- 1/3Müellif: HAYATİ HÖKELEKLİBölüme GitKur’ân-ı Kerîm’de, Türkçe’deki çocuk kelimesinin karşılığı olan tıfl ve sabî kelimeleri ancak birkaç âyette geçer. Fakat çocukla ilgili meseleler, diğ…
- 2/3Müellif: YUSUF ŞEVKİ YAVUZBölüme GitKELÂM. Dinî hayat açısından çocukların statüsü ve âhiretteki sorumluluğu konusunda İslâm âlimleri çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Ebû Hanîfe’ye g…
- 3/3Müellif: MEHMET ÂKİF AYDINBölüme GitFIKIH. İslâm hukukunda doğumla başlayan ve ergenlik çağına kadar devam eden döneme “çocukluk”, bu dönemi yaşayan kimseye de “çocuk” denir. Çocukluk, d…
Kur’ân-ı Kerîm’de, Türkçe’deki çocuk kelimesinin karşılığı olan tıfl ve sabî kelimeleri ancak birkaç âyette geçer. Fakat çocukla ilgili meseleler, diğer anlamları yanında “çocuk” mânasında da kullanılmış olan çok sayıda değişik kelime etrafında geniş bir şekilde ele alınmaktadır. Bunların başlıcaları ibn, veled (çoğulu evlâd), gulâm, sagīr, zürriyyet, hafede, ehl, âl, yetîm, rebâib… kelimeleridir. Kullanıldıkları yer ve üslûp bakımından genellikle bu kelimelerle henüz bulûğ çağına ermemiş insan kastedilmektedir. Bunun yanında gerek fıkıh kitaplarında gerekse çocuk gelişimi ve eğitimine yer veren bazı eserlerde, bu devrenin kendi içindeki gelişim safhaları dikkate alınarak her safhadaki çocuk için, hatta kız ve erkek çocuklar için ayrı ayrı kelimeler de kullanılmıştır.
İnsan hayatı normal şartlarda doğumla başlayıp ölüme kadar süren bir bütündür. Bununla birlikte gerek bedenî gerekse ruhî gelişim özellikleri yönünden kendi içinde farklı bazı devrelere ayrılır. Genellikle çocukluk, ergenlik, yetişkinlik ve yaşlılık olarak belirlenen bu devrelerden her biri bir öncekinin etkisi altında oluşmakta, özellikle insanın bedenî ve ruhî gelişmesinde çocukluk devresine birinci derecede önem verilmektedir.
Üreme bütün canlılarda evrensel bir kanundur; İslâm’a göre evlenmenin gayelerinden biri, hatta en önemlisi çocuk sahibi olup neslin devamını sağlamaktır (Gazzâlî, II, 20). Esasen her insanda, bu dünyada kendi nesebini ve zürriyetini devam ettirmek için fıtrî bir arzu vardır. Kur’ân-ı Kerîm, genel olarak insanların Allah’tan “kusursuz, iyi bir çocuk” talep ettiklerini bildirmektedir (el-A‘râf 7/189-190). Aynı şekilde bazı peygamberlerle salih kulların, Allah’ın kendilerine iyi bir nesil, temiz bir soy ve soylarından O’na kulluk eden milletler vermesi için dua ettikleri bilinmektedir (el-Bakara 2/128; Âl-i İmrân 3/35, 38; İbrâhîm 14/35, 40). İnsanın çocuklara duyduğu derin sevginin ondaki fıtrî duygulardan biri olduğunu açıklayan Kur’ân-ı Kerîm (Âl-i İmrân 3/14), bu eğilimi son derece tabii karşılayarak bütün müslümanların dualarında Allah’tan, kendilerine göz nuru olacak eşler ve çocuklar vermesini niyaz etmelerini ister (el-Furkān 25/74). Böylece insandaki neslini devam ettirme arzusu, İslâm’ın çizdiği sınırlar içerisinde kişinin kendisine ve bütün insanlığa faydalı olacak bir faaliyete kaynaklık yapar. Hz. Peygamber’in, “Evlenin, çocuk sahibi olun; ben kıyamet gününde ümmetimin çokluğu ile iftihar edeceğim” (Müsned, II, 72) meâlindeki hadisi de nesli koruyup geliştirmeye katkıda bulunmanın gerekliliğini vurgulamaktadır.
İslâm’a göre insanın var oluşunun asıl gayesi, Allah’a kul olmanın şuuruna ermesi ve bunun gereğini yerine getirmesidir. Öte yandan Kur’an’da çocuklar çok defa, ebeveynine aslî gayelerini unutturan ve onları Allah’tan uzaklaştıran engeller arasında gösterilmiştir. Buna göre birçok insan, fazla mal ve evlât sahibi olmayı hayatın tek gayesi saymak suretiyle Allah ile olan münasebetini tehlikeye düşürmektedir. Bu sebeple çeşitli âyetler kişiyi uyarmakta ve asıl gözetilmesi gereken hedefi göstermektedir (meselâ bk. el-Kehf 18/46; Sebe’ 34/37; el-Münâfikūn 63/9). Her ne kadar insanlar fazla mala ve çocuğa sahip bulunmakla kendi kendilerine yeterli, dolayısıyla güçlü ve üstün olacakları zannına kapılıyor ve bunu başkalarına karşı bir üstünlük sebebi olarak görüyorlarsa da (el-Hadîd 57/20) Kur’an’a göre bu yanılgıya düşenler için mal gibi çocuk da bir fitne (el-Enfâl 8/27-28; Sebe’ 34/34-35) ve “apaçık bir düşman”dır (el-Mü’minûn 23/55-56; et-Tegābün 64/14). Bundan dolayı İslâm’da, kişinin çocuk sahibi olması büyük sorumluluk gerektiren bir durum olarak değerlendirilmiştir. Nitekim ana baba ile çocuk arasındaki ilişkiler hem ahlâkî hem de hukukî yönden belli esaslara bağlanmıştır. Buna göre çocuğun varlığı ciddiye alınmalı, iyi bir insan ve samimi bir müslüman olarak yetişmesi için her türlü gayret ve fedakârlık gösterilmelidir. Çocuğun dünya ve âhiret mutluluğunu gözetmek, onu dünyaya getiren insanların önemle üzerinde durmaları gereken bir konudur. İslâmiyet bu hususta birinci derecede babayı sorumlu tutar. “Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyun” (et-Tahrîm 66/6) meâlindeki âyeti yorumlayan müfessirler, çocukların ve diğer aile fertlerinin gözetiminden ve terbiyesinden aile reisi olan babanın sorumlu olduğu konusunda ortak görüş belirtirler (bk. Râzî, XXX, 46; İbn Kesîr, IV, 390-393). Hz. Peygamber de, “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz” (Buhârî, “Cumʿa”, 11; Müslim, “İmâre”, 20) meâlindeki hadisinde aynı şekilde babanın büyük sorumluluğuna dikkat çeker. Anne de bu sorumluluğa ortaktır; ailenin iç düzeniyle birlikte çocukların bakımı ve yetiştirilmesi onun sorumluluk alanına girmektedir (Buhârî, “Riḳāḳ”, 17; Müslim, “İmâre”, 5).
Bu sorumluluğun çocuk açısından sonucu onun ana baba üzerinde bazı haklara sahip olmasıdır. Hz. Peygamber’den rivayet edilen hadisler esas alınarak İslâm’da çocuk hakları başlıca şu noktalarda toplanabilir: 1. Güzel isim. Çocuğa verilen ad konusunda İslâm’ın evrenselliğini ve farklı kültür çevrelerinin mevcudiyetini dikkate almak zorunluluğu vardır. Hangi dilde olursa olsun çocuğa verilen isim, onun yetiştiği toplumda ve bulunduğu kültür çevresinde alay konusu yapılmayacak ve onu küçük düşürmeyecek isimlerden olmalıdır; yani çocuk taşıdığı addan utanç duymamalıdır. Hz. Peygamber’in bu konuda ısrarlı tavsiyeleri ve uygulamaları olmuştur. Bir hadisinde, “Siz kıyamet gününde kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız, öyleyse güzel isimler seçin” der (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 70). Hz. Peygamber’in, çeşitli bakımlardan İslâm anlayışına uygun olmayan isimlere sahip çocukların veya yetişkinlerin adlarını değiştirerek onlara uygun bulduğu yeni isimler vermiş olması (Buhârî, “Edeb”, 108) konunun önemini gösterir. Resûl-i Ekrem’in bu tutumunu dikkate alan bazı âlimler, ismin onu taşıyan kimse üzerinde psikolojik bir etki yapabileceğini ileri sürerler (İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 101-102; ayrıca bk. AD KOYMA). 2. İyi terbiye. Bir hadiste, güzel isim ve iyi terbiye çocuğun babası üzerindeki hakları arasında zikredilir (İbn Mâce, “Edeb”, 3). Çocuğun en mükemmel şekilde yetişmesi, ihtiyaç duyduğu bütün insanî ve ahlâkî faziletleri, sosyal kural ve davranışları, dinî inanç ve değerleri öğrenmesi ve yaşaması, ruh ve beden bakımından sağlıklı, bilgili ve faziletli, ayrıca sanat ve hüner sahibi olabilmesi için ana babanın bütün imkânlarını kullanarak gayret sarfetmeleri gerekir. Çocuğun hem dünya hem de âhiret mutluluğunu hedef alan böyle bir terbiye, Hz. Peygamber tarafından ana babanın çocuğuna bırakacağı “en güzel miras” olarak nitelendirilmiştir (Tirmizî, “Birr”, 33). 