahillerine ulaşabiliyorlardı. Milâdî 414’te Seylan’ı ziyaret eden Çinli seyyah Fa-man burada Arap tâcirlerle karşılaştığını yazar.
Göçebe hayatı yaşayan bedevîler denizcilik kültürüne sahip değillerdi. Câhiliye şiirinde nâdiren kullanılan gemi ve deniz motifleri şairin gezdiği yerlerin kültürünü yansıtır. Tarafe’nin, üzerinde kadınların binmesi için mahfiller bulunan develeri, arkasına ufak kayıklar bağlanmış Bahreyn’deki gemilere benzetmesi dikkate alınırsa burada gemi yapım tezgâhlarının bulunduğu söylenebilir.
Kızıldeniz’de, bambu türü ağaç levhaların kendir ipiyle bağlanıp su geçirmemesi için köpek balığı yağı veya ziftle doyurularak yapılmış gemiler işlemekteydi. Eyle’den (Akabe) Güney’e doğru uzanan sahilde birçok iskele vardı. Şuaybe’de (Cidde) karaya vurmuş bir geminin satın alınan yükü bi’setten önce Kâbe’nin tamiri için kullanılmıştı.
Kaynaklarda Hz. Peygamber’in deniz yolculuğu yaptığına dair bir kayda rastlanmamakla beraber Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde denize oldukça geniş yer verilmiştir. Kur’an’da denizle ilgili kırktan fazla âyet vardır. Kur’ân-ı Kerîm, uzak mesafelere giderek Allah’ın oralardaki lutuf ve ihsanından faydalanmak için denizde akıp giden (el-İsrâ 17/66), uzun dağlar gibi yükselen (eş-Şûrâ 42/32; er-Rahmân 55/24), dağ gibi dalgalar arasında yüzebilen (Hûd 11/42), levha ve çivilerle inşa edilerek (el-Kamer 54/13) insanların hizmetine sunulan (İbrâhîm 14/32; Câsiye 45/12) gemilerden; taze balık, inci ve mercan gibi deniz nimetlerinden (en-Nahl 16/14; er-Rahmân 55/22) bahsederek o dönemde çoğunluğunu bedevîlerin teşkil ettiği, ticaret veya ziraatla meşgul olan Arap toplumunun ufkunu genişletecek mesajlar verir. Hadislerde ise deniz seferlerine fikren hazırlanma ve denizde gazâ konusu işlenmektedir. Çocuklara yüzme öğretilmesini emreden (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “ʿavm” md.) Hz. Peygamber, Ümmü Harâm’a İslâm ümmetinin denizlerde seferlere çıkacağını, onun da bu seferlere katılacağını müjdelemişti. Bir deniz savaşını on kara savaşına (İbn Mâce, “Cihâd”, 1; Dârimî, “Cihâd”, 28), bir deniz şehidini iki kara şehidine denk sayan (İbn Mâce, “Cihâd”, 10) hadisler müslümanları deniz gazâlarına teşvik eder mahiyettedir.
İslâm’ın yayılış tarihinde denizden ilk defa Habeşistan’a hicret sırasında faydalanılmıştır. Yine deniz yoluyla geri dönen muhacirlere Habeş Hükümdarı Necâşî’nin tahsis ettiği gemiler yolcularını Medine’nin Câr Limanı’na indirmişti.
İslâm denizcilik tarihinin başlangıcı olarak kabul edilebilecek ilk önemli olay ise Mekke’nin fethinden yedi ay kadar sonra meydana gelmiştir. Hicrî 9. yılın Rebîülevvel ayında (Temmuz 630) Mekke’nin limanı olan Şuaybe açıklarında gemilere binmiş zenci korsanların görülmesi üzerine Resûlullah, Alkame b. Mücezziz el-Müdlîcî kumandasında 300 kişiden oluşan bir kuvveti (Seriyyetü’l-ensâr) bunlara karşı gönderdi. Sahile yakın bir adaya çıkarma yapan müslümanlar karşısında zenciler çekilmek zorunda kaldılar. Bu Hz. Peygamber’in sağlığında çıkılan yegâne deniz seferidir (Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 295-296). Hz. Peygamber Mûte Seferi sırasında Eş‘ar kabilesine mensup bir sahâbînin başkanlığındaki bir heyeti de gemiyle Eyle yöresine göndermişti. Resûl-i Ekrem’in bununla İslâm ordusunu deniz yoluyla takviye ettiği veya haber gönderdiği anlaşılmaktadır. Alkame Hz. Ömer tarafından hicretin 20. yılında (641) yine deniz yoluyla Habeşistan’a gönderildi ve bir rivayete göre fırtınaya yakalanıp askerleriyle birlikte boğuldu. Bu olay, aşağıda sözü edilecek olan Hz. Ömer’in deniz seferleriyle ilgili tutumunu etkilemiş olmalıdır.
Hz. Ömer döneminde gerçekleştirilen fetihler sonunda müslümanların Doğu Akdeniz sahillerinin büyük bir bölümünü ele geçirmesi ve buraların denizden gelecek tehlikelere açık bulunması, müslümanları bir deniz gücü hazırlama konusunda ciddi şekilde düşünmeye sevketti. Ayrıca bu sırada Suriye ve Mısır’ın servetinin büyük kısmı ticarete dayanıyordu. Iustinianos devrinden beri Akdeniz’deki ticaret Suriye ve Mısırlı tâcirlerin elindeydi. Bu iki yerin valileri bölgenin askerî bakımdan korunması ve Akdeniz ticaretinin devam ettirilmesi için donanmanın önemini çabucak kavradılar. Esasen bu donanmayı meydana getirecek imkânlara da sahiptiler. Mısır ve Suriye’nin Akdeniz sahillerindeki tersanelerini ele geçirmişlerdi. Eskiden beri burada denizci bir halk vardı ve gerekli personel kolaylıkla sağlanabilirdi.
Önceleri denizciliğe kuşku ile bakan müslümanlar çok geçmeden gözlerini denize çevirdiler. Bizans’ın denizdeki üstünlüğü devam ettiği sürece Mısır ve Suriye’deki hâkimiyetlerinin tehdit altında olduğunu anladılar. 24 (645) yılında Bizanslılar’ın çıkarma yaparak İskenderiye’yi ele geçirmeleri üzerine Bizans’a karşı mücadelenin, donanmanın desteği olmadan yürütülemeyeceğini farkeden ilk devlet adamı Muâviye b. Ebû Süfyân oldu. Suriye valisi iken Hz. Ömer’e yazdığı, sahillerin durumunu anlatan ve denize açılma izni isteyen mektubundan kendisinin bunun için bir hazırlık içinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Ne var ki Hz. Ömer müslümanların henüz denize açılabilecek bilgi ve tecrübeye sahip olmadığı kanaatindeydi. Mısır Valisi Amr b. Âs’a gönderdiği bir mektupla ondan deniz hakkında bilgi istedi. Amr’ın verdiği cevapta denizin tehlikelerinden bahsetmesi sebebiyle hiçbir müslümanın böyle bir tehlikeye atılmasına izin vermeyeceğini bildiren Hz. Ömer, Muâviye’den kaleleri tamir ettirmesini, buralara asker yerleştirmesini, gözetleme kuleleri yaptırıp nöbetçi koydurmasını ve geceleri buraların fenerlerle aydınlatılmasını istedi. Amr’a da müslümanların deniz savaşlarından uzak tutulmasını emretti. Kendisinden izinsiz Fars bölgesinde bir deniz harekâtına girişen ve yenilgiye uğrayan Alâ b. Hadramî’yi Bahreyn valiliğinden azletti. Uman’a gönderdiği Arfece b. Herseme el-Ezdî’yi tenbihlerini dinlemeyerek denizde savaşa giriştiği için azarladı. Bununla beraber Hz. Ömer sivil ve ekonomik amaçlarla denizden faydalanmada bir mahzur görmedi. Mısır’dan elde edilen haraç gelirlerinin Kızıldeniz yoluyla Medine’nin Câr Limanı’na, oradan da Medine’ye sevkedilmesine izin verdi. Buna mukabil Amr b. Âs’ın Akdeniz’i Kızıldeniz’e kanalla bağlama teşebbüsüne ise Haremeyn’i düşman donanmasına açık hale getireceği için karşı çıktı.
Halifeliğinin ilk yıllarında Muâviye’nin deniz seferleriyle ilgili isteklerini Hz. Ömer gibi cevaplayan Hz. Osman 27 (647-48) yılında Kıbrıs’a sefer konusunda ikna edildi. Sahillerin askerî bakımdan takviye edilmesi, yanına hanımını da alması ve kimseyi sefere zorlamaması şartıyla Muâviye’ye izin verildi. Bunun üzerine 28 (648-49) yılında çok sayıda gemi İskenderiye ve Akkâ’dan denize açıldı. Kıbrıs’a çıkan müslümanlar barış yoluyla burayı fethettiler ve ada yıllık 7200 altın vergiye bağlandı. Hz. Peygamber’in deniz seferiyle ilgili müjdesini duyan Ümmü Harâm da bu seferde bulundu ve çıkarma sırasında atından düşerek şehid oldu. Bundan bir yıl sonra Suriye sahillerindeki Ervâd (Cyzikus) adası müslümanlar tarafından alındı. Kıbrıs’ın fethinden sonra müslümanlar Mısır ve Suriye’deki üslerden deniz seferleri düzenlemeye başladılar. 652 yılında 200 gemiden meydana gelen bir filo Suriye’den Sicilya adasına vardı ve aynı yıl Rodos’a bir sefer yapıldı. 648’de yapılan antlaşma şartlarına uyulmaması üzerine Kıbrıs’a 654’te yapılan ikinci seferde Belâzürî’nin rivayetine göre 500 gemi vardı. Bu sefer sırasında ada İslâm devletine bağlandı. Lapithos’a 12.000 kişilik bir garnizon yerleştirildi.
Kıbrıs Zaferi’nin ardından müslümanlar İstanbul’un fethi için hazırlıklara başladılar. Lübnan’dan sağlanan kereste ve demir İskenderiye’deki eski tersaneye taşındı ve burası yeniden canlandırıldı. Mağlûbiyetinin acısını çıkarmak ve kaybettiği yerleri tekrar ele geçirmek isteyen Bizans donanması İskenderiye’ye çıkarma teşebbüsünde bulunduysa da Mısır Valisi Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh tarafından büyük bir yenilgiye uğratıldı (652). Birkaç yıl sonra Abdullah b. Sa‘d hazırladığı 200 gemilik Mısır filosu ile Anadolu sahillerine doğru yola çıktı (655). Yolda Muâviye tarafından gönderilen Büsr b. Ebû Ertât’ın kumanda ettiği Suriye filosu ile birleşti. Abdullah b. Sa‘d’ın emrinde toplanan İslâm donanması bazı tarihçilere göre İskenderiye yakınlarında, bazılarına göre ise Antalya’nın Finike ilçesi açıklarında 500 parçadan oluşan Bizans donanması ile karşılaştı ve Herakleios’un oğlu II. Konstans’ın kumandasındaki bu donanmayı büyük bir yenilgiye uğrattı. Gemilerin çokluğu sebebiyle İslâm tarihinde “Zâtüssavârî” (savârî: gemi direkleri) adıyla anılan bu savaş müslümanların ilk büyük deniz zaferidir. Bu zaferle Bizans’ın Doğu Akdeniz’deki hâkimiyeti sona ermiş oldu (Lewis, s. 91-92; Hitti, I, 253).
Emevîler ve Daha Sonraki İslâm Devletleri Dönemi. Muâviye halife olunca deniz işlerine daha çok önem verdi ve 669’da gemi ustalarını toplayıp Akkâ’daki tersanenin ıslahını emretti. Daha önce ise sadece Mısır’da tersane vardı. Hişâm b. Abdülmelik tarafından Sûr’a nakledilinceye kadar gemi tezgâhları burada kullanıldı. Muâviye devrinde İslâm donanması 1700 gemiye ulaştı.
Muâviye 669’da Muâviye b. Hudeyc el-Kindî’yi Sicilya üzerine gönderdi. Ancak ada çok sonra Ağlebî Hükümdarı I. Ziyâdetullah b. İbrâhim b. Ağleb zamanında tamamen fethedilebildi. Cünâde b. Ebû Ümeyye el-Ezdî 672 yılında Rodos ve Ervâd adalarını fethedip Girit’e hücum etti. Cünâde Yezîd’in hilâfetine kadar Rodos’ta kaldı. Ervâd adası ise İstanbul muhasaraları için bir üs haline getirildi. 674’te başlayan İstanbul muhasaraları yedi yıl kadar sürdü. Donanma kış aylarında Ervâd’a çekiliyor, saldırı için baharın gelmesini bekliyordu. Sonunda “Grek ateşi” denilen silâha karşı hazırlıklı olmayan İslâm donanması 679’da birçok gemisini kaybederek çekilmek zorunda kaldı. Bunun üzerine Bizans kuvvetleri yeniden Akdeniz’e inip Kuzey Afrika’daki sahil şehirlerine hücuma başladılar ve Ukbe b. Nâfi‘in başarılarını sonuçsuz bıraktılar. 683’te Kayrevan Bizans-Berberî kuvvetlerinin eline geçti. 693-700 yılları arasında müslümanlar Kuzey Afrika’ya kesin olarak hâkim oldular. Donanmanın önemini iyi bilen Abdülmelik, Afrika Valisi Mûsâ b. Nusayr’a Mısırlı 1000 gemi ustasını göndererek bir deniz üssü kurmasını emretti. Aynı sıralarda Afrika kıyısındaki Kavsara adası müslümanlar tarafından fethedildi. Sicilya ile bu ada arasındaki geçit kontrol altına alındı. Mûsâ b. Nusayr Kartaca’yı bırakarak daha kolay müdafaa edilen Tunus gölü kıyısında Tunus şehrini ve tersanesini kurdu ve 100 savaş gemisi yaptırdı. 704’te bu donanma Emevî donanmasına katıldı. Akdeniz’de Mısır ve Suriye’den sonra üçüncü bir deniz gücü merkezi meydana geldi. 703 yılında Mısır’dan hareket eden donanma Sicilya’yı vurdu. Mûsâ b. Nusayr donanmasını 704’te Sicilya ve Sardinya üzerine gönderdi. 708 yılında çıktığı bir seferde de Balear adalarını ve Mayorka’yı vurdu. 710’da Sardinya’yı zaptetti. Yine bu donanma sayesinde Kuzey Afrika ve Endülüs’ün fethi tamamlandı.
717 yılında Süleyman b. Abdülmelik’in halifeliği sırasında Ömer b. Hübeyre kumandasındaki İslâm donanması ile Mesleme b. Abdülmelik kumandasındaki kara ordusu İstanbul’u karadan ve denizden kuşattılar. Fakat Bizanslılar müslüman kuşatmasını yine başarısızlığa uğrattılar. Bu muhasarada İslâm donanmasında Bizans kaynaklarına göre 1800 gemi vardı. Daha Muâviye döneminde 1700 parçaya ulaştığı rivayet edilen donanma için bu rakam büyük sayılmamalıdır (Kettânî, I, 373; Lewis, s. 102-104).
