- 1/2Müellif: NEBİ BOZKURTBölüme GitTürkçe’nin çeşitli lehçelerinde çatur, çatır, çâçır, çâşır gibi şekillerde bulunan ve birçok Asyalı, Doğu Avrupalı millet tarafından da değişik telaff…
- 2/2Müellif: CENAP ÇÜRÜKBölüme GitOsmanlılar’da Çadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan sonra çadırın Türkler’in hayatındaki etkinliği, asırlar boyu gelişen kültür ve sanatlarıyl…
Türkçe’nin çeşitli lehçelerinde çatur, çatır, çâçır, çâşır gibi şekillerde bulunan ve birçok Asyalı, Doğu Avrupalı millet tarafından da değişik telaffuzlarla kullanılan kelimenin etimolojisi kesin olarak bilinmemekte, ileri sürülen iki tezden birinde Türkçe’ye Orta Farsça çātur (örtü) kelimesinden geçtiği ve bu kelimenin de Eski Türkçe çat- (birleştirmek, birbirine tutturmak) fiil kökünden türemiş olabileceği, diğerinde ise kelimenin aslının Farsça’ya çetr şeklinde geçen Sanskritçe çhattra (şemsiye, gölgelik) olduğu görüşü savunulmaktadır (geniş bilgi için bk. Doerfer, III, 16-22).
İlâhî Kitaplarda Çadır. Çadır genel olarak göçebe toplumların, çobanların ve askerlerin kolay taşınabilen ve kurulabilen barınaklarıdır. Bu özellikleri itibariyle Kur’an’da şükrü gerektiren nimetler arasında sayılmıştır: “Allah, hayvanların derilerinden, gerek göç gününüzde gerekse konaklama zamanında sizin için taşınması kolay evler yarattı” (en-Nahl 16/80). Kur’an ve hadislere göre âhiret hayatında da çadır cennette bir huzur ve mutluluk mekânıdır: “Hiçbir insan veya cin tarafından dokunulmamış ceylan gözlü hûriler çadırlarda (hayme) otururlar” (er-Rahman 55/72-74); “Kevser’in iki yakasında incilerle ve değerli taşlarla bezenmiş çadırlar (kubbe) dizilmiştir” (Müsned, III, 152, 164, 191; Buhârî, “Tefsîr”, 108; Tirmizî, “Tefsîr”, 108); “Şehidler için kurulmuş özel yeşil kubbeler” (Müsned, I, 266), “arşın altında haymeler” (Müsned, IV, 185; Dârimî, “Cihâd”, 20) vardır.
Tevrat’a göre çadırda oturanların ve sürü sahiplerinin atası Kâin’in (Kâbil) torunlarından Yâbâl’dir (Tekvîn, 4/20). Hz. Peygamber’in bildirdiğine göre de her peygamber mutlaka çobanlık yapmıştır (Müsned, III, 326; Buhârî, “İcâre”, 3, “Eṭʿime”, 50, “Enbiyâʾ”, 29; Müslim, “Îmân”, 302, “Eşribe”, 165; el-Muvaṭṭaʾ, “İstiʾẕân”, 18), dolayısıyla birçoğunun çadırlarda oturmuş olması gerekir. Nitekim Tevrat, Lût kavminin yaşadığı şehirleri (Sodom ve Gomore) helâk için gönderilen meleklerin, Hz. İshak’ı müjdelemek üzere Hz. İbrâhim’e misafir oldukları sırada onun eşi Sâre ile birlikte bir çadırda oturduğunu yazmaktadır (Tekvîn, 18/9-10).
İsrâiloğulları’nın Mısır’dan çıktıktan sonra yerleşik toplum hayatına geçişleri uzun zaman aldığı ve bu süre zarfında çadırda yaşadıkları için Ahd-i Atîk’te çadırdan oldukça fazla söz edilir. Halen yahudilerce kutlanan “Hag ha sukkot” çadır bayramıdır ve atalarının çölü geçerken çadırlarda yatıp kalkmalarının hâtırasını canlandırır. Yahudilerin meskenleri çadır olduğu gibi mâbedleri de bir çadırdı; ahid sandığı Mescid-i Aksâ’nın inşasına kadar uzun müddet, taşınabilen bir çadır-mâbed (ohel maʿed) içerisinde muhafaza edilmiştir. Tevrat’a göre Hz. Mûsâ’nın Rab ile buluşacağı zaman büyük bir bulutun üzerini örttüğü çadır, bu özelliğinden dolayı “toplanma çadırı” (vahiy çadırı) adını almıştır (Çıkış, 33/7; Sayılar, 11/16; 12/4). “Kutsal çadır”, “Rabb’in evi” (beytullah) gibi adlar da alan bu çadır-mâbed hakkında Ahd-i Atîk’te geniş bilgi bulunmakta ve bu bilgilerden mâbedin, her biri 4 × 28 arşın (1,78 × 12,16 m.) boyutlarında ince ketenden yapılmış on perde (çadır kanadı) ve onun üzerine keçi kılından dokunmuş 4 × 30 arşın (1,78 × 13,35 m.) boyutlarında on bir parçanın birleştirilmesiyle meydana gelen büyük bir çadır olduğu anlaşılmaktadır (Çıkış, 26/1-2, 7-8). Halkın oturduğu çadırlar ise genellikle keçi kılından dokunmuş küçük çergelerdi. Geç dönemlere ait metinlerde güneşin vücutta meydana getirdiği bronzlaşma, Kedar çadırlarının ve Hz. Süleyman’ın çadır eteklerinin rengine benzetilir (Neşideler Neşidesi, 1/5-6); bu benzetme ile bedevî Araplar gibi göçebelerin keçi kılından veya deve yününden yapılan kara çadırları söz konusu edilmiş olmalıdır.