3. Evlendirme. Ana babaya ait olan neslin korunması görevi, bulûğ çağına gelen evlâdın bir yuva kurmasına imkân hazırlanmasıyla yerine getirilmiş olur. Bu konuda Hz. Peygamber’den hadis olarak nakledilen bazı ifadeler ve Hz. Ömer ile Saîd b. Âs gibi önde gelen sahâbîlerin bunu bir babalık görevi telakki ettiklerine dair haberler vardır (İbn Mahled, s. 127). Evlenme çağına gelmiş olan çocuğun fazla bekletilmeden evlendirilmesi gerekir. Mazeretsiz olarak bunun ileri yaşlara ertelenmesi neticesinde doğabilecek birtakım kötü sonuçlardan ana baba da sorumlu olur. Nitekim Hz. Peygamber’in konuyla ilgili bir tavsiyesinde, “Çocuk bulûğa erince babası onu evlendirsin, aksi halde çocuk günah işleyebilir, onun bu günahı da babaya ait olur” uyarısında bulunduğu görülmektedir (İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 159). Bazı ahlâk kitapları da bu konuda özellikle kız çocuğunun durumuna özel bir itina gösterilmesi tavsiyesine yer verir (Kınalızâde, II, 39). 4. Eşit muamele. Aralarında herhangi bir ayırım yapmaksızın çocuklarına karşı eşit davranmak, ana babanın başlıca görevlerinden biri ve aynı zamanda çocuğun da tabii hakkıdır (Müsned, IV, 269). Çocukların kız-erkek, büyük-küçük, öz veya üvey olması sonucu değiştirmez. Kadının, erkeğin mülk ve tasarrufunda bir eşya gibi telakki edildiği İslâm öncesi Arap toplumunda kız çocuğu ailede maddî bakımdan bir yük, sosyal bakımdan da utanç kaynağı olarak görülmüştür. Kur’ân-ı Kerîm’de Câhiliye dönemi insanının kız evlâdına karşı gösterdiği tepki şu şekilde anlatılır: “Onlardan birine kız çocuğu müjdesi verildiği zaman içi gamla dolar ve yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü haber yüzünden halktan gizlenmeye çalışır; onu küçümsenme duyguları içinde tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün!” (en-Nahl 16/58-59; ez-Zuhruf 43/17). Ayrıca çocukların maddî ve sosyal endişelerle öldürülmesini beyinsizlik, sapıklık (el-En‘âm 6/140) ve öteki dünyada mutlaka hesabı sorulacak (et-Tekvîr 81/8-9) “büyük suç” (el-İsrâ 17/31) olarak nitelendiren Kur’ân-ı Kerîm, kız çocuğunun haklarına öncelikle sahip çıkılması gerektiğinin işaretlerini verir. Nitekim Şûrâ sûresinin 49 ve 50. âyetlerinde yer alan, “Dilediğine kız çocuk, dilediğine erkek çocuk verir; yahut hem kız hem erkek çocuk verir” ifadesinde kızların önce zikredilmiş olmasını dikkate alan bazı âlimler, bundan kızların erkeklere göre daha hayırlı olduğu hükmünü çıkarmışlardır (bk. İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 15). Hz. Peygamber’in hadislerinde de kızlara özel bir önem verildiği görülür. Her şeyden önce kız çocuğunun hakir görülmesi, ona karşı kötü duygu ve düşünceler beslenmesi menedilerek (Müsned, IV, 151) onda hoşa gitmeyen taraflar olursa buna mutlaka sabırla katlanmak gerektiği belirtilir (Buhârî, “Zekât”, 9; Müslim, “Birr”, 147; Tirmizî, “Birr”, 13). Ayrıca bazı hadisler kız çocuğunu yetiştirmenin büyük ecir ve sevabını dile getirir (İbn Mâce, “Edeb”, 3; Tirmizî, “Birr”, 13).
Çocuklar arasında gözetilmesi gereken eşit muamelenin hangi konularda olacağı meselesi farklı görüşlere yol açmıştır. Genel olarak iradî ve maddî tasarruflarda eşit muamelenin gerekli olduğu kabul edilmiştir. Buna göre ana babanın hibe, hediye, miras gibi maddî konularda adaleti gözetmesi ve kardeşler arasında ayırım yapmaması önemli bir esastır. Belli başlı bütün sahih hadis kitaplarında yer alan uzunca bir hadisin sonundaki şu ifade özellikle bu noktaya işaret etmektedir: “Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında adaleti gözetin” (Buhârî, “Hibe”, 12-13; “Şehâdât”, 9; Müslim, “Hibât”, 13). Öte yandan ebeveyn çocuklara karşı gösterilen sevgi, şefkat ve ilgide de adaletli olmaya çalışmalıdır. Ancak burada söz konusu olan, insanın iradesini aşan duygularda değil “öpücüğe varıncaya kadar dışa akseden her türlü davranışta eşitlik”tir (İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 158, 161; Münâvî, II, 297; IV, 84). Ana baba ellerinde olmayarak bazı çocuklarına daha çok sevgi besleyebilirler. Fakat bunu hissettirmemeye çalışmaları ve davranışlarında eşitliği gözetmeleri gerekir. Aksi halde kardeşlerin birbirini kıskanması ve birbiri aleyhinde olumsuz bazı duygu ve düşüncelere kapılması kaçınılmazdır. Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. Yûsuf’un babası tarafından çok sevilmesinin kardeşlerinin onu kıskanmalarına ve kötülük etmelerine yol açtığını anlatan âyetlerden (Yûsuf 12/5, 8-9) ana babalar için dolaylı bir uyarı anlamı çıkarmak mümkündür.
Anne-çocuk ilişkisi, çok yönlü ve psikolojik açıdan farklı sonuçlar doğuran fıtrî bir ilişkidir. Bu sebeple İslâmî kaynaklarda anne-çocuk ilişkisine geniş yer verilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in, annenin çocuğunu modern psikolojide “bebeklik dönemi” kabul edilen “tam iki yıl” süreyle emzirmesi yönündeki tavsiyesi (el-Bakara 2/233; Lokmân 31/4), çocuğun beden yapısının teşekkülünde anne sütünün önemini ortaya koyar. Nitekim en son tıbbî tesbitler de çocuğun beden ve ruh sağlığı hususunda anne sütünün yerini başka hiçbir gıdanın ve anne kucağının yerini başka hiçbir ortamın tutamayacağını göstermiştir. Hayata gözünü açan insan yavrusu, etrafında güvenli ve rahat bir dünyanın mevcut olduğu hissini yaşadığı ölçüde ruhen gelişip olgunlaşmaya doğru ilerler. Anne ile çocuk arasındaki hissî ilişkilerin canlılığı, fıtrî bir duygu olan anne sevgisi ve şefkati, çocuğun ruhî melekelerinin sağlıklı gelişmesinde temel etkendir. Modern ilmî araştırmalar, bu sevgiden mahrum olarak büyüyen çocuklarda sağlam ve güçlü bir kişilik yapısının gelişmesinin ve temel güven duygusunun yerleşmesinin hemen hemen imkânsız olduğunu ortaya koymuştur. Bu bakımdan İslâm dini çocuğun belli bir yaşa kadar annenin bakım ve terbiyesinde kalmasını öngörür. Çocuğun anne şefkatine ve sevgisine en çok muhtaç olduğu çağ, “temyiz yaşı” denilen yedi yaşına kadarki devredir. Herhangi bir sebeple anne ve baba arasında çocuğun terbiyesini üstlenmede anlaşmazlık çıkması halinde, hukukçular genellikle erkek çocuğunun yedi dokuz, kız çocuğunun ise dokuz on bir yaşına kadar anne tarafından bakılmasının uygun olacağını hükme bağlamışlardır (bk. HİDÂNE). Hz. Peygamber çocuklarına düşkün olan kadınları övmüş ve her vesileyle onları çocuklarına karşı sevgi ve şefkatle davranmaya teşvik etmiştir (Buhârî, “Nikâḥ”, 12; İbn Mâce, “Nikâḥ”, 62; “Edeb”, 3). Öte yandan küçük çocukların mutlaka anne veya onun yerini alacak birisi tarafından yetiştirilmesi hususundaki gelişmeler Hz. Peygamber döneminden itibaren uygulama alanı bulmuştur (Ebû Dâvûd, “Ṭalâḳ”, 35; “Cihâd”, 132; Tirmizî, “Siyer”, 17). Bütün bunlar göstermektedir ki çocuğa sevgi, şefkat ve anlayışla muamele etme İslâm eğitim sisteminin en belirgin özelliğidir. Bunu en açık şekilde Hz. Peygamber’in çocuklarla ilişkilerinde ve bu konudaki tavsiyelerinde görmek mümkündür. Çocuklara karşı derin bir sevgi ve şefkat besleyen, onlarla yakından ilgilenen Resûl-i Ekrem’in, “Kimin çocuğu varsa onunla çocuklaşsın” diyerek çocuğu ciddiye alıp seviyesine inmeyi ve problemlerini dinleyerek yönlendirmeyi öğütlemiştir (İbn Mahled, s. 135). Hz. Peygamber her fırsatta çocukları kucağına alır, öper ve okşardı. Bir defasında torunlarını öperken kendisini gören Akra‘ b. Hâbis’in bunu yadırgayarak, “Benim on çocuğum var, hiçbirini de öpmedim” demesine karşılık, “Merhamet etmeyene merhamet edilmez” cevabını vermiştir (Buhârî, “Edeb”, 18; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 144; Tirmizî, “Birr”, 12). Başka bir hadiste, çocuklara gösterilen sevgi ve ilginin merhamet duygusunun tabii bir sonucu olduğu belirtilerek herhangi bir şekilde bu duygudan mahrum kalmanın normal bir durum sayılmayacağına işaret edilmektedir (İbn Mâce, “Edeb”, 3).
