BEYYİNE

Gerçeği açık bir şekilde ispatlayan kesin delil anlamında kullanılan bir terim.

Bölümler İçin Önizleme
  • 1/2Müellif: BEKİR TOPALOĞLUBölüme Git
    Beyyine “ayrılmak, uzaklaşmak ve ayırmak, uzaklaştırmak” mânasındaki beyn veya “açık seçik olmak, açık seçik hale getirmek” anlamındaki beyân kökünden…
  • 2/2Müellif: ALİ BARDAKOĞLUBölüme Git
    FIKIH. Beyyine İslâm muhâkeme hukukunda kesinlik ifade eden belli ispat vasıtalarına verilen bir genel ad olup, “bir hakkın veya kendisine hukukî sonu…

Müellif:

Beyyine “ayrılmak, uzaklaşmak ve ayırmak, uzaklaştırmak” mânasındaki beyn veya “açık seçik olmak, açık seçik hale getirmek” anlamındaki beyân kökünden sıfat olup “apaçık delil, hüccet, kesin belge” demektir. Kelimenin kökünde bulunan “ayrılmak” ve “açık seçik olmak” mânaları birbirini tamamlayıcı bir nitelik taşır. Şöyle ki: Tamamen meçhul veya az çok kapalı olan bir bilgi konusu önce benzerleri arasından tefrik edilir, sonra da rahatlıkla bilinebilecek açık ve seçik hale gelir veya getirilir. Bu niteliği taşıyan bir husus tamamen veya kısmen bilinmeyen başka hususlara da kılavuzluk yaparak onların bilinmesini sağlar ve bu sebeple ona “doğruyu yanlıştan, hakkı bâtıldan ayıran belge” anlamında beyyine denir.

Beyyine Kur’ân-ı Kerîm’de biri müzekker (beyyin) olmak üzere yirmi defa geçmekte ve daha çok “aklî ve naklî delil, hüccet, açık belge, herkesçe bilinen tarihî olaylar, bu olaylara tanıklık eden harabeler, vahiy” ve özellikle “Kur’ân-ı Kerîm, nübüvvet müessesesi, son peygamber Hz. Muhammed, mûcize, Hz. Sâlih’in mûcizesi olan deve” (el-A‘râf 7/73) mânalarında kullanılmaktadır. Aynı kelimenin çoğulu olan beyyinât ise elli iki yerde tekrarlanmakta ve genellikle “âyetler” mânasına gelmekte veya âyât kelimesini nitelemektedir. “Âyâtün beyyinât” (apaçık âyetler, belgeler) terkibi bir yerde (Âl-i İmrân 3/97), makām-ı İbrâhim başta olmak üzere Kâbe’de bulunan ve “ibret verici hâtıralar taşıyan tarihî belgeler” mânasında kullanılmıştır. Hz. Mûsâ’ya verilen “dokuz açık belge”den bahseden âyette ise (el-İsrâ 17/101) dokuz beyyinenin Hz. Mûsâ’ya ait mûcizeler veya ona verilen dokuz emir mânasına geldiği kabul edilmiştir (bk. Taberî, XV, 171-173). Bir başka âyette de (ez-Zuhruf 43/63) Hz. Îsâ’ya verilen beyyineler yine aynı âyette “hikmet” diye tefsir edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de aynı kökten türetilmiş birçok fiil sîgasıyla da mutlak olarak gerçeğin, kitabın, kitaptan gizlenenlerin, âyetlerin ve ayrıca ümmetlerin ihtilâf edegeldikleri şeylerin beyan edilip belgelendiği, akıl ve basîret sahibi kimselerin ibret nazarlarına arzedildiği ifade edilmiştir. Bu tür beyanları yapanlar ise Allah, son peygamber Hz. Muhammed veya diğer peygamberlerdir. Kur’an’da aynı mâna ve muhteva için en çok kullanılan diğer tabirlerden biri tafsîl (açık seçik ve tatmin edici bir şekilde anlatmak), diğeri de tasrîftir (şekillendirip açıklamak).

Beyn-beyân kökünden türetilmiş çok harfli (ziyadeli) masdarlar ve bunlardan türetilen kelimeler de yine “beyyine” mânasında kullanılmıştır. 100’ü aşkın âyette yer alan mübîn kelimesi “beyyin, apaçık” anlamıyla daha çok kitap (Kur’an), belâğ (tebliğ, davet), sultan (karşı durulmaz kesin delil), nezîr (uyarıcı), adüv (düşman), dalâl (sapıklık) ve sihir kelimelerini nitelendirmektedir. “Gerçeği açıklayan” anlamındaki müstebîn ile “âyâtin mübeyyinât” terkibindeki mübeyyinât da aynı mahiyettedir.

