BÂKĪ-BİLLÂH

Ebü’l-Müeyyed Radıyyüddîn Hâce Abdülbâkī b. Abdisselâm Üveysî Nakşibendî (ö. 1012/1603)

İmâm-ı Rabbânî’nin mürşidi, Nakşibendî tarikatını Hindistan’da yayan mutasavvıf.

Müellif:

971 (1563-64) veya 972 (1564-65) yılında Kâbil’de doğdu. Semerkantlı Kadı Abdüsselâm Halacî’nin oğludur. Ubeydullah Ahrâr’ın neslinden olan annesinin, Bâkī-Billâh Delhi’de hankahını kurduktan sonra dervişlerin yemeklerini pişirme görevini büyük bir zevkle üzerine aldığı rivayet edilir.

Bâkī-Billâh gençliğinde İslâmî ilimleri Mevlânâ Sâdık Helvâî adında bir zattan öğrenmeye başladı. Mevlânâ Sâdık Kâbil’den Mâverâünnehir’e gidince öğrencisini de beraber götürdü; ancak Bâkī-Billâh tahsilini bitirmeden tasavvufa yöneldi ve Orta Asya’da çeşitli şeyhlerden faydalandı. Nakşibendî tarikatından Şeyh Ubeyd, Mevlânâ Lutfullah ve Seyyid Abdullah Belhî’ye ve Yesevî tarikatından İftihar Şeyh’e intisap ettiyse de inâbesini tekrar tekrar bozdu. Bir müddet sonra Lahor’a geçen Bâkī-Billâh kendisine teklif edilen Moğol ordusundaki vazifeyi kabul etmeyip dervişâne hayatına devam etti. Sonuçsuz kalan bir aşk macerası geçirdikten sonra daha güçlü bir azimle tekrar kendisini tasavvufa verdi. Bir rüyasında Hâce Bahâeddin Nakşibend’in ruhaniyetinden zikir telkinini aldı ve yeniden kendine bir mürşid aramaya koyuldu. Bir süre perişan bir vaziyette Lahor sokaklarında dolaşan Bâkī-Billâh muradını orada bulamayınca Hâce Ubeydullah Ahrâr’ın ruhaniyetinin bir işaretine uyarak önce Keşmir’e, sonra Mâverâünnehir’e gitti. Semerkant’a yakın bir kasabada oturan Mevlânâ Hâce Emkenâkî’den inâbe aldı. Emkenâkî, Bâkī-Billâh’la üç gün üç gece halvette oturduktan sonra ona Hindistan’a dönüp orada Nakşibendî tarikatını yayma görevini verdi. Bâkī-Billâh önce bu işte başarılı olamayacağını ileri sürdüyse de daha sonra bu vazifeyi kabul etti. Bir yıl Lahor’da kaldıktan sonra Delhi’nin Fîrûzâbâd mahallesine yerleşip orada bir hankah kurdu. Delhi’den yalnız bir defa hacca gitmek için ayrıldı ve hayatının geri kalan kısmını hankahta geçirdi.

Bâkī-Billâh’ın irşad devri ancak iki üç yıl devam etti. Fakat bu kısa süre içinde, kendisinden önce Orta Asya’dan gelen Nakşibendî şeyhlerinden çok daha tesirli bir faaliyet göstererek Nakşibendî tarikatını Hindistan topraklarında kökleştirmeyi başardı. Müridlerine “zikr-i hafî” telkin ederken onların kalplerine tesir etmek için bütün himmetini sarfederdi; öyle ki, “kalplerindeki maddî izler onlara ilâhî hakikati idrak yollarını bir daha kapatamazdı” (Kişmî, s. 19).

Bâkī-Billâh kırk yaşındayken 25 Rebîülâhir 1012 (2 Ekim 1603) tarihinde vefat etti. Delhi’de Hz. Peygamber’in ayak bastığına inanıldığı için Kademgâh diye anılan bir yerin yakınlarında toprağa verildi. Daha sonra kabrinin etrafında geniş bir mezarlık meydana geldi. Kabrinin bulunduğu Nebî Kerîm mahallesinde bugün Hindular oturmaktadır. Bâkī-Billâh’ın mezarı Delhi müslümanları için önemli bir ziyaretgâhtır.