Sahih hadis kitaplarında Hz. Peygamber’in çocuklara sevgi ve ilgisini gösteren çok sayıda rivayet vardır. Yukarıdaki örneklerde olduğu gibi, çocuklara karşı sevgi ve şefkat duygularının köreldiği bir toplumda Resûl-i Ekrem’in ortaya koyduğu öğreti, çocuklara ve gençlere verilen değer ve önemi ifade eder. Çocukları hoş tutma ve onların arzularını yerine getirme konusuna önem veren Hz. Peygamber’in namaz kılarken ve hitabede bulunurken bile bu tutumunu değiştirmediğini haber veren çok sayıda hadis mevcuttur (Müsned, IV, 51; Buhârî, “Edeb”, 18; Müslim, “Mesâcid”, 42; İbn Mâce, “Ṭahâret”, 135; Tirmizî, “Menâḳıb”, 50, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 22; Nesâî, “İftitâḥ”, 172, “Cumʿa”, 30). İslâm’a göre çocuk temiz bir yaratılışla ve günahsız olarak dünyaya gelir (bk. FITRAT); ona şekil veren ana baba ve sosyal, kültürel çevredir. Çocuğun, büyüklerin telkin ettikleri değerleri ve davranış modellerini içten benimsemesi ve hayatı boyunca kendilerine bağlı kalması, her şeyden önce kendisini yetiştiren insanları sevmesi ve onlara inanıp güvenmesiyle mümkündür. Bu sonucu doğuracak bir davranışla çocuklara yaklaşmak ise büyüklerin görevidir. Bu açıdan bakıldığında, Hz. Peygamber’in karşılaştığı çocuklara selâm verip onların hal ve hatırını sorması (Buhârî, “Edeb”, 81, “İstiʾẕân”, 15; Müslim, “Selâm”, 15), okşayıp bağrına basması, zaman zaman çocukları, özellikle de torunlarını omuzuna ve sırtına bindirmesi (Buhârî, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 22; İbn Mâce, “Edeb”, 3; Tirmizî, “Menâḳıb”, 9), hatta hoşlanacakları lakaplar takmak suretiyle çocuklarla şakalaşması ve onları eğlendirmesi (Müsned, II, 532; Buhârî, “ʿİlim”, 18; Ebû Dâvûd, “Tereccül”, 15; Tirmizî, “Birr”, 57) şeklindeki davranışlarının ne ifade ettiği daha iyi anlaşılır.
Çocuğun doğumu çeşitli kültürlerde olduğu gibi İslâm’da da muhtelif merasimlere konu teşkil eden önemli bir olaydır. Dünyaya geldiği ilk günden itibaren çocuk için yapılması gereken ve doğrudan doğruya Hz. Peygamber’in sünnetinden kaynaklanan başlıca uygulamalar şunlardır. 1. Tahnîk. Yeni doğan bebeğin, henüz ana sütünü tatmadan önce hurma, bal vb. tatlı bir besin ezilerek bununla damağının oğulması işlemidir (Müslim, “Ṭahâret”, 101). 2. Kulağına ezan okuma. Bebeğin sağ kulağına ezan, sol kulağına da kāmet okunur (Müsned, VI, 391; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 108; Tirmizî, “Eḍâḥî”, 17). 3. Ad koyma. Doğumun ilk gününde veya en geç yedinci güne kadar çocuğa bir isim verilir (Buhârî, “ʿAḳīḳa”, 1, “Edeb”, 108; Müslim, “Feżâʾil”, 62; Tirmizî, “Edeb”, 63). 4. Akîka kurbanı. Doğumun yedinci günü yahut daha sonraki günlerde şartlarına göre kurban kesilerek ikram edilir (bk. AKÎKA). 5. Sünnet (hıtân). Çocuğun ne zaman sünnet ettirileceği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüşse de bu ameliyenin, doğumun ilk gününden en geç bulûğ yaşına kadar olabileceği kabul edilmiştir. Sünnetle beraber ziyafet verilmesi ve eğlenceye de yer verilen bir merasim yapılması, Hz. Peygamber’den hemen sonra âdet halini almış bir uygulama olarak günümüze kadar gelmiştir. 6. Saçını tıraş etme. Doğumun yedinci günü çocuğun saçı tıraş edilir ve bunun ağırlığınca gümüş ya da altın tutarında bir şey sadaka olarak verilir.
İslâm eğitimcileri eğitimin doğumla birlikte, hatta daha önceden başlaması gerektiği hususunda görüş birliği içindedir. Bu görüşün dayandığı iki temel fikirden biri, ana babanın ahlâkî ve fikrî yapılarının çocuğun eğitiminde büyük etki gücüne sahip olması, diğeri de çocuğun esnek bir tabiata sahip olup iyi veya kötü her türlü dış etkiye açık bulunmasıdır. Bu durumda çocuğu sağlıklı, ahlâklı ve dindar yetiştirmek, ancak çok erken yaşlardan başlayarak onun eğitimini ciddiye almakla mümkün olur. Bebeklik döneminden itibaren uygulanmaya başlanan alıştırmalarla çocukta sağlam bir ahlâkî yapının oluşması hedef alınmalıdır. Bunda davranış eğitimi her şeyden önce gelir. Küçük yaşlarda çocuktaki yanlış davranışların önüne geçilmediği takdirde ileri yaşlarda bunların telâfisinin imkânsız olduğu kabul edilir (İbn Sînâ, s. 157; Gazzâlî, III, 69; İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 169; Kınalızâde, II, 38). Buna göre çocuğun yetiştirilmesinde ilk dikkat edilecek husus onun gıdası ve beslenmesidir. Çünkü gerek nicelik gerekse nitelik olarak çocuğun aldığı gıdaların, karakterine iyi ya da kötü yönde etki edeceği şeklinde bazı görüşler mevcuttur (Gazzâlî, III, 67; Kınalızâde, II, 31). Bu bakımdan çocuğun helâl gıda ile beslenmesi onun iyi ahlâk sahibi olarak yetişmesinde önemli bir âmildir. Yemek ve sofra âdâbı, çocuğa ilk öğretilmesi gereken bilgi ve alıştırmalar arasında yer alır. Klasik ahlâk kitaplarında çocuklara öğretilmesi gereken sofra âdâbıyla ilgili oldukça ayrıntılı bilgiler yer alır. Giyim konusunda da çocuk sadeliğe alıştırılmalı, kız ve erkek çocukların cinsiyet farklılığını yansıtacak şekilde değişik tarzda giyinmelerine dikkat edilmelidir. Çocuğa küçük yaşlardan itibaren vücut, giyim ve çevre temizliği için gerekli kurallar da öğretilmeli, bunların vazgeçilmez bir alışkanlık haline gelmesi sağlanmalıdır.
Ahlâk kitaplarında çocukların çevreleriyle sağlıklı ilişkiler kurmaya hazırlayıcı tedbirlere geniş yer verilmiştir. Bunların başlıcaları, çocuğun sahip olduğu imkânlar sebebiyle başkalarına üstünlük taslamasını önlemek; alçak gönüllü, arkadaşlarıyla hoş geçinen ve imkânlarını onlarla paylaşmasını bilen uyumlu bir insan olarak yetişmesini sağlamak; kıskanç, bencil, para ve mal düşkünü olmasını önlemek; dürüstlük, çalışkanlık, yardım severlik gibi faziletlere özendirmek; inançlı ve bilgili olmayı her türlü maddî değerlerin üstünde tutmayı öğütlemektir (İbn Miskeveyh, s. 23). Ayrıca çocuklar ana babaya, öğretmene ve büyüklere itaate, küçüklere karşı sevgi ve şefkatle davranmaya alıştırılmalı, kaba ve hoyrat davranışları düzeltilmelidir. Kur’ân-ı Kerîm’de de belirtildiği üzere (en-Nûr 24/58) çocuklara aile mahremiyeti konusu da öğretilmelidir. Ev içinde ve dışında çocuklara selâm verilmeli, güler yüzle hal ve hatırları sorulmalı, her konuda ciddiye alınmalı, onların da küçük büyük herkese selâm vermeleri, sevgi ve saygı göstermeleri temin edilmelidir.
Hz. Peygamber bazı oyunlara ve sportif faaliyetlere izin vermiş, hatta bunları teşvik etmiştir. Genel olarak İslâm eğitimcileri de oyunun çocuğun gelişim ve eğitiminde önemli bir rol oynadığını kabul ederler. Gazzâlî, oyunun özellikle zihnî yorgunluğu giderici ve dinlendirici etkisine dikkat çeker (İḥyâʾ, III, 68). Bu bakımdan kız ve erkek çocukların kendi cinsiyetlerine uygun oyunlar oynayarak yetişmelerine önem verilmelidir. Hz. Peygamber’den nakledilen hadislerde kız çocuklarının bebeklerle ve ev işleriyle ilgili oyunlar oynadıkları (Buhârî, “Edeb”, 81; Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 81), erkek çocuklarının da atıcılık, binicilik, yüzme, yürüme ve koşu gibi alanlarda (Müslim, “İmâre”, 168; İbn Mâce, “Cihâd”, 19; Tirmizî, “Feżâʾilü’l-cihâd”, 11; Nesâî, “Ḫayl”, 14) eğitildikleri anlaşılmaktadır.
Çocuğun iyi davranışları takdir edilerek ödüllendirilmeli, hatalı davranışları konusunda yapıcı ve yönlendirici bir şekilde uyarılmalı, insanlık gururunu incitecek eleştirilerden sakınılmalıdır. Eğer yanlış davranışlarda ısrar ederse bunun doğuracağı zararlar kendisine anlatılmalıdır. Çocuğun yanlış tutumu engellenirken mutlaka doğrusu da gösterilmelidir. Hataların düzeltilmesinde kötü söz, azarlama, bağırıp çağırma, aleyhte kıyaslamalar yapma ve kıskandırma gibi yaklaşımlar faydadan çok zarar getirir. Çünkü bu hareketler çocuğu arsızlığa ve inat ederek aynı yanlış işi tekrarlamaya sevkeder. Esasen bu gibi tutumlar sözlü eğitimin çocuk üzerindeki etkisini ortadan kaldırır (İbn Miskeveyh, s. 24; Gazzâlî, III, 67). İslâm eğitimcilerinin bu görüşleri çağdaş pedagoji ile tam bir uyum içindedir.
İslâm eğitimcileri, çocuğun eğitim ve öğretiminde iki temel kaideye özellikle önem vermişlerdir. Birincisi, gelişim safhaları dikkate alınıp her safhanın özelliğine uygun düşecek bilgi ve davranışların tedrîcî olarak çocuğa kazandırılmasıdır. Bunun en açık örneği, çocuktaki utanma duygusunun uyanmasına verilen önemdir. Müslüman eğitimcilere göre utanma duygusu akıl ve vicdanın gelişme belirtisi sayıldığından temyiz çağı denilen bu yaşta çocuğun gelişim sürecinin dikkatle gözlenmesi ve kontrol altında tutulması gerekir (İbn Miskeveyh, s. 23; Gazzâlî, III, 66; Kınalızâde, II, 33-34). Çocuğun eğitim ve öğretiminde ikinci önemli nokta ferdî farklılıkların dikkatle korunması ve her çocuğa kendi kabiliyetine uygun olan bilgi ve davranışların kazandırılmasıdır. Kendisinden kabiliyetinin dışında veya üstünde bir iş yapması istenen çocuk normal başarı düzeyine de ulaşamaz. İbn Kayyim, çocuğa kabiliyetleri dışında bir görev yüklemenin onu yıpratmaktan ve aslında yatkın olduğu konularda da başarısız hale getirmekten başka bir sonuç vermeyeceğini kaydeder (Tuḥfetü’l-mevrûd, s. 171).