Araplar’da Çadır. İslâm öncesi Arap çadırları hakkında bilinenler, Câhiliye şiiriyle Asmaî’nin Kitâbü’l-Aḫbiye ve’l-büyût’u gibi bazı eserlerden günümüze ulaşabilen iktibaslara ve bedevîlerce pek fazla değişiklik yapılmadan halen yaşatılan geleneklere dayanmaktadır. Çadır ve donanımı daha çok deve yününden yapıldığı için kendilerine “ehl-i veber” de denilen göçebe Araplar, çadırı genel olarak beyt (ev) adıyla bilirler ve meselâ keçi kılından yapılan çadırlara, “kıldan ev” mânasına beytü’ş-şa‘r derler; hayme ise bütün çadır türleri için kullanılan genel bir isimdir. İbnü’l-Kelbî’nin saydığı altı Arap evinden dördü kubbe, mizalle, hıbâ, bicâd gibi birer çadır çeşididir ve bunlar deriden, kıldan, koyun ve deve yününden yapılmışlardır. Âlûsî, hıbânın koyun yününden, bicâdın deve yününden, füstâtın kıldan ve sürâdıkın pamuktan çadırlar için kullanıldığını belirtirse de (Bulûġu’l-ereb, III, 393-394) Arap dilcilerinin farklı görüşleri bu ayırımın kesin olmadığını göstermektedir. Bedevîler genellikle hıbâda otururlardı. Değişik görüşlere göre kıl, deve ve koyun yününden olabilen bu tür çadırdan Câhiliye şiirinde de söz edilir. İmruülkays b. Hucr, Câhiliye şiirinde çokça konu edilen kadını hıbâ içinde hayal eder (bk. Hatîb et-Tebrîzî, s. 81). Hıbânın iki, üç direklisi olduğu gibi altı veya dokuz direkli olanları da vardır ve büyüklerine mizalle (mazalle) denilmektedir. İbn Manzûr’un verdiği bilgilere göre ön kısmında sayvan (sâyeban, gölgelik) bulunan bu çadırlar üç odalı olabilir ve arkasında “kifâ” denilen bir örtüsü vardır (Lisânü’l-ʿArab, XI, 418). Mizalle kelimesi daha sonra hükümdarlık alâmetlerinden çetr için de kullanılmıştır. Mizalleden sonra büyüklük bakımından vasût denilen çadırlar gelir. Ancak bu kelimenin kullanımı çok yaygın değildir ve en küçük çadırlara dahi bu adın verildiği görülmektedir (a.g.e., III, 432). En büyük kıl çadırlar için Farsça’dan gelen füstât kelimesi kullanılmakta, kabile reisi için kurulan ve mıdrab da denilen büyük çadırlara “füstâtü’l-melik” veya “el-füstâtü’l-azîm” adı verilmektedir. Bedevîlerde çadırın büyüklüğü sahibinin toplumdaki yerini, derecesini gösterdiği için kabile reisinin çadırı diğerlerinden büyük olur ve ileri gelenler çadırlarıyla diğer kabilelere karşı övünürler. Kabile reisi halkını oradan idare eder, ileri gelenler orada toplanır, misafirler orada ağırlanır, ihtiyaç sahipleri oraya müracaat ederler. Kıldan dokunmuş en küçük fakir çadırlarına ise fâze denilmektedir.
Hadis kaynaklarında sıkça söz edilen çadır türlerinden biri de kubbedir. Kubbe kelimesini Mütercim Âsım Efendi şöyle açıklamaktadır: “… fi’l-asl büyût-ı Arab’dan sagīr ve müstedîr haymeye denip ba‘dehû alelıtlak isti‘mâl olundu” (Kāmus Tercümesi, I, 223). Bazı rivayetlerde bu çadır türünün “kubbe Türkiyye” şeklinde Türkler’e izâfeten geçmesi kaynağının Orta Asya olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber Hendek Gazvesi’ni böyle bir çadırdan idare etmiş (Taberî, III, 1368), bir ramazan ayında yine benzer bir çadırda itikâfa girmiş, Hz. Âişe de hac sırasında bu adla anılan bir çadırda kalmıştır (Müsned, IV, 348; Müslim, “Ṣıyâm”, 215; İbn Mâce, “Ṣıyâm”, 62). Kubbe ismi, Orta Asya Türkleri’nin “topak ev” dedikleri yuvarlak çadırdan mülhemdir (aş.bk.). Türkler topak çadır için genelde keçe kullanırken Araplar deri kullanmışlardır. İyi tabaklanmış deriden yapılan kubbeler diğer çadırlara göre daha değerlidir. Bunlar kaynaklarda “kırmızı deri kubbe” şeklinde zikredilir ki kubbenin burada genel olarak “çadır” anlamında kullanılmış olması muhtemeldir. Belâzürî’nin naklettiğine göre Mudar, Rebîa, İyâd ve Enmâr’ın atası olan Nizâr ölümünden önce oğullarını çağırmış ve deriden iki kırmızı kubbeyi Mudar’a, kara kıldan dokunmuş iki hıbâ ile iki atı da Rebîa’ya bırakmıştı (Ensâb, I, 29); Rebîa’ya fazladan verilen iki at herhalde dengeyi sağlamak içindi. Panayırlarda gösteri yeri ve savaşlarda kumanda merkezi olarak kurulan çadırlar da kaynaklarda kubbe olarak geçmektedir. Panayırlarda kurulan deriden kırmızı kubbelerde şairler şiirlerini inşad ederlerdi. Ukâz’da Nâbiga ez-Zübyânî için şairlerin kendisine şiirlerini takdim ettikleri böyle bir çadır kurulmuştu (Cevâd Ali, V, 7). Huneyn Gazvesi’nden sonra ganimet taksimindeki tereddütlerini gidermek için Hz. Peygamber’in ensarla yaptığı toplantının kırmızı bir deri kubbede tertip edilmesi (Müsned, III, 166, 246; Buhârî, “Meġāzî”, 56; Müslim, “Zekât”, 132), bunların kalabalık bir grubu alabilecek kadar büyük olduğunu göstermektedir.
Deriden mâmul çadırların bir türü de tırâftır ve bunların, arka örtüsü olmayan ham deriden küçük cinsleriyle işlenmiş deriden daha çok zenginler için büyük ve yanları açılabilen tipleri bulunmaktadır. Uygun şekilde kesilen büyük deri parçalarının yan yana dikilmesiyle elde edilen deri çadırlar Kuzey Afrika’da Tuaregler tarafından da kullanılmaktadır. Arap çadırlarının bir türü de sürâdıktır. Pamuklu dokumadan yapılan bu çadırlardan hadis kitaplarında genellikle hac bölümlerinde söz edilmektedir (Buhârî, “Ḥac”, 5, 78; el-Muvaṭṭaʾ, “Ḥac”, 194). Hafifliği sebebiyle Arafat’ta kurulan çadırlar bu türden olmalıdır. Bununla beraber rivayetler kubbe, füstât gibi diğer çadır türlerinin de hacılar tarafından kullanıldığını göstermektedir.
