Ebû Hüreyre Abdurrahmân b. Sahr ed-Devsî (ö. 58/678)
Yemen’de yaşayan Ezd kabilesinin Devs koluna mensup olup ne zaman doğduğu belli değildir. Câhiliye devrindeki adı çeşitli kaynaklarda Abdüşems, Abdüamr, Sükeyn, Amr b. Abdüganm gibi farklı şekillerde kaydedilmektedir. Hz. Peygamber onun adını Abdurrahman veya Abdullah olarak değiştirmiştir. Künyesiyle ilgili en yaygın rivayet, koyun otlatırken bulduğu kedi yavrularını (Ar. hir [kedi], ism-i tasgīri hüreyre) elbisesinin eteğine koyup onlarla oynadığı için kendisine “Ebû Hüreyre” dendiği şeklindedir (Tirmizî, “Menâḳıb”, 46; Hâkim, III, 506). İlk karşılaştıkları zaman Resûl-i Ekrem’in ona Ebû Hüreyre diye hitap etmesi bu künyenin Hz. Peygamber tarafından verilmediğini göstermektedir. Ebû Hüreyre’nin bu adla anılmaktan hoşlanmadığı, kendisine zaman zaman Hz. Peygamber’in hitap ettiği gibi Ebû Hir denmesini arzu ettiği rivayet edilmektedir. Adı unutulan Ebû Hüreyre’nin baba ve annesinin adı hakkında da değişik rivayetler vardır. Babasına Ganm (Abdüganm), Âiz, Âmir, Amr, Umeyr, Hâris, Abdüşems dendiği, annesinin adının Ümeyme veya Meymûne bint Subeyh (Sufeyh) olduğu kaydedilmektedir. Yetim olarak büyüdüğünü söylemesi babasını küçük yaşta kaybettiğini gösterir. Amcası Sa‘d b. Ebû Zübâb’ın Hz. Peygamber, Ebû Bekir ve Ömer devirlerinde Devs kabilesinin reisliğini yapması (Abdülmün‘im Sâlih Ali el-İzzî, s. 18-19), yakaladığı Kureyşliler’i intikam almak için öldüren dayısı Sa‘d b. Subeyh’in devrinin tanınmış yiğitlerinden biri diye bilinmesi (İbn Sa‘d, IV, 325; İbn Kuteybe, el-Maʿârif, s. 277), bazı iddiaların aksine Ebû Hüreyre’nin hem baba hem de anne tarafından tanınmış bir aileye mensup olduğunu göstermektedir.
Ebû Hüreyre’nin 7. (628) yılın başlarında Tufeyl b. Amr ed-Devsî vasıtasıyla müslüman olduğu ve kabilesinden altmış veya yetmiş aile ile birlikte Tufeyl’in başkanlığında Resûlullah ile görüşmek üzere aynı yılın muharrem ayında (Mayıs 628) Medine’ye gittiği bilinmekle beraber onun daha önce müslüman olmayıp Medine’ye İslâmiyet’i kabul etmek üzere geldiği de rivayet edilmektedir (Buhârî, “ʿItḳ”, 7). Aralarında Ebû Hüreyre’nin de bulunduğu Devsliler Hz. Peygamber’in Hayber’de olduğunu öğrenince oraya gittiler. Ebû Hüreyre’nin, henüz fethedilmeyen bazı Hayber kalelerinin fethine katıldığı kendi ifadesinden anlaşılmaktadır (Buhârî, “Eymân”, 33; Vâkıdî, II, 636).
Ebû Hüreyre Medine’ye ulaştığı günden itibaren kendisini tamamen dine verdi ve Resûlullah’ın yanında bulunduğu sürece dünyevî hiçbir arzu peşinde koşmadı. Bazılarının ganimetlerden daha fazla pay almaya çalıştığı günlerde Hz. Peygamber’in, ganimet talebinde bulunup bulunmadığını sorması üzerine Allah’ın verdiği ilimden kendisine bir şeyler öğretmesini istedi (İbn Hacer, el-İṣâbe, VII, 436-437). İslâmiyet’i geç benimsediği için kaybettiği yıllarını telâfi etmek amacıyla, açlıktan bayılacak dereceye geldiği halde Mescid-i Nebevî’deki Suffe’den ayrılmazdı.
Ebû Hüreyre, kısmen Hayber fethine ve daha sonra yapılan gazvelerin hepsine katıldı. Umretü’l-kazâda Resûlullah’ın kurbanlıklarını Mekke’ye götürmekle vazifeli olanlar arasında yer aldı. Hz. Peygamber’in, düşmanlara karşı oluşturduğu bazı özel timlerde de görev aldı (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 112; Tirmizî, “Siyer”, 20). Daha sonra onun Yermük Savaşı’na (İbn Hacer, el-İṣâbe, III, 254) ve Cürcân’ın fethine (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 30) katıldığı kaydedilmektedir. Hz. Peygamber Hindistan’ın fethedileceğini müjdeleyince ömrü yeterse canıyla ve malıyla bu savaşa da katılacağını söylemesi (Nesâî, “Cihâd”, 41) onun cihada karşı duyduğu arzuyu göstermektedir.
Ebû Hüreyre’nin Medine’ye geldiği tarihten Hz. Peygamber’in vefatına kadar dört yıllık bir süre geçmekle beraber Resûlullah’ın yanında üç yıl kaldığını bizzat söylediğine göre, Alâ b. Hadramî başkanlığında Bahreyn’e gittiği (8/629-30) ve orada bulunduğu süreyi bu zamanın dışında tuttuğu anlaşılmaktadır. Onun Hz. Peygamber’in yanında iki yıldan daha az kaldığını ileri sürenler, kendisinin Alâ b. Hadramî’nin ölümüne kadar (21/642) Bahreyn’de kalarak valilik görevini ondan devraldığını zannetmiş olmalıdırlar. Halbuki Alâ 9 (630) yılında bu görevden alınarak yerine Ebân b. Saîd getirilmiş, Hz. Ebû Bekir irtidad olayları sırasında Alâ b. Hadramî’yi tekrar Bahreyn’e gönderirken Ebû Hüreyre’yi de onunla birlikte yollamıştır.