Çocuğun kendisine söylenenleri tam olarak anladığı ve kendi düşüncelerini az çok ifade edebildiği yaşlardan itibaren dinî esasların öğretimi yapılabilir. Bu konuda ilk öğretilecek şey tevhid inancıdır. Nitekim Hz. Peygamber’in, “Çocuklarınıza önce ‘lâ ilâhe illallah’ cümlesini öğretiniz” şeklinde tavsiyede bulunduğu nakledilir (İbn Mahled, s. 142; İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 158). Allah inancı küçük çocuklara onların anlayabileceği sade ve açık bir dille, ümit ve bağlanma duygularını geliştirecek şekilde anlatılmalıdır. Ayrıca temyiz yaşına doğru Allah sevgisiyle birlikte uygun bir üslûpla Allah korkusunu da aşılamak, bu suretle değer yargılarına ters düşen davranışlar karşısında iyiliklerini ödüllendirecek, kötülüklerini cezalandıracak olan aşkın bir otoritenin varlığını vicdanında hissetmesini sağlamak gerekir. Çağdaş pedagojide de doğru aşılanmış bir Tanrı inancının ahlâkî, hukukî ve sosyal normların sağlıklı işleyişindeki rolüne büyük değer verilmektedir.
Çocuklarda küçük yaşlardan itibaren imanla birlikte ibadet şuurunun da geliştirilmesi gerekir. Nitekim onlara namazın öğretilmesi ve aile reisinin de bunda devamlı olması Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça zikredilmiştir (Tâhâ 20/132). Hz. Peygamber’in, çocuklara yedi yaşında namazın kıldırılmaya başlanmasını (veya öğretilmesini), on yaşına geldikleri halde kılmıyorlarsa hafifçe cezalandırılmalarını tavsiye eden hadisleri (Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 25; Tirmizî, “Mevâḳīt”, 182) bu konuda müslüman eğitimcilere ışık tutmaktadır. Buna göre çocuğa yedi yaşına geldiği zaman namaz konusunda basit bilgiler verilecek ve yavaş yavaş namaz kılma alıştırmalarına başlanacaktır. İslâm eğitimcileri özellikle başlangıçta kolaylaştırıcı bazı uygulamalara gidilmesinde fayda görmüşlerdir. Nitekim anlatıldığına göre Hz. Hüseyin çocukları namaza alıştırırken öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı birleştirerek kılmalarını istermiş; kendisine, “Niçin vakti dışında namaz kıldırıyorsun?” diye itiraz edenlere de, “Bu onların namazdan uzak kalmalarından daha iyidir” cevabını vermiştir (İbn Mahled, s. 138).
Küçük çocuklara namazın dışındaki ibadetler hakkında da bilgi kazandırılması, bunlardan uygun olanlarının zaman zaman tatbik ettirilmesi, onların gelecekteki dinî hayatları için büyük önem taşır. Nitekim Hz. Peygamber dönemindeki uygulamanın da bu şekilde olduğu anlaşılmaktadır. Sahâbeden Rubeyyi‘ bint Muavviz’in anlattığına göre aşure orucunun tutulmasıyla ilgili uygulamada büyüklerle birlikte çocuklar da oruç tutmuşlardır. Hadisin devamındaki, “Çocuklar için renkli yünden oyuncaklar yapar, onlardan biri yemek için ağlayacak olursa bunları verir, böylece iftar saatine kadar oyalanmalarını sağlardık” ifadelerinden (Buhârî, “Ṣavm”, 47; Müslim, “Ṣıyâm”, 136), çocuğa ibadetin öneminin anlatılıp yarıda bırakılmasının uygun olmayacağı şuur ve disiplininin verilmesi gerektiği anlaşılmaktadır.
Her durumda çocuğun ruh ve beden özellikleri dikkate alınarak kendisine yaklaşılmalı, onun henüz dinen yükümlülük çağında olmadığı göz önünde bulundurularak eksikleri ve hataları olumlu bir yolla giderilmelidir. İslâm eğitiminin tedrîcîlik, sevgi ve ikna gibi pedagojik metotları esas aldığı görülmektedir. Nitekim çağdaş pedagojinin ilkelerine göre de korkutucu, ürkütücü, emredici tutumlar çocuk için hem anlaşılmazdır hem de yıpratıcıdır. Çocuğun sevgiye, iyi örneklere, açıklayıcı doğru bilgilere ihtiyacı vardır. Bunların yerli yerinde uygulanması ölçüsünde onun dinî eğitim ve öğretimi de başarıya ulaşacaktır.
BİBLİYOGRAFYA
Müsned, II, 72, 532; IV, 51, 151, 268, 269, 270, 275, 278, 285, 286, 287, 375; VI, 391.
Buhârî, “Zekât”, 9, Edeb”, 18, 81, 108, “ʿAḳīḳa”, 1, 7, 108, “Hibe”, 12-13, “Eṭʿime”, 2, “Cumʿa”, 11, “Nikâḥ”, 12, “Riḳāḳ”, 17, “Şehâdât”, 9, “İstiʾẕân”, 15, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 22, “ʿİlim”, 18, “Cihâd”, 25, “Ṣavm”, 47.
Müslim, “İmâre”, 5, 20, 168, “Eşribe”, 107, “Birr”, 147, “Hibât”, 13, “Mesâcid”, 42, “Selâm”, 15, “Ṭahâret”, 101, “Feżâʾil”, 62, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 81, “Ṣıyâm”, 136.
İbn Mâce, “Edeb”, 3, 14, “Hibât”, 1, “Nikâḥ”, 50, 62, “Ṭahâret”, 135, “Cihâd”, 19.
Ebû Dâvûd, “Edeb”, 54, 66, 70, 77, 108, 144, “Büyûʿ”, 83, “İcârât”, 47, “Ṭalâḳ”, 35, “Cihâd”, 132, “Selâm”, 4, “Tereccül”, 15, “Eḍâḥî”, 17, 20, “Ṣalât”, 25.
Tirmizî, “Birr”, 12, 13, 33, 57, “Daʿavât”, 121, 124, “Aḥkâm”, 30, “Siyer”, 17, “Menâḳıb”, 9, 50, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 22, “Edeb”, 63, “Eḍâḥî”, 5, 17, “Feżâʾilü’l-cihâd”, 11, “Mevâḳīt”, 182.
Nesâî, “İftitâḥ”, 172, “Cumʿa”, 30, “ʿAḳīḳa”, 5, “Ḫayl”, 14, “İstiʿâẕe”, 6.
İbn Mahled el-Attâr, Aḫbârü’ṣ-ṣıġār (nşr. Abdullah Kennûn, el-Akademiyye, sy. 3 içinde), Rabat 1986, s. 113-146.
İbn Miskeveyh, Tehẕîbü’l-aḫlâḳ, Kahire 1299, s. 23-26.
İbn Sînâ, el-Ḳānûn fi’ṭ-ṭıb, Beyrut, ts., s. 150-154, 157-158.
Gazzâlî, İḥyâʾ, İstanbul 1318, II, 20, 22-23, 43-45; III, 66-69.
Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, XXX, 46.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Tuḥfetü’l-mevrûd bi-aḥkâmi’l-mevlûd, Beyrut 1403/1983, s. 9-213.
İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾân, Kahire, ts., IV, 390-393.
Münâvî, Feyżü’l-ḳadîr, Beyrut 1972, II, 297; IV, 84.
Âlûsî, Rûḥu’l-meʿânî, XI, 88-92.
Kınalızâde, Ahlâk-ı Alâî, Bulak 1208, II, 30-39.
İbrahim Canan, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye, Ankara 1980.
a.mlf., İslâm’da Çocuk Hakları, İstanbul 1980.
a.mlf., “Kur’an’da Çocukla İlgili Meseleler”, Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 8, Erzurum 1988, s. 19-42.
Halis Ayhan, Din Eğitim ve Öğretimi, Ankara 1985, s. 85-176.
Beyza Bilgin, İslâm’da Çocuk, Ankara 1987.
Mustafa Öcal, Din Eğitimi ve Öğretiminde Metotlar, Ankara 1990, s. 77-132.
Mehmed İzzet et-Tahtâvî, “eṭ-Ṭıfl ve’ṭ-ṭufûle”, ME, LII/2 (1980), s. 307-321.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1993 yılında İstanbul’da basılan 8. cildinde, 355-359 numaralı sayfalarda yer almıştır.
KELÂM. Dinî hayat açısından çocukların statüsü ve âhiretteki sorumluluğu konusunda İslâm âlimleri çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Ebû Hanîfe’ye göre çocuklar her türlü yazının yazılabileceği boş bir levha gibi iman veya küfür niteliğinden soyutlanmış, ancak her birini kabul edebilecek bir tabiatta doğarlar. Mu‘tezile ile Mâtürîdiyye âlimlerinin çoğunluğuna ve bazı Eş‘ariyye kelâmcılarına göre ise her çocuk, mükellef olduğu anda yüce bir varlık tarafından yaratıldığını bilecek bir güce sahiptir, bu güce de akıl yürütme yeteneğinden ibarettir. Âhiretteki ilâhî mükâfat ve ceza doğuştan sahip olunan özelliklere değil dünyaya geldikten sonra benimsenen inançlara ve işlenen fiillere bağlıdır. Din de sonradan iradî bir seçimle benimsenir ve yaşanır. Başta Ahmed b. Hanbel ve İbn Teymiyye olmak üzere Selefiyye âlimlerinin çoğunluğu, her çocuğun müslüman olmasını gerektirecek bir yaratılışa sahip olduğunu kabul eder. Özellikle İbn Teymiyye’ye göre çocuklar Allah’ın varlığını, birliğini ve yegâne mâbud olduğunu bilme imkânı verecek yaratılışta olduklarından bir anlamda mârifetullah konusunda zaruri bilgiye de sahip kılınmışlardır. Çocuğun biyolojik yapısı, bünyesi için faydalı olan gıdalara karşı tabii bir temayül göstermesini sağladığı gibi ruhî yapısı da yaratıcısına inanmaya ve tapınmaya karşı onda hem etkili, hem de sürekli bir arzu meydana getirir. Eğer çocuk böyle bir yaratılışa sahip kılınmasaydı peygamberlerin daveti insanlarda ilgi uyandırmaz ve sonuçta peygamberler dinî tebliğlerinde başarısız olurlardı. Âdem neslinin bezm-i elestte, “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” sorusuna “evet” cevabını vermesi (el-A‘râf 7/172) ve Hz. Peygamber’in her insanın fıtrat üzere yaratıldığını bildirmesi de bu görüşü teyit eder.