Kıl, deve veya koyun yünü ve pamuktan mâmul çadırlar aslında, yan yana dikilen ve “felîce” veya “şukka” denilen kanatların meydana getirdiği büyük dikdörtgen bir dokumadan ibarettir. Boyları 10-12 m. arasında olan bu parçaların sayısı çadırın arzu edilen ebadına göre değişir. Bu kanatlar sayesinde kurulup sökülmesi çok kolay olan çadırın parçalarının birleştiği ve kazıklara bağlandığı yerler, içeriden yaklaşık 20 cm. genişliğindeki “tarîka” denilen kolanlarla kapatılır. Çadırı tutan ipler biraz geriye çakılmış kazıklara bağlanır; arka ve ön kısımdaki ipler yanlardakilerden daha kısadır. İçeride sıralanan direklerin uçlarına, örtüyü yıpratmaması için “libd” denilen keçeden birer parça yerleştirilir. Çadırın etrafına yağmur sularının içeri girmemesi için ark kazılır ve çıkan toprak çadır tarafına atılarak zeminin biraz yükselmesi sağlanır. Çadırların kapı perdesine “secef” denir ve bu perdeler düğmelerle kapatılır. Hz. Peygamber’in sırtında bulunan nübüvvet mührünün hacle (zifaf çadırı; aş.bk.) düğmesine ve güvercin yumurtasına birlikte benzetilmesi (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “zrr” md.), bu düğmelerin o dönemdeki şekli hakkında bir fikir vermektedir.
Çadırların kadın ve çocukların bulunduğu kısmı ile erkeğin misafiriyle oturduğu kısmı, tek odalı evlerde olduğu gibi “hıdr” adı verilen bir perde ile ayrılır; Hz. Peygamber bu sebeple kadınlar için “hıdr ehli” anlamına “zevâtü’l-hudûr” tabirini kullanmıştır (Buhârî, “Ṣalât”, 2; “Ḥayıż”, 23, “ʿÎdeyn”, 12, 15, 20; Müslim, “ʿÎdeyn”, 12, 18). Eski Ahid’in bazı cümlelerine dayanarak bu geleneğin en azından Hz. Yûsuf’tan beri var olduğu ileri sürülmektedir (bk. IDB, IV, 573). Bugün Ortadoğu’da kullanılan çadırlar da iki kısma ayrılmaktadır. Erkeklerin bulunduğu kısma “rebâa” veya “mak‘adü’r-ricâl” denilir; ortasında, çadır sahibinin misafirlerine kahve ve çay yapmakta kullandığı bir ocak bulunur. Diğer kısma “harem” adı verilir; erzak bu tarafta muhafaza edilir ve kadınlar burada yemek pişirme, dikiş, nakış ve dokuma gibi işlerle meşgul olurlar. Yeni evliler için kurulan süslü gerdek çadırına hacle denir. İbn Ebû Şeybe’nin bir rivayetinde, Mekke’de kunduz ve anka resimleriyle süslenmiş bir gerdek çadırından söz edilir (el-Muṣannef, V, 208). Çadır kurulurken kurban keserek kanını direklere sürme âdeti vardır ve bu âdet Anadolu dahil bütün Ön Asya’da yaygındır. Çadır Araplar tarafından sadece mesken, panayırlarda eğlence yeri ve savaşlarda kumanda merkezi olarak kullanılmamış, hastaların tedavisi için de kurulmuştur. Hz. Peygamber’in savaşlarda yaralıların tedavileri için çadırdan faydalandığı nakledilmektedir (Müsned, VI, 142). Ayrıca kabirler üzerine de bir süre için çadır kurulduğu ve bu âdetin daha sonra Türk ve diğer İslâm toplumlarında devam ettirildiği bilinmektedir. Hz. Ali’nin torunu Hasan b. Hasan vefat ettiğinde mezarı üzerine bir çadır (kubbe) kurulmuş ve daha sonra kaldırılmıştır (Buhârî, “Cenâʾiz”, 62).
Orta Asya Türkleri’nde Çadır. Kurgan denilen eski mezarlarda bulunan tarihî kalıntılar, eski Türkler’in çadır sanatında gelişmiş olduklarını ve birkaç çeşit çadır kullandıklarını göstermektedir. Ev/üy, oba, otağ, keregü/kerege, çerge, alaçuk, çum, kapa ve çatır/çaşır gibi çeşitli isimler taşıyan bu çadırların en basiti, hiç şüphesiz sırıkların birbirine çatılarak üzerinin örtülmesiyle elde edilen konik biçimlisidir. Kurganlarda uçları sırımla birbirine tutturulmuş bazı sırıklara rastlanmıştır ki bu buluntular Kızılderililer’in kullandığı konik çadır tipinin eski Türkler’de de var olduğunu akla getirmektedir. İslâmiyet’i kabullerinden önce Türkler çadırlarının tepelerinde muhtemelen ayı temsil eden ve “monçuk” (küçük ay) denilen küre şeklinde alemler veya kıymetli madenlerden yapılmış “idol”ler (töz) takarlardı (geniş bilgi için bk. ALEM).
Orta Asya’da yaşayan Türk ve Moğol kavimleri arasında en yaygın olan çadır tipi “yurt”, “topak ev” veya “kiyiz üy” (keçe ev) denilen ve çok eski bir geçmişi olan kubbeli çadırlardır. Bu çadırlar biri çevre duvarı, diğeri üst örtüsü olmak üzere iki kısımdan meydana gelir. Çevre duvarının iskeleti, sırımla birbirine çaprazlama bağlanan ve “kanat” veya “kerege” denilen 2-2,5 m. kadar yükseklikteki ince ahşap kafes panolardan oluşur. Bu kanatlardan altı veya yedi tanesiyle 5-6 m. çapında bir daireyi çeviren yuvarlak bir kafes meydana getirilir. Çadır kurulurken kolaylık sağlaması için kanatların sayısına göre daire çizecek ölçüde bir ip bulundurulur; bununla yere çizilen daire üzerine kanatlar dizilerek birbirine bağlanır. Genellikle güneşin doğduğu tarafa kapı için hazırlanmış bir çerçeve konulur. Çadırın tepesinde “çangarak” adı verilen ve kenarlarında 70-80 kadar delik bulunan bir kasnak vardır. “Ok” denilen eğri çubukların birer uçları çangaraktaki deliklere sokulur, diğer uçları ise keregelere sırımlarla bağlanarak kubbe şeklinde bir çatı elde edilir. Bundan sonra kanatlar “çiy” denilen ve halı gibi desenlerle süslenmiş olan bir hasırla örtülür. Renkli iplerden dokunmuş 15-18 cm. enindeki “başkur” adı verilen desenli bir kolanla hasır sıkıca sarılır ve kolanın uçları kapının iki yanına bağlanır. Daha sonra kubbenin üstüne düz beyaz veya boz bir keçe örtülür ve yine nakışlı kalın kolanlarla kuşatılarak rüzgârdan uçmaması sağlanır. Çadır kanatlarını örten keçelerin üzerinde, kubbe kısmının hemen altından başlayan nakışlı enlice bir keçe kuşak pervaz şeklinde ve alt tarafı serbest olarak çadırı çevreler; Kırgızlar buna “tödöge”, Osmanlılar ise “çadır sayvanı” demişlerdir. Tepede bulunan çangarak, çadırın ortasında yanan ateşin dumanının çıkması ve temiz hava girmesi için açık bırakılır; geceleri ve yağmurlu havalarda “tünlük” (gecelik) denilen keçeyle örtülür. Kapıda da gerektiğinde rulo halinde yukarı toplanan keçeden bir perde bulunur. Bazı çadırlarda ise evlerde olduğu gibi iki tarafa açılan veya pano halinde yana çekilerek kullanılan kapılar vardır.