Halife Ömer, Kudâme b. Maz‘ûn’u zekât ve vergi âmili olarak Bahreyn’e gönderirken Ebû Hüreyre’yi de orada namaz kıldırıp kazâ işlerine bakmakla görevlendirdi (İbn Hacer, el-İṣâbe, V, 425). Daha sonra onu görev yaptığı Bahreyn’e iki defa vali olarak tayin etti. Ebû Hüreyre valilikten ayrılıp Medine’ye döndüğü zaman halife bütün valilerine uyguladığı yöntemi ona da uygulamış ve Bahreyn’den ne getirdiğini sormuştur. Ebû Hüreyre 20.000 dirhem getirdiğini, bunu da yaptığı ticaretten veya üreyen atlarından, biriken maaşlarından ve kölesinin kazancından elde ettiğini söyledi. Fakat Ömer, sermayesini ve görev esnasında harcadığı parayı aldıktan sonra geri kalanı beytülmâle iade etmesini emretti. Bazı rivayetlerde ise Hz. Ömer’in Ebû Hüreyre’ye, “Allah’ın ve kitabının düşmanı! Allah’a ait olan malı mı çaldın?” diye çıkıştığı, fakat onun bu ithamı şiddetle reddederek Allah’a ve kitabına asla düşman olmadığını, aksine onlara düşmanlık edenlere düşman olduğunu belirttiği, beytülmâle ait hiçbir malı zimmetine geçirmediğini söylediği, buna rağmen halifenin onun malının yarısına veya tamamına el koyduğu ileri sürülmektedir. Ancak bütün rivayetlerde özellikle belirtildiği gibi yapılan tahkikat sonunda Ebû Hüreyre’nin dürüstlüğü ortaya çıkınca Hz. Ömer ısrarla onu tekrar vali tayin etmek istemiş, fakat Ebû Hüreyre, zan altında kalıp rencide edilmek istenmediğini belirterek bir daha görev kabul etmemiştir (Abdürrezzâk es-San‘ânî, XI, 323; Ebû Ubeyd, s. 250; İbn Sa‘d, IV, 335; İbn Kesîr, VIII, 113). Ömer gibi âdil bir halifenin Ebû Hüreyre’yi görevine iade etmek istemesi, onun dürüstlüğü hususunda herhangi bir şüphesinin bulunmadığını göstermektedir.
Hz. Osman’ın hilâfetini destekleyen Ebû Hüreyre, halifenin evi isyancılar tarafından kuşatıldığı zaman kılıcını alıp onun yanına gitti. Fakat Hz. Osman müslüman kanı dökülmesini istemediğini söyleyerek ona kılıcını bıraktırdı (İbn Sa‘d, III, 70). İslâm tarihinde fitnenin başlangıcı olarak kabul edilen bu olaydan sonra Ebû Hüreyre müslümanlar arasında çıkacak kargaşadan uzak durulması gerektiğini belirtir, bu fitnelerden kurtulmanın yegâne yolunun silâha el atmamak olduğunu söylerdi (Hâkim, IV, 472). Hz. Ali ile Muâviye arasında çıkan savaşlarda Sa‘d b. Ebû Vakkās, Abdullah b. Ömer ve tanınmış diğer sahâbîler gibi o da hiçbir tarafı tutmadı. Bazı Şiî kaynaklarında Sıffîn’de Muâviye tarafını tuttuğuna dair yer alan iddialar asılsızdır. Sıffîn Savaşı’nı bütün ayrıntılarıyla ele alan gulât-ı Şîa mensubu Nasr b. Müzâhim el-Minkarî’nin Ebû Hüreyre’den hiç söz etmemesi de bunu gösterir.
Zehebî, Muâviye döneminde Ebû Hüreyre’nin zaman zaman Medine valiliği yaptığını, halifenin ondan memnun kalmadığı zaman kendisini azledip yerine Mervân’ı getirdiğini, bazan da Mervân’ı azledip onu tayin ettiğini söylemektedir (Aʿlâmü’n-nübelâʾ, II, 613). Bu bilgi diğer kaynaklarda yer almamakla birlikte 54-57 (674-677) yılları arasında Medine valiliği yapan Mervân’ın bazı sebeplerle Medine’den ayrıldığında yerine Ebû Hüreyre’yi vekil bıraktığı kaydedilmekte (meselâ bk. Müslim, “Cumʿa”, 61), bu sırada Ebû Hüreyre’nin namazları kıldırıp davalara baktığı ve cezaları uyguladığı belirtilmektedir (Vekî‘, I, 111-112). Bu dönemde Ebû Hüreyre, Hz. Peygamber’in ortaya çıkacağını haber verdiği kötü idarecilerden olmaması için Mervân’ı zaman zaman uyarmıştır. Onun Mervân’dan dünyalık beklediği yolundaki iddiaların hiçbiri sağlam rivayete dayanmamaktadır. Muâviye kendisine bir şeyler verdiği zaman sesini çıkarmadığı, vermediği zamanlar ise ileri geri konuştuğu yolundaki rivayete karşılık onun, alın teriyle kazandığı bir dirhemi başkasından gelecek yüz binlerce dirheme tercih ettiğini söylediği bilinmektedir (Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, II, 615).