Süleyman b. Abdülmelik’ten sonraki Emevî halifeleri zamanında donanma ihmal edildi. Bununla beraber İslâm donanması 726’da Kıbrıs’ı vurdu. Abdülmelik ve oğlu Velîd dönemlerinde olduğu gibi ada ağır vergiye bağlandı. Ardından Bizanslılar, Mısır üzerine 736’da ve daha sonraki yıllarda iki büyük sefer düzenlediler. Müslümanlar 743 yılında Kıbrıs’a yapılan bir seferle buna cevap verdiler. Doğu Akdeniz’de iki tarafın deniz gücü birbirine yakın olmakla beraber Orta ve Batı Akdeniz’de müslüman donanması üstündü. Kuzey Afrika donanması 727, 729, 730, 733, 740, 752 yıllarında Sicilya üzerine seferler yaptı. 735, 752 yıllarında Sardinya’yı vurdu. 747’de 1000 gemiden meydana gelen bir İslâm donanması Bizans donanmasını Kıbrıs yakınlarında kuşattıysa da Bizanslılar Grek ateşi kullanarak bu donanmayı imha ettiler. Abbâsîler bir müddet Emevîler kadar Akdeniz siyasetine önem vermedikleri için Bizanslılar 752’den itibaren Akdeniz’deki üstünlüğü ele geçirdiler.
752-827 yılları arasında İslâm donanması bir duraklama devrine girdi. Bunda, Hârûnürreşîd dönemine kadar (786-809) Bizans ve Akdeniz siyasetinin ihmal edilmesi ve Endülüs Emevî Devleti’nin kurulması gibi çeşitli sebepler rol oynadı. Bununla beraber Kuzey Afrika ve Endülüs donanmaları 768’de Marsilya’ya, 778’de İtalya’ya, 793’te Narbon’a deniz seferleri yaptılar. 773’te Kıbrıs’a bir sefer düzenlenip valisi esir alındı. Hârûnürreşîd devrinde Doğu Akdeniz donanması güçlendi. 790’da Humeyd b. Ma‘yûf el-Hamdânî kumandasındaki donanma Kıbrıs ve Girit’i vurdu. Antalya körfezi yakınında yapılan bir deniz savaşında Bizans donanması kumandanı esir alındı. Bundan başka Abbâsîler Endülüs’ü ele geçirmek istediler. Bir defasında donanmaları İberik yarımadasının güneyindeki Bâce’ye (Beja) kadar vardı. 788’de Fas’ta İdrîsîler, 800’de Tunus’ta Ağlebîler istiklâllerini ilân ettiler. Bunlar da birer denizci devlet haline geldiler. Endülüs Emevî donanması 798’de Balear adalarını yağmaladı. 806-815 yıllarında Korsika’ya ve Karolenjiyen Devleti’nin Akdeniz sahillerine hücum etti. 815’te Balear adaları yanında Karolenjiyen donanmasıyla bir deniz savaşı yaptı. 806 yılında Suriye donanması Kıbrıs’ı vurdu, ertesi yıl Rodos’a hücum ederek Bizans’ı barışa zorladı. 805’te Ağlebî donanması Peleponez’i yağmalayıp Patras’ı muhasara eden Slavlar’a yardım etti. Bu defa Bizans Ağlebîler’le barış yapmaya zorlandı. Aynı donanma 812 ve 813 yıllarında Sardinya’ya, 820’de Sicilya’ya hücum etti. 821’de Sardinya’yı ele geçirdi. 802-828 yıllarında Karolenjiyen donanması buna çeşitli karşı akınlarla cevap verdi.
Bu sırada müslümanların lehine Akdeniz’de iki gelişme oldu. 814’te Endülüs’ten çıkarılan 10.000 kadar denizci donanmalarıyla gelip İskenderiye’yi zaptettiler. On iki yıl burada kaldıktan sonra Ebû Hafs Ömer b. Îsâ el-Endelüsî kumandasında 827 yılında Girit’e gelip Bizans’a ait bu önemli stratejik adayı ele geçirdiler. Kandiye (Rabaz el-Hendek) şehrini kurdular ve burada önemli bir tersane inşa ettiler. Aynı yıl Esed b. Furât kumandasındaki Ağlebîler de Sicilya’nın güneyindeki Mâzer’e hâkim olup buradan adanın başşehri Sirakusa üzerine yürüdüler. Sicilya’nın fethi 902’de tamamlandı. Bu iki önemli adanın fethi Akdeniz’de müslümanların üstünlüğü ele geçirmeleri sonucunu doğurdu. Bundan sonra müslümanlar bir buçuk asır boyunca Ege denizini kontrol altında tuttular ve Bizans deniz gücünü etkisiz hale getirdiler. Sicilya’dan da iki buçuk asır boyunca İtalya, Batı Yunan adaları, Sardinya ve Korsika adalarına akınlar yaptılar. Güney İtalya’daki bazı önemli şehirleri ele geçirdiler. 848 yılında Endülüs Emevî Emîri Abdurrahman el-Evsat Mayorka adasını zaptetti. Ağlebîler 835’te Kavsara adasına, 869’da Malta adasına hâkim oldular ve Bizans’ın en etkili silâhı olan Grek ateşini kullanmaya başladılar. Palermo emîri 838’de Şelfuda Kalesi’ne sonuçsuz bir sefer yaptı. 843’te Sicilya donanması Napoli donanmasının da yardımıyla Messina şehrini ele geçirip Gloria ile Sicilya arasındaki boğaza hâkim oldu. Palermo ve Messina’da tersaneler kuruldu. Aynı yıl Brindisi, 841’de de Bârî (Bari) Sicilya müslümanları tarafından fethedildi. Giritli müslümanlar Otranto’yu da alınca Venedik ve Roma müslüman hücumlarına açık kaldı. Bundan sonra Adriyatik, Güney İtalya ve Ege denizinde müslümanlarla bu denizlere komşu olan hıristiyan devletleri arasında uzun mücadeleler oldu. Giritliler bir ara Selânik’i bile ele geçirdiler.
900 yılı civarında Sûr hâkimi Leo et-Trablusî büyük bir deniz gücüne sahipti. Leo 904’te Selânik’i yağmaladı ve uzun süre Ege denizinde dehşet saçtı. Leo et-Trablusî’nin donanması 923’te ortadan kaldırıldı. Bunun yanında Tarsus’ta da önemli bir deniz gücü vardı. Bu donanma Mısır’daki Tolunoğulları’na karşı bir sefer yaptı. 920’de yirmi beş gemiden meydana gelen bir Tarsus donanması İskenderiye yakınında seksen gemilik bir Fâtımî donanmasını yendi. Mes‘ûdî Tarsus donanmasının 924’te Ege denizinin kuzeyine Selm el-Hâdim kumandasında bir sefer yaptığını söyler (Mürûcü’ẕ-ẕeheb, II, 15-17). Bütün bunlardan IX. yüzyılın ikinci yarısı ile X. yüzyılın ilk yarısında Tarsus, Suriye ve Mısır’da önemli bir deniz gücünün bulunduğu anlaşılıyor. Leo et-Trablusî’den sonra da bu bölgede bir deniz gücü kaldı. 935’te Fâtımîler’in Mısır’a yaptıkları deniz seferini bu donanma sonuçsuz bırakmıştır. Endülüs donanması bu dönemde Mayorka adasını ve Balear adalarını ele geçirmiş, Güney Fransa sahillerine, Sardinya ve Korsika’ya seferler yapmıştır. Özellikle 844 ve 858 yıllarındaki Vikingler’in akınlarından sonra Endülüs’te donanmaya önem verilmiş, Endülüs Emevîleri III. Abdurrahman devrinde (912-961) gerçek anlamda düzenli bir deniz gücüne sahip olmuşlardır.
Bunun yanında 909’da Fâtımî Devleti’nin kurulması, Akdeniz’de kuvvet dengelerini değiştirebilecek önemli bir gelişme oldu. Böylece Akdeniz’de o zamana kadar mevcut olan Sünnî kuvvetlere düşman bir deniz gücü doğmuş oldu. Fâtımîler Ağlebîler’i ortadan kaldırdıkları gibi Endülüs Emevîleri ve Doğu Akdeniz’deki müslüman deniz güçleriyle rekabete giriştiler. 917’de Sicilya’yı ele geçirdiler. Bundan sonra Ağlebîler gibi 918-935 yıllarında Cenova, Napoli dahil İtalya’daki denizci şehirlere seferler yaptılar. 936’da Mısır’a yaptıkları üçüncü hücum sonuçsuz kaldı. Bir taraftan da Kuzey Afrika’daki Endülüs Emevî nüfuzunu kırmaya çalıştılar. 954 yılında Palermo valisine Endülüs’ü yağmalamasını emrettiler. III. Abdurrahman buna yetmiş gemiden meydana gelen bir donanmayı Afrika sahillerine göndererek cevap verdi. İki taraf arasında karşılıklı akınlar devam etti. Fâtımîler’in kumandanı Cevher el-Kāid 957-959 yıllarında Mağrib’i zaptederek buradaki Emevî hâkimiyetine son verdi. Endülüs Emevî Devleti’nin elinde Kuzey Batı Afrika’da sadece Sebte (Ceuta) kaldı.
Akdeniz’de müslüman üstünlüğü devam ederken Bizans yeniden toparlandı. Endülüs Emevî Devleti ile yaptığı ittifaktan da faydalanarak gücünü arttırdı. 960’ta Nikephoros Phokas kumandasındaki 2000 savaş ve 1360 ikmal gemisinden meydana gelen büyük bir donanmayı Girit üzerine gönderdi. 961’de Kandiye düştü. 963’te Nikephoros Phokas Tarsus ve Kıbrıs üzerine hücuma geçti. 965’te Tarsus’u aldı. Bundan sonra Bizans Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’daki İslâm üstünlüğünü kırdı. 960-969 yılları arasında Girit, Kıbrıs, Tarsus, Cebele, Lazkiye ve Antakya’yı aldı. Sicilya üzerine seferler düzenlediyse de doğudaki başarıyı elde edemedi. Ancak 969’da Fâtımîler’in Mısır’a hâkim olmasından sonra Doğu Akdeniz’de bir dereceye kadar denge sağlandı. 975’te Fâtımîler Beyrut’u geri alıp Trablus yakınında bir Bizans donanmasını yendiler. Ardından Antakya dışındaki Doğu Akdeniz limanları Fâtımîler’in idaresine girdi. Bu şehirler önemli bir deniz gücüne sahip olmaya devam ettiler. Fâtımî Halifesi Azîz-Billâh 995’te Kahire’deki bir tersanede 600 gemilik büyük bir donanma yapılmasını emretti. Fakat aynı yıl Bizans casusları tarafından bu tersane yakıldı. Buna rağmen Fâtımîler üç ay sonra çok muntazam gemiler yaptılar. 998’de Fâtımî donanması Sûr önünde Bizans donanmasını yendi. Doğu Akdeniz Fâtımî ve Bizans kontrolünde kaldı.
Batıda ise Sicilya Fâtımî donanması 998’de Bizans donanmasını yendi. Bundan sonra Sicilya’daki İslâm denizcileri İtalya içlerine akınlar yaptılar ve Tiren denizinde harekâta giriştiler. Endülüs Emevî donanması ikinci defa Piza’ya hücum etti. 1016’da Normanlar İtalya’da göründüler. 1017’de onlardan bazı gruplar Salerno’ya hücum eden müslümanlara karşı sefere katıldılar. 1025’te Bizanslılar yeniden Sicilya Fâtımîleri’yle mücadeleye giriştiler. Palermo Fâtımîler’den ve Mehdiyye hâkimi Muiz b. Bâdîs’ten yardım istedi. Sicilya müslümanları 1031’de İllirya’yı (İllyria), 1032’de de Yunan adalarını yağmaladılar.
1035 yılında Sicilya’daki Araplar’la Berberîler arasında iç çatışma çıktı. Aynı yıl Kelbîler’e mensup olan Sicilya emîri Bizans’ın hâkimiyetini tanıdı. Bunun üzerine Zîrîler’in desteğiyle adada bir isyan patlak verdi. 1038’de Bizans Sicilya işlerine karıştı ve George Maniaces kumandasında büyük bir ordu ile Stephan kumandasında bir donanmayı Sicilya’ya gönderdi. Maniaces Sirakusa ve civarını ele geçirdi. Bu sırada Zîrîler’in Mehdiyye’de büyük bir tersaneleri vardı. Bununla birlikte Zîrîler çok kuvvetli bir donanma çıkaramadılar. Fâtımîler’in doğuya gelmesinden sonra Endülüs Emevî donanması da zayıfladı. Bu sırada Venedik, Piza, Cenova, Napoli ve Amalfi şehirleri de birer donanmaya sahiptiler. Venedikliler XI. yüzyılın başlarına kadar bir ölçüde Bizans’a bağlı kaldılar. Deniz güçleri, deniz ticaret filoları büyümeye devam etti. 1043-1100 yıllarındaki devrede Batı Avrupa’nın özellikle İtalya şehirlerinin donanmalarına müslüman ve Bizans donanmaları galip geldiler. 1100 yılı civarında Avrupalılar Korsika, Sardinya, Sicilya, Güney İtalya, Filistin ve Suriye sahillerindeki müslüman hâkimiyetine son verdiler. Bu devirde başlayan Akdeniz’deki Avrupa hâkimiyeti, XVI. yüzyılda gerçekleşen Osmanlı hâkimiyeti dışında günümüze kadar devam etti. Müslümanların ve Bizans’ın bu hâkimiyette ikinci plana itilmelerinin sebepleri arasında İslâm âlemindeki iç mücadeleler, Bizans’ın Malazgirt yenilgisi, Endülüs’teki iç kavgalar sayılabilir. Çünkü bu sırada Batı Avrupa dışındaki Akdeniz-Karadeniz ülkeleri dış istilâların etkisinde kalmışlardır. Akdeniz’de Sicilya Normanları, Venedik, Cenova, Piza, Napoli, Amalfi gibi bütün Ortaçağ boyunca güçlü denizci devletler doğmuştur. Ardından Fransa, İngiltere, Danimarka, İspanya, Portekiz, Hollanda bunları takip etmiştir. Bundan sonra Batı Avrupalılar geçmişin aksine Akdeniz kıyılarındaki İslâm topraklarını devamlı tehdit etmişler, Akdeniz ticaretini ellerinde tutmuşlardır.