Beyyine muhtelif hadislerde lugat mânalarıyla yer almakla birlikte daha çok bir hukuk terimi olarak kullanılmıştır (aş.bk.).

“Açıklamak, belgelendirmek, ihtimalleri ve şüpheleri ortadan kaldırıp gerçeği apaçık bir şekilde ortaya koymak” anlamındaki beyn-beyân kökünden türeyen 250’yi aşkın kelimenin, ayrıca bilgi ve belge kavramlarını destekleyen hidayet, tafsil, tasrif ve benzeri birçok lafızların Kur’ân-ı Kerîm’de yer alması bütünüyle İslâm doktrininin bilgiye, belgeye dayandığını, akıl ve basîrete hitap ettiğini gösterir. Nitekim, “De ki işte benim yolum: Ben de bana uyanlar da basîret prensibine bağlı olarak Allah’a davet etmekteyiz” (Yûsuf 12/108) meâlindeki âyet-i kerîme İslâm doktrininin bu temel özelliğini ifade eder. Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde geçmiş peygamberlerden de misaller verilerek gerçeğe ulaşmak için zengin tefekkür örnekleri yer almakta (bk. Yavuz, tür.yer.), Hz. Peygamber’in kavlî ve fiilî sünnetinde de bu tür örneklere bol bol rastlanmaktadır. İslâmiyet insanın dinî gerçekleri benimseyecek bir yaratılışa sahip bulunduğunu kabul eder ve bu sebeple doktrinlerini sunarken kesin ve ikna edici delillere baş vurur. Buna rağmen çeşitli biopsikolojik arzu ve ihtiraslarla kötü telkinler, zararlı akımlar vb. dış tesirler insanın dinî gerçekleri görmesini ve iradesini bunları benimseme yönünde kullanmasını önleyebilir. Fakat bunlar kişinin seçimini az veya çok zorlaştırsa da onun hürriyetini ortadan kaldırmaz. Söz konusu olumsuz faktörlerin seçim hürriyetini ortadan kaldıracak güçte olduğu bazı durumlarda ise insan sorumlu tutulmamıştır (bk. FETRET). İslâm’ın ve dolayısıyla hak dinin bu telakkisi, çeşitli hak-bâtıl tartışmalarında delil olarak kullanılması ilmî bir gelenek halini almış bulunan şu âyet-i kerîmede öz ifadesini bulmaktadır: (لِيَهْلِكَ مَنْ هَلَكَ عَنْ بَيِّنَةٍ وَيَحْيَى مَنْ حَيَّ عَنْ بَيِّنَةٍ) “…Tâ ki ölümü tercih eden apaçık delili görerek ölmüş olsun, yaşamayı tercih eden de apaçık delili görerek yaşamış olsun” (el-Enfâl 8/42).


BİBLİYOGRAFYA

, “byn” md.

, “byn” md.

, “byn” md.

, “byn”, “ṣrf”, “fṣl” md.leri.

, “byn” md.

, XV, 171-173.

Yusuf Şevki Yavuz, Kur’ân-ı Kerim’de Tefekkür ve Tartışma Metodu, İstanbul 1983, tür.yer.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1992 yılında İstanbul’da basılan 6. cildinde, 96-97 numaralı sayfalarda yer almıştır.

Müellif:

FIKIH. Beyyine İslâm muhâkeme hukukunda kesinlik ifade eden belli ispat vasıtalarına verilen bir genel ad olup, “bir hakkın veya kendisine hukukî sonuç bağlanan bir olayın ispatını sağlayan özel kati delil” demektir. Bu da genelde şahitlik, yazılı delil ve kesin karîne şeklinde üç grupta ele alınır.

İslâm hukukçularının büyük çoğunluğunun beyyineden maksadın şahitlik olduğunu ifade etmesi, beyyinenin bir tanımını vermekten ziyade şahitliğin ilk devirlerden beri en yaygın şekilde kullanılan bir ispat vasıtası olduğunu belirtme gayesiyle açıklanabilir. Buna karşılık İbn Teymiyye, İbn Kayyim, İbn Ferhûn gibi âlimler beyyineyi “mahkeme önünde gerçeğin ortaya çıkarılmasını sağlayan her nevi kati delil” olarak tarif etmektedirler. Fakat bu ihtilâfın uygulamada ciddi sonuçları yoktur. Çünkü İslâm hukukçuları beyyineyi sadece şahitliğe hasretmemişler, eserlerinde açtıkları “Da‘vâ ve Beyyinât” başlığı altında hem şahitliği, hem de diğer kati delilleri incelemişlerdir. Mecelle’nin de sistemi böyledir (bk. 1676-1783. md.ler).