Ebû Hüreyre, hayatının son dönemlerinde yabancıların çoğaldığı, görüşebileceği sahâbîlerin azaldığı Medine’den ayrıldı ve yakın mesafede bulunan Zülhuleyfe’deki veya Akīk’taki evine çekildi. Vefatından bir süre önce hastalandı ve 58 (678) yılında yetmiş sekiz yaşlarında iken vefat etti. Onun 57 (677) veya 59 (679) yılında öldüğü de söylenmektedir. Cenazesi Medine’ye getirildi. Abdullah b. Ömer ve Ebû Saîd el-Hudrî gibi sahâbîlerin de katıldığı cenaze namazını Medine Valisi Velîd b. Utbe kıldırdıktan sonra Cennetü’l-bakī‘a defnedildi. Velîd b. Utbe onun vefat haberini Muâviye’ye bildirdiği zaman halife, Ebû Hüreyre’nin Hz. Osman’ı destekleyenlerden biri olduğunu söyleyerek geride kalan yakınlarına 10.000 dirhem vermesini ve kendilerine iyi davranmasını emretti (Hâkim, III, 508). Muâviye’nin bu davranışı bazı kimseler tarafından Ebû Hüreyre’nin aleyhinde kullanılmış ve Hz. Osman lehinde hadis uydurmasına mükâfat olarak ailesine yardım edildiği ileri sürülmüştür.
Ebû Hüreyre’nin dört oğlu ile bir kızı olduğu söylenmektedir. Muharrer, Muharriz, Abdurrahman ve Bilâl adlı oğullarının ilk üçü az da olsa hadis rivayetiyle meşgul olmuşlardır. Kızı Saîd b. Müseyyeb ile evlenmiştir.
Şahsiyeti ve İlmî Hayatı. Ebû Hüreyre geniş omuzlu, saçı çift örgülü, sakalına kına yaktığı için kızıl sakallıydı. Başına siyah sarık sarardı. Gecenin üçte birinde uyur, üçte birinde ibadet eder, üçte birinde de hadis müzakere ederdi (Dârimî, “Muḳaddime”, 27). Ona yedi defa misafir olduğunu söyleyen Ebû Osman en-Nehdî, Ebû Hüreyre ile hanımı ve hizmetçisinin geceleyin sırayla kalkıp ibadet ettiklerini bildirmektedir. Hz. Peygamber’e duyduğu derin sevgiyi, “Seni görünce mutlu oluyorum, gözüm gönlüm aydınlanıyor” diye ifade ederdi (Müsned, II, 323; Hâkim, IV, 160). Resûlullah’ın vefatından sonra Mescid-i Nebevî’de hadis rivayet ederken onu hatırladığı için göz yaşını tutamadığı olurdu (Tirmizî, “Zühd”, 48; Hâkim, I, 418). Ebû Hüreyre şakadan hoşlanır ve nükteli uyarılarıyla müslümanları düşünmeye sevkederdi.
Mekke’nin fethinden önce hicret ettiği için hicret sevabı alması, üç yıl boyunca Hz. Peygamber’in sohbetinde bulunması, onu ve annesini müminlerin sevmesi için Resûl-i Ekrem’in dua etmesi (Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 158) ve hadise gösterdiği ilgiyi takdirle karşılaması onun meziyetlerinin en önemlileridir. Ebû Hüreyre’nin diğer meziyetlerinden biri de annesine gösterdiği saygıdır. Annesinin İslâmiyet’i kabul etmemesi, hatta zaman zaman Resûlullah’ın aleyhinde konuşması gönlünü yaralamış, müslüman olması için Resûlullah’tan dua etmesini istemiş, müslüman olduktan sonra da kendisine hizmet etmek için annesi ölünceye kadar nâfile hac yapmamıştır (Müslim, “Eymân”, 44). İmam Müslim (“Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 158-160) ve Tirmizî (“Menâḳıb”, 47) onun faziletlerine dair rivayetlere eserlerinde özel bir yer ayırmışlardır.
Hz. Peygamber devrinde maddî imkânsızlık yüzünden evlenemeyen Ebû Hüreyre, daha sonra Basra Emîri Utbe b. Gazvân’ın kız kardeşi ve Hz. Osman’ın baldızı Büsre ile evlenmiştir. Önceleri yanında hizmetçi olarak çalıştığı bu hanımın Ebû Hüreyre ile evlenmesi ondan hoşnut olduğunu göstermektedir. Hicret ettiği sırada yanında bir kölesinin bulunması, Ebû Hüreyre’nin İslâmiyet’i kabul ettiği esnada fakir olmadığını ve daha sonra kendisini tamamen Hz. Peygamber’in hizmetine verdiği için yoksul düştüğünü göstermektedir. Resûlullah’ın vefatından sonra maddî imkânı düzeldiği zaman yeniden elde ettiği kölelerin birçoğunun hadis rivayet etmesi ise onların eğitimiyle meşgul olduğunu ortaya koymaktadır.
Ebû Hüreyre başta Resûlullah olmak üzere Übey b. Kâ‘b, Ebû Bekir, Ömer, Üsâme b. Zeyd, Âişe, Fazl b. Abbas b. Abdülmuttalib gibi sahâbîlerden ve Kâ‘b el-Ahbâr gibi tâbiîlerden hadis rivayet etti. Kendisinden de sayıları 800’e varan pek çok sahâbî ve tâbiî rivayette bulunmuştur. Bu sahâbîler arasında Enes b. Mâlik, İbn Abbas, İbn Ömer, Câbir b. Abdullah gibi en çok hadis rivayet eden kişileri, tâbiîler içinde ise Hasan-ı Basrî, Şa‘bî, A‘rec diye bilinen Abdurrahman b. Hürmüz, Mücâhid, İbn Sîrîn, Hemmâm b. Münebbih, Ebû İdrîs el-Havlânî gibi tanınmış âlimleri, oğlu Muharrer’i, Halife Mervân b. Hakem’i saymak mümkündür. Ebû Hüreyre’den hadis rivayet eden sahâbîler arasında, Şiîler’in değer verdiği pek az sayıdaki sahâbeden biri olan Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin de bulunması önemlidir. Ondan rivayette bulunan sahâbî ve tâbiîlerden, rivayetleri Kütüb-i Sitte’de yer alanların isimleri bazı tabakat kitaplarında verilmiştir (meselâ bk. Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, II, 579-585). Ebû Hüreyre’den hadis rivayet edenler arasında Mekke, Medine, Kûfe, Basra, Dımaşk, Mısır ve diğer önemli beldelerde kadılık yapmış olan tanınmış otuz yedi şahsiyetin bulunması (Abdülmün‘im Sâlih Ali el-İzzî, s. 129-134) öğrencilerinin değeri hakkında fikir vermektedir.