Bununla birlikte Akdeniz’deki İslâm donanmaları tamamıyla ortadan kalkmadı. Murâbıtlar’ın, Muvahhidler’in, Hafsîler’in ve Endülüs’teki mülûkü’t-tavâifin donanmaya sahip oldukları bilinmektedir. Ayrıca bu bölgede yetişmiş olan deniz personelinden Fâtımîler’in son zamanlarında ve Eyyûbîler devrinde bile faydalanılıyordu. Bundan başka eskisi kadar kuvvetli olmamakla beraber Mısır’daki Fâtımîler oldukça önemli bir deniz gücüne sahip olmaya devam ettiler. Fâtımîler’in Kızıldeniz’de de küçük bir donanmaları vardı. Bu donanma sayesinde uzun müddet Hicaz ve Yemen’i kontrol altında tuttular. Fâtımîler’in Kahire’den başka Akdeniz kıyısındaki Dimyat, Reşîd, İskenderiye, Beyrut, Trablus, Sûr, Akkâ, Askalân gibi sahil şehirlerinde de gemi tersaneleri vardı. Fâtımîler liman şehirleri ve donanma için ayrı divanlar kurmuşlardı. Limanlarla ilgili divana Dîvânü’s-sügur, donanma ile ilgili divana Dîvânü’l-cihâd veya Dîvânü’l-amâir deniliyordu. Devletin bütçesinden bunlara tahsisat ayrılırdı. Dîvânü’l-amâir tersanelerin idaresine bakardı. İlk omurgalı gemi inşaatını Fâtımîler geliştirmişlerdir. Onlardan sonra gemi omurgalarından başlamak suretiyle yapılmıştır. Fâtımîler’in son zamanlarında marangoz, demirci, kalafatçı gibi tersanede çalışanlar dışında 10.000 kadar denizci divana kayıtlıydı. Bu donanma sayesinde Sûr, Trablus, Askalân gibi şehirleri Haçlılar’a karşı uzun müddet ellerinde tuttular. Askalân’ı üs edinerek Kudüs Haçlı Krallığı’na karşı çeşitli seferler düzenlediler. Haçlılar bu deniz gücü karşısında 1110’da Hayfa ve Beyrut’u, 1154’te Askalân’ı uzun kuşatmalardan sonra zorla ele geçirebildiler. Fâtımîler’in son dönemlerinde bu donanma iyice zayıflamış, on savaş gemisine kadar düşmüştü. Bu sebeple Selâhaddîn-i Eyyûbî Fâtımîler’den çok zayıf bir deniz gücü devralmıştır.
Esedüddin Şîrkûh el-Mansûr ölüm döşeğindeyken Selâhaddin ile Bahâeddin Karakuş’a donanmayı ihmal etmemelerini tavsiye etmişti. Selâhaddin onun bu tavsiyesine uydu. Çünkü Mısır gibi bir ülkede deniz gücü olmadan kuvvetli olunamayacağını biliyordu. Yalnız ülkenin bu konuda kaynakları sınırlıydı. Demir azdı, zift yok gibiydi. Gemi yapımı için ülkedeki sint ağaçlarından başka malzeme yoktu. Bunun için sint ağaçlarını devlet tekeline alıp donanmaya tahsis etti. Kahire, İskenderiye ve Dimyat’taki tersaneleri yeniden işler hale getirdi. İtalyan şehir devletleriyle yaptığı ticaret anlaşmalarında onların kendisine demir, zift ve kereste temin etmelerini şart koştu. 572’de (1176-77) donanma ile ilgilenecek olan Dîvânü’l-üstûl’ü kurdu. 577’de (1181-82) bir ferman çıkarıp valilere donanma kumandanının isteklerini yerine getirmelerini, donanma için istediği personeli seçmesinde ona yardımcı olmalarını emretti. Donanma kumandanından sık sık denize açılıp Akdeniz adalarına gazâ yapmasını istedi. Üstûl adı verilen donanmaya vakıflar, akarlar tahsis etti. 1191’de Dîvânü’l-üstûl’ün idaresini en güvendiği kardeşi I. el-Melikü’l-Âdil’e verdi. Donanma personeline gazi dendi.
Selâhaddîn-i Eyyûbî devrinde Dimyat’ın Haçlılar tarafından kuşatılmasından önce altı gemilik bir Eyyûbî donanması Kıbrıs açıklarına bir keşif seferi yaptı. 566’da (1170-71) Selâhaddin Mısır tersanesinde yaptırdığı gemilerle Eyle’yi ve bu şehir önündeki adayı aldı. 1174’te yine Kızıldeniz filosunun katıldığı bir seferle Yemen ve Hicaz zaptedildi. Donanma 1178-1179 yıllarında Kudüs Krallığı’nın ve Trablus Kontluğu’nun Akdeniz sahillerine hücum etti. 1181’de İtalya’dan Haçlılar’a yardıma gelen 2500 personellik bir düşman donanmasını mağlûp etti. Ardından elli gemilik bir donanma ile Akkâ, 1182’de de kırk gemilik bir donanma ile Beyrut kuşatıldı. Aynı yıl bu donanma Girit, Kıbrıs, Güney Anadolu sahillerine hücum etti ve Akkâ’ya kereste ve gemi ustaları getiren bir düşman gemisini ele geçirdi. 1183 yılında düşman süvarisi ve tüccarı taşıyan bir gemiye el konuldu. Aynı yıl Hüsâmeddin Lü’lü’ kumandasındaki bir Eyyûbî filosu Renaud de Chatillon’un Kızıldeniz’de giriştiği askerî harekâtı etkisiz bırakarak düşmanı bozguna uğrattı. Hüsâmeddin kumandasındaki Eyyûbî donanması 1187’deki Filistin’in fethinde de deniz emniyetini sağladı. Yine bu yılda sahil bölgesinin zaptından sonra Beyrut, Akkâ, Cübeyl, Lazkiye gibi Doğu Akdeniz limanlarında küçük çapta deniz güçleri meydana geldi. Özellikle Beyrut donanması bundan sonraki yıllarda Haçlılar’ın deniz harekâtını tâciz edecek bir seviyeye geldi. 1187 yılı sonundaki Sûr muhasarasına Akkâ’dan gelen on gemi ile Beyrut ve Cübeyl’den bazı gemiler katıldı. Güçlenen Eyyûbî donanması 1188’de doğuya gelen altmış gemilik Sicilya Haçlı donanmasına karşı sahillerini başarıyla savundu. 26 Aralık 1189 tarihinde Mısır’dan Hüsâmeddin Lü’lü’ kumandasında Akkâ’ya gelen elli gemilik bir Eyyûbî donanması Haçlı ablukasını yararak Akkâ’ya yardım getirdi. İki düşman gemisini esir aldı. 13 Haziran 1190’da başka bir Eyyûbî donanması yine Haçlı ablukasını yararak Beyrut’a yardım getirdi. Fakat Akkâ’yı abluka eden büyük Haçlı donanmasının mukavemeti kırılamadı. Bunun üzerine Selâhaddin Muvahhidler Sultanı Ya‘kūb b. Yûsuf b. Abdülmü’min’den donanma yardımı istediyse de bir yardım gelmedi. Yemen’de de ticaret gemilerini koruyan savaş gemileri vardı. Eyyûbî donanmasının gücü 1189’da 100 ilâ 150 savaş gemisi arasındaydı. Frenkler tarafından Akkâ’nın 1191’deki zaptında bu gemilerden düşmanın eline ne kadarı geçtiği bilinmemektedir. Yalnız donanmanın değerini iyice anlayan Selâhaddin bu yıl Dîvânü’l-üstûl’ün idaresini kardeşi el-Melikü’l-Âdil’e vermiş, o da bu divanın başına iyi bir maliyeci olan ve daha sonraları vezir tayin ettiği Safiyyüddin Abdullah b. Şükr’ü getirmiştir. Ancak bundan beklenen sonuç alınamadı. Selâhaddin’in ölümü ve onu takip eden iç karışıklıklar donanmanın ihmal edilmesine sebep oldu. V ve VII. Haçlı seferleri sırasında olduğu gibi sadece geçici donanma ile ilgilenildi; hatta donanma mensuplarına hor gözle bakılır oldu.
Eyyûbîler’in son dönemleriyle Memlükler’in ilk yılları denizciliğin gerilediği yıllar oldu. Dîvânü’l-üstûl ilga edildi. Önceden “üstûlî” (bahriyeli) olmak bir iftihar vesilesi iken bu dönemde denizcilik ayıp sayılmaya başlandı. Bu durum Memlükler’den el-Melikü’z-Zâhir Baybars’ın tahta çıkışına kadar (1260) devam etti. Baybars bahriyeye önem kazandırmaya çalıştı. 1270’te Kıbrıs’a karşı bir donanma gönderdi; ancak başarı sağlanamadı. Baybars vaktinin bir kısmını tersanede geçiriyor, ustalarla birlikte çalışıyordu. Makrîzî’nin rivayetine göre bir defasında Sicilya’dan gelen elçileri tersanede kabul ettiğinde elinde marangoz aleti, keresteler arasında usta ve emîrlerle beraber oturuyordu. Kendisinden sonra gelen hükümdarlar denizciliğe onun kadar önem vermediler. Bununla birlikte Doğu Akdeniz limanlarının ardarda geri alınmasında, 1291’de Akkâ’nın fethi ve Haçlılar’ın son tutunma noktaları olan Ervâd’dan kovulmalarında donanma büyük görevler üstlendi. Bundan sonra Kıbrıs’ta üslenen Haçlılar İslâm ülkelerindeki limanlar için bir tehlike olmaya devam ettiler. Ada 1424-1426 yıllarında birkaç kuşatma neticesinde el-Melikü’l-Eşref Seyfeddin Barsbay tarafından fethedilebildi. 1426’da yapılan başka bir Memlük seferinde Limasol yeniden ele geçirildi. Daha sonra müslümanlar Lefkoşe’yi zaptedip adayı yıllık vergiye bağladılar. Bu seferde Memlük donanmasının miktarı 150 yelkenli idi. Memlükler Çakmak devrinde (1438-1453) gözlerini Rodos’a çevirdiler. 1440’ta 200 asker ile birkaç yüz gönüllünün bulunduğu on beş kadırgadan meydana gelen küçük bir donanma Dimyat’tan hareket edip Kıbrıs ve Alanya’ya uğradıktan sonra dört kalyon daha alarak Rodos’a yöneldi. Fakat Rodos şövalyeleri seferden haberdar oldukları için bir başarı elde edilemedi. 1443’te başka bir donanma Dimyat’tan hareket ederek Beyrut, Trablus, Larnaka, Limasol ve Antalya’ya uğradıktan sonra Meis adasını aldı. 1444’te diğer bir donanma Dimyat’tan kalkarak Trablus’a uğradı. Aldığı yardımlarla Rodos üzerine yürüdü. Adayı kırk gün kuşattıysa da önemli bir başarı elde edemedi. Bütün bunlara rağmen ne Eyyûbîler ne de Memlükler Akdeniz’de Haçlılar’la boy ölçüşecek büyük bir donanma meydana getirebildiler. Mısır ve Doğu Akdeniz’deki limanlar daima denizden yapılacak bir düşman hücumuna açıktı. Bu sebeple Selâhaddîn-i Eyyûbî ve I. Baybars gibi kuvvetli sultanlar bile Filistin ve Suriye sahil şehirlerindeki kaleleri düşmanın eline geçmemesi için tahrip ettirdiler.
Memlük donanması Kızıldeniz ve Hint denizinde de faaliyet gösterdi. Denizciliğe dair birçok eser vermiş olan büyük denizci İbn Mâcid’in vefat ettiği yıl (1498) Vasco da Gama’nın Ümitburnu yolunu keşfetmesi üzerine Portekiz gemileri müslüman gemi ve limanlarına saldırmaya başladılar. Gucerât hükümdarının Portekizliler’e karşı yardım istemesi üzerine Memlük Sultanı Kansu Gavri, Emîr Hüseyin el-Kürdî kumandasındaki bir donanmayı Portekizliler’e karşı gönderdiyse de bir sonuç elde edilemedi. Portekizliler’in Kızıldeniz’deki cüretkârane hareketleri burada devamlı bir donanmanın varlığını zorunlu kıldı. Kansu Gavri 1515’te “gurâb” cinsinden elli kıta çekdiriden oluşan donanmayı, Akdeniz ve Afrika sahillerinde başarılarıyla tanınan Osmanlı denizcisi Selman Reis’in emrine vererek Kızıldeniz’e çıkardı. Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra Selman Reis bu görevine Osmanlı hizmetinde devam etti.
Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılmasından sonra hıristiyanlara karşı Murâbıtlar Devleti’nin hükümdarı Yûsuf b. Tâşfîn’den yardım istendiğinde Yûsuf özel bir donanması olmadığı için yük ve yolcu gemileriyle Endülüs’e asker çıkardı. Hicrî VI. (XII.) yüzyıl başlarında ise Barselona ve Fransa’dan gelen 500 kıtadan oluşan birleşik donanmaya karşı Balear adalarından yardım istenince Ali b. Yûsuf b. Tâşfîn 300 gemiden oluşan bir donanmayı çok kısa sürede hazırlayıp gönderebildi. İslâm donanmasının gelmekte olduğunu haber alan hıristiyan donanması yakıp yıkma ve yağmadan sonra kaçmak zorunda kaldı. Murâbıtlar’dan sonra Batı Akdeniz’in iki yakasına hâkim olan Muvahhidler hânedanı Mağrib, İfrîkıye, Endülüs ve Balear adalarını ele geçirdiler. Muvahhidler’in “emîrü’l-mü’minîn” unvanı alan ilk hükümdarı Abdülmü’min el-Kûmî, Orta Mağrib’de Hammâdîler’in elinde kalan yerleri zaptettikten sonra Norman işgalindeki Tunus’u ve sahil bölgelerini kurtardı; Normanlar’ı denizde de mağlûp etti (1160). Mehdiyye’yi geri aldı ve kazandığı zaferlerle ülkesini Kayrevan’a kadar genişletti.
Selâhaddîn-i Eyyûbî 1189’da Muvahhidler’in en büyük hükümdarı olan Ya‘kūb el-Mansûr’dan Haçlılar’ın elindeki Suriye limanlarının denizle irtibatını kesmek için yardım istedi. Ancak kendisine “emîrü’l-mü’minîn” diye hitap edilmemesine gücenen Ya‘kūb yardım için olumlu bir cevap vermedi. Gerek Selâhaddin’in gerekse hıristiyan krallıklar arasındaki ihtilâflarda Nebre (Navarra) Kralı Sancho’nun kendilerinden yardım istemesi Muvahhid donanmasının gücü hakkında bir fikir vermeye yeterlidir. İbn Haldûn, Muvahhidler’in donanmayı o zamana kadar bilinen en mükemmel duruma getirdiklerini söyler.
Kudüs’ü kaybeden hıristiyan âlemi papanın teşvikiyle İspanya’ya yönelince Muvahhidler’in Endülüs’teki gücü kırıldı. Batı Akdeniz’deki adalar hıristiyanların eline geçti. Merînîler’den Sultan Ebü’l-Hasan el-Merînî zamanında (1331-1348) müslümanların deniz gücü hıristiyanlarınkine denk iken sonradan bu denge müslümanlar aleyhine bozuldu. Bununla birlikte İbn Haldûn (ö. 808/1406), yaşadığı dönemde Donanma Dairesi’nin Mağrib’de hâlâ muhafaza edilmekte olduğunu haber vermektedir.
