DÂD

Arap alfabesinin on beşinci harfi.

Müellif:

Ebced hesabında sayı değeri 800 olup Osmanlı ve Fars alfabelerinin de on sekizinci harfidir. Şekil itibariyle “sâd”a benzer; üstüne konulan bir nokta ile ondan ayırt edilir ve “ed-dâdü’l-mu‘ceme” adıyla anılır. Kelimelerde daima aslî harf olarak yer alır, bedel veya zâit olarak bulunmaz. Mahreci dil kenarının başlangıç kısmıyla öğütücü dişlerin arasıdır. Telaffuzu sırasında dilin sol kenarını kullanmanın sağ kenarına nisbetle daha kolay olduğu kabul edilmiş, bu arada Hz. Ömer’in iki kenarı birlikte kullandığı ileri sürülmüştür (Ali el-Kārî, el-Mineḥu’l-fikriyye, s. 17). Arapça’nın dışında hemen hiçbir dilde bulunmayan ve kaynaklarda belirtilen mahreç ve sıfatlarına uygun biçimde telaffuzu zor olan dâd, eskiden beri Araplar ve Arapça’yı ibadet dili olarak kullanan diğer milletlere mensup müslümanlar arasında kısmen farklı şekillerde telaffuz edilegelmiştir. Eski Sâmî dillerden Akkadca, Ugaritik ve İbrânîce’de peltek “z” (ẓ) şeklinde görülen dâd fonemi, genellikle dilin sol kenarının üst yan dişlere dokundurulması sırasında çıkarılan kalın bir “d-z” karışımı (velar postdental spirant) sese sahiptir. Rihvet, cehr, ıtbâk ve isti‘lâ sıfatları (bk. HARF) yanında okunuşu sırasında mahreci genişletilerek sesin uzatılması sebebiyle (Gānim Kaddûrî el-Hamed, s. 320-321) istitâle vasfını da taşıyan tek harftir. Ayrıca cîm ve şîn harfleriyle birlikte “el-hurûfü’ş-şecriyye”yi (ağız boşluğu harfleri) teşkil eder (, I, 13, “ḍvd” md.).

Dâd ile zâ, mahreçleri farklı olmakla birlikte her ikisinde de cehr, rihvet, ıtbâk ve isti‘lâ sıfatları bulunması sebebiyle çok defa birbirlerine karıştırılmıştır; bunda dâdın diğer harflere göre daha zor telaffuz edilmesinin payı olmalıdır. Başlıca iki açıdan ele alınması gereken bu karışıklık ve ihtilâfın ilki, vezinleri aynı olduğu halde dâd ve zâ ile yazılan, dolayısıyla farklı mânalar taşıyan kelimelerle ilgilidir. Bu çeşit yanlış kullanımların İslâm’ın ilk asrında da görüldüğüne dair, “Ceylanın kurban edilmesi câiz midir?” anlamında أيظحى بضبي diyen bir şahsın bu sorusunu Hz. Ömer’in أيضحى بظبي şeklinde düzeltmesi olayı örnek gösterilmektedir (Salâh Revvây, XI, 90). Asmaî’nin (ö. 216/831) dâdla zâyı ayırmanın zorluğundan söz etmesi ve Câhiz’in de (ö. 255/869) halkın bu iki harfi birbirine karıştırdığına dair örnekler zikretmesi, problemin -muhtemelen Fars ve Türk unsurların müslüman olmaları ve Araplar’ın içine karışmalarından sonra- giderek yaygınlaştığını göstermektedir. Dâdın Arapça’ya has bir harf olduğunu belirtmenin yanında belki zâdan ayrılmasının zorluğunu da ifade etmek için söylenen “lugatü’d-dâd” (dâd dili, Arapça) tabirinin daha sonraları ilk defa Mütenebbî (ö. 354/965) tarafından kullanıldığı bilinmektedir (a.g.e., XI, 90-92). Özellikle dilciler ve nahivciler, eserlerinde konuyu sadece sözü edilen karışıklığı belirtmek ölçüsünde ele almakla yetinmemişler, bu alanda nazım ve nesir türünde pek çok müstakil eser telif ederek dâdla ve zâ ile yazılması gereken kelimeleri birbirinden ayırmaya çalışmışlardır. İlkini İbn Kuteybe’nin (ö. 276/889) yazdığı sanılan ve Kitâbü’ḍ-Ḍâd ve’ẓ-ẓâʾ, Kitâbü’l-Farḳ beyne’ḍ-ḍâd ve’ẓ-ẓâʾ vb. adlar taşıyan çoğu mu‘cem şeklindeki bu eserlerde, vezinleri aynı olduğu halde bu iki harfle yazılan örnekler ele alınmış ve meselâ “suyun azalıp çekilmesi” anlamına gelen الغيض kelimesinin, “öfkelenmek” anlamındaki الغيظ gibi yazılıp söylenmemesi gerektiğine dikkat çekilmiştir (bu tür eserlerin listeleri için bk. İbn Mâlik, el-ʿİtimâd [nşr. Hâtim Sâlih ed-Dâmin], nâşirin mukaddimesi, XXXI/3, s. 332-338; Ebü’l-Hasan Ali b. Ebü’l-Ferec, Kitâb fî maʿrifeti’ḍ-ḍâd ve’ẓ-ẓâʾ [nşr. Hâtim Sâlih ed-Dâmin], nâşirin mukaddimesi, XXXIII/2-3, s. 389-390).