Çadırın ortasında “ateş yeri” veya “korluk” denilen ve genellikle ısınma, bazan da yemek pişirme amacıyla yakılan ocak bulunur. Kapıdan girilince tam karşıya gelen kısma “tör” denir ve buraya duvar boyunca “yük” denilen sandıklar, heybeler, büyük çuvallar ve bohçalar dizilir; önlerine de halı veya keçe serilerek oturulur. Zengin çadırlarında duvarlar halı ile kaplı olur. Kapıdan girilince sağ tarafta, nakışlı hasırdan bir paravana ile ayrılmış bölmede kap kacak, onun gerisinde de ev sahibinin yatağı bulunur. Yeni evliler için kurulan çadırlarda yataklar genellikle sol taraftadır; tek çadırlı orta halli ailelerin çadırlarında da oğul ve gelinin yatağı yine sol tarafa konulur. Yatağın sağında elbise ve silâhların asıldığı demir bir kazık dikilir; kapının sol tarafına da eyerler ve koşumlar asılır. Bu çadır tipinin, hiç sökülmeyecek şekilde arabalar üzerine tesbit edilerek göç sırasında at, deve veya öküzlere çektirilenlerinin de bulunduğu, özellikle Cengiz Han ve oğullarının “karşi” denilen bu tür otağlarının ünlü olduğu bilinmektedir. İbn Battûta, Kıpçak Hükümdarı Muhammed Özbek Han’ın hatunlarından her birinin altın sırmalı ve cevâhir süslemeli haymelerinin, ipek gāşiyeli atlar tarafından çekilen arabalar üzerinde kurulu olduğunu yazar (Seyahatnâme, I, 372-373).
Göçebe Türkler’in kullandığı çadır tiplerinden biri de topak ev gibi yine yüzyıllardır pek fazla bir değişikliğe uğramamış olan kara çadırdır. XVI. yüzyılın ilk yarısına ait Nizâmî-i Gencevî’nin Hamse’sinde, Mecnûn’un zincirlenmiş olarak Leylâ’ya getirilişini gösteren minyatürün arka planı göçebe hayatını tasvir etmektedir ve resimde görülen kara çadırlar, bugün Afganistan’dan Atlas dağlarına ve Moritanya’ya kadar çok geniş bir kesimde göçebelerin kullandıkları çadırların hemen hemen aynıdır (British Museum, Or., nr. 2265, f. 157). Halen Toros Yörükleri’nin kullandığı çadırla minyatürde görülen çadır büyük bir benzerlik arzetmektedir.
Yörük kara çadırları kıldan dokunan yaklaşık 1 m. eninde, 10-15 m. uzunluğunda beş altı kanadın yan yana dikilmesiyle meydana gelir. Yere serildiğinde büyük bir dikdörtgen teşkil eden çadır, tam ortasından kanatları enlemesine ve dik olarak kateden kalın bir kolanla ikiye ayrılır; kolanın devam eden iki ucu ön ve arka bağları meydana getirecek şekilde örme ipe dönüştürülmüştür. Kolan üzerinde, aynı boydaki üç veya çadırın tip ve büyüklüğüne göre daha fazla sayıda çadır direğinin geleceği yerlere, direk uçlarının kaymasını önlemek için ahşap yuvalar yerleştirilir. Çadırın yıpranmasını önleyen bu ahşap yuvalara şekil benzerliği sebebiyle “çanak” veya bazı aşiretlerde “balta” denilir. Direkler üzerine kaldırılan çadırın arka ipleri alçak bir kazığa veya üzerine ağır bir taş konulmuş bir çalıya, ön ip duman çıkmasını sağlayacak bir açıklık elde edebilmek için yüksekçe bir kazığa veya genellikle ön kısımda bulunan bir ağaca, yan kanatların birleşme yerlerini sağlamlaştırmak amacıyla dikilen kısa kolanların örme ip haline getirilmiş uçları ise yeterli uzaklığa çakılmış kısa kazıklara yahut yine üzerine ağır taşlar konmuş çalılara bağlanır. İplerin gerilmesi sonucu yanlarda meydana gelen boşluk “sitil” denilen parçaların enlemesine eklenmesiyle kapatılır; sıcak havalarda bunlar yukarı kaldırılarak hava akımı sağlanır. Çadırın etrafına yağmur sularının içeri dolmasını önleyecek bir ark kazılır, ayrıca keçi ve tavuk gibi hayvanların üzerine çıkmasını ve yanlardan içine girmesini önlemek için de etrafına çalıdan bir çit çevrilir. Bugün Yörükler genellikle sabit olan yurtlarına göçüp geldiklerinde, “çağ” denilen uzun bir sırığı uçları çatal şeklinde sabit iki direk arasına uzatarak çadırı bunun üzerine kaldırmak suretiyle de kurmaktadırlar; bu durumda ortada bulunan direklere ihtiyaç kalmamakta ve iç mekân genişlemektedir. Çadırın ön kısmına ocağa siper sağlamak amacıyla taş bir duvar örülür ve bu duvarın sağ veya soluna basit bir ahşap kapı takılır. İyi havalarda kullanılmak üzere ayrıca dışarıda da “U” şeklinde taştan örülmüş basit bir ocak bulunur.
Kara çadırın içi geniş bir odayı andırır. Arkada yerden hafifçe yükseltilmiş olan yüklük kısmı yer alır. Kapı ön duvarın solunda ise karşısına gelen yere, yüklük kısmında kullanılmayan çul çaput üzerine dizilmiş yatak takımları, onun yanına da içerisine çamaşır, çeyizlik eşya vb. konulan çuvallarla dağarcıklar yerleştirilir ve üzerleri özel olarak dokunmuş bir battaniye ile örtülür. Kapıya göre sağ arka kısımda un, bulgur ve tuz çuvalları, onların önünde de elek, hamur tahtası, sini, taş el değirmeni gibi mutfak eşyasıyla kap kacak durur; sağ tarafa ise daha çok tuluk (tulum), fıçı gibi su kapları dizilir. Kapı sağda olduğunda bu durum tersinedir. Yörük çadırlarında Araplar’daki çadırı ikiye ayıran perde bulunmaz; kadın erkek beraber oturur. Ancak Dede Korkut Kitabı’nda yer alan “ala gözlü kızın otağı”, “bu otağ Banı Çiçek otağı imiş” gibi ifadeler (s. 76-77), Türkler’de hanımların kendilerine mahsus özel çadırlarının olduğunu göstermektedir.