Kıraati Übey b. Kâ‘b’dan arz yoluyla tahsil eden Ebû Hüreyre daha sonra bu ilmi öğretmeye başladı. On kıraat imamından biri olan Ebû Ca‘fer el-Kārî ile A‘rec ondan kıraat öğrendiler (İbnü’l-Cezerî, I, 370, 381; II, 382). İbnü’l-Cezerî, Ebû Ca‘fer ile Nâfi‘ b. Abdurrahman’ın kıraatlerinin Ebû Hüreyre’ye dayandığını söylemektedir. Ebû Reyye’nin ileri sürdüğü gibi, kendilerinden Kur’an öğrenilmesini Hz. Peygamber’in tavsiye ettiği dört kişi arasında adının geçmediğini söyleyerek Kur’an kıraatinde Ebû Hüreyre’nin bir yeri bulunmadığını iddia etmek, Asr-ı saâdet’te Kur’an öğretimini dört sahâbî ile sınırlamak olur ki bunun doğru olmadığı açıktır.
Ebû Hüreyre, Hz. Osman’ın vefatından itibaren İbn Abbas, İbn Ömer, Ebû Saîd el-Hudrî ve Câbir b. Abdullah ile beraber Medine’de fetva istemek için kendisine yöneltilen soruları hayatının sonuna kadar cevaplamaya devam etmiştir. Abdullah b. Zübeyr, boşanma konusunda fetva isteyen birini o sırada Hz. Âişe’nin yanında bulunan Ebû Hüreyre ile İbn Abbas’a göndermiş, soru sahibi yanlarına gittiği zaman İbn Abbas meseleyi Ebû Hüreyre’nin halletmesini istemiş, daha sonra da onun fetvasına katıldığını belirtmiştir (el-Muvaṭṭaʾ, “Ṭalâḳ”, 39). Ebû Hüreyre aralarında Hz. Ebû Bekir, Muâz b. Cebel, Enes b. Mâlik gibi büyük sahâbîlerin de bulunduğu orta derecede fetva veren on üç kişi arasında sayılmakta, bunlardan her birinin verdiği fetvaların küçük bir cüz tutacak hacimde olduğu söylenmektedir (İbn Kayyim el-Cevziyye, I, 12). Onun fetvalarını Takıyyüddin es-Sübkî Fetâvâ Ebî Hüreyre adıyla bir araya getirmiştir.
Hz. Peygamber zamanında yazı yazmayı bilmediği kesin olan Ebû Hüreyre’nin bazı kimselere evindeki hadis mecmualarını göstermesi sonraları yazmayı öğrendiğini düşündürmekte, fakat hiç yazı yazmadığını ve yazdırmadığını belirtmesi (Dârimî, “Muḳaddime”, 42), bu malzemenin başkaları tarafından kaleme alınmış olduğu ihtimalini güçlendirmektedir.
Hadis İlmindeki Yeri. Binden fazla hadis rivayet etmeleri sebebiyle “müksirûn” diye anılan yedi sahâbî arasında Ebû Hüreyre ilk sırayı almaktadır. Bakī b. Mahled’den İbn Hazm’ın naklettiğine göre (ʿAded mâ li-külli vâḥid, s. 79) onun rivayetleri mükerrerleriyle birlikte 5374’ü bulmaktadır. Ahmed b. Hanbel’in el-Müsned’indeki rivayetleri 3862’dir. Bu rakamı 3848 veya 3879 olarak tesbit edenler de vardır. Ebû Hüreyre’nin Kütüb-i Sitte ile el-Müsned’deki mükerrer olmayan rivayetleri, M. Ziyâürrahman el-A‘zamî’nin tesbitine göre 1336 hadisten ibarettir (Ebû Hüreyre fî ḍavʾi merviyyâtih, s. 76). Ahmed Muhammed Şâkir, el-Müsned’deki tekrarsız rivayetlerinin 1579 olduğunu söylemektedir (el-Bâʿis̱ü’l-ḥas̱îs̱, s. 188).
