CİVÂR

Câhiliye devrinde ve İslâmî dönemde Araplar arasında yaygın olan bir himaye müessesesi.

Müellif:

Civâr sözlükte “komşuluk” anlamındadır. “Komşu” demek olan câr kelimesi hem haksızlığa uğrayan kimseyi koruyanı, hem de ona sığınan şahsı ifade eder. Kur’ân-ı Kerîm’de, müşrikleri “Ben sizin yardımcınızım” (وَإِنِّي جَارٌ لَكُمْ) diyerek Bedir Gazvesi’ne teşvik eden şeytanın yardım vaadi câr kelimesiyle anlatılmıştır (el-Enfâl 8/48). Aynı kökten gelen icâre ve mücâvere de “himaye ve komşuluk” anlamlarına gelmektedir. Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de kendisinin her şeyi koruyup kolladığını, fakat zâtının himayeye muhtaç olmadığını ifade etmektedir (bk. el-Mü’minûn 23/88). Ayrıca civâr ve mücâvere kelimeleri “mescidde itikâfa girmek” mânasına da gelmektedir. Nitekim bazı hadislerde Hz. Peygamber’in Mekke’de iken Hira’da, Medine’de ise mescidde itikâfı bu lafızlarla rivayet edilmiştir (meselâ bk. Buhârî, “İʿtikâf”, 2; Müslim, “Îmân”, 257, “Ṣıyâm”, 213). Daha sonraki dönemlerde Mekke veya Medine’ye gidip yerleşen müslümanlar için mücâvir tabiri kullanılmıştır.

Civâr kelimesi tarihî bir terim olarak Câhiliye devrinde ve İslâm’ın ilk dönemlerinde son derece yaygın olan eman ve himaye müessesesini ifade etmektedir. Birini himaye etme işini hem fertler hem de aile, aşiret ve kabileler üstlenebildiği için civârı ferdî ve içtimaî olmak üzere iki grupta ele almak mümkündür. Gerek himaye isteyen (müstecîr) ve bu isteği kabul edilerek himaye altına alınan kimsenin (câr), gerekse himaye eden şahsın (mücîr) uyacağı bazı esaslar mevcuttu.

Bir bölgede herhangi bir haksızlığa ve zarara uğramaktan endişe eden kişi veya zümreler, muhtemel haksızlığı önleyebilecek güçte olanlardan kendilerini himaye etmelerini isterlerdi. Gerek himaye isteği gerekse bunun kabulü, insanların bir araya geldiği hac ve benzeri toplantılarda taraflarca açıkça ifade edilir, himayenin kalkması da aynı şekilde alenî olurdu. Habeşistan’a hicret eden müslümanlar, Kureyş’in İslâmiyet’i kabul ettiği şâyiası üzerine Mekke’ye geri döndüklerinde haberin asılsız olduğunu öğrenmişler ve eski dostları arasında bulunan bazı müşriklerin himayesine sığınmak zorunda kalmışlardı. Osman b. Maz‘ûn Kureyş’in ileri gelenlerinden Velîd b. Mugīre’nin himayesine girmiş, fakat bir müşrik tarafından korunmanın ıstırabını hissedince bu himayenin kalkmasını arzu etmiş, Velîd b. Mugīre ile Kâbe’ye giderek civârın son bulduğunu karşılıklı ilân etmişlerdi. Birini himayesine alan şahsın onu her türlü kötülükten koruması ve bu uğurda her türlü tehlikeyi göze alması bir şeref meselesi sayılırdı. Bu konuda gösterilecek herhangi bir ihmal, verilen söze ihanet sayıldıktan başka himaye sözü verenin şahsı, ailesi ve kabilesi için bir utanç, tenkit ve tahkir vesilesi kabul edilirdi. Dolayısıyla Araplar himaye sözü verdikleri şahsı korumak için gerekirse canlarını feda etmekten çekinmezlerdi. Nitekim Arap tarihinde civâr sebebiyle çıkmış kabileler arası savaşlar vardır. Taraflar arasında civârın iyice benimsendiği ve kökleştiği durumlarda onun kan bağı derecesinde, hatta daha ileri tutulduğu ve himaye edilen şahsın nesebe dahil edildiği de olmuştur. Şahısların dışında mukaddes yerler de meselâ Kâbe ve çevresi emin bölge sayılmıştır. Kendisinden himaye istenilecek kişi evinde bulunmadığı zaman onun evine girip sığınmak, evinin gölgesinde oturmak veya himaye sözü veren kişinin elbisesini giymek, hatta elbisesinden bir parçayı taşımak da himaye alâmeti olarak kabul edilmiştir. Topluluk karşısında ilân edilmese bile bir evde misafir olan kimse üç gün süreyle himaye altında sayılırdı. İlân edilen himayelerde bazan koruma süresi sınırlandırılır, bazan da himayenin kimlere karşı olduğu belirtilirdi. Bu durumda koruma süresi bittikten sonra veya himaye ilânında belirtilen zümreler dışında bir yerden gelen zarar ve haksızlıktan himaye eden kimse sorumlu tutulmazdı.

Civâr müessesesi İslâmî dönemde de varlığını sürdürdü. Kur’ân-ı Kerîm’deki, “Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse Allah’ın kelâmını işitip dinleyinceye kadar ona eman ver” (et-Tevbe 9/6) meâlindeki âyet bu hususu ifade etmektedir. Bir müslüman bir müşriği himaye edebileceği gibi onlardan birinin himayesine de girebilir. Hz. Peygamber’in uygulamaları da bu mahiyettedir. Meselâ onun Tâif dönüşü müşriklerin ileri gelenlerinden ve akrabalarından olan Mut‘im b. Adî’nin himayesinde Mekke’ye girişi, çevre kabilelere İslâm’ı tebliğ ederken onların himayesine sığınma isteği, Bi’rimaûne faciasından önce Âmir b. Sa‘saa kabilesi reisi Ebû Berâ’nın kendi kabilesine karşı İslâm davetçilerini koruyacağını taahhüt etmesi tamamıyla İslâm tebliğiyle ilgilidir. Âyet ve Hz. Peygamber’in uygulaması göstermiştir ki dinin ve müslümanların lehine olduğu sürece köle bile olsa bir müslüman bir gayri müslimin himayesine girebilir, aynı zamanda İslâm’ı öğrenip gerçekleri düşünme fırsatı vermek için bir gayri müslimi himayesi altına da alabilir (ayrıca bk. EMAN; HİMAYE; KOMŞU).


BİBLİYOGRAFYA

, “cvr” md.

, “cvr” md.

, III, 112-113.

Buhârî, “Leyletü’l-ḳadr”, 3, “Ḥayıż”, 2, “İʿtikâf”, 2.

Müslim, “Îmân”, 257, “Ṣıyâm”, 213, “Ḥayıż”, 8.

, II, 347-348.

, III, 598-599.

, III, 94-95, 143-146.

Mehmed Zihni Efendi, el-Muktedab fî kavâidi’n-nahv, İstanbul 1303, s. 290-291.

, IV, 360-365.

Vefâ Fehmî es-Sindiyûnî, Şuʿarâʾü ṣadri’l-İslâm ve temes̱s̱ülühüm li’l-ḳıyemi’l-ictimâʿiyye, [baskı yeri yok] 1983 (Dârü’l-ulûm), s. 28-32, 53-56.

J. Lecerf, “D̲j̲iwār”, , II, 572-573.

W. Montgomery Watt, “Id̲j̲āra”, a.e., III, 1043.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1993 yılında İstanbul’da basılan 8. cildinde, 34-35 numaralı sayfalarda yer almıştır.