İslâm denizciliği daha Muâviye b. Ebû Süfyân’ın Suriye valiliği sırasında, ele geçirilen sahillerdeki gemi tezgâhları ve İskenderiye’deki tersanenin ıslahı ile başladı. Müslümanlar gemi yapılan yerlere dârü’s-sınâa adını verdiler. Türkçe’ye tersane şeklinde geçen kelime Batı dillerine de darsena, arsenale, arsenal gibi şekillerde intikal etti. Nitekim donanma kumandanı karşılığında kullanılan emîrü’l-mâ da Avrupa dillerine amiral şeklinde geçmiştir. Donanmada emîrü’l-mâdan başka reis adı verilen ikinci derecede kumandanlar da bulunuyordu. Birkaç iç denize ve gemilerin çalışmasına müsait nehirlere sahip olan İslâm âleminde pek çok tersane yapıldı. Basra körfezinde Übülle, Sîrâf; İfrîkıye’de Tunus; İspanya’da İşbîliye, Dâniye (Denia); Fas’ta, Sûs; Sicilya’da Palermo, Messina; Suriye’de Akkâ, Sûr, Beyrut; Mısır’da, Ravza, Fustat (Dârü’s-sınâati Mısr veya Amâir), Maks, İskenderiye ve Dimyat bunlardan bazılarıdır. Bu tersanelerde çeşitli büyüklükte savaş gemileri yanında yük ve yolcu gemileri de yapılıyordu. Bilhassa Mısır tersaneleri donanmanın ihtiyacı olan gemiler yanında en-Nîliyye denilen ve Nil nehrinde yük ve yolcu taşıyan veya ihtifallerde kullanılan gemiler inşa etmekteydi. Kızıldeniz’den daha yoğun bir trafiğe sahip olan Nil’den başka Dicle ve Fırat gibi nehirlerde de gemiler çalışmaktaydı. Ünlü muhaddis Firyâbî (ö. 301/913-14) Bağdat’a geldiği zaman kendisini “tayyâr” ve “zebzeb” nevinden orta büyüklükteki nehir gemileriyle karşıladılar. Dicle ve Fırat üzerinde bu tür gemilerden oldukça fazla vardı.
İslâm donanmasında bulunan gemilerin bazılarının adları ve özellikleri: Şînî, Şîniyye (Şûne). 140 kürekli uzun savaş gemileriydi. Gurâb da denilen bu gemilere müdafaa için burçlar yapılmıştı. Mancınık ve arrâde taşırlardı. Ambarlarındaki su ve yiyecek uzun müddet denizde kalmaya yetecek miktardaydı. Harrâka. Düşman donanmasını yakmak üzere neft gibi yanıcı maddeler taşıyan 100 kürekli gemilerdi. Ayrıca ihtifallerde gösteri yaparlardı. Nil’de işleyen veya donanmaya destek sağlayan gemilere de bu adın verildiği olmuştur. Tarîde. Osmanlılar’daki at gemisi büyüklüğündeydi. Atların binip inebilmesi için yapılmış özel kapaklı, bölmeli nakil gemileriydi. Süvarisi ve teçhizatıyla beraber kırk kadar at taşıyabiliyorlardı. Hammâle ve a‘rârî. Erzak veya eşya taşıyan gemilerdi. Harbiyye. Şînîlerin küçük tipleriydi. Fâtımî ve Endülüs donanmalarının hafif ve seri gemileriydi. Mısır’da Ravza Tersanesi’nde inşa ediliyorlardı. Bu çeşit gemilere musattah ve şelendî de denilirdi. Butse. Muhtelif katlardan oluşan özellikle asker taşımak üzere yapılmış gemilerdi. Yelkenlerinin sayısı kırka kadar ulaşabilen bu gemiler 700 asker taşıyabiliyordu. Ayrıca çok sığ yerlere sokulabilen ve genellikle su taşıyan berkus adlı küçük gemiler de vardı.
Bu gemilerde kullanılan savaş alet ve edevatı olarak zırhlar, miğferler, deri ve demirden yapılmış kalkanlar, kargı, zemberek, yaylar, çengel, kancalar, mancınık ve arrâdeler sayılabilir. Bunların dışında gemi direklerinin üst kısmında bulunan ve “tabut” denilen bölmede savaş sırasında düşman üzerine fırlatılmak üzere taşlar, çömlek içinde neft, düşmanın hareket kabiliyetini azaltmak gayesiyle sabun tozu, korku ve panik yaratmak için yılan-akrep gibi hayvanlar saklanırdı.
BİBLİYOGRAFYA
İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “ʿavm” md.
a.mlf., el-Kâmil, III, 47, 58-59, 246.
Dârimî, “Cihâd”, 28.
İbn Mâce, “Cihâd”, 1, 10.
Ebû Zeyd el-Kureşî, Cemhere (Fâûr), I, 421.
İbn Hişâm, es-Sîre, I, 321-332; IV, 289.
İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, I, 208; II, 163.
el-İmâme ve’s-siyâse, II, 57.
Belâzürî, Fütûḥ (Rıdvân), s. 124, 159-164, 244-245; a.e. (Fayda), s. 169, 183, 337-339.
Taberî, Târîḫ (Ebü’l-Fazl), Kahire 1939, III, 218, 338-342.
Mes‘ûdî, Mürûcü’ẕ-ẕeheb (Meynard), II, 15-17.
Sem‘ânî, Edebü’l-imlâ ve’l-istimlâ, Beyrut 1981, s. 18.
İbn Asâkir, Târîḫu Dımaşḳ, I, 190.
Kalkaşendî, Ṣubḥu’l-aʿşâ, III, 568-569, 596-597.
Makrîzî, el-Ḫıṭaṭ, I, 214, 222; II, 178-181.
a.mlf., es-Sülûk, I, 56, 77, 80, 102, 203, 354, 451, 594, 615, 875, 922; II, 33.
İbn İyâs, Bedâʾiʿu’z-zühûr, IV, 103, 212, 215, 216, 238, 243, 246, 276, 366, 466; V, 81.
C. Zeydân, Medeniyyet-i İslâmiyye, I, 184-192.
Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye, I, 368-373.
Uzunçarşılı, Medhal, s. 125-126, 434-436.
Mez, el-Ḥaḍâretü’l-İslâmiyye, II, 331-341, 361-379.
A. R. Lewis, el-Ḳuva’l-baḥriyye ve’t-ticâriyye fî ḥavżi’l-Baḥri’l-Mütevassıṭ (trc. Ahmed Muhammed Îsâ), Kahire 1960, s. 88-92, 102-104, 157-170, 225-316.
Seyyid Abdülazîz Sâlim – Ahmed Muhtâr el-Abbâdî, Târîḫu’l-baḥriyyeti’l-İslâmiyye fi’l-Maġrib ve’l-Endelüs, Beyrut 1969, s. 67-94, 114-118, 238-302.
a.mlf., Târîḫu’l-baḥriyyeti’l-İslâmiyye fî Mıṣr ve’ş-Şâm, Beyrut 1981, s. 40, 44-56, 88, 296, 309.
Ömer Rıza Kehhâle, Dirâsât ictimâʿiyye fi’l-ʿuṣûri’l-İslâmiyye, Dımaşk 1973, s. 5-20.
Ali Muhammed Fehmî, “el-Baḥriyyetü’l-İslâmiyye fî şarḳı’l-Baḥri’l-Mütevassıṭ”, Târîḫu’l-baḥriyyeti’l-Mıṣriyye, Kahire 1973, s. 269, 275-276, 281-321, 340-355, 403-410.
Abdül‘alîm Enver, el-Milâḥa ve ʿulûmü’l-biḥâr ʿinde’l-ʿArab, Küveyt 1979, s. 22.
Hitti, İslâm Tarihi, I, 253; IV, 1131-1132.
Aly Mohamed Fahmy, Muslim Naval Organisation in the Eastern Mediterranean, Cairo 1980.
Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 295-296, 368, 473.
a.mlf., Hz. Peygamberin Savaşları, s. 253-255.
Ramazan Şeşen, Salâhaddîn Devrinde Eyyûbîler Devleti, İstanbul 1983, s. 40, 70-71, 78, 162-163, 165-167.
Hasan İbrâhim, İslâm Tarihi, IV, 221-223.
Nihat Engin, Osmanlılarda İlk Denizcilik Hareketleri ve Tuna Donanmasının Kurulması (yüksek lisans tezi, 1984), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Giriş.
Habîb Zeyyât, “Muʿcemü’l-merâkib ve’s-süfün fi’l-İslâm”, el-Meşriḳ, sy. 43, Beyrut 1949, s. 321-363.
Seyyid Süleyman Nedvî, “The Arab Navigation”, al-ʿİlm, VII, Durban-Westville 1987, s. 5-13.
Besim Darkot, “Kıbrıs”, İA, IV, 673-674.
D. Ayalon, “Baḥriyya”, EI2 (İng.), I, 945-947.
A. S. Ehrenkreutz, “Baḥriyya”, EI2 Suppl. (İng.), s. 119-121.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1991 yılında İstanbul’da basılan 4. cildinde, 495-501 numaralı sayfalarda yer almıştır.
Selçuklular ve Anadolu Beylikleri Dönemi. XIV. yüzyılın ilk yarısında müslümanlarla hıristiyanlar arasındaki yeni mücadelenin en önemli gelişmesi, daha sonra Osmanlı deniz gücünün asıl çekirdeğini oluşturacak olan Türk deniz gazilerinin gerçekleştirdiği denizcilik faaliyetleridir. Bunlar batıya doğru genişleyen Türkmen ilerlemesinin bir devamı olarak ortaya çıkmışlardır. Küçük filolarla çarpışan Türk deniz gazileri, aslında karada çarpışan uç gazilerine benzer bir fetih ve gazâ siyaseti takip ediyorlardı.
Anadolu’yu yurt tutan Türkler’in denizcilik geleneği, XIV. yüzyılda Batı Anadolu’da oluşmaya başlayan Menteşe, Aydın, Saruhan, Karesi gibi kıyı beyliklerinden daha önceye dayanmaktadır. Nitekim 1080-1097’de Türk kıyı beyleri kendi tersane ve donanmaları ile Ege-Marmara denizlerinde göründüler ve kısa bir süre için dahi olsa Bizans’ı ciddi şekilde tehdit edecek güce sahip oldular. Anadolu topraklarının 1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra kesin olarak Türkleşmeye başlaması ile beraber üç tarafı denizlerle çevrili bu ülkenin fâtihleri devletin geleceği için denizlere yönelme ihtiyacı duydular. Özellikle Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Bizans’ın elinde bulunan İznik ve çevresini zaptederek Türkler’i Marmara kıyılarına ulaştırmış ve İznik’i de kendine başşehir yapmıştı. Yerine vekil olarak bıraktığı Ebü’l-Kāsım, İznik Kalesi’ni geri almak isteyen Bizanslılar’a karşı koyduğu gibi İstanbul’u düşürmek ve Marmara kıyıları ile adaları ele geçirmek için kuvvetli bir deniz gücüne ihtiyaç duyarak Bizans’ın elinde bulunan Gemlik kasabasını fethetti ve burada ilk Türk tersanesini kurmayı başardı. Fakat Bizans’ın kara ve deniz kuvvetleri Gemlik’i muhasara edip yeni kurulan Türk tersanesi ve gemilerini yaktılar. Buna rağmen İznik şehri Bizans’ın merkezine doğrudan yapılacak saldırılar için ileri bir üs olarak Türkler’in elinde kaldı.
Bu sıralarda İzmir ve çevresini ele geçirerek orada ilk Türk tersanesi ve donanmasını meydana getiren Selçuklu emîrlerinden Çaka Bey gittikçe güçlenerek Bizans’ı açıkça tehdit etmeye başladı. Mürettebatını Ege’nin sahil çocuklarından seçtiği kırk parça gemi ile sahil şehirlerini ve adaları sistemli bir şekilde fethe girişti. Böylece Türkler’in Ege ve Marmara denizleri kıyılarına dayanmaları, özellikle Çaka Bey’in İzmir’de bir Türk filosu oluşturması, Bizans’ı ilk defa sadece karadan değil denizden de bir Türk tehdidi ile karşı karşıya bırakıyordu. Bizans kuzeyden Peçenek Türkleri, güneyden Selçuklu Türkleri ve Çanakkale Boğazı yoluyla gelen Çaka’nın deniz kuvvetleriyle tam bir kıskaç içine alınmıştı. Ancak İmparator II. Aleksios Komnenos’un entrikaları sonucu Peçenek tehlikesi bertaraf edildiği gibi Çaka Bey ile damadı I. Kılıcarslan’ın arasının açılması da sağlandı. Bizans donanması ile yapılan bir ileri harekât sonucu Çaka Çanakkale Boğazı’ndan dışarı atıldı. Böylece Ege adaları tekrar Bizans’ın eline geçmeye başladı. Bilhassa Çaka Bey’in İznik’te bir davet esnasında damadı tarafından öldürtülmesiyle de Türkler’in Ege denizinde başlattıkları denizcilik geleneği sona erdi.
Çaka Bey’in tarih sahnesinden çekilmesinden birkaç yıl sonra Anadolu Türklüğü’nü ve dolayısıyla İslâm’ı hedef alan Haçlı seferlerinin başlaması (1096), Türkler’i sahillerden Anadolu’nun iç kısımlarına çekilmeye mecbur bıraktı. Bu durum başşehrin İznik’ten Konya’ya nakledilmesine yol açtı; ayrıca Türk denizciliğini bir asır kadar kesintiye uğrattı. Bu yüzden Türkler XIII. yüzyılın başlarına kadar denizle hiçbir şekilde ilgilenemediler.
Anadolu Selçuklu sultanları I. Gıyâseddin Keyhusrev, I. İzzeddin Keykâvus ve özellikle I. Alâeddin Keykubad zamanlarında Türk denizciliği yeniden gelişme gösterdi. I. Gıyâseddin Keyhusrev 1207 yılında Antalya’yı fethederek Selçuklular’a tekrar denizcilik yollarını açtı. Oğlu I. İzzeddin Keykâvus 1214’te Sinop’u alarak Karadeniz’de bir Türk filosunun kurulmasına imkân hazırladı. “İki denizin sultanı” unvanını alan I. Alâeddin Keykubad 1227’de kendi adını verdiği Alâiye Tersanesi’ni kurdu. Sonradan Sinop’ta ikinci bir tersane daha tesis edildi ve burada hazırlanarak Hüsameddin Çoban’ın emrine verilen bir filo Kırım seferine çıktı (1223-1224). Bu seferden maksat Ruslar’ın baskısı altında bulunan Kıpçaklar’ın kurtarılması idi.
Denizin ehemmiyetini anlayan Selçuklular’ın devlet teşkilâtında deniz ümerâsının önemli bir yeri vardı. Zira XIII. yüzyılda “emîrü’s-sevâhil” unvanlı bir memuriyet devlet ricâli arasında mühim bir mevki işgal etmekteydi.
Anadolu Selçuklu Devleti’nin parçalanmasından sonra Batı Anadolu’da kurulan Türk beylikleri Selçuklu Devleti’nin denizcilik geleneğini devam ettirdiler. Özellikle Aydınoğulları bu harekette başı çekti. Hatta Aydınoğlu Umur Bey Çaka Bey’den 200 yıl sonra Türk denizciliğini Ege sahillerinde tekrar başlattı. Umur Bey Bizans ve Ceneviz deniz kuvvetleriyle mücadeleye girerek önce Kadifekale’yi, daha sonra İzmir’i zaptetti. Bizans ile antlaşmalar yaptı, karadan ve denizden onlara zaman zaman yardımda bulundu.
Umur Bey’in denizlerdeki üstünlüğü ve faaliyetleri karşısında Bizans ve Batı devletleri papanın teşvikiyle bir Haçlı donanması teşkil ederek 1344 yılında İzmir’e çıkarma yaptılar; Kadifekale’yi zaptedip bir de müstahkem kale inşa ettiler. Umur Bey bu kaleyi fethetmek için giriştiği mücadele sırasında şehid düştü (1348). Onun şehâdetiyle Batı Anadolu’daki Türk denizcilik geleneği Osmanlı dönemine kadar eski gücüne ulaşamadı.