İslâm âlimlerinin çoğunluğu çocukların dinî mükellefiyetlerinin bulunmadığını, ancak ergenlik dönemine girince bütün dinî görevleri yerine getirmekle yükümlü olduklarını kabul eder. Bu çağa girmemiş çocuklara uygulanacak dünya ahkâmı ebeveynlerinin dinine bağlıdır (Halîmî, I, 161). Mâtürîdiyye ile Mu‘tezile kelâmcılarına ve bazı Şiî âlimlerine göre ebeveynleri kâfir de olsa temyiz çağına gelen çocuklar Allah’a iman etmekle yükümlüdürler. Zira mümeyyiz olan çocuklar, akıl yürütmek suretiyle kendilerini ve kâinatı yaratan yüce bir varlığın bulunması gerektiği sonucuna varabilirler ve bu onların imanla mükellef tutulmaları için yeterlidir. Nitekim Hz. Peygamber temyiz çağına girmiş olan Hz. Ali’yi İslâm’a davet etmiş, o da bu daveti kabul ederek müslüman olmuştur (İbn Abdüşşekûr, I, 153, 155; İbn Teymiyye, Derʾü teʿâruż, VIII, 428). Bu görüşü benimseyenlere göre mümeyyiz olan çocuklar yaptıkları ibadetler sayesinde uhrevî mükâfata nâil olurlarsa da ilâhî emir ve yasaklara muhalefetten dolayı âhirette cezalandırılmazlar. Eş‘ariyye âlimleriyle Hâricîler’e göre, ergenlik çağına girmemiş çocuklar için, iman etmek de dahil olmak üzere, hiçbir dinî mükellefiyet yoktur. Zira Hz. Peygamber çocukların sorumlu olmadığını açıkça bildirmiştir (Bağdâdî, s. 257).
Ergenlik çağına girmeden ölen müslüman çocuklarının âhiretteki durumları hakkında İslâm âlimleri arasında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Çoğunluğa göre ölen müslüman çocukları cennete gireceklerdir. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de mümin atalarınınkinden farklı bir inanç benimsemeyen zürriyetlerin onlara ilhak edileceği bildirilmiş (et-Tûr 52/21), hadislerde de bulûğa ermeden ölen müslüman çocuklarının anne ve babalarına şefaat edecekleri belirtilmiştir (Müsned, V, 312-313; Buhârî, “Cenâʾiz”, 92). Hammâd b. Zeyd, İbnü’l-Mübârek, İshak b. Râhûye gibi ilk devir âlimleriyle Cebriyye’ye mensup bazı bilginler ise müslümanların bulûğa ermeden ölen çocuklarının âkıbeti hakkında bir hüküm vermemek gerektiğini düşünmüşlerdir. Zira bazı hadislerde bunların âkıbetlerini ancak Allah’ın bildiği ifade edilmiştir (Halîmî, I, 159-160; İbn Fûrek, s. 144).
Kâfirlerin bulûğa ermeden ölen çocuklarının âhiretteki durumuyla ilgili olarak İslâm âlimlerinin görüşlerini dört noktada toplamak mümkündür.
1. Kâfir çocuklarının cennete gireceğini savunanların delilleri kısaca şöyledir: Kur’ân-ı Kerîm’de kimsenin başkasına ait günah yükünü taşımayacağı (Fâtır 35/18), herkese yaptığının karşılığının verileceği (el-Mü’min 40/17), peygamber göndermedikçe Allah’ın kullarına azap etmeyeceği (el-İsrâ 17/15) bildirilmiş, bazı hadislerde de kâfirlerin ölen çocuklarının cennete gireceği haber verilmiştir (İbn Hazm, IV, 135; İbn Kesîr, V, 54, 56). Ergenlik çağına girmeden önce ölen ve mükellef olmadıkları için tamamen günahsız olan bu çocukların sırf kâfir bir aile içinde doğmuş olmalarından ötürü azaba uğratılmaları mâkul değildir. Yüce Allah’ın mutlak adalet, hikmet ve rahmet sahibi oluşu, kâfirlerin ölen çocuklarının da müslümanların çocukları gibi cennete girmelerini gerektirir. Nitekim Hz. Peygamber’e nisbet edilen bazı rivayetlerde kâfir çocuklarının cennet ehlinin hizmetçileri olacakları ifade edilmiştir. Bu çocukların, ebeveynleri kâfir olduğu veya büyümüş olsalardı küfrü benimseyecekleri Allah tarafından bilindiği için cehenneme girecekleri yolundaki bir iddia, kendileri suçsuz oldukları halde başkasının günahı yüzünden cezalandırılacakları anlamına gelir ki bu hem açık naslara hem de ilâhî adalete aykırıdır (Kādî Abdülcebbâr, s. 378, 477-479; Halîmî, I, 157, 158; İbnü’l-Vezîr, s. 339). Mu‘tezile âlimlerinin tamamı, Buhârî, İbn Hazm, Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, müfessir Kurtubî, Nevevî, İbn Hacer el-Askalânî gibi Sünnî âlimlerle bazı Şiî ve Hâricî âlimleri bu görüşü benimsemişlerdir.
2. Kâfir çocuklarının cehenneme gireceğini ileri sürenlerin delilleri de şöyle özetlenebilir: Kur’ân-ı Kerîm’de mümin çocuklarının babalarıyla birlikte cennete gireceği ifade edilmiştir (et-Tûr 52/21). Çocukların babalarına tâbi olduğunu belirten bu âyet, kâfir çocuklarının da dünya ahkâmında olduğu gibi âhirette de babalarıyla birlikte bulunacaklarına işaret eder. Ayrıca Hz. Nûh’un diliyle kâfirlerin ancak kendileri gibi fâcir ve kâfir çocuklar doğurduğu ifade edilmiştir (Nûh 71/26-27). Bazı hadislerde de kâfir çocuklarının babalarıyla birlikte cehennemde olacakları belirtilmiştir (İbn Kesîr, V, 56-57). Ayrıca İslâm âlimleri, çocukların dünya ahkâmında babalarına tâbi olmaları gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Bu durumda kâfir çocuklarının hükmen kâfir kabul edilmesi ve dünyada olduğu gibi âhirette de babalarının dinine göre muamele görmesi hem akla hem de nakle uygundur (Eş‘arî, Maḳālât, s. 88, 100-101, 111; Halîmî, I, 157; Teftâzânî, V, 134-135). Hâricîler’den Ezârika’nın tamamı, Teftâzânî ile Devvânî gibi bazı Eş‘ariyye ve Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ gibi bazı Selefiyye âlimleri bu görüşü savunanlar arasında yer alır.
3. Kâfir çocuklarının âkıbeti hakkında hüküm vermeyip durumlarını Allah’ın bilgisine havale etmek gerekir. Çünkü ister müslüman ister kâfir aileden olsun, ölen çocukların âkıbetleri hakkında Kur’an’da açık bir hüküm yoktur. Hadislerde ise her iki zümre hakkında farklı açıklamalar bulunmaktadır. Bu naslar arasından, çocukların cennete mi yoksa cehenneme mi gireceğini sadece Allah’ın bildiğini ifade eden hadisi esas almak en doğru yoldur (Bağdâdî, s. 261; Beyhakī, s. 88-89, İbn Teymiyye, Mecmûʿu fetâvâ, XXIV, 372). Mâlik b. Enes, Ebû Hanîfe, Ahmed b. Hanbel, Beyhakī, İbn Teymiyye, Kādî Beyzâvî gibi Selefî ve Eş‘arî âlimleriyle bazı Hâricî ve Şiî âlimleri bu görüştedir.
4. Kâfirlerin çocukları âhirette arasât meydanında imtihana tâbi tutulacaktır. Nitekim konuyla ilgili bazı hadislerde bu çocukların imtihana çekilecekleri haber verilmiştir (İbn Kesîr, V, 54). Buna göre âhirette bizzat Allah Teâlâ çocukların aklını kemale erdirdikten sonra tutuşturulan bir ateşe girmelerini emredecektir. İlâhî ilimde mümin (saîd) olarak bilinenler bu emre itaat edecekleri için cennete girecekler, buna karşılık kâfir (şakī) olarak bilinenler emre isyan ederek cehenneme atılacaklardır. İbn Kayyim el-Cevziyye bu görüşü tercih edenlerdendir (Beyhakī, s. 92; İbnü’l-Vezîr, s. 340-341). İbn Teymiyye, Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’nin bu görüşü benimseyenlerden olduğunu söylerse de (Derʾü teʿâruż, VIII, 401) İbn Fûrek Eş‘arî’nin üçüncü şıkta belirtilen görüşü benimsediğini nakleder (Mücerred, s. 144). Ahmed İsâm el-Kâtib Beyhakī’nin, Muvaffak Ahmed Şükrî de İbn Teymiyye’nin dördüncü şıkta zikredilen görüşü savunduklarını iddia etmişlerdir (ʿAḳīdetü’t-tevḥîd, s. 267; Ehlü’l-fetre, s. 97). Ancak bu müelliflere ait eserlerin incelenmesinden anlaşıldığına göre Beyhakī ve İbn Teymiyye üçüncü şıkta belirtilen görüşü tercih edenler arasındadır (el-İʿtiḳād, s. 91; Mecmûʿu fetâvâ, XXIV, 372).
