EBÛ HAFS el-HADDÂD

Ebû Hafs Amr b. Seleme el-Haddâd en-Nîsâbûrî (ö. 260/874)

Melâmet ve fütüvvete dair fikirleriyle tanınan Nîşâburlu sûfî.

Müellif:

Nîşâbur civarındaki Kurdâbâd köyünde doğdu ve burada yaşadı. Babasının adı çeşitli kaynaklarda Mesleme, Sâlim, Seleme (Selme) şeklinde kaydedilmiştir. Ümmî olduğu ve Arapça bilmediği yolundaki rivayetlere bakılırsa Arap olmadığı ve öğrenim görmediği anlaşılır. Kendisinden ilk defa Hâkim en-Nîsâbûrî (ö. 405/1014) Târîḫu Nîsâbûr adlı eserinde bahsetmiş, daha sonra Sülemî’nin Risâletü’l-Melâmetiyye ve Ṭabaḳātü’ṣ-ṣûfiyye’si ile müteakip tabakat kitaplarında çoğu birbirinin aynı olan bilgiler verilmiştir. Mesleği dolayısıyla “Haddâd” (demirci) diye tanınmıştır.

Ebû Hafs hacca giderken sekiz arkadaşıyla birlikte Bağdat’a uğramış, Cüneyd-i Bağdâdî ile görüşmüş ve burada bir yıl kalmıştır. Sülemî Risâletü’l-Melâmetiyye’sinde Ebû Hafs’ın özellikle fütüvvet konusundaki fikirleriyle Bağdat sûfîlerini kendisine hayran bıraktığını belirtir ve kendisini melâmet ehlinin temsilcilerinden sayar; aynı müellif Fütüvvet adlı risâlesinde de onun fütüvvete dair görüşlerini aktarır. Tabakat kitaplarında Ebû Hafs’ın bir câriyeye âşık olması ve ona kavuşmak için verdiği çabalardan uzun uzun söz edilerek tasavvufa intisap etmesine bu olayın sebep olduğu belirtilir. Başka bir menkıbeye göre Ebû Hafs, âhiret azabının ağırlığından ve insanların bu azap karşısında duyacakları dehşetten bahseden Zümer sûresinin 47. âyetini dinlerken kendinden geçerek elini ateşe sokmuş ve kızgın demiri çıkartmıştır. Bu olaydan sonra demirciliği bırakıp uzun yıllar nefsini terbiye etmek için çetin riyâzetlere başladı. Ancak bir süre sonra tekrar demirciliğe dönerek mesleğini gizlice sürdürdü ve kazancını fakirlere dağıttı. Zamanla ünü Nîşâbur sınırlarını aştı. Nitekim Bağdat’a gittiğinde Cüneyd-i Bağdâdî ve diğer ünlü sûfîler tarafından karşılanması bunu teyit etmektedir.

Ebû Hafs, Ubeydullah b. Mehdî, Ahmed b. Hadraveyh, Ebû Türâb en-Nahşebî gibi çağındaki büyük sûfîlerin sohbetinde bulundu. Şah b. Şücâ‘ ve Ebû Osman el-Hîrî gibi sûfîler onun tasavvuf anlayışını devam ettirmişlerdir.