Çadırın Hz. Peygamber tarafından hastahane olarak kullanılması geleneği Türkler’de de vardı. Meselâ Selçuklular orduyla birlikte hareket eden seyyar hastahaneler kurmuşlardı. Irak Selçuklu Sultanı Mahmud’un (1118-1131) ordusundaki seyyar hastahane tabipleri, müstahdemleri, ilâç, tıbbî alet ve çadırlarıyla birlikte 200 deve tarafından taşınıyordu (DİA, VI, 168). Çadır halen savaşlarda, askerî tatbikatlarda ve deprem gibi tabii âfetlerde bu fonksiyonunu sürdürmektedir.
Çadırların en muhteşemi, eski çağlardan beri hükümdar otağları olmuştur. Kaynaklarda, Uygur hakanının altın (sırmalı) çadırının 5 fersahtan görülebildiği ve 900 kişiyi alabilecek büyüklükte olduğu, Hazar hakanının tekerlekler üstünde taşınan atlas otağının tepesinde altın bir nar bulunduğu ve Timurlular’dan Gāzân Han’ın en mâhir ustalara altın bir çadır yaptırdığı gibi bilgiler yer almaktadır. İbn Bîbî de Selçuklu sultanının kara sürâdık ve çetrini gece semasına benzetir. Hükümdar otağlarının en ünlüsü ise Osmanlılar’ın “otağ-ı hümâyun”udur (aş.bk.).
Eski Türkler düğün, sünnet gibi herhangi bir vesileyle eğlence tertip ettiklerinde bunun için özel çadırlar kurarlardı. Halen Anadolu’nun bazı yörelerinde de düğünlerde yemek çadırlarında büyük kazanlarla yemek yapılır ve bu yemekler yine çadırlar altında yenir. Timur’un torunlarının düğünlerini anlatan kaynaklar, Kân-ı Gil veya Hâne-i Gul denilen çayırlıkta, her yanı 300’er adım uzunluğunda ve yaklaşık 3 m. yükseklikte kumaş perdeyle çevrilmiş bir alanın ortasına kurulan dev bir çadırdan ve bu alanın etrafına dizilmiş pek çok süslü çadırdan söz ederler (Golombek – Wilber, I, 180). Osmanlılar da şehzadelerin sünnet düğünlerinde günlerce süren eğlenceler tertip eder, yüzlerce çadır kurar ve buralarda fakir çocuklarını da sünnet ettirirlerdi.
Düğünde kurulan zifaf çadırının adı, aslı Farsça girdek (küçük yuvarlak [çadır]) olan gerdektir. Oğuzlar’da evlenecek gençler ok atar ve düştüğü yere çadır kurarlardı. Dede Korkut Kitabı’nda görülen “kızılala gerdek”, “apalaca gerdek” ve “altunluca gerdek” gibi ifadeler bu çadırların renkli olduğunu ve sultan otağı gibi süslendiğini göstermektedir. Ancak genelde beyaz tercih edilmiş olmalıdır; çünkü evlenme karşılığında “ağca otağa girme” tabiri kullanılmakta ve yine Dede Korkut Kitabı’nda gerdek için “kara yerde ak otağ” ifadesine rastlanmaktadır. Anadolu Türkmenleri’nde de beyaz çadır uğurlu sayılır ve bir gecelik de olsa gerdek için kurulur. Ayrıca Dede Korkut Kitabı’nda, Bayındır Han’ın misafirlerinden oğlu olanın ağ otağa, kızı olanın kızıl otağa ve oğlu kızı olmayanın kara otağa konulmasından, beyaz çadırın gerdek dışında da uğurlu ve mertebesi yüksek sayıldığı öğrenilmektedir (s. 10-13, 73-77).
Türkler, bir toprağı yurt edinmelerinde çeşitli kolaylıklar sağlayan çadırdan yerleşik toplum olduktan sonra da kopamamışlardır. Bugün Orta Asya şehirlerinde bahçeler içinde beton evlerle yan yana kurulmuş çadırlar görmek mümkündür.
Çadırın Türk toplumlarının kültür hayatında önemli bir yeri olmuş, bu arada Türk mimarisi de birçok unsurunu çadırdan almıştır. Ünlü arkeolog J. Strzygowski Şark’taki kubbelerin, yuvarlak ve konik kümbetlerin, frizlerin ve daha birçok mimari ve süsleme unsurlarının Orta Asya Türk çadırından geldiğini ileri sürmüştür. Ona göre gökkubbeyi temsil eden Türk kubbesi (topak ev), Orta ve Ön Asya’dan bütün dünyaya yayılan kubbe mimarisinin menşeidir ve Mezopotamya’nın kubbeli evleriyle İran ve Anadolu’nun kümbetleri kâgirden yapılmış birer Türk çadırından başka bir şey değildir. Bunların ve özellikle kubbeli türbelerin dış yüzlerinde kubbenin altından itibaren duvarları dolaşan frizler de çadırdan mimariye geçen diğer bir önemli unsur olup çadırı üst taraftan çevreleyen nakışlı pervaz görünümündeki sayvanlardan ibarettir. Strzygowski bu tarzın doğuda Çin’e, batıda yine Türkler tarafından Mısır’da yapılan binalar, özellikle İbn Tolun Camii vasıtasıyla Afrika’ya taşındığını söylemektedir. Daha çok minyatürlerde çeşitli örneklerine rastlanan dört direk üzerine kubbe örtülü, yanları açık gölgelik (sâyeban, erbuâvâ) şeklindeki Türk çadırları da dört fil ayağı üzerine oturan kubbe mimarisinin kaynağıdır. Çadır bugün de modern dünya mimarisine ilham kaynağı olmaya devam etmektedir. Meselâ Pakistan’ın İslâmâbâd şehrindeki, planı Türk mimarı Vedat Dalokay tarafından çizilen Faysal Camii, Münih Olimpiyat Stadyumu, Suudi Arabistan’daki çeşitli stadyumların kapalı tribünleri, Cidde Havaalanı Hac Terminali ve Riyad’daki Diplomatik Kulüp’ün misafir odaları ile lokanta kısmı gibi birçok yapı çadırdan gelen unsurlar taşımaktadır.