Kâfirlerin ölen çocuklarının âhirette toprak haline geleceği veya iyi yahut kötü hiçbir amelleri bulunmadığından cennetle cehennem arasında bir yerde (berzah) kalacakları yolunda daha başka görüşler ileri sürülmüşse de âlimlerce bunlara itibar edilmemiştir (Ahmed İsâm el-Kâtib, s. 267).
Gerek bulûğ çağına ulaşmamış çocukların dinen mükellef sayılıp sayılmayacağı, gerekse bulûğ çağından önce ölen müslüman ve gayri müslim çocuklarının âhiretteki durumları hakkında genellikle mezhepler arasında farklı görüşlerin ortaya çıktığı, hatta aynı mezhebe mensup âlimlerin bile ortak bir görüşte birleşemedikleri görülmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın insanları muvahhid (hanîf) olarak yarattığı, O’nun yaratmasında bir değişikliğin olmayacağı belirtildiği (er-Rûm 30/30) ve sahih hadislerde de aynı hususun ifade edildiği (Müsned, IV, 24) dikkate alınarak doğan her çocuğun fıtrî bir imana sahip bulunduğunu söylemek mümkündür. Bezm-i elestte insanların rableri konusunda bilgilendirildiğini haber veren âyet de (el-A‘râf 7/172) bu görüşü desteklemektedir.
Mu‘tezile ve Mâtürîdiyye âlimlerinin, bir taraftan temyiz çağına giren her çocuğun iman etmekle mükellef olduğunu savunmaları, diğer taraftan kişinin cennete girmesini sağlayacak olan dinî davranışların iktisabî nitelik taşıması gerektiğini söylemeleri ve neticede hiçbir iktisabî ameli bulunmayan kâfir çocuklarının cennete girecekleri görüşünü benimsemeleri birbiriyle çelişmektedir. Bu bakımdan İslâm âlimlerinin, “Çocuklar mükellef değildir” tarzındaki düşüncelerine aykırı düşen bu görüş isabetli görünmemektedir.
Âlimlerin, ergenlik çağına girmeden ölen kâfir çocuklarının âhiretteki durumlarıyla ilgili olarak farklı görüşleri savunmaları, bu hususta çelişkili hükümler ihtiva eden rivayetlerden kaynaklanmaktadır. Hz. Peygamber’e nisbet edilen bu rivayetlerin bir kısmı zayıf, bir kısmı da uydurma kabul edilmiştir. Bazı âlimler bu rivayetler arasındaki çatışmayı gidermeye çalışırken bu tür hadislerin değişik zamanlarda söylendiği, hiç kimsenin başkasının sorumluluğunu taşımayacağını bildiren âyetin gelmesiyle bu hadislerin neshedildiği ve buna bağlı olarak Hz. Peygamber’in kâfir çocuklarının cennete gireceklerini ifade eden sözlerinin yürürlükte kaldığı şeklinde beyanlarda bulunmuşlardır (bk. Tecrid Tercemesi, IV, 593). Esasen bu hadisler “âhâd” mertebesinde bulunduğundan (bk. Miftâḥu künûzi’s-sünne, “veled” md.) akaid alanında tek başına delil olarak kabul edilemez. Bunların içinden, ölen bütün çocukların cennete gireceğini ifade eden hadisler, muhtelif âyetlerde Allah’ın hiçbir kuluna zulmetmeyeceği, herkesin işlediği amellere göre karşılık bulacağı ve kimsenin başkasının günahından sorumlu tutulmayacağı şeklinde yer alan beyanlar da uygunluk arzetmektedir. Bu sebeple ebeveyni ister müslüman ister kâfir olsun, bulûğ çağına ermeden ölen bütün çocukların cennete gireceğini savunan görüşün tercih edilmesi daha isabetli görünmektedir.
Çocukların dinî durumları müstakil bazı risâlelere konu teşkil etmiştir. Birgivî’nin Aḥvâlü eṭfâli’l-müslimîn’i (İstanbul 1274), Süyûtî’nin el-Eḥâdîs̱ fî eṭfâli’l-müslimîn’i (Süleymaniye Ktp., Antalya [Tekelioğlu], nr. 909) bunlardan bazılarıdır.
BİBLİYOGRAFYA
Miftâḥu künûzi’s-sünne, “veled” md.
Müsned, I, 375; III, 19; IV, 24; V, 73, 312-313.
Buhârî, “Cenâʾiz”, 92, 93.
Müslim, “Ḳader”, 25.
Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 26.
Nesâî, “Cenâʾiz”, 60.
Eş‘arî, Maḳālât (Ritter), s. 35-36, 88, 100-101, 111, 126, 253-254.
a.mlf., el-İbâne (Arnaût), s. 78.
Halîmî, el-Minhâc, I, 152-161, 164-171.
İbn Fûrek, Mücerredü Maḳālâti’ş-Şeyḫ Ebi’l-Ḥasan el-Eşʿarî (nşr. D. Gimaret), Beyrut 1987, s. 144-145.
Kādî Abdülcebbâr, Şerḥu’l-Uṣûli’l-ḫamse, s. 378, 477-482.
Bağdâdî, Uṣûlü’d-dîn, s. 256-261.
İbn Hazm, el-Faṣl (Umeyre), IV, 127-135.
Beyhakī, el-İʿtiḳād, Beyrut 1404/1984, s. 88-92.
Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, XXIII, 85.
Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, et-Teẕkire fî aḥvâli’l-mevtâ ve umûri’l-âḫire, Beyrut 1405/1985, s. 591-602.
İbn Teymiyye, Mecmûʿu fetâvâ, XXIV, 372.
a.mlf., Derʾü teʿârużi’l-ʿaḳl ve’n-naḳl (nşr. M. Reşâd Sâlim), Riyad 1979, VIII, 359, 361, 363, 378-384, 401, 402, 428-440, 444, 460-461, 491.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Hâdi’l-ervâḥ (nşr. Yûsuf Ali Büdeyvî), Beyrut 1411/1991, s. 537-541.
İbn Ebü’l-İz, Şerḥu’l-ʿAḳīdeti’ṭ-Ṭaḥâviyye, Beyrut 1400/1980, s. 145.
İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾân, V, 51-57.
Teftâzânî, Şerḥu’l-Maḳāṣıd (nşr. Abdurrahman Umeyre), Beyrut 1409/1989, V, 134-135.
Ebû Abdullah İbnü’l-Vezîr, Îs̱ârü’l-ḥaḳ ʿale’l-ḫalḳ, Beyrut 1403/1983, s. 339, 340-341, 399.
Aynî, ʿUmdetü’l-ḳārî, Kahire 1392/1972, VI, 384, 388.
İbn Abdüşşekûr, Şerḥu Müsellemi’s̱-s̱übût, Beyrut, ts., I, 153, 155.
İbn Ebû Şerîf, Kitâbü’l-Müsâmere, Kahire 1317 ⟶ İstanbul 1400/1979, s. 166-168.
Şa‘rânî, el-Yevâḳīt ve’l-cevâhir, Kahire 1378/1959, I, 152.
Birgivî, Risâle fî eṭfâli’l-müslimîn, Süleymaniye Ktp., Çelebi Abdullah, nr. 404, vr. 3a.
Diyarbekrî, Târîḫu’l-ḫamîs, I, 232.
Ebü’l-Müntehâ, Şerḥu’l-Fıḳhi’l-ekber, Haydarâbâd 1321, s. 20.
Tecrid Tercemesi, IV, 314-315, 532, 593-594.
Seffârînî, Levâmiʿu’l-envâri’l-behiyye, Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-İslâmî), I, 354; II, 451.
M. Muhyiddin Abdülhamîd, en-Niẓâmü’l-ferîd bi-taḥḳīḳi Cevhereti’t-tevḥîd, [baskı yeri yok] 1375/1955, s. 31.
Ahmed İsâm el-Kâtib, ʿAḳīdetü’t-tevḥîd, Beyrut 1403/1983, s. 266-270.
Muvaffak Ahmed Şükrî, Ehlü’l-fetre ve men fî ḥükmihim, Beyrut 1409/1988, s. 89-101.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1993 yılında İstanbul’da basılan 8. cildinde, 359-360 numaralı sayfalarda yer almıştır.
FIKIH. İslâm hukukunda doğumla başlayan ve ergenlik çağına kadar devam eden döneme “çocukluk”, bu dönemi yaşayan kimseye de “çocuk” denir. Çocukluk, doğumdan temyiz çağına ve temyizden ergenliğe kadar olmak üzere ikiye ayrılır. Birinci dönemdeki çocuğa “gayri mümeyyiz”, temyiz çağındakine de “mümeyyiz” denir. Her iki dönemdeki çocuk farklı dinî-hukukî hükümlere tâbidir.
İslâm hukuku ana rahminde teşekkül ettiği andan itibaren insanla ilgilenmekte ve hayatının her safhasına ait çeşitli hükümler koymaktadır. Çocuğun teşekkül anından itibaren dokunulmaz bir yaşama sahip olduğu genellikle kabul edilmiştir. Bu sebeple hamileliğin hangi ayında olursa olsun müdahale ile çocuğun düşürülmesi İslâm âlimlerinin çoğunluğu tarafından sakıncalı görülmüş ve buna dinî-hukukî bazı sonuçlar bağlanmıştır (bk. ÇOCUK DÜŞÜRME). Ana karnındaki çocuğun (cenin) bir yönüyle anneden bağımsız bir varlık kabul edilmesi, teşekkül anından itibaren kişiliğin ve buna bağlı olarak eksik vücûb ehliyetinin başlamasına yol açmış ve cenin için bazı hakların doğduğu hükmüne varılmıştır. Ancak bunun için ceninin sağ olarak dünyaya gelmesi şarttır (bk. CENİN). Sağ doğmakla insan hayatında yeni bir safha olan çocukluk dönemi başlamaktadır.