Ebû Hüreyre’yi en çok hadis bilen ve hadisleri en iyi ezberleyen sahâbî konumuna getiren çeşitli sebeplerin başında, onun Hz. Peygamber’le ilgili her şeyi öğrenme, hadisleri ezberleme konusundaki şiddetli arzusu ve dolayısıyla Resûl-i Ekrem’in yanından ayrılmaması gelmektedir. Diğer sahâbîlerin neden kendisi kadar hadis rivayet etmediklerini soranlara söylediği gibi muhacirler çarşıda ticaretle, ensar da malları ve mülkleriyle meşgulken Ebû Hüreyre ehl-i Suffe’den biri olarak Resûlullah’ın yanından ayrılmamış, diğer sahâbîlerin bulunmadığı meclislerde bulunmuş, onların duymadığı hadisleri duyup ezberlemiş, ilmi yaymayı emredip onu gizlemeyi yasaklayan âyetler karşısında bildiği hadisleri rivayet etmeye mecbur olduğunu düşünmüştür (Buhârî, “Ḥars̱ ve’l-müzâraʿa”, 21; Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 159, 160). Resûlullah’a en yakın iki sahâbîden Hz. Ebû Bekir Mescid-i Nebevî’ye bir hayli uzak mesafede oturduğu (Buhârî, “Cenâʾiz”, 3), Hz. Ömer de mescide ancak gün aşırı gelebildiği halde Ebû Hüreyre’nin her zaman Resûl-i Ekrem’in yanında bulunması ona hadis öğreniminde büyük imkân sağlamıştır. İbn Ömer’in Ebû Hüreyre’ye hitaben, “Resûlullah’ın sohbetine en fazla devam edenimiz, onun hadislerini en iyi ezberleyenimiz sensin” demesi (Tirmizî, “Menâḳıb”, 46) bu gerçeği vurgulamaktadır. Aşere-i mübeşşereden Talha b. Ubeydullah onun bu yönünü takdirle karşılamış, kendilerinin işle meşgul oldukları için Hz. Peygamber’in yanına ancak sabah akşam gelebildiklerini, Ebû Hüreyre’nin ise her zaman Resûl-i Ekrem ile beraber bulunduğunu, onların duymadığı şeyleri Ebû Hüreyre’nin Allah’ın elçisinden bizzat işittiği konusunda hiçbir şüpheye düşmediklerini belirtmiştir (Tirmizî, “Menâḳıb”, 46). Hz. Ömer de ticaretle uğraşmasının bazı olayları duymasına engel teşkil ettiğini itiraf etmiştir (Buhârî, “Büyûʿ”, 9). Ebû Eyyûb el-Ensârî gibi önde gelen sahâbîler Ebû Hüreyre’den rivayette bulunmuşlar, Resûlullah’a o kadar yakın olmalarına rağmen bu sahâbîden hadis rivayet etmelerini yadırgayanlara hak vermemişlerdir.
Devamlı olarak Resûl-i Ekrem’in yanında bulunmasının kendisine sağladığı bazı mânevî imkânlardan söz eden Ebû Hüreyre bir defasında Hz. Peygamber’in, konuşmasını tamamlayana kadar elbisesini yere yayıp sonra da toplayan kişinin, kendisinden duyduğu (veya orada söylediği) sözleri ezberleyeceğini belirtmesi üzerine (Buhârî, “ʿİlim”, 42, “Büyûʿ”, 1; Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 159) bu fırsatı hemen değerlendirdiğini anlatmıştır. Bir başka gün duyduklarını ezberleyemediğinden yakınması üzerine Resûlullah ona elbisesini yere yaymasını söylemiş, içine iki avucuyla bir şey atar gibi yaptıktan sonra toplattırmış, Ebû Hüreyre o günden sonra duyduklarını unutmamıştır (Buhârî, “ʿİlim”, 42). Ebû Hüreyre, Zeyd b. Sâbit ve bir başka sahâbî Mescid-i Nebevî’de dua ve zikirle meşgulken yanlarına Hz. Peygamber’in gelip oturduğu, Zeyd ile diğer arkadaşının dualarına ve Ebû Hüreyre’nin hatırda tutulan ilim isteğine âmin dediği, bunu duyan arkadaşlarının aynı temenniyi kendileri için de istemeleri üzerine Resûlullah’ın, “Devsli delikanlı sizden önce davrandı” dediği nakledilmektedir (Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 440).
Ebû Hüreyre’nin kuvvetli bir hâfızaya sahip olduğu, Medine Valisi Mervân b. Hakem’in yaptığı bir denemeyle de anlaşılmıştır. Mervân onun bütün rivayetlerini yazmak istediği zaman Ebû Hüreyre kendisine bir ayrıcalık tanımamış, fakat vali olması sıfatıyla daha sonra kendisini huzuruna çağırıp sorduğu birçok hadisi perde arkasında saklanan kâtibine yazdırmış, bir yıl sonra bu hadisleri Ebû Hüreyre’ye sorduğunda onun hadisleri aynen okuduğunu tesbit etmiştir (Hâkim, III, 510). Zehebî’nin de dediği gibi herhangi bir hadiste yanıldığı bilinmemektedir. Ebû Hüreyre’nin güçlü bir hâfızaya sahip olduğunu gösteren olaylardan biri de tâbiîn muhaddislerinden Muhammed b. Umâre b. Amr b. Hazm’ın tesbitidir. İleri gelen on kadar sahâbînin yanında Ebû Hüreyre’nin hadis rivayet ettiği bir gün bazı sahâbîler onun naklettiği bir hadisi daha önce duymadıklarını söyleyerek itiraz etmişler, fakat aralarında yaptıkları müzakereden sonra hadisi hatırlamışlardır. Bu durumun orada birkaç defa tekrarlandığını gören Muhammed b. Umâre, Ebû Hüreyre’nin hâfızası en güçlü sahâbî olduğu sonucuna varmıştır (Buhârî, et-Târîḫu’l-kebîr, I, 186-187). Ebû Hüreyre’nin hadisleri iyi ezberlemesinin sebeplerinden bir diğeri de onları yazmadığı için sık sık tekrarlamasıdır. Kendisinden daha çok hadis bilen sahâbînin Abdullah b. Amr b. Âs olduğunu, onun bu meziyetinin hadisleri yazmaktan ileri geldiğini söylemesi de bunu göstermektedir (Buhârî, “ʿİlim”, 39). Hz. Peygamber hayatta iken evlenmediği, dünya malı biriktirmeyi ve bazı imkânlara sahip olmayı hedeflemediği, siyasî olaylara hiç karışmadığı, ayrıca rivayet ettiği hadislerin çoğunun iki üç satır hacminde olduğu dikkate alınırsa, onun gibi hadis rivayetine kabiliyetli bir kişinin bu kadar hadisi ezberlemesi tabii görülür.