BİBLİYOGRAFYA
Lisânü’l-ʿArab, II, 346; III, 386, 432; IV, 163, 230; V, 328; VIII, 109; IX, 144; X, 157, 222; XI, 418.
İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “ḫdr”, “ḫym”, “zrr” md.leri.
Kāmus Tercümesi, I, 223.
Steingass, Dictionary, s. 383-384, 388, 1080.
Doerfer, TMEN, III, 16-22.
Räsänen, Versuch, s. 101.
Clauson, Dictionary, s. 403.
el-Muvaṭṭaʾ, “İstiʾẕân”, 18, “Ḥac”, 194.
Müsned, I, 266; III, 152, 164, 166, 191, 246, 326; IV, 185, 348; VI, 142.
Dârimî, “Cihâd”, 20.
Buhârî, “Tefsîr”, 54/6, 108, “Ṣalât”, 2, “Ḥayıż”, 23, “İcâre”, 3, “Eṭʿime”, 50, “Enbiyâʾ”, 29, “Ḥac”, 5, 78, “ʿÎdeyn”, 12, 15, 20, “Cenâʾiz”, 62, “Meġāzî”, 56.
Müslim, “Îmân”, 302, “Eşribe”, 165, “Zekât”, 132, “ʿÎdeyn”, 12, 18, “Ṣıyâm”, 215.
Tirmizî, “Tefsîr”, 108.
İbn Mâce, “Ṣıyâm”, 62.
İbn Ebû Şeybe, el-Muṣannef (nşr. Kemal Yûsuf el-Hût), Beyrut 1989, V, 208.
Belâzürî, Ensâb, I, 29.
Taberî, Târîḫ (de Goeje), III, 1368.
Hatîb et-Tebrîzî, Şerḥu’l-ḳaṣâʾidi’l-ʿaşer (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1384/1964, s. 81.
İbn Battûta, Seyahatnâme, I, 372-373.
Kalkaşendî, Ṣubḥu’l-aʿşâ (Şemseddin), IV, 6-7.
Âlûsî, Bulûġu’l-ereb (nşr. M. Behcet Eserî), Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), III, 393-394.
Dede Korkut Kitabı (nşr. Muharrem Ergin), Ankara 1958, I, 10-13, 73-77, 82, 121, 269, 289.
E. Diez, “The Principles and Types”, A Survey of Persian Art (ed. A. U. Pope), London 1938-39, III, 926-927.
A. U. Pope, “Tents and Pavilions”, a.e., III, 1411-1421.
Cevâd Ali, el-Mufaṣṣal, V, 5-9.
Nejat Diyarbekirli, Hun Sanatı, İstanbul 1972, s. 42-61.
Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, Ankara 1984, VII, 34-36, 260, 267, 274-276, 281, 311, 377.
Günay Tümer – Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1988, s. 135.
L. Golombek – D. Wilber, The Timurid Architecture of Iran and Turan, Princeton 1988, I, 180.
Nebi Bozkurt, Sünnet Verilerine Göre Hz. Peygamber Döneminde Hicaz Folkloru (doktora tezi, 1991), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 22-24.
J. Strzygowski, Eski Türk Sanatı ve Avrupaya Etkisi (trc. Cemal Köprülü), Ankara, ts. (Türkiye İş Bankası yayınlarından), s. 11, 28, 34, 43-47, 60, 69.
Emel Esin, “Türk Kubbesi”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, sy. 3, İstanbul 1971, s. 159-182.
Şerife Atlıhan, “Güney-Batı Anadolu’da Karaçadır”, Kültür ve Sanat Dergisi, IV/15, İstanbul 1992, s. 48-54.
TA, XI, 315-316.
SA, I, 352-359.
J. A. Sanders, “Tent”, IDB, IV, 573.
Ch. Pellat v.dğr., “K̲h̲ayma”, EI2 (İng.), IV, 1146-1151.
P. M. Holt v.dğr., “Miẓalla”, a.e., VII, 191-194.
J. P. Digard, “Čador”, EIr., IV, 608-609.
Arslan Terzioğlu, “Bîmâristan”, DİA, VI, 168.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1993 yılında İstanbul’da basılan 8. cildinde, 158-162 numaralı sayfalarda yer almıştır.
Osmanlılar’da Çadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan sonra çadırın Türkler’in hayatındaki etkinliği, asırlar boyu gelişen kültür ve sanatlarıyla bütünleşmiştir. Formları ve fonksiyonları bakımından çok zengin örnekleri bulunan çadırlar devlet, ordu ve saray teşkilâtında olduğu gibi halkın günlük yaşamı içinde de çeşitlilikler gösterir. Saray teşkilâtından devlet idaresi birimlerine, savaşlardan günlük eğlence ve mesirelere, adalet ve cezalandırma işlerinden sağlık ihtiyaçlarına kadar her alanda çadırdan faydalanan Osmanlılar, ölülerinin üstüne de kâgir türbe yapılıncaya kadar geçici türbe olarak yine çadır kurmuşlardır. Başta padişaha ait çadırlar kompleksi olmak üzere ileri gelen vezir ve paşaların çadırlarında, saray ve konaklardaki her türlü hizmetin çeşitli bölümlerden oluşan bir bütün içinde başarı ile yürütüldüğü, hatta seferde çadırlardan meydana gelen portatif Enderun’un dahi hizmet verdiği görülür. Sefere katılan bütün asker ocaklarına ve esnaf gruplarına ikametgâh vazifesi gören çadırlardan başka mescid, hastahane, hazine, erzak ve mühimmat deposu, mutfak, hamam, helâ, idam çadırı ve ahır gibi çeşitli ihtiyaçlara cevap verecek çadırlar da mevcuttur. İslâmiyet öncesi geleneğinin bir devamı olarak Osmanlı Türkleri’nde de çadırlar biçimleri, boyutları, malzemeleri ve süslemelerindeki farklılıkları ile kişilerin sosyal derecelerine göre değişiklikler gösterir.