Çocukla onu doğuran kadın arasında tabii bir nesep ilişkisi vardır. Ancak baba ile (annenin kocası) nesep ilişkisinin kurulabilmesi için anne ile baba arasında geçerli bir evliliğin tahakkuk etmiş olması, çocuğun evlilikten en az altı ay sonra doğması ve kocanın baba olacak yaşta bulunması gerekmektedir. Bu son şartın aranması, İslâm hukukunda çocukların velileri tarafından evlendirilebilmesi sebebiyledir. Karı koca arasındaki nikâh fâsid ise nesebin sabit olabilmesi için nikâh akdinin yanı sıra ayrıca zifaf da aranmaktadır. Yine nesebi belli olmayan çocuğun belli şartlar çerçevesinde ikrar yoluyla babasına nisbeti mümkündür (bk. NESEP). Ana baba ile çocuk arasındaki bu nesep ilişkisi, karşılıklı olarak mirasçı-miras bırakan (vâris-mûris) ilişkisini doğurmakta, çocuğun ana babadan alacağı miras payı kız veya erkek oluşu yanında başka mirasçıların bulunup bulunmamasına ve bunların yakınlık derecesine göre farklılık arzetmektedir (bk. KIZ; OĞUL).
Çocuğun nafakası bizzat kendi mal varlığı ile, malı yoksa babası tarafından karşılanır. Ancak çocuğun anne sütüyle beslendiği dönemlerde anne de Hanefî hukukçularına göre dinen, diğer hukukçulara göre ise dinen ve hukuken çocuğuna süt vermekle yükümlüdür. Anne sütünün çocuğun beslenme ve gelişmesindeki önemi, bu konudaki genel kurala istisna getirilmesini gerekli kılmıştır. Ancak Hanefîler, nafakanın mutlak olarak babanın yükümlülüğünde olduğunu göz önüne alarak çocuğun sütünün teminini de bu gruptan kabul eder ve anneyi hukuken bununla mükellef saymazlar. Bunun sonucu olarak anne çocuğunu emzirmeye zorlanamaz. Diğer mezheplerde ise annenin hukuken buna zorlanması mümkündür. Yalnız çocuğun anne sütünden başkasını kabul etmemesi veya babanın sütanne tutacak malî güce sahip olmaması, yahut sütannenin bulunamaması halinde anne Hanefîler’e göre de hukuken çocuğunu emzirmekle yükümlüdür. Babanın çocukların nafakasını karşılama yükümlülüğü erkek çocuklar için ergenlik çağına, kız çocukları için evleninceye kadar devam eder (bk. NAFAKA).
Çocuğun bakımı, terbiyesi, mal varlığının idaresi, gerektiğinde evlendirilmesi ebeveyne ait haklar ve sorumluluklar grubuna girer. Bu hak ve sorumluluklar Batı hukukunda velâyet kurumu altında toplanmışken İslâm hukukunda iki ayrı kuruma, hidâne ve velâyete paylaştırılmıştır. Çocuğun bakımı ve terbiyesi (hidâne) evlilik devam ettiği sürece çok defa ana babanın ortaklaşa yürüttükleri bir işlev olmaktadır. Ancak evliliğin sona ermesi durumunda çocuğun bakım ve terbiyesinde belli şartlarda annenin öncelik hakkının bulunduğu kabul edilmiştir. Bu öncelik, çocuğun anne sevgisi ve şefkatiyle büyümesinin onun psikolojisine olan olumlu katkılarından ötürüdür. Hz. Peygamber kocasından ayrılan bir kadına, “Sen çocuğunun üzerinde daha fazla hak sahibisin” demiştir (Müsned, II, 182; Ebû Dâvûd, “Ṭalâḳ”, 35). Annenin ölümü halinde bu hak onun gerekli şartları haiz olan kız kardeşine vb. kadın akrabalarına geçer. Hidâne Hanefîler’e göre hem anne hem de çocuk için bir hak olduğundan annenin çocuğunun bakımını talep etme hakkı bulunduğu gibi kaçınma durumunda da belirli şartlarla bunu yapmaya zorlanabilir. Çocuğun hangi yaşlara kadar annenin bakımı ve gözetiminde bulunacağı meselesi cinsiyete göre değişiklik gösterir. Umumiyetle erkek çocuklar yedi dokuz, kız çocuklar da dokuz on bir yaşına kadar annenin bakım ve gözetimi altında kalırlar. Bu yaşlardan sonra kimin gözetiminde bulunacakları meselesi yine çocuğun cinsiyetine ve ana babanın konumuna göre farklılık arzetmektedir (bk. HİDÂNE). Çocuğa ait malların idaresiyle evlenme gibi şahıs varlığıyla ilgili önemli kararların alınmasında ise öncelik babaya, baba sağ değilse baba tarafından dededen başlamak üzere babanın erkek akrabalarına verilmiştir (bk. VELÂYET).
Gayri Mümeyyiz Çocuk. Doğumla birlikte tam bir kişilik kazanan ve buna bağlı olarak zimmete ve vücûb ehliyetine sahip bulunan çocuk her türlü hak ve borca ehil hale gelir. Satım, miras, vasiyet, hibe vb. yollarla intikal eden her türlü hakkı iktisap edebildiği gibi kendisi için yapılabilen hukukî işlemlerden doğan, ayrıca usul ve akrabalık nafakası gibi sosyal yardımlaşmanın gereği olan ve doğrudan İslâm hukukundan (kanundan) kaynaklanan, haksız fiillerin sonucunda meydana gelen borçlara da muhatap olur. Çocuk öşür vb. vergileri ödemekle de mükelleftir. Çocuğun mallarından zekât verilip verilmeyeceği hususu ise tartışmalıdır. Hanefîler’in dışındaki mezheplere göre diğer vergiler gibi zekât da çocuğun mal varlığını ilgilendirmekte, dolayısıyla bu mallar için zekât verilmesi gerekmektedir. Hanefî hukukçuları ise vergi yönü bulunmakla birlikte zekâtta ibadet unsurunun ağır bastığını kabul ederek ibadet yükümlülüğü bulunmayan çocuğun malları için zekâtı da gerekli görmezler. Sadaka-i fıtra gelince, Hanefîler zekâtın aksine çocuğun malından sadaka-i fıtrın verilmesi gerektiğini kabul ederler. Hatta çocuğun mal varlığı yoksa sadaka-i fıtır babası veya nafaka ile yükümlü olan kimse tarafından ödenir. Bir başka malî ibadet olan kurban konusunda da Hanefî mezhebindeki hâkim görüş, çocuğun malından kurban kesmenin vâcip olmadığı şeklindedir.
Hak ve borç doğurucu hukukî işlemler gayri mümeyyiz çocuklar adına kanunî temsilcisi tarafından yapılır. Çocuk, temyiz gücüne sahip bulunmadığı bu dönemde bağış kabulü gibi tamamen lehine olan hukukî işlemleri yapamadığı gibi kanunî temsilcisi tarafından satın alınan bir malı teslim alması vb. tasarruf muamelelerinde de bulunamaz. Bu sebeple çocuğa yapılan teslimin hukukî bir sonucu yoktur; malın telef olması durumunda tazmin sorumluluğu satıcınındır. Yine bu dönemde çocuk, malî yönü ağır basan ve bu sebeple bazı mezheplerce yapılması gerekli görülenlerin dışındaki ibadetlerle de mükellef değildir. Yapmış olduğu ibadetler ileride bu konuda doğabilecek bir yükümlülükten kendisini kurtarmaz.
Gayri mümeyyiz çocuğun cezaî ehliyeti yoktur. Bunun sonucu olarak had ve kısası gerektiren bir suç işlemesi halinde cezalandırılmaz. Ancak kişi hakkının ihlâli söz konusu olduğunda çocuk doğacak malî sorumluluktan kurtulamaz. Meselâ kısası gerektiren bir suç işlerse kısas cezası diyete dönüşür, bu diyeti de çocuğun âkılesi öder. Yine hırsızlık yapması halinde çocuğa had cezası verilemezse de çaldığı mal iade edilir, malı telef etmişse tazmin sorumluluğu vardır. Öte yandan bir kimsenin malını itlâf etmesi gibi doğrudan (mübâşereten) haksız fiillerinden doğan zararlar bizzat çocuğun mal varlığından ödenir. Zira tazmin sorumluluğu eda ehliyetine değil vücûb ehliyetine dayanır. Bu çağdaki çocuğun ta‘zîri gerektiren suçlarda da cezaî bir sorumluluğu bulunmamaktadır.
Mümeyyiz Çocuk. Temyiz çağı çocuğun iyi ile kötüyü, kâr ile zararı ayırdığı bir dönemdir. Bu çağın başlangıcı olarak genellikle yedi yaş kabul edilir. Hz. Peygamber’in, çocukların yedi yaşında namaz kılmaya alıştırılmalarına yönelik hadisi (Tirmizî, “Mevâḳīt”, 182), çocuğun ancak bu yaştan itibaren yaptığı işin sonuçlarını idrak etmeye başladığını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Temyiz gücünün teşekkülünde insan ve çevre faktörü de önem arzettiğinden bu çağın başlangıcı çocuktan çocuğa farklılık gösterebilir. Temyiz çağından itibaren çocuğun tâbi olduğu dinî-hukukî hükümler öncekinden kısmen farklıdır.
Ebû Hanîfe ile Muhammed’e göre mümeyyiz çocuğun müslüman olması da dinden çıkması da (irtidad) geçerlidir. Ebû Yûsuf’a göre lehte bir davranış olan İslâmiyet’i benimsemesi muteberdir, ancak irtidadı aleyhte olduğu için geçerli sayılmaz. Şâfiîler’e ve diğer mezheplerdeki hâkim görüşe göre ise dinî emirlerle mükellef olmayan mümeyyiz çocuğun müslüman olmasına da dinden çıkmasına da itibar edilmez. Çocuk bulûğa kadar ebeveyninin dinine tâbidir, bunlardan birisinin müslüman olması durumunda çocuk da ona bağlı olarak müslüman kabul edilir. Mümeyyiz çocuk namaz ve oruç gibi ibadetlerle mükellef değildir. Fakat eğitim amacıyla temyiz çağından itibaren ibadete teşvik edilir. Önceki dönemden farklı olarak temyiz gücüne sahip bulunması sebebiyle bu dönemde yapmış olduğu ibadetler geçerlidir. Ancak bulûğdan önce yaptığı hac ibadeti nâfile yerine geçer; bununla hac farîzasını ifa etmiş sayılmaz.