Aydınoğulları’ndan başka Karesi, Saruhan, Menteşe beylikleri ile Karadeniz kıyısında Candaroğulları’nın küçük de olsa deniz güçleri mevcuttu. Ayrıca Akdeniz kıyılarında Tekeoğulları’nın, Manavgat Emirliği’nin ve Alâiye Beyliği’nin deniz kuvvetleri de Kıbrıs ve Rodos’u hedef alan birçok sefere teşebbüs etmişlerdi. Hatta 1362 yılında Tekeoğulları’ndan Mehmed Reis Kıbrıs’ın Pendaiye bölgesine asker dahi çıkartmıştı.
Daha sonraki yıllarda Ege sahillerine yerleşmiş olan Türk ahali korsanlık faaliyetlerini devam ettirdiler. Hıristiyan korsanların bilhassa Girit ve Kıbrıs’ta üslenerek Anadolu ve Suriye kıyılarına taarruzlarına karşı Türk korsanları da yavaş yavaş Cezayir sahillerine yerleşerek Avrupa’nın bütün güney sahillerine akınlarda bulunmaya başladılar.
Diğer taraftan denizci Anadolu beyliklerine nazaran bir kara devleti şeklinde ortaya çıkan Osmanlı Devleti’nin Marmara denizine doğru genişlemesi, Rumeli yakasına geçiş ve oralara yerleşme gayesi, onu denize dönük bir politika takip etmeye mecbur bırakmıştı. Nitekim Orhan Gazi zamanında Osmanlı donanması Karesi Beyliği donanmasına dayanarak kuvvet kazanmıştı. Bu sebeple Rumeli’ye sallarla geçildiği rivayetinin de bir efsaneden ibaret olduğu anlaşılmaktadır.
Osmanlı Dönemi. Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında Karamürsel’de ve Karesi Beyliği’nin Osmanlı topraklarına katılmasından sonra Aydıncık’ta (Edincik) birer tersane kurulmuştu. Daha sonra İzmit’in Bizans’tan alınması ile de İzmit tersanesi teşkil edildi. Rumeli’ye yerleşmenin gerçekleştirilmesinden sonra da burada tutunmak, gerektiğinde süratle asker sevkedebilmek ve bilhassa Venedikliler’e karşı Boğaz’ı ve Marmara sahillerini koruyabilmek için Gelibolu’da bir tersane kuruldu. Böylece XIV. yüzyılın son yarısından itibaren donanma faaliyeti arttırıldıysa da Türk deniz gücü henüz Venedik, Ceneviz gibi büyük filolara sahip devletlerle baş edebilecek durumda değildi.
Yıldırım Bayezid zamanında (1389-1402) Batı Anadolu’daki Saruhan, Aydın, Menteşe beyliklerinin Osmanlı Devleti’ne bağlanması sonucu Osmanlılar’ın sınırları Ege denizine ulaştı ve bu denizde ilk Osmanlı bahriye faaliyetleri başlamış oldu. Yine bu devirde Türk donanmasının Sakız ve Eğriboz adalarıyla Mora’nın doğusunu vurması Venedikliler’i telâşa düşürdü. Özellikle Yıldırım Bayezid’in 1399’da İstanbul’u muhasarası sırasında Bizans’a yardım maksadıyla harekete geçen bir Ceneviz filosu, Çanakkale Boğazı’nda 18 parçadan oluşan Saruca Paşa kumandasındaki Türk filosu tarafından engellendi ve Bozcaada’ya çekilmeye mecbur edildi. İlk harekette başarı sağlayamayan Haçlı deniz gücü Venedik ve Rodos şövalyelerinin de desteğiyle ikinci harekette Saruca Paşa’yı mağlûp edip İstanbul’a ulaşarak Bizans’a yardım getirdiler. Bu savaşlar Osmanlılar’ın denizci Batılı devletlerle yaptığı ilk çarpışmalardır.
Gün geçtikçe tecrübe kazanan Osmanlı bahriyesi XV. yüzyılın ilk yarısından itibaren daha tecrübeli kaptanların idaresine girdi. Nitekim Çelebi Mehmed zamanında (1413-1421) Osmanlı donanması bir canlılık gösterdi. Çalı Bey kumandasındaki Türk donanması Çanakkale Boğazı’ndan dışarı çıkarak Venedikliler’le mücadeleye girişti. Fakat 1415 yılında Venedikliler’le yapılan bir mücadelede Çalı Bey şehid düştü, Osmanlı donanması da mağlûp oldu. Bu arada Venedik donanmasına da önemli ölçüde kayıp verdirildi. II. Murad zamanında (1421-1451) Karadeniz’de faaliyette bulunan Osmanlı donanması Trabzon Rum Devleti’ni vergiye bağladı.
Gerek Anadolu Selçuklu Devleti’nin gerekse denizci Anadolu beyliklerinin ve Osmanlı Devleti’nin deniz güçleri birer savunma donanmasından ziyade akın donanması hüviyetinde idiler. Zira bu ilk deniz güçleri uzak mesafelere kadar başarılı akınlar yapmalarına ve dolayısıyla devlete büyük kazanç sağlamalarına rağmen güçlü Venedik veya Ceneviz savaş gemileriyle karşılaştıkları veya mücadeleye giriştikleri vakit çok defa geri çekilmek zorunda kalıyorlardı.
Osmanlı donanmasının akın faaliyetinden çıkıp yavaş yavaş deniz aşırı fetihler için hazırlanması Fâtih Sultan Mehmed dönemine rastlar. Fâtih İstanbul’un fethinden sonra tersaneyi önce Kadırga Limanı’na, daha sonra Haliç’e naklettirerek kurduğu yeni gözler (gemi inşaat tezgâhları) ile güçlü bir donanma meydana getirmeye büyük önem verdi. Venedikliler’e karşı kuvvetli bir deniz gücünün gerekli olduğunu anlayan Fâtih, Çanakkale Boğazı etrafındaki bazı adalarla Ege denizindeki birtakım adaları zaptederek sahillerin emniyetini sağladı. Bu dönemde girişilen ciddi faaliyetler sayesinde Osmanlı donanması hayli gelişti, hatta İstanbul muhasarası sırasında Gelibolu sancak beyi (kaptan-ı deryâ) Baltaoğlu Süleyman Bey kumandasında mevcudu 400 parçayı aştı.
Özellikle fethi takip eden yıllarda Karadeniz sahillerinin ve bu arada Trabzon Rum Devleti’nin Osmanlı topraklarına katılması ve Kırım seferiyle Kefe başta olmak üzere bazı önemli mevkilerin Cenevizliler’den alınması, Karadeniz’i bir Türk gölü haline getirmek için Osmanlılar’ın yapmış oldukları ilk teşebbüslerdi. Aynı zamanda bu fetihler Osmanlı donanmasını bir akın donanması olmaktan çıkarmış, bir savaş donanması olma yoluna doğru yöneltmiştir. 1481’de Gedik Ahmet Paşa komutasındaki Osmanlı donanması Otranto’yu zaptetmiştir. Fakat bütün bunlara rağmen Türk deniz gücü yine de istenilen seviyeye gelememiş, savaş gemileri henüz denizci Batılı devletler seviyesine ulaşamamıştı. Osmanlı bahriyesinde görülen bu eksiklikler ise Türk donanmasına bir nakliye filosu hüviyetini veriyordu.
Osmanlı Devleti’nin Yakındoğu ve Doğu Akdeniz’de yükselişi ve Türk denizciliğinin cihanşümul bir gelişme göstermeye başlaması II. Bayezid devrinde (1481-1512) gerçekleşmiştir. II. Bayezid açık denizlere elverişli bir bahriyeye sahip olunmadığı müddetçe Venedik Cumhuriyeti ile açık denizde baş edilemeyeceğini ve dolayısıyla devletin geleceği için çok önemli olan Doğu Akdeniz hâkimiyetinin sağlanamayacağını gayet iyi anlamıştı. Diğer taraftan iktisadî sebepler de devleti böyle bir siyasete ister istemez sürüklüyordu.
II. Bayezid saltanatının ilk yıllarında özellikle Memlükler’e karşı serbest olabilmek için Venedik ile dost kalmaya gayret etmiştir. Fakat bu arada Kili ve Akkirman’ın Osmanlı topraklarına katılması ile Karadeniz’in batı sahili tamamen Türkler’in eline geçmiş, ayrıca Kırım ile karadan bağlantı kurulmuştur (1489). Bu fetihlerden sonra Karpat dağlarının Osmanlı nüfuz sahası içine girmesiyle de buradan temin edilen keresteler sayesinde büyük çapta savaş gemilerinin inşasına girişilmişti. Böylece II. Bayezid’in arzu ettiği açık deniz filosunun temelleri yavaş yavaş atılmaya başlanmıştı. Daha sonra Memlükler’le girişilen mücadele tam altı yıl sürmüş ve bunun neticesinde Toros dağlarının Osmanlı topraklarına katılması ile de bu dağlardan sağlanan kereste mükemmel bir deniz filosu inşasına başlıca âmil olmuştur.
Özellikle üçüncü Çukurova harekâtında kara ve deniz kuvvetlerinin ortak hareket etmesi ve son darbeyi deniz kuvvetlerinin indirmesi planı yine II. Bayezid tarafından ortaya konulmuştur. Fakat kesin bir sonuç alınacağı sırada kopan bir fırtına deniz kuvvetlerini perişan etmiş ve plan gerçekleşmemiştir. Sonucu başarısız olmasına rağmen II. Bayezid’in dış politikasında Türk donanmasının önemli bir rol oynamaya başlamasını göstermesi bakımından bu hadisenin bahriye tarihinde önemli bir yeri vardır. Bu sırada II. Bayezid, Çukurova savaşlarını daha iyi yürütebilmek için Venedikliler’den Kıbrıs’ın Magosa Limanı’nı üs olarak istemiş, fakat bir sonuç alınamamıştır.
Bu şekilde Türk deniz gücünün ilk defa II. Bayezid’in dış politikasında önemli bir rol oynamaya başlaması, Venedik ile geçici bir süre için tesis edilen dostluk münasebetlerini tehlikeli bir kuvvet denemesi şekline sokmuştur. Özellikle 1489 yılında Venedik’in Kıbrıs’ı ele geçirmesiyle Batı Anadolu sahilleri ve dolayısıyla Akdeniz ticaret yolları Venedik tehdidi ile karşı karşıya kalmış bulunuyordu. II. Bayezid Venedik’in Doğu Akdeniz’deki bu avantajlı durumunu göz önüne alarak Osmanlı bahriyesini yeni bir tarzda teşkilâtlandırmanın lüzumunu anlamış ve 1495’te devrin en büyük denizcisi Kemal Reis’i devlet hizmetine alıp Türk denizcilik tarihinde büyük Türk donanma kaptanları çağını açmıştır. Kemal Reis bu sırada Memlükler’le yapılan antlaşma gereğince Mekke ve Medine’ye tahsis edilen Çukurova’nın vâridâtını emrindeki bir filo ile İskenderiye’ye götürüyordu. Hatta zaman zaman Rodos şövalyeleriyle karşılaşıyor ve onlarla deniz savaşları yapıyordu. Bu sebeple Osmanlılar 1505’te Rodos’a donanmanın öncülük ettiği kara kuvvetleriyle çıkarma yapmak dahi istemişlerdi.
Kemal Reis’in donanma hizmetine alınması ve donanmanın yeni baştan teşkilâtlandırılması, Türkler’i açık denizde Venedik Cumhuriyeti ile mücadele yapabilecek bir seviyeye getirmişti. Bununla beraber Osmanlı donanmasının en faal devri Mora’nın fethi ile başlar. Nitekim 1499’da başlayan Mora savaşları sırasında Modon, Koron, Navarin, İnebahtı gibi müstahkem mevkilerin alınmasında donanmanın büyük hizmetleri görülmüş, ayrıca Venedik donanması ile iş birliği yapan Fransız gemileri de hezimete uğratılmıştır.
İnebahtı bundan sonraki deniz muharebelerinde Osmanlı donanmasının Akdeniz’deki faaliyeti için önemli bir üs olmuştur. Ayrıca 1500 yılında Adriyatik sahillerindeki Draç’ın zaptı, Osmanlı donanmasına bu sahillerde de faaliyet imkânı hazırlamıştır. Kemal Reis’in Türk donanmasını kısa bir zaman içinde Mora’daki Venedik deniz üslerini alabilecek kadar teçhizatlandırması ve bu savaşlardaki derin strateji anlayışı, Türk denizcilik tarihinde korsanlık devrinin başlamasına yol açmıştır. Osmanlılar’da kara askerî teşkilâtındaki akınların bir benzeri olan korsanlık tamamen devletin denetim ve gözetimi altında yürütülen bir teşkilât olup kanunsuz bir eşkıyalık hareketini ifade etmemektedir.
II. Bayezid’in deniz stratejisi daha sonra oğlu I. Selim tarafından yürütülmüştür. Yavuz Selim özellikle Anadolu’nun geleceğini tehdit eden Şiî tehlikesini ortadan kaldırdıktan sonra pek çok gemi inşasına elverişli bir tersanenin kurulması için Vezîriâzam Pîrî Mehmed Paşa’ya emirler vererek babasının açmış olduğu yoldan yürümeye çalışmıştır. Bunun üzerine yanında vezirler olduğu halde bugünkü Kasımpaşa ile Hasköy arasında, evvelce Bizans tersanesi olarak kullanılıp sonradan mezarlık haline gelmiş olan sahayı inceleyen Pîrî Mehmed Paşa bu sahayı tersane inşasına uygun bir yer olarak tesbit etmiş ve ilk iş olarak Kasımpaşa deresi ağzında Fâtih’in inşa ettirmiş olduğu eski tersanenin genişletilmesi hususunu ele almıştır. Bir kısım müelliflere göre Pîrî Mehmed Paşa Divanhâne’nin olduğu yerde ahşap bir kasır ile Hasbahçe Köşkü’nü yaptırmış ve Hasköy’ün ilerisinde amele ve ustaların oturmaları için de bir mahalle kurmuştur ki bu mahalle bugün de Pîrî Paşa adını taşımaktadır.
Bu şekilde 1513’lerde tersane yavaş yavaş Haliç’e intikal ettirilmeye çalışılmıştır. Ayrıca Yavuz Selim Galata’dan Kâğıthane’ye kadar 300 gözlük büyük bir tersane düşünmüşse de bu gerçekleşememiştir. Buna rağmen bu sahada kurulan tersane Avrupa’nın en büyük tersanelerinden biri olmuştur. Nitekim 1514’te 50 gözlük bir tersane oluşmuş ve bu sayı kısa zamanda 136’ya ulaşmıştır. Haliç tersanesi 1516 yılında Pîrî Mehmed Paşa’nın gayretleriyle tamamlanmıştır. Ayrıca 1517’de Suriye ve Mısır’ın Osmanlı topraklarına katılması ile sonuçlanan Mısır seferinden dönüşünde Yavuz Selim, bu memleketleri merkeze bağlayan deniz yolunu tehdit eden Rodos şövalyelerinden kurtulmak için Rodos Seferi’ne çıkma niyetinde olduğundan, tersanenin yeni ilâvelerle daha da genişletilerek gözlerinde çektiri cinsi 150 gemi inşası emrini vermiş ve bu gemiler için Suriye ve Mısır’dan Arap kürekçiler getirtmişti.