Bâkī-Billâh’ın iki oğlu Hâce Ubeydullah ve Hâce Muhammed Abdullah, Nakşibendî yolunu benimsemekle beraber semâı câiz görmekle bu tarikatın usullerinden bir ölçüde uzaklaşmışlardır. Başlıca halifeleri, Hint Moğolları ordusunda subaylık yapan Hâce Hüsâmeddin, Bâkī-Billâh’ın vefatından sonra defalarca Hicaz’a giden ve Nakşibendî tarikatını Arap ülkelerinde yayan Şeyh Tâceddin b. Zekeriyyâ, Bâkī-Billâh’ın ilk müridlerinden olan Şeyh İlâhdâd ve en önemlisi İmâm-ı Rabbânî olarak tanınan Şeyh Ahmed-i Sirhindî’dir. 1592 yılında Delhi’ye giderek Bâkī-Billâh’a intisap eden İmâm-ı Rabbanî’nin mânevî gelişmesinde Bâkī-Billâh’ın etkisi büyüktür. Sirhind’den şeyhine yirmi kadar mektup yazan ve kendisini ziyaret için iki defa daha Delhi’ye giden İmâm-ı Rabbânî, vahdet-i vücûd nazariyesine bağlı kalan Bâkī-Billâh’ın ölümünden sonra vahdet-i şühûd nazariyesini ortaya koyarak Nakşibendiyye tarikatına yeni bir yön vermiştir. Nakşibendiyye tarikatı, onun kurucusu olduğu Müceddidiyye kolu vasıtasıyla günümüze ulaşmıştır. Bâkī-Billâh Nakşibendî tarikatından başka Yesevî, Kübrevî, Kādirî ve Çiştî tarikatlarından da icâzetliydi.

Eserleri. 1. Külliyyât-ı Ḫâce Bâḳī-Billâh (India Office [Londra], Delhi, Persian 1095).

2. Melfûẓât (India Office [Londra], Delhi 1058).

3. Mektûbât-ı Şerîf. Bâkī-Billâh’ın Farsça yazdığı mektupların Urduca tercümesidir (Lahor 1923).

4. Mektûbât (India Office [Londra], Delhi, Persian 1132).

5. ʿİrfâniyyât-ı Bâḳī. Bâkī-Billâh’ın iki mesnevisini, kırk altı rubâîsini ve “Silsilenâme” ile “Sâkīnâme” adlı manzumelerini ihtiva eder (nşr. Seyyid Nizâmeddin Ahmed Kâzımî, Delhi 1390).

6. Mes̱nevî-yi Ḫâce Bâḳī-Billâh (Lahor 1333). Bu eserinde ʿİrfâniyyât-ı Bâḳī’dekilerin dışında kalan mesnevileri mevcuttur.

7. Risâle-yi Şerîfe. Abdürrahim Nakşibendî’nin İrşâd-ı Raḥîmiyye adlı eserinin sonundadır (Delhi 1333).

8. Meşâyiḫ-i Ṭuruḳ-ı Erbaʿa (nşr. Gulâm Mustafa Han, Karaçi 1389).

Bâkī-Billâh’ın iki rubâîsini müridi İmâm-ı Rabbânî Keşfü’l-ġayn fî şerḥi’r-rubâʿiyyeteyn (Delhi 1310) adıyla şerhetmiş, Reşid Ahmed Erşed onun hakkında Ḥayât-ı Bâḳī (Karaçi 1969) adlı bir monografi kaleme almıştır.


BİBLİYOGRAFYA

Muhammed Murad el-Kazânî, Teẕyîlü’r-Reşehât (Reşehât içinde), Mekke 1300, s. 7-19.

Muhammed Hâşim-i Kişmî, Zübdetü’l-maḳāmât, Kanpûr 1307, s. 5-88.

Rahman Ali, Teẕkire-i ʿUlemâ-i Hind, Leknev 1322, s. 106-107.

Gulâm Server Lahûrî, Ḫazînetü’l-aṣfiyâʾ, Kanpûr 1333, I, 605-607.

, V, 196-200.

Athar Abbas Rizvī, Muslim Revivalist Movements in Northern India, Leknev 1965, s. 185-201.

a.mlf., A History of Sufism in India, Delhi 1983, II, 185-196.

Seyyid Ahmed Han, Âs̱ârü’s-senâdîd, Karaçi 1966, s. 122-123.

Reşîd Ahmed Erşed, Ḥayât-ı Bâḳī, Karaçi 1969.

Bedreddin Sirhindî, Ḥaḍarâtü’l-ḳuds (nşr. Mevlânâ Mahbûb-ı İlâhî), Lahor 1971, s. 43-48.

Muhammed İkrâm, Rûd-i Kevs̱er, Lahor 1975, s. 190-211.

Nurbahş Tevekkülî, Teẕkire-i Meşâyiḫ-i Naḳşibendiyye, Lahor 1976, s. 163-187.

Muhammed Hasan Müceddidî, Ḥâlât-ı Meşâyiḫ-i Naḳşibendiyye-i Müceddidiyye, Lahor, ts., s. 131.

A. S. Bazmee Ansari, “Bāḳī Bi’llāh”, , I, 957.

a.mlf., “Bâḳī-Billah”, , III, 982-983.

I. H. Sıddıqui, “Bāḳī Bi’llāh”, , s. 121-122.

J. G. J. Ter Haar, “Bāqībellāh Naqšbandī”, , III, 728-729.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1991 yılında İstanbul’da basılan 4. cildinde, 542-543 numaralı sayfalarda yer almıştır.