Şahitlik, yazılı delil ve kati karîneden ibaret olan beyyine ile ikrar ve ayrıca yemin etmesi gereken kimsenin yemine yanaşmaması anlamındaki nükûlden oluşan beş delil, İslâm hukukunda birinci derecede kuvveti haiz ispat vasıtaları olup hâkimi bağlayıcıdır. Buna karşılık zayıf karîne, aslî hal (istishâbü’l-hâl) ve zilyedlik gibi durumlar hâkime olay hakkında fikir veren takdirî deliller olup kuvvetli delilin bulunmaması halinde göz önünde tutulabilirler.

Beyyine, hâkimin hükmüyle birlikte sadece ilgili şahsı değil üçüncü şahısları da bağlayıcı bir delil niteliği taşır. Halbuki anlaşmazlığı kendiliğinden sona erdiren ikrar bu yönüyle beyyineden daha kuvvetli gözükse de sadece ikrarı yapanı bağladığından beyyineye nisbetle daha zayıftır. Bu sebeple beyyine “hüccet-i müteaddiyye”, ikrar da “hüccet-i kāsıra” sayılmaktadır.

Çok defa davacı durumundaki iddia sahibi mevcut durumun aksini ileri sürdüğü için kendisinden kuvvetli bir delil olarak iddiasını destekleyen bir beyyine getirmesi, davalıdan ise sadece yemin etmesi istenmiştir. Çünkü mevcut durum davalıyı desteklemekte olduğundan zayıf taraftan kuvvetli delil (beyyine), kuvvetli taraftan zayıf delil (yemin) istenerek taraflar dengelenmiştir. Hadisten kaynaklanan “davacının beyyine getirmesi, davalının da yemin etmesi” ilkesinin ve ayrıca “beyyinenin görünen durumun aksini ispat, yeminin ise mevcut durumun devamı için kullanılması” kuralının anlamı da bundan ibarettir. Ancak burada söz konusu edilen davacı ve davalıdan maksat “iddia sahibi” ve “aleyhine iddiada bulunulan taraf” olduğundan, “iddia sahibi olma” durumu da sürekli değil olaydan olaya değişebilir bir karakter arzettiği için İslâm muhâkeme hukukunda beyyine getirme külfeti sadece davayı açan tarafa yüklenmiş bir yük değildir. Davalı durumundaki tarafın da karşı beyyine getirmesi her zaman mümkün olduğu gibi iddia sahibinin ikinci şahidi bulamadığı durumda yemin etmesi imkânı da vardır. Yalnız Hanefî fakihleri bu son şekli kabul etmemişlerdir.

Aynı konuda birbiriyle çatışan beyyinelerin bulunması halinde hangi beyyinenin tercih edileceği konusunda İslâm hukuk ekolleri farklı ölçüler benimsemişlerdir. Meselâ delilin kuvvetçe üstünlüğü, şahitlerin daha âdil olması, bazılarına göre şahit sayısındaki fazlalık, beyyinenin ayrıntılı veya özlü olması, ziyadeyi veya aslî durumu ispat etmesi hali, tarafların zilyed olması veya olmaması gibi durumlar bu konuda söz konusu edilebilecek ölçülerdir (ayrıca bk. DELİL; HÜCCET; İSBAT; ŞAHİT).


BİBLİYOGRAFYA

İbn Gānim el-Makdisî, Tercîḥu’l-beyyinât, Kayseri Râşid Efendi Ktp., nr. 647/5.

Karâfî, el-Furûḳ, Kahire 1347 ⟶ Beyrut, ts. (Âlemü’l-kütüb), IV, 62-65.

, I, 90-91.

a.mlf., eṭ-Ṭuruḳu’l-ḥükmiyye, Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), s. 14, 110-112.

İbn Ferhûn, et-Tebṣıra, Kahire 1301, I, 161-163.

Şürünbülâlî, el-Ḥükmü’l-müsned bi-tercîḥi beyyineti ġayri ẕi’l-yed, Kayseri Râşid Efendi, Ktp., nr. 1344/40.

a.mlf., Îżâḥu’l-ḫafiyyât ʿinde teʿârużı beyyineti’n-nefy ve’l-is̱bât, Kayseri Râşid Efendi Ktp., nr. 1344/42.

Hamevî, Ġamzü ʿuyûni’l-beṣâʾir, İstanbul 1290, I, 338 vd.

, md. 76-78, 1676-1783.

, I, 161-170.

, II, 1060-1076.

Muhammed Mustafa ez-Zühaylî, Vesâʾilü’l-is̱bât fi’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye, Dımaşk 1982, s. 25-26, 672-674, 808 vd.

, VIII, 118, 175-199.

R. Brunschvig, “Bayyina”, , I, 1150-1151.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1992 yılında İstanbul’da basılan 6. cildinde, 97-98 numaralı sayfalarda yer almıştır.