Her birine 50.000 akçe tahsis edilip üstleri kurşun levhalarla örtülen gözleri ihtiva eden Haliç tersanesinin kurulmasında önemli bir rol oynayan Gelibolu sancak beyi ve Kapdanıderyâ Câfer Bey, Selim tarafından bu tersanede inşa edilen Osmanlı donanması ile Gazze ve Remle iskelelerine sefer yapmakla görevlendirilmiştir. Haliç tersanesindeki göz sayısı 1522’de 144’e ulaşmıştır. 1539’da çıkan bir yangında gözler harap olmuşsa da kısa zamanda yine eski haline getirilmiştir. Haliç Tersanesi XVII ve XVIII. yüzyıllarda bu durumunu korumuştur.
Diğer taraftan Suriye ve Mısır’ın alınmasından sonra ticaret ve hac yolları ile mukaddes yerlerin emniyeti için Kızıldeniz’in kontrol altına alınması gerekli görüldü. Bu maksatla Hint sularında faaliyet gösteren Portekizliler’e karşı girişilecek bir hareket için Süveyş’te bir filo inşası kararlaştırıldı. Aslında Süveyş Tersanesi Osmanlılar’a Memlükler’den intikal etmişti. Mısır’ın Osmanlı topraklarına katılmasından önce daha II. Bayezid zamanında Memlük sultanına yardım maksadıyla Süveyş’e birtakım usta ve ameleler gönderilmişti. Hatta 1515’te Selman Reis ile birlikte 1000 kadar Türk denizcisi Memlük Emîr Hüseyin’in yanında Portekizliler’le mücadelede bulunmuştu. Bu sırada Mısır’ın fethi haberi geldiğinde Selman Reis, Yavuz Sultan Selim’e 24 Mart 1517 tarihli bir arîza göndererek buranın durumu hakkında bilgi vermiş, ardından Hint Okyanusu hâkimiyeti için yapılacak deniz mücadelelerinde Osmanlı deniz üssü olarak önemli bir rol oynayan Süveyş’te “kaptanlık” kurulmuş ve ilk Süveyş kaptanı Selman Reis olmuştur. Süveyş’te daha ziyade Akdeniz tipi gemiler inşa edilmekteydi. Buradaki kuvvetlere Bahr-i Ahmer filosu da deniliyordu. XVII. yüzyılın ikinci yarısından sonra Hint kaptanlığı adıyla anılmaya başlanmıştır.
Kanûnî Sultan Süleyman zamanında Osmanlı bahriyesi her alanda Avrupa’nın denizci devletlerinden daha üstün bir duruma gelmiş, özellikle Barbaros Hayreddin Paşa, Turgut Reis ve Kılıç Ali Paşa gibi denizcilerin tecrübelerinden geniş ölçüde faydalanılmış ve neticede Karadeniz’in bir Türk gölü haline gelmesinden sonra Kızıldeniz ve Akdeniz’de de hâkimiyet sağlanmıştır. Türk korsanları daha sonra Sebte Boğazı’ndan geçerek İzlanda adasına kadar gitmişlerdir. Ayrıca Barbaros Hayreddin Paşa’nın devlet hizmetine girmesinden sonra kaptanlara beylerbeyilik rütbesi verilmeye başlanmış, Barbaros Cezayir beylerbeyi olarak bu göreve getirilmiştir. Kaptanpaşalık zamanla merkezî idarenin en önemli ve nüfuzlu mevkilerinden biri haline gelmiştir.
Osmanlılar’da deniz kuvvetlerinin teşkilât ve mürettebatı önceleri iki sınıfa ayrılmıştı. Birincisi tersanenin esas erkânı olan sanatkârlar, ikincisi tersane halkı denilen gedikli sınıfıydı. Bunlar kaptanlar, reisler, kalafatçılar, kumbaracılar ve marangozlardan ibaretti. Cenkçi askerler de bu sınıfa dahil olup azeb adıyla anılırdı. Gemilerin kürekçileri vergi mukabilinde halktan toplandığı gibi mahkûmlardan ve esir alınan hıristiyanlardan oluşurdu. Savaş zamanında gemilere cenkçi olarak yeniçerilerden ve cebecilerden asker alınırdı. Yavuz Sultan Selim devrinde bu usulde bazı düzenlemeler yapıldı. Sahil veya sahile yakın sancaklardan toplanan asker donanmada görevlendirildi.
Kanûnî devrinde merkezi Gelibolu sancağı olmak üzere Kaptanpaşa veya Cezâyir-i Bahr-i Sefîd diye adlandırılan bir eyalet teşkil edildi. Bu büyük eyalete Gelibolu, Eğriboz, İnebahtı, Midilli, Sığacık, Kocaeli, Mora’da Karlı-ili ve Mezistre, Sakız, Mehdiye, daha sonra Kıbrıs sancakları dahildi. Bu eyaletten savaş sırasında donanma hizmetine 4000-4500 kadar asker gelir ve bunlar kaptan-ı deryâ kalemine kaydedilirlerdi.
Devletin esas deniz kuvvetini teşkil eden bu askerler tersane gemilerine mahsus olup bunlardan başka yirmi beş kadar bey gemisi ile diğer savaş gemileri ve bunların mürettebatı donanma gücünü oluşturmaktaydı. Bey gemileri savaş zamanında Kaptanpaşa eyaletinin sancak beyleri tarafından sağlanır, yine onlar tarafından teçhiz ve idare edilirdi. Bazı gemileri devlet verir, mürettebatını ise beyler temin ederlerdi. Bu gemilerin askerlerine levent denilirdi. Ayrıca korsan gemileri de devletin üçüncü, fakat gerçekte birinci derecede önemli deniz kuvvetini teşkil ederdi. Barış zamanında bey gemileri ticaretle meşgul olurlardı. Savaşa katılmaları ise onlara birtakım ticarî imkân ve imtiyazlar sağlardı.
1682’de kalyon denilen yüksek güverteli gemilerin kesin olarak savaş gemileri içinde ön plana geçmesiyle kalyoncu adıyla özel bir sınıf teşkil edilmiştir.
Osmanlı deniz subaylarına gelince, gemiler önceleri birer reisin idaresinde idiler. Bu gemiler Gelibolu sancak beyinin kumandası altında toplanırlardı. Sonraları reis kelimesi yerine İtalyanca’dan alınan kapudan (kaptan) kullanılmaya başlandı ve sancak beyi derecesindeki donanma kumandanına kaptan-ı deryâ unvanı verildi. Barbaros’un devlet hizmetine girişiyle beylerbeyi unvanını alan kaptanlar kaptanpaşa adıyla anılmaya başlandı. Kaptanpaşalar barış zamanında tersane ve donanma işleriyle meşgul olurlar, seferde donanma kumandanlığı görevini yerine getirirlerdi. Kaptanpaşadan sonra donanmayı teşkil eden filoların ve fırkaların kumandanlıkları da beylerbeyi ve sancak beylerine aitti. I. Abdülhamid devrinde (1774-1789) levendliğin ilga edilmesinden sonra IV. Mehmed zamanından beri gayri resmî olarak kullanılagelen unvanlar da resmîleştirildi. Buna göre kaptanpaşadan sonra gelenler önem sırasına göre patrona, riyâle, kapudâne unvanlarıyla anılan “sancak kapudanları”ydı. Bu terimler İtalyanca ve İspanyolca’dan gelmedir. Türk denizciliğinde eskiden beri kullanılan birçok terim Venedik, Ceneviz ve İspanyollar gibi Latin milletlerinden alınmış, fakat bunların çoğu aslî mânalarını kaybetmiştir. Ayrıca kaptanpaşalık müessesesi tamamen Türkler’e has bir teşkilât olup burada Bizans dahil başka bir milletin tesirini düşünmemek gerekir.
Türk denizciliğine altın çağını yaşatan Barbaros Hayreddin Paşa, 1534 yılında fiilen başladığı yeni görevinde on iki yıl süreyle pek büyük ve önemli seferler yapmış, birçok zafer kazanmıştır. Bunlar Tunus, Mayorka, Pulya, Korfu, Venedik seferleri, Adalar denizi ve Akdeniz seferleri ve özellikle 1538 yılında 122 gemiyle Andrea Doria’nın kumandasındaki 600 gemiden oluşan Haçlı donanmasının 302 savaş gemisine karşı Turgut ve diğer reislerle beraber kazandığı Preveze Zaferi ile Fransa kralını himaye için yaptığı Nice seferidir.
Barbaros Hayreddin Paşa’nın Preveze Zaferi sırasında bir başka Türk filosu Hadım Süleyman Paşa kumandasında Hindistan’da Diu Kalesi’ni kuşatmaktaydı. Birbirinden çok uzak yerlerde bulunan iki Osmanlı filosunun aynı andaki faaliyeti, Türk denizciliğinin XVI. yüzyılda ulaştığı merhaleyi göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Hadım Süleyman Paşa’nın Hint Okyanusu’ndaki bu teşebbüsünü Pîrî, Murad ve Seydi Ali reisler devam ettirmişlerse de teknik yetersizlikler ve zor tabiat şartları başarıyı engellemiştir. Yüksek kabiliyetli Türk denizcilerinin Hint Okyanusu’nun hırçın ve sert dalgalarına mağlûp olmaları, Akdeniz gibi nisbeten sakin bir deniz için yapılmış Osmanlı kadırgalarının okyanusa dayanamamasından ileri gelmiştir. Fakat bütün bunlara rağmen Hint seferleri ve savaşları sonucunda Osmanlılar Portekizliler’i zayıflatmışlar ve Akdeniz baharat ticaretinin yeniden canlanmasını sağlamışlar, mukaddes yerlere karşı girişilen tecavüzleri önlemişlerdir. Diğer taraftan 1550 yılında Osmanlı Devleti hizmetine giren Turgut Reis Batı Akdeniz’deki faaliyetleriyle Avrupa’nın korkulu rüyası haline gelmiştir.
Bu sırada mükemmel denilebilecek bir şekilde organize edilmiş olan Osmanlı deniz teşkilâtı sayesinde Gelibolu ve İstanbul tersanelerinden başka Karadeniz, Akdeniz ve Marmara denizi sahillerindeki birçok iskele ve mevkide de Osmanlı gemileri yapılmaktaydı. Donanmaya olan ihtiyaç sebebiyle taşra tersanelerinde yapılacak gemilerin miktar ve çeşitleri hükümet tarafından o yerin kadılarına bildirilir ve yapım süresi de tayin edilirdi. Bunların inşası için gerekli olan malzeme, mimar ve ustalar ya mahallinden temin edilir veya merkezden gönderilirdi. Ayrıca yine bu devirde temelleri Yavuz Sultan Selim zamanında atılan Haliç Tersanesi daha da genişletilmiş ve civarına cami, medrese, hamam gibi hayır müesseseleri yapılmıştır. Bu müesseselerin bânisi olan Güzelce Kasım Paşa’nın ismine izâfeten Haliç Tersanesi’ne bundan böyle Kasım Paşa Tersanesi denilmeye başlanmıştır. 1547 yılında Sokullu Mehmed Paşa’nın kaptanıderyâlığı sırasında tersanenin etrafı çepeçevre duvarla kapatılmış ve bu duvara daha sonra altı kapı açılarak sur dışına yerleştirilen tersane halkı ve işçilerinin tersaneye girmeleri sağlanmıştır. Bu sıralarda tersanede belli başlı üç yapı göze çarpmaktaydı. Bunlardan biri divanhâne, diğerleri cami ve zindanlardır. Tersane gözleri aynı zamanda malzemelerin muhafaza edildiği ambar olarak da kullanılırdı. Gözlerin bazıları iki gemi alabilecek büyüklükte idi. Tersanenin XVI. yüzyıldaki bu durumu XVII ve XVIII. yüzyıllarda da devam etmiştir.
Bu devirde Osmanlı Devleti’nde deniz coğrafyacılığı da önemli bir hamle yapmıştı. Pîrî Reis (ö. 1554), denizciler için bir kılavuz mahiyetinde olan Kitâb-ı Bahriyye’yi kaleme almış, ayrıca Amerika’nın o çağa kadar henüz belli olmayan kısımları ve bazı adaları da gösterilen Atlas Okyanusu hakkında bilgi veren bir dünya haritası bırakmıştır. Onun haleflerinden Hint kapudanı Seydi Ali Reis ise (ö. 1562) maceralı seferini ve uzun kara seyahatini Mir’ât-ı Memâlik adlı eserinde anlatmış, yine coğrafya, riyâziye ve denizcilik fennine ait çeşitli kitaplarla Hint denizine ait el-Muhît adlı değerli bir eser daha kaleme almıştır.
Kanûnî’nin vefatından sonra yerine geçen oğlu II. Selim zamanında (1566-1574) Türk donanması hâlâ Akdeniz’e hâkim bulunuyordu. Bu hâkimiyet öyle bir şekil almıştı ki Akdeniz’in hıristiyan millet ve devletleri Türkler’in denizde yenilmez olduğu kanaatine varmışlardı. Özellikle Kıbrıs’ın fethinden (1571) ve bu arada meydana gelen İnebahtı (Lepanto) deniz savaşında Osmanlılar’ın mağlûp edilmesinden sonra kaptanpaşalık makamına getirilen Kılıç Ali Paşa’nın on altı yıl süren kaptanıderyâlığı sırasında Türk denizciliği en yüksek derecesine ulaşmıştı.
Ancak Kıbrıs’ın alınması pek çok insan kaybına mal olduğu gibi İnebahtı hezimeti de büyük emekler karşılığı meydana getirilen Osmanlı donanmasının ve özellikle donanma personelinin telef olmasına yol açmıştı. Buna rağmen Doğu Akdeniz ticaret yolları tamamen Türkler’in kontrolüne geçmiş, Akdeniz’de Girit ve Malta hariç bütün adalar Osmanlı egemenliği altına alınmıştır.
Barbaros, Turgut Reis ve onların yetiştirdikleri denizcilerden sonra Osmanlı deniz gücü denizcilik bilgisi olmayan kaptanpaşaların idaresine verildi. XVII. yüzyılın başlarında bu çöküntü alâmetlerinin bir diğer sebebi de gemicilikte yeni teknik gelişmelere ayak uydurulamaması idi. Bu sırada Batılı denizci devletler yüksek güverteli savaş gemileri kullanıyorlardı. İnebahtı’dan sonra kadırgaların modası geçmeye başlamıştı. Bu savaşta Türkler’e ağır bir darbe indirmiş olan uzun direkli, yelkenli, yüksek bordalı otuz altı toplu “gali” denilen gemilerdi. Bu bakımdan İnebahtı deniz savaşı kürek devrinin sonu, yelken devrinin de başı kabul edilmektedir.