Çadır Mimarisi. Osmanlı çadırları topak ev, tek direkli, iki veya üç direkli, şemsiye biçimi çadır ve sâyeban olmak üzere beş grupta toplanır. Topak ev, bugün Orta Asya Türk toplumları tarafından kullanılmaya devam edilen, üst örtüsü kubbe biçimindeki silindirik gövdeli çadır tipi olup (yk.bk.) XVII. yüzyılın başlarından itibaren tamamen terkedilmiştir. Tek direkli çadır geleneksel konik çadır tipinin daha geliştirilmiş örneğidir. İki veya üç direkli çadır, tonoz şeklinde bir üst örtüsü ve bir etek zinciriyle geniş bir iç mekâna sahip olan bir çadır tipi olup genellikle iki kapılıdır; kapıların üzerinde de çadırla tek parça olan ve ince direkler yardımıyla açılan birer gölgelik bulunur. Şemsiye çadır, gerektiğinde şemsiye biçimindeki üst örtüsünün çevresine etek takılarak tek direkli çadır gibi de kullanılabilen bir tür gölgeliktir. Daha küçük çaplı olanları, Osmanlılar’dan önceki çeşitli Türk ve İslâm devletlerinde hükümdara mahsus bir alâmet olarak başının üzerinde taşınmıştır (bk. ÇETR). Sâyeban, genelde iki ana direk üzerine kurulan alt kenarı toprak seviyesinde ve cephesi açık, üç tarafı kapalı çadırdır. Bazıları ise dört direk üzerine kurulan dikdörtgen biçimli tek bir üst örtüsü şeklindedir. Bu çadır tipi başta padişah olmak üzere sadrazam ve vezir gibi ileri gelen kişilerin daha çok temaşa ve dinlenme amacıyla oturmaları için tercih edilmiştir. Osmanlılar bu ana çadır tiplerinde amaca veya ihtiyaca göre değişiklikler yapmışlar, gerektiğinde bunlara ilâve parçalar eklemişlerdir.
Çadırın Bölümleri. Osmanlı çadırları üst örtüsü, etek ve direk olmak üzere üç ana parçadan meydana gelir. Çadırların çatısı olan üst örtüleri topak evlerde kubbe, tek direklilerde külâh, iki veya üç direklilerde ise tonoz şeklindedir. Üst örtüsünün üzerinde direk uçlarının geçeceği, aynı zamanda çadır içindeki kirli havanın dışarı çıkabileceği açıklıklar bulunur; kenarları meşin parçalarıyla sağlamlaştırılan bu açıklıklar, direğe geçirilen alemlerin geniş kaideleriyle yağmurdan korunur. Üst örtüsüne ilişik olan ve mekânı içten ve dıştan çevreleyen enli saçaklarla da üst örtüsü ile etek arasındaki bağlantı yerleri gizlenir. Direkler üzerinde taşınan üst örtüsüne kalın urgan britler ve ahşap mandallarla bağlanan ve çadırın duvarlarını oluşturan birime etek denilmektedir. Yekpâre veya ince ahşap direklerle birbirinden ayrılmış dikdörtgen panolar dizisi şeklinde olabilen çadır etekleri üzerinde kapı, pencere, perde gibi mimari ve dekorasyon elemanları da mevcuttur. Türk mimarisinin karakteristik kapı ve pencere biçimlerinin tekstil malzemesiyle son derece başarılı bir biçimde yaşatıldığı görülen çadır eteklerinde yine hiyerarşik düzene dikkat edilmiş, alt kademedeki görevlilerin çadırlarında kapı ve pencerelerin, üst seviyedeki devlet adamlarınınkine nisbetle daha küçük ölçülerde olmasına özen gösterilmiştir. Çadırın bel kemiğini teşkil eden direk ahşaptır. Direkler, genellikle alçak kazıma veya alçak kabartma teknikleriyle yapılan bitkisel ve geometrik bezemelerle süslenmiş, ayrıca çeşitli renklerde boyanmış veya yaldızlanmıştır. Padişah ve erkâna ait çadırların direklerinin, üzerinde kıymetli taşlar bulunan altın veya gümüş plakalarla kaplanmış olduğu ve altın alemlerle son bulduğu pek çok kaynakta belirtilmektedir.
Çadırın bütününü oluşturan bu üç önemli elemandan başka, çadırın dışında kalan fakat pek çoğunda vazgeçilmez bir parça olan “zukak” bulunmaktadır. Türkçe’ye “sokak” şeklinde geçen Arapça zukak, çadır veya çadır gruplarını çevreleyen bir tür tekstil kuşatma duvarına verilen addır. Arazide veya ordugâhta, özellikle padişah ve erkâna ait çadırların istenmeyen bölgelerle bağlantısını kesen zukaklar önemli bir tecrit elemanıdır. Zukaklar seferde koruyucu, sınırlayıcı ve aşılması yasak birer engel olarak, çeşitli eğlence ve törenlerde ise padişah ve maiyetini halk kitlelerinden ayırmak amacı ile şehir içinde de kullanılmış ve ayrıca “halvet-i hümâyun” adını da taşımıştır. Etek zinciriyle büyük oranda benzerlikleri olan zukakların çoğunlukla üst kenarları kale mazgalları gibi dendanlı yapılmıştır.
Çadırların Yapımında Kullanılan Kumaş Türleri ve Bezeme Malzemeleri. Yapımları tamamen dokuma malzeme ile gerçekleştirilen ve bazı kısımlarında deriyle keçeye yer verilen çadırlarda pamuklu, yünlü ve ipekli kumaş türleri kullanılmıştır. Genelde en yaygın olan kumaş türü pamukludur. Gerek dayanıklılığı, gerekse sıcağa ve soğuğa karşı koruyuculuğu açısından pamuklu kumaşlar tercih edilmiş, su geçirme problemi ise özel bir dokuma tekniğiyle çözümlenmiştir. Daha çok küçük Ege adalarındaki tezgâhlarda ve Soma’da dokunan “kirpas” adlı bir cins pamuklu kumaşın kalın cinsi çadır bezi olarak kullanılmıştır. Çok soğuk iklim şartları gereği özellikle ikametgâh olarak kullanılan çadırlarda yünlü kumaşlar, çadırların iç mekânını süslemekte ise atlas gibi lüks kumaşlar tercih edilmiştir. Ancak padişah veya erkâna mahsus çadırlarda ihtişam ön planda tutulduğu için çadırın bütününde atlas ve benzeri ipekli kumaşların kullanılmış olduğu da görülmektedir.
Osmanlı halkının ve askerinin kullandığı çadırlar, “hazine” adı verilen ve belli bir ölçüsü olan kanat bezlerinin sayılarına göre değerlendirilmekteydi. Bir konik çadır on iki, otağ-ı hümâyun ise kırk hazinelidir. Kanûnî Sultan Süleyman’ın oğlu Şehzade Mustafa’nın Saruhan sancak beyi olarak Manisa’ya gönderilişine dair bir belgede, Osmanlılar’ın özellikle seferlerde kullandıkları çadırların türleri ve büyüklükleri hakkında bilgiler yer almaktadır. Bunlar otağ, münakkaş çardak, münakkaş sâyeban, divanhâne, hazine, mutfak, kiler, saraçhâne, ekmekçiler, helvacılar, kasaplar, yoğurtçular, terziler, saka ve banyo (âb-hâne) çadırlarıdır. Otağın dışında kalan çadırlar, kullanım amaçlarına göre otuz hazineliden sekiz hazineliye kadar sıralanmaktadır. Örnek olarak divanhâne çadırı yirmi altı-otuz hazineli, kiler çadırı yirmi altı hazineli, ekmekçiler çadırı on altı hazinelidir. Bunların en küçüğü olan ve yirmi dört kıta olarak belirtilen banyo çadırları on iki, on ve sekiz hazinelidir (Uzunçarşılı, TTK Belleten, XXXIX/156, s. 686-687). Eski Türk ordularında da seyyar banyo olarak kullanılan bu tür çadırlar (çerge) vardı (Kafesoğlu, s. 310).