Ebû Hüreyre’nin o güne kadar Hz. Peygamber’e sorulmayan bazı önemli konuları sorup öğrendiği de bilinmektedir. Kıyamet gününde şefaate önce kimin nâil olacağını sorduğu zaman Resûl-i Ekrem kendisini takdir etmiş ve hadis öğrenme aşkıyla bu soruyu ilk defa onun soracağını tahmin ettiğini belirtmiştir (Buhârî, “ʿİlim”, 33, “Riḳāḳ”, 51). Ebû Hüreyre, ileride meydana gelecek bazı siyasî karışıklıkları dahi sorma cesaretini göstermiş, fakat kötü yöneticilere dair olduğu anlaşılan bu hadisleri, “Söylediğim takdirde başım gider” diyerek kimseye anlatmamıştır (Müsned, V, 139; Buhârî, “ʿİlim”, 42).
Duyduğu hadisleri başkalarına öğretmeyi iş edinen Ebû Hüreyre her fırsatta hadis rivayet etmeyi meslek haline getirmiştir. Sahâbîlerin bir araya geldiği cuma günleri imam mescide girinceye kadar hadis rivayet etmesi (Hâkim, I, 108; III, 512), onun sahâbîler tarafından hadis rivayetinde otorite kabul edildiğini göstermektedir. Çok hadis rivayet ettiğini ileri sürenlere, rivayetin bir dikkat ve duyduğunu öğrenme meselesi olduğunu hatırlatarak bir tesbitini nakletmiş, sahâbîlerden birine Hz. Peygamber’in bir önceki gece yatsı namazında hangi sûreleri okuduğunu sorduğu zaman cevap alamadığını, kendisinin ise bunları bildiğini söylemiştir (Buhârî, “el-ʿAmel fi’ṣ-ṣalât”, 18). Bir başka husus da Ebû Hüreyre’nin Hz. Peygamber’den sonra yaklaşık yarım asır kadar yaşamış olmasıdır. Resûlullah’ın sağlığında onun tarafından halledilen birçok problemin çözümünü vefatından sonra başvuranlara anlatmış, böylece rivayetleri daha çok öğrenilip yayılma imkânı bulmuştur.
Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği hadislerin 326’sı hem Buhârî’de hem Müslim’de bulunmaktadır. Ayrıca doksan üç rivayeti sadece Buhârî’de, doksan sekizi de (veya 190’ı) sadece Müslim’de mevcuttur. Ṣaḥîḥ-i Buḫârî’deki rivayetlerinin tamamı mükerrerleriyle birlikte 1011’dir. Ahmed b. Hanbel onun rivayetlerini el-Müsned’de toplamıştır (II, 228-541; V, 114-115).
Onun en güvenilir rivayet zincirinin hangisi olduğu hususunda değişik görüşler vardır. Bazı muhaddisler onun en muteber rivayetlerinin Zührî – Saîd b. Müseyyeb – Ebû Hüreyre, bazıları Ebü’z-Zinâd – A‘rec – Ebû Hüreyre, bazıları da Hammâd b. Zeyd – Eyyûb es-Sahtiyânî – İbn Sîrîn – Ebû Hüreyre isnadıyla gelenler olduğunu kabul etmişlerdir.
Kendisine Yöneltilen Tenkitler. a) Ashabın ve Bazı Tâbiîlerin Tenkitleri. Ebû Hüreyre’nin hadis rivayet etmesini en çok Hz. Ömer’in engellediği söylenir. Ancak Ömer sadece Ebû Hüreyre’nin değil bütün sahâbîlerin ahkâmla ilgili olmayan hadisleri rivayet etmesine karşı çıkmış (Abdürrezzâk es-San‘ânî, XI, 262), böylece Kur’an’ın ihmal edilmesine, ruhsatla ilgili rivayetlerin tembelliğe yol açmasına, anlaşılması güç bazı hadislerin zihinleri karıştırmasına mâni olmak istemiştir. Hz. Ömer’in, çok hadis rivayet etmekten vazgeçmediği takdirde Ebû Hüreyre’yi geldiği yere (Devs’e) göndermekle tehdit ettiği (Ebû Zür‘a ed-Dımaşkī, I, 544), ona Halife Osman’ın da böyle bir haber gönderdiği söylenmektedir (Râmhürmüzî, s. 554). Bu iki halifenin, daha önce duymadıkları hadisleri rivayet eden bütün sahâbîlere karşı sert davrandığı, hatta Ebû Bekir ile Ömer’in, Hz. Peygamber’den bizzat duymadıkları bir hadisi nakleden sahâbînin rivayetini, bu sahâbî tanınmış da olsa, onu Resûlullah’tan duyan bir başka şahit getirmedikçe kabul etmedikleri bilindiğine göre, onların Ebû Hüreyre’nin çok hadis rivayet etmesini engellemeye çalışmaları kendisini yalancılıkla itham ettikleri anlamına gelmez. Nitekim Hz. Ömer, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’nin bir rivayetine de Ebû Saîd el-Hudrî’yi şahit olarak dinleyene kadar itibar etmemiştir. Hz. Ali de bizzat duymadığı hadisleri rivayet eden sahâbîlerin, onları Resûl-i Ekrem’den duyduklarına dair yemin etmelerini istemiştir. Hz. Ömer’in daha sonra Ebû Hüreyre’yi hadis rivayetinde tamamen serbest bırakması (İbn Kesîr, VIII, 106-107), onun şahsına karşı özel bir tavır takınmadığını göstermektedir. Ayrıca Ömer’in Ebû Hüreyre’nin rivayetlerine itimat ettiğine dair birçok delil vardır. Nitekim Hassân b. Sâbit, Mescid-i Nebevî’de şiir okumasını engellemek isteyen Hz. Ömer’e Resûlullah devrinde mescidde şiir okuduğunu söyleyip Ebû Hüreyre de bunu doğrulayınca Halife Ömer Ebû Hüreyre’nin şahitliğine itiraz etmemiştir (Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 151-152). Yine Hz. Ömer, cildine dövme yaptıran kadın hakkında sahâbîlerin bilgisine başvurduğu zaman Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği hadisi dinleyip kabul etmiştir (Buhârî, “Libâs”, 87). Cehmiyye ve Mürcie taraftarı Bişr b. Gıyâs’ın Ebû Hüreyre aleyhindeki iddialarını reddeden Ebû Osman ed-Dârimî’nin söylediği gibi Halife Ömer’in Ebû Hüreyre’yi yönetici tayin etmesi, sonra da valilikte kalmasını ondan ısrarla istemesi kendisine güvendiğini göstermektedir (er-Red ʿale’l-Merîsî, s. 132-135).