Dâd hakkındaki karışıklık ve ihtilâfın öbür yönü onun seslendirilmesiyle ilgilidir. Bu konuda İslâm’ın ilk asrından intikal etmiş herhangi bir bilgi yoktur. Hz. Peygamber’den, “Ben dâd harfini kullananların (Arapça konuşanların) en fasihiyim” meâlinde bir hadis nakledilmişse de (İbn Hişâm en-Nahvî, I, 114) senedi dahi bilinmeyen bu hadisin mevzû olduğu kabul edilmiştir (, I, 220; Ali el-Kārî, el-Esrârü’l-merfûʿa, s. 116). İlk defa Sîbeveyhi’nin (ö. 180/796) normal dâddan başka “eḍ-ḍâdü’ḍ-ḍaʿîfe”den bahsettiği ve bunun Kur’an tilâveti ve şiir için güzel olmadığını söylediği görülmektedir (el-Kitâb, IV, 432). Bu tabirle Sîbeveyhi’nin nasıl bir dâd kastettiği kesin olarak bilinmemektedir (bu konuda ileri sürülen çeşitli yorumlar için bk. Gānim Kaddûrî el-Hamed, s. 279-280). Ancak genel bir ifade ile, mahreç ve sıfatları tam olarak belirtilmeyen bu fonemin zâyı andırdığı veya dâd-sâ karışımı gevşek bir dâd olduğu söylenebilir. İbn Cinnî’nin (ö. 392/1002), bazı Araplar’ın bütün dâdları zâ, Mısırlılar’ın ekserisiyle bazı Mağribliler’in tâ, Zeyla‘lılar’ın tefhîm edilmiş lâm gibi okuduklarını kaydetmesinden (İbnü’l-Cezerî, et-Temhîd, s. 141), konunun IV. (X.) yüzyıla kadar daha da değişik boyutlar kazandığı anlaşılmaktadır. İbnü’l-Cezerî de (ö. 833/1429) Şamlılar’la diğer bazı doğuluların (muhtemelen Iraklılar’ın) dâdı zâ gibi okuduklarını söylemiş ve mânayı değiştireceği için Kur’an tilâvetinde bunun câiz olmadığını örneklerle açıklamıştır (a.g.e., s. 140). Daha sonraki asırlarda ise dâdın okunuşu hakkında müstakil risâleler telif edilerek konu bazı tecvid ve kıraat âlimleri arasında tartışılmıştır (bu eserler için bk. Ali Yardım, I, 43-44; Gānim Kaddûrî el-Hamed, s. 38-40).

Günümüz Arap dünyasında dâd harfi genel olarak tefhîm edilmiş dâl sesiyle telaffuz edilmektedir. Ancak gerek mahreçte meydana gelen değişiklik, gerekse sonuçta rihvet sıfatının şiddet sıfatına dönüşmesi bu uygulamanın doğru olmadığını ortaya koymaktadır. H. Fleisch’in, herhalde Arap ülkelerindeki bu fiilî duruma bakarak, “Dâdın telaffuzu modern lehçelerde ve Kur’an derslerinde kaybolmuştur” şeklindeki genellemesi de (bk. , II, 75) doğru değildir. Nitekim bu harf, Sîbeveyhi’nin belirttiği mahreç ve sıfatlarına uygun olarak, Türkiye’de ve İslâm dünyasının başka yörelerinde mütehassıs hâfızların tilâvetinde özelliklerini günümüze kadar korumuştur.