1640 tarihli Narh Defteri’nde “Es‘âr-ı Çadırcıyân” başlığı altında yer alan bilgilerden halkın kullandığı çadırların genellikle sekiz, on iki hazineli olduğu anlaşılmaktadır (bk. Kütükoğlu, s. 214-215). Burada verilen rakamlar, çadır fiyatlarının kalitelerine göre 2400 ile 800 akçe arasında değiştiğini göstermektedir. En basit çadır olan sekiz hazineli çerge 800 akçedir. Bu narh defterinde çadır astarından ve astarlı çadırlardan söz edilmesinden ve bazı tarihî kaynaklardaki minyatürlerde çadırın iç ve dış kısmının farklı renkte çizilmesinden, pamuktan yapılan çadırların genellikle çift katlı olduğu anlaşılmaktadır.
Klasik dönemden Batılılaşma dönemine kadar bütün Osmanlı süsleme sanatlarının en güzel örneklerini sergileyen çadırlarda ibrişim, altın sırma ve gümüş simle yapılan işlemeler ve güderi veya kıymetli kumaş parçalarından aplike edilen motifler, özellikle padişah çadırlarında en çok kullanılan bezeme çeşitleridir.
Otağ-ı Hümâyun. “İçinde od (ateş) yakılan mekân” anlamına gelen otağ kelimesi, daha çok “otağ-ı hümâyun” (padişah çadırı) ve “otağ-ı âsafî” (sadrazam çadırı) tabirlerinde kullanılmıştır. Otağlar diğer çadırlardan çok daha büyük ebatlı, gösterişli ve süslemeliydiler. Osmanlı ordusunda sefere çıkış hazırlıkları başladığı zaman sadrazamın başkanlığında bir heyet otağ-ı hümâyunu tuğlarla birlikte ordunun ilk menziline doğru büyük bir törenle harekete geçirirdi. Çadır mehterleri, padişah ilk menzile varmadan önce her zaman iki takım halinde bulunan otağ-ı hümâyunlardan birini kurarlar, padişah veya onun sefere çıkmadığı dönemlerde serdâr-ı ekrem bu menzilden ayrılmadan önce de ikinci otağı diğer menzile hazırlarlardı. Sefer Anadolu yönünde ise otağ Üsküdar Meydanı’na, Rumeli tarafında ise Dâvud Paşa sahrasında Çırpıcıçayırı’na ve padişah Edirne’de bulunuyorsa Kabak Meydanı’na kurulurdu. Otağ-ı hümâyun ve padişaha ait diğer çadırlar kurulurken konaklama noktası olarak güzel manzaralı ve bol ağaçlı yerler seçilir, strateji bakımından da arkalarının dağlık bir araziye dönük olmasına dikkat edilirdi. Padişah otağının arkasında zukaklarla bağlantı sağlanmış divan çadırı ile hazîne-i hümâyun çadırları, önünde ise “leylek” veya “leylâk” denilen idamların infaz edildiği çadır bulunurdu. İdam çadırı infazların seyredilebilmesi için daima açık olup sadece çatılmış bir iskeletten ibaretti ve savaş ganimetleri de bu çadırın altına konularak bunları çalmak isteyenlere verilecek ceza hatırlatılırdı. Belirli bir konak yerinde kurulan otağ-ı hümâyunu önce büyük bir zukak, sonra da iki yandan asker ocaklarının çadırları çevreler, sadece ortada yol için açıklık bırakılırdı. Bu yolun iki başından birini cemaatten 101. yaya ortası, diğerini ise ağa bölüklerinden 17. bölük korur, bu engeller aşılmadan otağ-ı hümâyuna girilemezdi. Hareket ve sefer sırasında otağın önüne dikilen tuğ ve sancakların altında ikindi namazından sonra mehter takımı tarafından nevbet vurulurdu.
Bütünüyle birer sanat eseri olan otağların iç düzenlemeleri de fevkalâde zengin ve göz kamaştırıcı olurdu. Tabanına altın ve gümüş teller ilâvesiyle dokunmuş ipek halılar serilir, kıymetli halılar ve kumaşlarla örtülü sedirlerin üzerlerine özenle işlenmiş yastıklar konulur ve bütün bölümler sarayda olduğu gibi değerli taşlarla bezenmiş altın ve gümüş eşya ile tefriş edilirdi. Padişah ve erkân çadırlarını yapan özel çadırcılara “otağ-gerân-ı hâssa” adı verilirdi.
BİBLİYOGRAFYA
BA, Cevdet-Askerî, nr. 20.
Mustafa Celâloğlu, Tabakātü’l-memâlik ve derecâtü’l-mesâlik (s.nşr. Saadeddin Tokdemir), İstanbul 1937, s. 58.
Silâhdar, Nusretnâme, s. 148, 280.
A. Galland, İstanbul’a Ait Günlük Hâtıralar: 1672-1673 (trc. Nahid Sırrı Örik), Ankara 1987, I, 112-113.
Refik Ahmet [Sevengil], İstanbul Nasıl Eğleniyordu, İstanbul 1927, s. 43-71.
E. Diez, “The Principles and Types”, A Survey of Persian Art (ed. A. U. Pope), London 1938-39, III, 926-927.
Ahmed Muhtar, Muhâberât-ı Meşhûre-i Osmâniyye Albümü (trc. Kemal Yılmaz), İstanbul 1971, s. 139-141.
Marsigli, Osmanlı İmparatorluğunun Askeri Vaziyeti, s. 179-184.
Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, s. 270-271.
a.mlf., “Sancağa Çıkarılan Osmanlı Şehzadeleri”, TTK Belleten, XXXIX/156 (1975), s. 686-687.
Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlılarda Narh Müessesesi ve 1640 Tarihli Narh Defteri, İstanbul 1983, s. 214-215.
Cenap Çürük – Ersin Çiçekçiler, Örnekleriyle Türk Çadırları, İstanbul 1983.
İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, İstanbul 1984, s. 310.
Pakalın, II, 741-742.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1993 yılında İstanbul’da basılan 8. cildinde, 162-164 numaralı sayfalarda yer almıştır.