Fütüvvet konusu üzerinde ısrarla duran Ebû Hafs’a göre fütüvvet fedakârlık, cömertlik, diğerkâmlık, nefse hâkimiyet, tahammül ve faaliyet gibi unsurları ihtiva eder. “Fütüvvet lâf değil iş ve faaliyettir” sözü Bağdat sûfîleri tarafından çok beğenilmiş, fütüvveti “insaflı olmak fakat insaf beklememektir” şeklinde tarif etmesi Cüneyd-i Bağdâdî’nin çok hoşuna gitmiştir. Ebû Hafs kerem ve cömertliği fütüvvetin esası olarak görür, ayırım gözetmeden herkese iyilik yapılmasını, ancak yapılan iyiliklerin hiç yapılmamış gibi kabul edilmesini ve hatırlanmamasını ister. İnsanların acılarına ortak olmayı fütüvvetin gereği sayan Ebû Hafs kuvvetli bir Melâmetî eğilime sahiptir. Mümkün olduğu kadar tanınmamak gerektiğine inanır. Nefis hakkında oldukça karamsar olup ancak nefsini iyi tanıyan kimsenin taşkınlıktan korunabileceği görüşündedir. Nefsin hevâsına karşı gelmeyi kurtuluşun yolu olarak görür. Hz. Yûsuf bile, “Ben nefsimi temize çıkarmam” (Yûsuf 12/53) demişken, “İnsanoğlu nefsinden nasıl razı olur!” der. Bu yüzden semâdan hoşlanmaz. Rabbine ibadet eden insanın ihlâstan uzaklaşarak kendisini rab yerine koyabileceğinden endişe eder. Onun melâmet anlayışı diğer Melâmetîler’inkinden farklıdır. Melâmet ehli, insanın içinin dışından daha iyi olması lâzım geldiği görüşünde olduğu halde Ebû Hafs içle dış, özle söz arasında tam bir uygunluk bulunması gerektiğine inanır; dıştaki edep güzelliğini içteki hallerin güzelliğinin delili sayar; bu sebeple dış görünüşe ve edebe büyük önem verir. Hatta tasavvufun edepten ibaret olduğunu düşünür.

Ebû Hafs’a göre insan ibadet ve taatten zevk almalıdır. İki rek‘at namaz kılan ârif namazını bitirmeden bunun hazzını içinde hisseder. Dünyada zevki olmayan bir amelin âhirette sevabı olmaz.

Ebû Hafs’ın zühd anlayışı da bu konuda sûfîler arasında yaygın olan kanaatten farklıdır. Ona göre hakiki zâhid dünyayı ne över ne de kötüler. Dünya kendisine yönelince sevinmez, uzaklaşınca üzülmez. Dünya tasasını içinden atıp rahata kavuşan zâhid değildir. Gerçek zâhid dünya tasasını attıktan sonra âhiret için yorulan kişidir. Zühd elde avuçta değil kalpte bulunur. Her zaman Allah’a ihtiyaç duymak, sünnete bağlı kalmak ve helâl rızık yemek tasavvufun esasını teşkil eder. Kerametle desteklendiği halde bunun farkında olmayan kişi velîdir.

İbn Ebû Hâtim, Ebû Hafs’ın rivayet ettiği hadislerin yazılabileceği, ancak delil olarak kullanılamayacağı kanaatindedir.


BİBLİYOGRAFYA

, VI, 235, 236.

Sülemî, Risâletü’l-Melâmetiyye (nşr. Ebü’l-Alâ Afîfî), Kahire 1364/1945, s. 86-120.

a.mlf., Ṭabaḳāt, s. 115-122.

Ebû Nuaym, Ḥilye, Kahire 1932-38, X, 229.

, XII, 211.

, s. 224 vd.

Kuşeyrî, er-Risâle (trc. Tahsin Yazıcı), İstanbul 1966, s. 61 vd.

Herevî, Ṭabaḳāt (nşr. Abdülhay Habîbî), Kâbil, ts., s. 95-102.

Attâr, Teẕkiretü’l-evliyâʾ, Leiden 1905, I, 322-335.

İbnü’l-Cevzî, Ṣıfatü’ṣ-ṣafve, Beyrut 1399/1979, IV, 118-121.

, XII, 510.

a.mlf., el-ʿİber, II, 31.

, III, 41, 66.

, s. 57.

Lâmiî, Nefehât Tercümesi, İstanbul 1270, s. 111.

, Bulak 1276, I, 96.

, I, 257.

, II, 150; III, 99.

M. Molé, Les Mystiques musulmans, Paris 1965, s. 72-77.

, s. 86-87.

J. Chabbi, “Abū Ḥafṣ Ḥaddād”, , I, 293-294.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1994 yılında İstanbul’da basılan 10. cildinde, 127-128 numaralı sayfalarda yer almıştır.