XVII. yüzyılda Venedikliler Akdeniz’de tekrar üstünlüğü sağlamaya başladılar. Hatta Osmanlı donanmasını mağlûp ederek Boğaz dışındaki bazı adaları ve bu arada Bozcaada’yı zaptedip İstanbul’u tehdit ettiler. Köprülü Mehmed Paşa’nın Bozcaada ve Limni’yi geri almak için çektiği zorluk, Osmanlı donanmasının kısa zamanda ne kadar âciz duruma düştüğünü açıkça göstermektedir. 1654 yılında başlayan Girit seferi sırasında kalyonlar kullanılmaya başlanmışsa da bunlar daha ziyade “burton” tipi küçük kalyonlardı. IV. Mehmed’in ilk saltanat yıllarında kalyona geçmek için hazırlıklara başlandı ve nihayet 1682’de kalyon tipi gemiler donanmanın esasını teşkil etti. Hatta kısa zamanda Venedikliler’in Akdeniz’de yarım asra yakın bir zaman elde ettikleri sayı üstünlüğü de ellerinden alınmış oldu. Kalyonculuk Mezemorta Hüseyin Paşa’nın kaptanpaşalığından itibaren gelişmeye başladı ve bu hususta bir de kanunnâme hazırlandı. Denizcilikte birinci sınıfı işgal eden kalyon sayesinde Osmanlı donanması, 1770 yılında meydana gelen Çeşme faciasına kadar seksen yıl müddetle Akdeniz hâkimiyetini tekrar elinde tuttu. 1707’de Akdeniz’e açılan Canım Hoca Mehmed Kaptan, yirmi kadar kalyonla İspanya kıyıları ile Mayorka adaları tarafına giderek Mesina’ya asker çıkarmış, iki kalesini muhasara edip zaptetmiş, mesafenin uzaklığından dolayı muhafazasının zorluğunu göz önüne alarak kaleleri tahrip ettirdikten sonra birçok esirle geri dönmüştü.
1717-1770 arasında elli yılı geçen bir müddet zarfında Türk donanması bir savaş görmemişti. Bu arada Koca Râgıb Paşa’nın sadâreti sırasında (1757) tersaneler yeniden tanzim ettirilmiş, yeni savaş gemileri yapılmış, fakat bahriye istenilen seviyeye çıkartılamamıştır. Halbuki bu sıralarda Avrupa devletlerinde denizcilik ilmî bir şekilde ilerlemekte idi. Nitekim 1770’te Osmanlı donanmasının imhasıyla sonuçlanan Çeşme Vak‘ası, Osmanlı denizciliğinin içinde bulunduğu kötü durumu açık olarak göstermektedir.
Bununla birlikte Çeşme faciası Osmanlı bahriyesinin modern bir şekilde teşkili için harekete geçilmesini sağladığı gibi daha sonra donanmanın başına geçecek olan Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın tarih sahnesine çıkmasına da vesile oldu. Kaptanıderyâlığa getirilen Gazi Hasan Paşa’nın gayretleri sonucunda Bahriye Mektebi açılarak (1773) yabancı uzmanlara dersler verdirilmiş, bu arada Gelenbevî İsmâil Efendi, Kasapbaşızâde İbrâhim Efendi gibi Türk hocalar da yetişmiştir. Ayrıca gemi inşa faaliyetleri artmış, gemi personeli, özellikle kalyoncular bir düzen altına alınarak Kasımpaşa’da yaptırılan kışlalarda ikametleri sağlanmıştır. Bütün bu faaliyetler sonucunda 1790’da irili ufaklı doksan gemiden ibaret bir donanma teşkil edilmiştir. Yalnız bu sayının içinde çürükler de dahildi. Çeşitli tezgâhlarda yapılan bu gemiler belirli bir tekniğe dayanmıyordu, dolayısıyla yapılışları ve donatılmaları zamanın savaş tekniğine uygun düşmemekteydi.
Tersane ve donanmanın tanzim ve ıslahı için planlı ve şuurlu bir devlet politikası, ancak III. Selim tahta geçtikten sonra takip edilmeye başlanmıştır. III. Selim 7 Nisan 1789 tarihinde tahta çıktığı zaman asırlarca Türk gölü olarak kalan Karadeniz’i tekrar bir Türk gölü haline getirmek için Kırım’ın alınmasının devletin geleceği için gerekli olduğunu gayet iyi biliyordu. Fakat 1787-1792 Osmanlı-Rus ve Osmanlı-Avusturya savaşlarındaki başarısızlık ve bu savaşlar sırasında Türk ordu ve donanmasının vaziyeti Kırım’ı tekrar Türk topraklarına kazandıracak gücün olmadığını açıkça göstermişti.
Bu suretle son savaşlar, devletin bütün müesseselerini içine alacak çapta büyük bir ıslahatın gerekliliğini iyice ortaya koymuştu. Fakat III. Selim kendisinden önceki padişahların yapmış oldukları ıslahatı kâfi görmüyordu. Onun kafasındaki ıslahat daha şümullü ve daha geniş kapsamlı bir reform projesi idi. Nitekim III. Selim devletin ileri gelenlerine ve bulundukları mevkilerde ehliyet sahibi kimselere emirler göndererek devletin bozulan nizamının düzeltilmesi ve ıslah edilmesi yolunda görüşlerini kendisine bildirmelerini istedi. Takdim edilen lâyihalarda bahriye nizamının sağlanması ve ıslahı da ele alındı. Bu konuda hassasiyet gösteren III. Selim tahta geçtikten birkaç yıl sonra yakın adamlarından Küçük Hüseyin Paşa’yı kaptanpaşalık makamına getirdi.
Küçük Hüseyin Paşa bu mevkide kaldığı on iki yıl zarfında, kendisine geniş yetkiler veren III. Selim’in ıslahat planlarına tam anlamıyla uyarak Türk bahriyesini en iyi İngiliz ve Fransız örneklerine göre yabancı teknisyenlerin yardımı ile Avrupa standartları ayarında ıslah etti ve bundan sonra modern Osmanlı bahriyesinin kurucusu olarak şöhret kazandı. Ayrıca Küçük Hüseyin Paşa donanma kumandanı olarak Ege denizindeki korsanların kökünü kazımaya muvaffak olmuş ve Fransızlar’ın Mısır’dan çıkartılmasında İngilizler’le beraber önemli rol oynamıştır.
III. Selim döneminde ilk iş olarak bir bahriye nizamnâmesi çıkarıldı. O zamana kadar bazı gemi kaptanları başına buyruk bir şekilde hareket ediyor, çok defa süvariliği rüşvet yoluyla ele geçiriyorlardı. Ayrıca gemi süvarilerinin bir kısmı gemilerin cephane dahil bazı aksamını satmaktan da kaçınmıyorlardı. Çıkarılan nizamnâme ile devlet malının ziyana uğramasının veya talan edilmesinin önüne geçildi. Daha sonra gemiler yine nizamnâme gereğince kalyon, firkateyn ve şehtiye diye üç grup üzerinde tertip edildi. Ayrıca her gemiye ehliyet derecesine göre kaptanlar tayin edildi.
Diğer taraftan rüşvetin önlenmesi ve devlet malının korunması için bahriye görevlilerinin maaşlarında ayarlamalar yapıldı; ayrıca emeklilik durumları da yeni bir şekle sokuldu. Böylece III. Selim, ıslahatı yürütecek olan kişilerin maddî yönden tatmin edilerek itibarlarının korunmasını sağlamış oldu. 11 Temmuz 1792’de gedikli personeli için yeni bir nizamnâme çıkarılmış ve ilgili yerlere bildirilmişti. Bu devirde savaş gemilerine mutfak teşkilâtı kurularak gemilerin içindeki keşmekeşliğin önüne geçilmiş, ayrıca düzenli bir beslenme ile deniz askerinin savaş gücünü arttırma yoluna gidilmiştir.
Bu arada eğitime de büyük önem verilmiş, Bahriye Mektebi’nin ıslahına çalışılmıştır. 1795’te kara ve deniz mühendishâneleri birleştirilmişse de iki yıl sonra her iki mektep tekrar birbirinden ayrılarak eğitim faaliyetlerine devam etmişlerdir. III. Selim bahriyenin ve Bahriye Mektebi’nin ıslah ve inkişafı için yabancı uzmanlardan faydalandı, ancak onlara kurumların idarelerini kayıtsız şartsız teslim etmedi. Yalnız öğretici sıfatlarından istifade edilerek yanlarında kabiliyetli Türk gençlerinin yetişmesine zemin hazırlandı. Tersane ve donanma için gerekli olan tabip ve cerrahların yetiştirilmesi Avrupaî bir usul çerçevesinde ele alındı. İtalyan literatürünü takip eden bir tıbhâne ile bir cerrahhâne açıldı. 1807’de nizamnâmesi de çıkarılan Tersane Tıbhânesi kısa da olsa bir süre faaliyet gösterdi. Öte yandan ticaret gemilerinin çoğaltılması için bazı tedbirler alındı; zenginlere ve devlet erkânından imkânı olanlara gemi satın almaları veya yaptırmaları tavsiye edildiyse de bundan bir sonuç elde edilemedi. Karadeniz, Akdeniz ve Marmara denizinin çeşitli yerlerinde eskiden beri bulunan gemi yapım alanları bu dönemde yeniden canlandırıldı. Tersâne-i Âmire birtakım inşaat faaliyetleriyle genişletildi. İsveçli mühendis Rhode’nin gayretiyle İstanbul’da dokuz gemi tezgâhı yapıldı. 1796 yılında Tersane’de bir de büyük havuz inşasına başlandı. Havuzun mühendisi yine İsveçli Rhode idi.
Bu devirde bahriye görevlileri kaptanpaşadan sonra tersane emini (sonradan umûr-ı bahriyye nâzırı), tersane kethüdâsı, tersane ağası, liman reisi, tersane kâtibi, tersane defter emini şeklinde sıralanıyordu. Kaptanlar üç sınıfa ayrılmıştı. Birincisi sancak kaptanları olup bunlar kapudâne-i hümâyun, patrona-i hümâyun, liman reisi, riyâle-i hümâyun ve liman nâzırı idiler. İkincisi süvari kaptanlar, üçüncüsü ise mülâzım kaptanlardı.
III. Selim bu ilk reform çabalarından sonra 1804’te çıkarttığı bir kanunnâme ile reform faaliyetlerini birtakım yeni esaslara bağlamaya çalıştı. Bu kanunnâme 1805 ve 1806’da yeni ilâvelerle daha geniş kapsamlı bir hale getirildi. Kanunnâme dönemi diyebileceğimiz bu dönemde Tersane Eminliği yerine Umûr-ı Bahriyye Nezâreti kuruldu. Nâzırın emrine müstakil bir bahriye hazinesi verildi. Kanunnâmede kaptanpaşa ve nâzır başta olmak üzere bahriyenin her kademesinde görevli kimselerin vazifeleri ayrı ayrı belirtildi. III. Selim’in önce Tersane’yi bir düzen altına almakla başlattığı reformlar daha sonra gemi inşaatı ve diğer deniz işleriyle ilgili sahalara da yayıldı. Fakat gemiler için çok gerekli olan teknik personel ve savaşçı askerlerin yetiştirilmesine dış meseleler ve iç huzursuzluklar bir türlü fırsat vermemiş ve neticede gemileri sevk ve idare edecek yeterli bir kadro oluşturulamamıştır.
III. Selim’in bahriyeyi ıslah etme gayretleri, II. Mahmud devrinde girişilen reform hareketlerine iyi bir zemin teşkil etmiştir. Özellikle 1806-1812 Osmanlı-Rus savaşlarına son veren 1812 Bükreş Antlaşması’ndan sonra II. Mahmud eski bahriye müesseselerini ihyaya ve yenilerini açmaya büyük gayret sarfetti. Nitekim III. Selim zamanında yaptırılan büyük kâgir havuzu tamir ettirdiği gibi ikinci bir havuzun da inşasını emretti (1822). Havz-ı Cedîd adı verilen bu havuzun inşası 31 Mart 1826 tarihinde tamamlandı. Diğer taraftan Anadolu sahilleriyle bir kısım Ege adalarında yapılagelen kalyon, firkateyn, korvet, brik cinsi savaş gemilerinin inşasına bu dönemde de devam edildi. Bu tersanelerin hepsi Tersâne-i Âmire’ye bağlı olup kapasiteleri nisbetinde donanmaya gemi inşa etmekle yükümlüydüler. Bunlardan Sinop, Bodrum, Gemlik ve Tersâne-i Âmire tezgâhları 80-84 toplu, 63-66 zirâ boyunda kalyon; Limni, Rodos, Samsun, Amasra, Bartın, Akşehir, Midilli, İzmit tezgâhları 4650 toplu, 46-64 zirâ boyunda birer adet firkateyn yapmakla görevliydiler. 1811’de Osmanlı donanmasının mevcudu kalyon, firkateyn ve korvet olarak irili ufaklı kırk iki parçadan ibaretti. 1819 yılında çalışmaz halde bulunan Bodrum tezgâhı faal hale getirilerek bir kalyon ile Kemer mevkiindeki tezgâhta bir firkateyn inşasına başlandı. Ayrıca gemi inşasında kullanılacak kerestenin kesim işlemi de yine bu dönemde bir esasa bağlandı.
Bütün bunlara rağmen II. Mahmud’un bahriyeyi ıslah gayretleri bir önceki döneme göre sönük kaldı. Hatta iç meselelerin ağırlık kazanması dolayısıyla Tersane ve donanma işleri tekrar bir duraklama dönemine girdi. Türk bahriyesinin bu duraklamasından faydalanarak kuvvetli bir korsan filosu meydana getiren millet ise Rumlar’dır. 1821’de patlak veren Mora ayaklanması sırasında bu filonun Rumlar’a büyük yardımı olmuştur. Daha ziyade küçük gemilerden oluşan Rum filosu Ege’nin küçük koy ve körfezlerine rahatlıkla girip çıktığından büyük gemilerden oluşan Osmanlı donanmasının takibinden kolaylıkla kurtulabiliyordu. Rumlar’ın ayaklanması, Osmanlı bahriyesinde yelkenci ve armadar olarak çalışan Rum tayfaları üzerinde de etkili olmuştur. Nitekim isyandan sonra Türk bahriyesinde görevli olan bu sınıf kaçarak isyancı Rumlar’a katıldı. Bu ise bahriyeyi oldukça güç bir durumda bıraktı. Esasen Osmanlı Devleti III. Selim’den bu yana Avrupa’da dahi örneğine rastlanmayan büyük ve gösterişli savaş gemileri yapmışsa da personel meselesini bir türlü halledememişti. Bahriye Mektebi henüz tam olarak çalıştırılamıyordu. Devlet bu noksanlığı Galata ve Balıkpazarı meyhânelerini dolduran Cenovalı, Maltalı, Raguzalı ecnebi gemicilerle kapatmaya gayret etmişti.
Osmanlı donanmasının personel noksanlığı yüzünden isyanın ilk yıllarında Adalar denizinin hâkimiyetini kazanmak pek mümkün olmadı. Fakat 1826’dan sonra donanmanın zenginleştirilmesi yönüne gidilerek Tersâne-i Âmire’de yapılan gemilerden başka Anadolu sahillerinde bulunan çeşitli tezgâhlara dokuz kıta korvet inşası için emirler gönderildi. İsyanın ilk beş yılından sonra Türk donanmasının denizde üstünlüğü ele geçirmesinde Mısır filosunun da büyük yardımları oldu. Ancak Rum isyanının tamamen bastırıldığı bir sırada Osmanlı ve Mısır gemilerinden oluşan Türk donanması, Yunan istiklâlini zorla kabul ettirmek isteyen Rus-İngiliz ve Fransız gemilerinden oluşan Haçlı donanması tarafından savaş ilân edilmeden Navarin Limanı’nda yakıldı (1827).