Farsça ve Urduca’da dâd, ön dişlerle dil arasındaki boşluktan sızdırılarak çıkarılan cehrî bir ses olup zâl, zây ve zâdan ayırt edilmeksizin kullanılmaktadır. Türkçe’de ise 1928 harf inkılâbından önce Arapça asıllı kelimelerin hepsinde orijinal imlâ muhafaza edilmiş, fakat çoğunlukla “z”, bazan da “d” olarak telaffuz edilmiştir: İmza, ramazan, âza, rızâ, kazâ; dalâlet, darbe, kadı… gibi. Bugün de dâd harfini ihtiva eden Arapça kökenli Türkçeleşmiş kelimelerde bu harf “z” veya “d” şeklinde yazılmakta ve yazıldığı gibi okunmaktadır.


BİBLİYOGRAFYA

, Mukaddime, I, 13, 15, 16, ayrıca bk. “ḍvd” md.

Tâcü’l-ʿarûs (nşr. Abdülazîz Matâr), Küveyt 1970, VIII, 316.

, II, 424.

, s. 851.

Bustânî, Muḥîṭü’l-Muḥîṭ, s. 538.

Sîbeveyhi, el-Kitâb (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1399-1403/1977-83, IV, 431-436.

İbn Cinnî, Sırru ṣınâʿati’l-iʿrâb (nşr. Mustafa es-Sekkā v.dğr.), Kahire 1374/1954, I, 221-222.

Mekkî b. Ebû Tâlib, er-Riʿâye (nşr. Ahmed H. Ferhat), Amman 1404/1984, s. 184-187.

Dânî, et-Taḥdîd fi’l-itḳān ve’t-tecvîd (nşr. Gānim Kaddûrî Hamed), Bağdad 1407/1988, s. 105-106.

Ebü’l-Hasan Ali b. Ebü’l-Ferec, Kitâb fî maʿrifeti’ḍ-ḍâd ve’ẓ-ẓâʾ (nşr. Hâtim Sâlih ed-Dâmin, , XXXIII/2-3 [1982] içinde), s. 386-392.

İbn Mâlik, el-İʿtimâd fî neẓâʾiri’ẓ-ẓâ ve’ḍ-ḍâd (nşr. Hâtim Sâlih ed-Dâmin, , XXXI/3 [1980] içinde), s. 331-338.

a.mlf., Ürcûze fi’l-farḳ beyne’ḍ-ḍâd ve’ẓ-ẓâʾ (nşr. Tâhâ Muhsin, Mecelletü’l-Mevrid, XV/3, Bağdad 1986 içinde), s. 95-122.

Maḫṭûṭâtü’ẓ-ẓâʾ ve’ḍ-ḍâd fî mektebeti’l-metḥafi’l-ʿIrâḳī bi-Baġdâd (nşr. Tâhâ Muhsin, , XXVIII/1 [1984] içinde), s. 291-310.

Radî el-Esterâbâdî, Şerḥu’ş-Şâfiye, İstanbul 1290, s. 348-349.

İbn Hişâm en-Nahvî, Muġni’l-lebîb (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire, ts. (Matbaatü’l-Medenî), I, 114.

, I, 200-205, 219-220.

a.mlf., et-Temhîd fî ʿilmi’t-tecvîd (nşr. Gānim Kaddûrî Hamed), Beyrut 1409/1989, s. 97-107, 114, 140-143, 223-234.

Ali el-Kārî, el-Esrârü’l-merfûʿa fi’l-aḫbâri’l-mevżûʿa (nşr. Muhammed es-Sabbâğ), Beyrut 1391/1971, s. 116-117.

a.mlf., el-Mineḥu’l-fikriyye, Kahire 1308, s. 17-18.

Temmâm Hassân, el-Luġatü’l-ʿArabiyye: maʿnâhâ ve mebnâhâ, Kahire 1979, s. 55, 59.

Gānim Kaddûrî el-Hamed, ed-Dirâsâtü’ṣ-ṣavtiyye ʿinde ʿulemâʾi’t-tecvîd, Bağdad 1406/1986, s. 38-40, 265-281, 320-321.

Ali Yardım, İzmir Millî Kütüphanesi Yazma Eserler Kataloğu, İzmir 1992, I, 43-44.

Salâh Revvây, “el-ʿArabiyyetü luġatü’ḍ-ḍâd …limâẕâ?”, Ḥavliyyâtü Külliyyeti Dâri’l-ʿulûm, Kahire 1988, XI, 87-101.

A. Schaade, “Dad”, , III, 447.

H. Fleisch, “Ḍād”, , II, 75.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1993 yılında İstanbul’da basılan 8. cildinde, 396-397 numaralı sayfalarda yer almıştır.