Ebû Hüreyre’nin çok hadis rivayet etmesine karşı çıkanlardan biri olan Hz. Âişe onu yanına çağırarak görmediği ve duymadığı bazı rivayetlerin hesabını sormak istemiş, Ebû Hüreyre de, “Anacığım! Ayna, sürme ve güzel koku gibi şeyler beni oyalayıp da bu rivayetleri Resûlullah’tan duymama engel olmadı” deyince Âişe, “Belki de öyledir” (Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, II, 604-605) diyerek kendisine hak verdiğini ifade etmiştir. Hz. Âişe’nin Ebû Hüreyre’yi çok hadis rivayet etmesi sebebiyle ikaz etmesini onun aleyhinde yorumlamak doğru değildir. Zira Âişe, aralarında dört halifenin de bulunduğu bazı sahâbîleri rivayetlerindeki kusurlar sebebiyle eleştirmiştir. 1000’den fazla hadis rivayet eden yedi sahâbî arasında yer alan Abdullah b. Abbas’ın sekiz, Abdullah b. Ömer ile Ebû Hüreyre’nin on birer rivayetini tenkit etmesi (Zerkeşî, s. 77-115), bu tenkitlerin özellikle onu hedef almadığını göstermektedir. Ayrıca tenkit konusu olan hadisleri Ebû Hüreyre tek başına rivayet etmemiş, meselâ kediyi hapseden kadınla ilgili hadisi İbn Ömer (Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 16, “Enbiyâʾ”, 54), ölüye ağlamanın onun azap edilmesine sebep olacağına dair rivayeti Hz. Ömer, İmrân b. Husayn ve İbn Ömer de (Buhârî, “Cenâʾiz”, 32; Nesâî, “Cenâʾiz”, 14, 15) rivayet etmiştir. Ebû Hüreyre’nin rivayetini tashih ederken Hz. Âişe’nin, “Allah Ebû Hüreyre’ye merhamet etsin!” diye son derece müşfik davranması (Zerkeşî, s. 107), onun Ebû Hüreyre’ye karşı menfi bir tutum içinde olmadığını göstermektedir. Sahâbîler, bildikleri hadisin aksine bir rivayetle karşılaşıp onun râvisini tenkit ettiklerinde bile o kimseyi yalancılıkla itham etmeyi düşünmemişler, bazı ifadeleriyle o râvinin yanılıp hata edebileceğini anlatmak istemişlerdir.
Abdullah b. Ömer gibi son derece müttaki ve mutedil sahâbîlere karşı bile çok hadis rivayet etmesinden dolayı kendini savunmak zorunda kalan Ebû Hüreyre, İbn Ömer’in cenaze namazının kılınması ve defniyle ilgili bir rivayetinden dolayı, “Ya Ebû Hüreyre, Resûlullah’tan naklettiğin rivayetlere dikkat et!” diye kendisini uyarmasına üzülmüş, onu Hz. Âişe’nin yanına götürerek söz konusu rivayeti bu hadis otoritesine onaylatmıştır. Bunun üzerine İbn Ömer Ebû Hüreyre’yi, Hz. Peygamber ile en çok birlikte bulunan ve hadislerini en iyi ezberleyen sahâbî olarak takdir ve tezkiye etmiş (Müsned, II, 2-3; Tirmizî, “Menâḳıb”, 46), onun çok hadis rivayet etmesini cesaretine, kendilerinin daha az rivayet etmelerini ise hata etmekten korkmalarına bağlamıştır (Hâkim, III, 510). Abdullah b. Ömer, ölünün arkasından ağlamanın doğru olmayacağını söylediği zaman kendisine Ebû Hüreyre’nin ağlamaya cevaz veren bir hadis rivayet ettiği haber verilmiş, bunun üzerine kanaatinden hemen vazgeçmiştir (Müsned, II, 110). Yine İbn Ömer, avlanmak ve sürüyü korumak maksadıyla köpek beslenebileceğine dair hadisi okuyunca kendisine, Ebû Hüreyre’nin tarla beklemek için de köpek beslenebileceğini söylediği haber verilmiş, o da tarlaları bulunan Ebû Hüreyre’nin konuyu daha iyi bileceğini ifade etmek maksadıyla, “Ebû Hüreyre’nin tarlası var” demiştir (Müslim, “Müsâḳāt”, 46, 58). Fakat Ebû Hüreyre’yi eleştirenler, Abdullah b. Ömer’in bu sözleriyle, Ebû Hüreyre’yi tarlası olduğu için böyle bir hadisi uydurmakla itham ettiğini ileri sürmüşlerdir. Ebû Hüreyre hakkında, “O benden daha hayırlıdır, rivayet ettiklerini de daha iyi bilir” diyen (İbn Hacer, el-İṣâbe, VII, 438) ve sözü edilen hadisi daha sonra “tarla köpeği” ilâvesiyle bizzat rivayet eden (Müslim, “Müsâḳāt”, 56-58, 61) İbn Ömer’in Ebû Hüreyre’yi itham ettiğini söylemek şaşırtıcıdır. Nitekim daha önce duymadıkları bir hadisi ilk defa Ebû Hüreyre’den duyan İbn Ömer gibi bazı sahâbîlerin, o sözün Resûlullah’a ait olduğunu anladıktan sonra Ebû Hüreyre’yi takdir etmeleri ashabın onu itham etmeyi düşünmediğini ortaya koymaktadır. Ayrıca bir kısmı sahâbî, geri kalanı tâbiî olmak üzere 800 kişinin Ebû Hüreyre’den rivayette bulunması onun yalancılıkla itham edilemeyeceğinin bir başka delilidir.