Navarin faciası, Türk bahriyesinin III. Selim zamanından beri devam edegelen çalışmalar sonucunda elde ettiği güç ve bilgiyi tamamen yok etti. Donanma yok olduğu gibi yetişmiş insan gücü kaybına da uğrandı. Böylece devletin önemli bir sanayi kolu olan bahriye çökme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Diğer taraftan 1826’da Yeniçeri Ocağı da kaldırıldığı için Navarin faciasıyla birlikte devlet bir anda ordusuz ve donanmasız bir duruma düştü. Bu olaylardan sonra patlak veren 1828-1829 Osmanlı-Rus savaşları Ruslar’ın zaferi ve Yunan Devleti’nin tanınması ile sonuçlandı. Bağımsız bir Yunan Devleti’nin kurulması ve bunun Osmanlı Devleti tarafından zorla da olsa kabul edilmesi Ege denizi hâkimiyetini de etkiledi. Çünkü bu tarihten sonra Ege iki devletin ortak bir denizi haline geldi. Bu durum günümüze kadar uzanan Türk-Yunan uyuşmazlığının da başlangıcını teşkil etti.
Aslında Navarin faciası yelkenli gemilerin son savaşı olmuştur. Bu tarihten sonra buharlı gemi dönemi başlamış, Osmanlı Devleti de buna imkânları nisbetinde ayak uydurmaya çalışmış ve ilk buharlı gemiyi 1827’de İngiltere’den satın almıştır. Bu sırada Bahriye Mektebi’nin Heybeliada’ya nakli işlemi 1834 yılında başlamış ve 1852’de tamamlanmıştır. Ocak 1838 tarihinde Heybeliada’da yeniden inşa edilen binada talebeler öğrenim görmeye başladılar. O sıralarda öğrencilere bu mektepte harita, coğrafya, hendese, logaritma, oktant dersleri okutulmaktaydı. Aynı yıl çıkarılan bir kanunnâme ile mektep yeniden düzenlendi. II. Mahmud zamanında deniz ticaretinde herhangi bir gelişmeden söz edilemezse de 1823 yılında devletin ticaret gemileri için bir nizamnâme çıkarıldı. Nizamnâme gereği tertip edilen beş altı ticaret gemisi birtakım ticarî faaliyetlerde bulunmuş, ancak Batılı devletlerin ticaret gemileriyle rekabete girişecek bir güce sahip olamamıştır.
II. Mahmud devrinde bahriyeyi ıslah etme yolunda gösterilen bütün bu çabalar ve harcanan paralar Tersane ve donanmayı istenilen seviyeye çıkaramamış, daha doğrusu III. Selim’in yapmak istediği ıslahatı gerçekleştirmeye yetmemiştir. Bu sıralarda Cezayir Fransa tarafından işgal edilmiş, İngiltere bağımsız bir Yunan krallığının kurulmasında öncülük etmiş, Rusya ise Osmanlı Devleti üzerinde beslediği emellerine kavuşmak ümidiyle gözünü Türk topraklarına dikmişti. Islahat hususunda Avrupa’dan herhangi bir yardım alamayacağını gayet iyi bilen II. Mahmud, XIX. yüzyılın başından beri Osmanlılar’la ilişki kurmak isteyen Amerika Birleşik Devletleri’nin dostluk tekliflerini göz önüne almış ve bu devletle ticarî bir anlaşma yaparak Türk tarihinde yeni bir devri başlatmıştır. 1830-1839 yılları arasında kesintisiz devam eden bu ilişkiler sonucunda Osmanlı bahriyesi için önemli sayılabilecek gelişmeler kaydedilmiş ve Amerika Birleşik Devletleri’nin gemicilik fenninden istifade edilerek Amerikankârî denilen yeni tarz gemilerin inşasına başlanmıştır. Amerikalı mühendisler ilk buharlı gemileri yine bu dönemde inşa etmişlerdir. Ancak II. Mahmud’un ölümünden sonra bu faaliyet de sona ermiş ve Avrupa’dan buharlı gemi ve buhar makinesi alma dönemi başlamıştır. Bu durum ise Osmanlı bahriyesini tamamen dışa bağımlı hale getirmiştir.
Abdülmecid’in tahta geçişinden kısa bir müddet sonra ilân edilen Tanzimat Fermanı döneminde girişilen reform hareketleri bahriye teşkilâtını da içine alıyordu. Bahriyede yapılacak reformlarda özellikle teşkilât yönünden daima kara askerî teşkilâtı ve Tophâne-i Âmire müessesesi örnek alınmıştır. Nitekim bahriyenin daha iyi ve olumlu bir şekilde idaresi ve teşkilâtlandırılması için bir bahriye meclisi kurulması söz konusu edildiğinde Seraskerlik ve Tophâne-i Âmire’de olduğu gibi Tersâne-i Âmire’de de bir meclisin tertip edilmesi gerektiği üzerinde durulmuştu. Nihayet yapılan çalışmalar sonunda 25 Ocak 1840 tarihinde ilk bahriye meclisi kuruldu. Şûrâ-yı Bahrî, Şûrâ-yı Âlî-i Bahrî, Meclis-i Rüesâ, Meclis-i Bahriyye, Tersâne-i Âmire Meclisi gibi adlarla anılan Bahriye Meclisi bir reis, bir çeşit hukuk müşaviri vazifesini gören bir müftü, dört üye, bir kâtip ve bir de mukayyidden meydana gelmekteydi.
Bahriyenin daha iyi bir düzene konulması için teşkil edilen Bahriye Meclisi, müftü hariç tamamen bahriye ümerâsından oluşmakta idi. Tersâne-i Âmire’nin her türlü nizamı, satın alma ve imalât işleri meclis tarafından yürütülürdü. Meclis ayrıca Tersane’de görevli esnafın düzeniyle ilgilenir, Bahriye Mektebi’nin bütün işleriyle meşgul olur, donanmada görevli subay ve erlerin düzenini ve onların daha verimli hale gelmesini sağlamak için bazı tedbirler alırdı. Bütün bu meselelerle ilgili hususların önceden tesbiti Bahriye Meclisi tarafından yapılır, daha sonra bir mazbata ile kaptanpaşaya takdim edilirdi. Kaptanpaşa meseleyi inceler ve sadârete bir yazı ile havale ederdi. Daha sonra mesele Meclis-i Ahkâm-ı Adliyye’de görüşülerek tekrar sadârete gönderilir ve buradan padişaha arzedilerek konu ile ilgili gerekli iradenin alınması yönüne gidilirdi. Üyelerinin sık sık değiştiği anlaşılan bu ilk Bahriye Meclisi, bahriyeyi ıslah etme konusunda önemli bir faaliyet gösteremeden kuruluşundan iki yıl sonra kaldırıldı. Bundan sonra bahriye işleri, Tersane ve donanmanın malî işlerinde söz sahibi olan tersane müsteşarı tarafından yürütüldü. Tersane müsteşarı başkanlığında toplanan bahriye ileri gelenleri sürekli olarak çalışmazlardı. Gerek görüldüğü zaman toplanarak karar verirlerdi. Buna da Meclis-i Âdiye deniliyordu.
İlk Bahriye Meclisi ileride girişilecek faaliyetlere basamak teşkil etmesi bakımından önem taşımaktadır. Nitekim Meclis-i Âdiye gibi ara sıra toplanan meclislerle bu mühim müessesenin ıslahına imkân olamayacağı kısa zamanda anlaşılarak sürekli çalışacak bahriye meclisinin teşkili yönüne gidilmiştir. Nihayet yapılan görüşmeler sonucunda 8 Eylül 1845 tarihinde Dâimî Bahriye Meclisi kurulmuştur. Bu meclisin kurulması ile Tanzimat Fermanı döneminde bahriye işleri daha şuurlu ve sistemli bir şekilde ele alınmıştır. Bu meclisin görevleri ve çalışma şekli ilk Bahriye Meclisi’ninki gibi idi. Fakat zamanla bahriye işlerinin gelişmesi ve yeni birtakım müesseselerin kurulması dolayısıyla bu meclisin görev ve yetkilerinin önem kazanması, meclise bağlı kalem sayılarında artışa yol açmıştır. Bahriye Meclisi Kalemi’nde yapılan en önemli değişiklik 1864 yılında meydana gelmiştir. Bu tarihte Bahriye Meclisi Kalemi, bahriye kısmı, nizam kısmı, levâzım kısmı olmak üzere üçe ayrılarak kalemler arasında bir iş bölümü yapılmıştır.
Bahriye Meclisi’nin kurulması hiç şüphesiz Tanzimat Fermanı döneminde bahriyeyi ıslah etme yolunda girişilen reform faaliyetlerinin başında yer alır. Dönemin ikinci önemli olayı ise kaptanpaşalık müessesenin yerine Bahriye Nezâreti’nin kurulmasıdır (1867). Böylece Bahriye Meclisi’ne daha da önem verilmiş, II. Abdülhamid döneminde meclis birçok daireye ayrılmış ve her daire için birer tâlimatnâme çıkarılmıştır.
Bu dönemde teşkilâtta yapılan düzenlemelerin yanı sıra savaş gemilerinde de önemli değişmeler olmuştur. Yelkenli gemiler tarihe karışmış, savaş gemilerinin hepsi buharla işleyen gemiler haline gelmiştir. Kırım Harbi’nden (1853-1856) sonra da artık zırhlı gemilerin yapımına başlanmıştır. Fakat gerek buharlı gemiler gerekse zırhlı gemiler dış ülkelerden satın alınmıştır. Özellikle zırhlı gemiler başta İngiltere olmak üzere Avrupa’dan getirtilmiş, bu durum devleti büyük bir malî bunalıma sokmuştur. Yüzyılın sonlarına doğru da Almanya’dan savaş gemisi satın alınmaya başlanmıştır. Ayrıca bu dönemde maarife verilen önem neticesinde bahriye mektepleri de modern usullerle eğitim yapan birer müessese haline getirilmiştir (ayrıca bk. BAHRİYE MEKTEBİ; BAHRİYE NEZÂRETİ).
BİBLİYOGRAFYA
Kâtib Çelebi, Tuhfetü’l-kibâr, tür.yer.
Hezârfen Hüseyin Efendi, Telhîsü’l-beyân fî kavânîni Âli Osmân, Paris Ancien Fond, nr. 40, 8. bab (fotokopisi: İÜ Ed.Fak. Tarih Seminer Kitaplığı).
Râmizpaşazâde Mehmed İzzet, Harîta-i Kapûdânân-ı Deryâ, İstanbul 1285.
Mehmed Şükrü, Esfâr-ı Bahriyye-i Osmâniyye, İstanbul 1306, s. 142-146.
Cevdet, Târih, I, 152-157.
Marsigli, Osmanlı İmparatorluğunun Askeri Vaziyeti, tür.yer.
Fevzi Kurtoğlu, Türklerin Deniz Muharebeleri, İstanbul 1935.
a.mlf., Gelibolu ve Yöresi Tarihi, İstanbul 1939.
a.mlf., 1768-1774 Türk-Rus Harbinde Akdeniz Harekâtı ve Cezayirli Gazi Hasan Paşa, İstanbul 1942.
a.mlf. – Ali Haydar Alpagut, Türklerin Deniz Harp Sanatına Hizmetleri, İstanbul 1936.
Uzunçarşılı, Merkez-Bahriye, s. 389-546.
a.mlf., “Hasan Paşa”, İA, V/1, s. 319-323.
İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İstanbul 1953, s. 76-77.
R. Kahane – A. Tietze, The Lingua Franca in the Levant, Urbana 1958.
Akdes Nimet Kurat, Çaka Bey, Ankara 1966.
Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, s. 65-83.
Şerafettin Turan, “Rodos’un Zaptından Malta Muhasarasına”, Kanunî Armağanı, Ankara 1970, s. 47-117.
Abidin Daver, Türk Denizciliği, İstanbul, ts. (Varoğlu Yayınevi), tür.yer.
Afif Büyüktuğrul, Osmanlı Deniz Harp Tarihi, İstanbul 1970-75, I-IV.
Ali İhsan Gencer, Bahriye’de Yapılan Islahât Hareketleri ve Bahriye Nezareti’nin Kuruluşu (1789-1867), İstanbul 1985.
a.mlf., Türk Denizcilik Tarihi Araştırmaları, İstanbul 1986.
P. Wittek, Menteşe Beyliği (trc. O. Şaik Gökyay), Ankara 1986, s. 29-80.
Ali Sevim, Anadolu’nun Fethi, Ankara 1988, s. 96-97.
Mücteba İlgürel, “Türklerin Batı Anadolu Sahil Güvenliğine Verdikleri Önem”, TKA Prof. Dr. İsmail Ercüment Kuran’a Armağan, Ankara 1989, s. 111-125.
Saffet, “1205’de Donanmamız”, TOEM, IV/22 (1329), s. 1370-1377.
a.mlf., “Osmanlı Bahr-ı Ahmer Filosunun Sumatra Seferi Üzerine Vesikalar”, a.e., IV/24 (1329), s. 102 vd.
Şahabettin Tekindağ, “Haliç Tersânesinde İnşâ Edilen İlk Osmanlı Donanması ve Cafer Kapudânın Arizası”, BTTD, VII (1968), s. 66-71.
a.mlf., “Süveyş’te Türkler ve Selman Reis’in Arizası”, a.e., IX (1968), s. 77-78 vd.
a.mlf., “Çeşme”, İA, III, 387, 388.
a.mlf., “Teke-oğulları”, İA, XII/1, s. 129, 130.
Cengiz Orhonlu, “Turgut Reis ve Korsika Baskını”, BTTD, XV (1968), s. 70 vd.
a.mlf., “Hint Kaptanlığı ve Pirî Reis”, TTK Belleten, sy. 134 (1970), s. 235.
a.mlf., “Mezemorta Hüseyin Paşa”, İA, VIII, 205-208.
H. Y. Kissling, “İkinci Sultan Bayezid’in Deniz Politikası Üzerine Düşünceler”, TK, sy. 84 (1969), s. 20 vd.
David Ayalon, “Memlûkler ve Deniz Kuvvetleri: İslâm Âlemi ile Hıristiyan Avrupa Arasındaki Mücadelenin Bir Safhası” (trc. Salih Özbaran), TD, sy. 25 (1971), s. 39-51.
a.mlf. – İ. H. Uzunçarşılı, “Baḥriyya”, EI2 (İng.), I, 945-949.
Oktay Aslanapa, “Türk Denizciliği ve Selçuklu Tersâneleri”, TK, sy. 146 (1974), s. 71.
Halil İnalcık, “The Rise of the Turcoman Maritime Principalities in Anatolia, Byzantium, and the Crusade”, Byzantinische Forschungen, IX, Amsterdam 1985, s. 179-216.
Wolfgang Müller-Wiener, “Zur Geschichte Des Tersāne-i Āmire in Istanbul”, Turcica, IX (Robert Anhegger, Festschrift Armağanı), Paris 1977, s. 253-273.
A. S. Ehrenkreutz, “Baḥriyya”, EI2 Suppl. (İng.), s. 119-121.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1991 yılında İstanbul’da basılan 4. cildinde, 501-509 numaralı sayfalarda yer almıştır.