Eda ehliyeti bakımından mümeyyiz çocuk eksik ehliyetlidir. Bu konuda onu ilgilendiren hukukî işlemler üçe ayrılır. 1. Lehine olan işlemler. Bağış kabulü gibi sadece mal varlığında artmaya yol açan işlemleri mümeyyiz çocuk kimseye danışmadan yapabilir. 2. Aleyhine olan işlemler. Vakıf kurmak, kefil olmak gibi mal varlığında azalmaya yol açan işlemleri hiçbir şekilde yapamaz. Bu tür işlemleri veli veya vasînin de yapma yetkisi bulunmadığından bunlara izin veya icâzet vermesi mümkün değildir. Hayır işlerine yönelik olarak vasiyet yapması ise tartışmalıdır. Şâfiî ve Mâlikî fakihlerine göre vasiyet ölümden sonra hüküm doğuracağından çocuğun sağlığında mal varlığında bir azalmaya yol açmaz. Bu sebeple mümeyyiz çocuğun hayır işlerine yönelik vasiyeti geçerlidir, Hanefîler’e göre ise geçerli değildir; zira vasiyetin çocuğun mirasçılarına zararı vardır. Herhangi bir dinî emir ve yasakla mükellef olmadığı için günah işlemeyen, bu sebeple de hayır yapmaya ihtiyacı bulunmayan çocuğun vasiyetini geçerli kılmak için bir sebep yoktur. Çağdaş hukukçulardan Mustafa Ahmed ez-Zerkā, Hanefî mezhebindeki genel prensipler ışığında mümeyyiz çocuğun vasiyetinin geçersiz (bâtıl) değil mirasçıların icâzetine bağlı (mevkuf) olması gerektiği kanaatindedir. Çünkü bu mezhepte, vasiyetin mirasçılara zarar verdiği durumlarda kural vasiyetin geçersiz olması değil mirasçıların icâzetine bağlı olmasıdır (el-Fıḳhü’l-İslâmî, II, 765-766). 3. Lehine ve aleyhine olma ihtimali bulunan işlemler. Mümeyyiz çocuk satım, kira gibi lehine de aleyhine de olması muhtemel hukukî işlemleri, Hanefî ve Mâlikîler’e göre kanunî temsilcisinin ya önceden izin veya sonradan icâzet vermesiyle yapabilir. Hanbelîler’e göre ise bu işlemlerin geçerli olması için mümeyyiz çocuğa önceden kanunî temsilcinin izin vermesi gerekir; sonradan verilen icâzetle bu tür işlemlerin yapılması mümkün değildir. Şâfiîler’de kural olarak velinin yapabildiği işlemleri mümeyyiz çocuk yapamaz. Çocuğun vasiyetinin geçerli olması, bu işlemin veli veya vasî tarafından yapılamaması sebebiyledir.
Hanefîler’e göre hukukî işlemleri yapabilmesi için çocuğa önceden izin verilmesi durumunda gabn-i fâhişin bulunması bu işlemlerin sonucunu etkilemez. Ancak bu gabn-i fâhiş, karşı tarafın mümeyyiz çocuğu aldatması (tağrîr) sonucu olmamalıdır. Mezhepte hâkim olan bu görüş Ebû Hanîfe’ye aittir. Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre ise söz konusu hukukî işlemin geçerli olabilmesi için gabn-i fâhişin bulunmaması şarttır. Önceden izin verilmeyip sonradan icâzet verilmesi halinde, her üç hukukçuya göre de hukukî işlemde gabn-i fâhiş bulunmamalıdır. Hanefîler’e göre iznin genel olması gerekir. Belli kişilerle veya belli ticarî işlerle sınırlı bulunması mümkün değildir. Çünkü izin kısıtlılığın düşürülmesi işlemi olup sınırlandırmayı kabul etmez. Ancak veli veya vasî iznini bütün olarak geri alabilir. Diğer mezheplerde ve özellikle Hanbelîler’de iznin sınırlandırılması mümkündür; mümeyyiz çocuk bu durumda belirtilen sınırlar içinde hukukî işlemleri yapma ehliyetine sahiptir. Velinin çocuğu belli bir malı almak üzere göndermesini de izin saymamak gerekir. Nikâh akdi de Hanefîler’e göre lehte ve aleyhte olması ihtimali bulunan işlemler grubuna girer. Ancak mümeyyiz çocuk evleneceği kadın için mislî mehirden fazlasını ödeyemez veya ödenmesini taahhüt edemez; mislî mehirden artan kısım bağış niteliği taşır ve çocuğun aleyhine olan bâtıl işlemler grubunda yer alır. Velisinin izin veya icâzetiyle de olsa evlenme ehliyetine sahip bulunan mümeyyiz çocuk, tamamen aleyhinde bir işlem olarak kabul edildiği için bulûğa kadar karısını boşayamaz. Velisi de onun adına bu işlemi yapamaz.
Mümeyyiz çocuğun kendi adına yapacağı hukukî işlemler bakımından sahip olduğu eda ehliyeti kendisinin korunması amacıyla sınırlı kabul edilmişse de Hanefîler’e göre diğer bir şahsın vekili olarak yapabileceği hukukî işlem yetkisi sınırsızdır (Mecelle, md. 1458). Çünkü vekâlet ilişkisi çerçevesinde yapacağı hukukî işlemlerin leh ve aleyhteki sonuçları kendisi için değil müvekkili için doğmaktadır. Bu tür işlemler tecrübe kazandırdığından çocuk için faydalı kabul edilmiştir. Diğer mezheplere göre ise mümeyyiz çocuk kendi adına yapamadığı hukukî işlemleri başkasının vekili olarak da yapamaz.
Mümeyyiz çocuğun cezaî sorumluluğu esas olarak gayri mümeyyiz çocuğun sorumluluğu gibidir. Hz. Peygamber’in ergenlik çağına gelinceye kadar çocuktan sorumluluğun kaldırıldığını ifade eden hadisi (Ebû Dâvûd, “Ḥudûd”, 17) konunun mesnedini teşkil etmektedir. Bu sebeple had ve kısas gerektiren suçların mümeyyiz çocuk tarafından işlenmesi durumunda suçluya bu suçlar için terettüp eden ceza verilmez ancak gerek had ve kısas gerekse ta‘zîr grubuna giren suçlardan birisini işlemesi durumunda uygun ıslah edici müeyyidelerin uygulanması mümkündür. Ayrıca gayri mümeyyiz çocukta olduğu gibi şahıs haklarının ihlâl edildiği suçlarda diyet veya çalınan malın iade ve tazmini gibi malî sorumluluk söz konusudur. Şâfiîler, gayri mümeyyiz çocuktan farklı olarak mümeyyiz çocuğun diyetinin âkılesi tarafından değil bizzat kendisi tarafından ödenmesini gerekli görürler.
Çocukluk çağı ibadetler, ceza ve aile hukuku bakımından bulûğla sona ermekte ve ergen kimse tam ehliyet kazanmaktaysa da malî yönü bulunan hukukî işlemler açısından sadece bulûğ yeterli görülmemekte, onunla birlikte reşîd olma niteliği de aranmaktadır. Bulûğ çağına gelmiş fakat reşîd olmamış kimseler malî işlemler bakımından mümeyyiz küçükler gibi yine eksik ehliyetli kalmaya devam ederler (bk. RÜŞD).
BİBLİYOGRAFYA
Müsned, II, 182.
Ebû Dâvûd, “Ṭalâḳ”, 35, “Ḥudûd”, 17.
Tirmizî, “Mevâḳīt”, 182.
İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, tür.yer.
Üsrûşenî, Câmiʿu aḥkâmi’ṣ-ṣıġār (Bedreddin Simâvî, Câmiʿu’l-fuṣûleyn ile birlikte), Kahire 1300, I-II.
Mecelle, md. 852, 853, 966, 967, 1458.
Kadri Paşa, el-Aḥvâlü’ş-şaḫṣiyye, Beyrut 1987-88, md. 483.
Subhî Mahmesânî, en-Naẓariyyetü’l-ʿâmme li’l-mûcebât ve’l-ʿuḳūd, Beyrut 1948, II, 104-107.
a.mlf., el-Mebâdiʾü’ş-şerʿiyye, Beyrut 1981, s. 84.
Muhammed Ebû Zehre, el-Aḥvâlü’ş-şaḫṣiyye, Kahire, ts. (Dârü’l-fikri’l-Arabî), s. 386-415.
a.mlf., Uṣûlü’l-fıḳh, Kahire, ts. (Dârü’l-fikri’l-Arabî), s. 263-268.
a.mlf., el-Cerîme, Kahire, ts. (Dârü’l-fikri’l-Arabî), s. 437-444.
Zerkā, el-Fıḳhü’l-İslâmî, II, 751-776.
Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıḳhü’l-İslâmî fî üslûbihi’l-cedîd, Dımaşk 1405/1985, IV, 123-127; V, 417-437; VII, 82-84.
Abdülkerîm Zeydân, el-Medḫal, Bağdad 1402/1982, s. 314.
a.mlf., el-Vecîz fî uṣûli’l-fıḳh, Bağdad 1405/1985, s. 94-99.
Seyyid Sâbık, Fıḳhü’s-sünne, Kahire, ts. (Mektebetü dâri’t-türâs), II, 288-301.
M. Akif Aydın, İslâm Osmanlı Aile Hukuku, İstanbul 1985, s. 51-56.
Zekiyyüddin Şa‘bân, İslâm Hukuk İlminin Esasları (trc. İbrahim Kâfi Dönmez), Ankara 1990, s. 250-252.
Orhan Çeker, İslâm Hukukunda Çocuk, İstanbul 1990, tür.yer.
Toufy Fahd – Muhammad Hammoudi, “L’Enfart dans le Droit Islamique”, Recueills de la Société Jean Bodin pour l’Histoire Comparative des Instituions, XXXV, Bruxelles 1975, s. 287-346.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1993 yılında İstanbul’da basılan 8. cildinde, 361-363 numaralı sayfalarda yer almıştır.