Tâbiîn fakihlerinden İbrâhim en-Nehaî (ö. 96/714), kendi zamanında bazı âlimlerin fakih olmadığı gerekçesiyle Ebû Hüreyre’nin ahkâma dair bir kısım rivayetlerini kabul etmediklerini ileri sürmüş, Nehaî’nin rivayetlerine ve görüşlerine büyük önem veren Ebû Hanîfe gibi âlimler de Ebû Hüreyre aleyhinde herhangi bir şey söylememekle beraber onun sahih kıyasa aykırı rivayetlerini kabul etmek istememişlerdir. Bu iddiayı önemsemeyen Zehebî Ebû Hüreyre’nin kuvvetli hâfızası, önemli şahsiyeti, güvenilir oluşu ve fıkıh bilgisi sebebiyle müslümanların onun rivayetlerini eskiden beri delil olarak kullandıklarını, Arapça’yı iyi bilmediği için zaman zaman hata yapan Nehaî’nin Ebû Hüreyre aleyhindeki bu görüşünü İslâm âlimlerinin ayıpladığını söylemekte ve İbn Abbas’ın fetva konusunda Ebû Hüreyre’ye verdiği değere dikkat çekmektedir (Aʿlâmü’n-nübelâʾ, II, 609; a.mlf., Mîzânü’l-iʿtidâl, I, 75). Ebü’l-Kāsım İbn Asâkir, Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr gibi âlimler de İbrâhim en-Nehaî’nin iddiasını ve Kûfeliler’in bu konudaki tutumunu genel kanaate aykırı bulmuşlardır. Tanınmış Hanefî fakihi İbnü’l-Hümâm’ın Ebû Hüreyre’yi fakih olarak kabul etmesi de (et-Taḥrîr, III, 52-53) Nehaî’nin görüşünü bütün Hanefîler’in paylaşmadığını ortaya koymaktadır. Ayrıca bizzat İbrâhim en-Nehaî’nin A‘meş – Ebû Sâlih es-Semmân tarikiyle Ebû Hüreyre’den hadis rivayet etmesi onu güvenilir bulduğunu ve sadece kıyâs-ı celîye aykırı bazı rivayetlerini benimsemediğini göstermektedir.
b) Şiîler’in Tenkidi. Daha sonraki asırlarda Ebû Hüreyre’yi hedef alan iddiaların ilki, bilindiği kadarıyla Mu‘tezile âlimlerinden Nazzâm’a (ö. 231/845) dayanmaktadır. Ancak çağdaşı İbn Kuteybe’nin “ahlâksız, gece gündüz içki içip fuhuş yapan biri” diye nitelendirdiği (Teʾvîlü muḫtelifi’l-ḥadîs̱, s. 17), Nazzâm’ın Ebû Hüreyre hakkındaki iddialarının ihtiyatla karşılanması gerekir. Şiîler’le bir kısım şarkiyatçıların ve onların paralelindeki bazı çağdaş yazarların Ebû Hüreyre aleyhindeki görüşlerinin diğer dayanakları Şiî kelâmcısı Ebû Ca‘fer el-İskâfî (ö. 240/854), Şiî-İmâmiyye’den Fazl b. Şâzân (ö. 260/874) gibi müelliflerdir. Bunlar Halife Ömer’in Ebû Hüreyre’nin başına kamçıyla vurduğunu ve onu, “Senin Resûlullah’tan çok hadis rivayet ettiğini görüyorum ve yalancı olduğunu sanıyorum, bir daha yapma” diye uyardığını, Ebû Hüreyre’nin Medine’de iken Dımaşk’ta bulunan Hz. Ali’ye lânet ettiğini, onun da bir konuşmasında, “Zamanımızda Resûlullah’a karşı en fazla yalan söyleyen Ebû Hüreyre ed-Devsî’dir” dediğini (Fazl b. Şâzân en-Nîsâbûrî, s. 60), Ebû Hüreyre’nin Hz. Ali ve yakınlarının aleyhinde hadis uydurduğunu ileri sürmüşlerdir. Hz. Ali ve ailesinin faziletine, Resûl-i Ekrem ile Hasan ve Hüseyin arasındaki sevginin büyüklüğüne dair hadis rivayet eden (Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 56-57; Hâkim, III, 167, 169), Hz. Hasan’ın Resûlullah’ın kabrinin yanına defnedilmesine razı olmayan Medine Valisi Mervân’a ağır sözler söyleyen (İbn Kesîr, VIII, 108) Ebû Hüreyre’nin Ali aleyhtarı olması elbette mümkün değildir. Hz. Ali’nin oğlu Muhammed b. Hanefiyye’nin, ayrıca Zeynelâbidîn, Muhammed el-Bâkır, Ca‘fer es-Sâdık gibi imamların, Ebû Eyyûb el-Ensârî başta olmak üzere Cemel, Sıffîn ve Nehrevan’da Hz. Ali’nin saflarında yer alan önemli kumandanların ve Şiî oldukları iddiasıyla bugünkü Şiî ansiklopedilerine alınan ilk devir muhaddislerinden bazılarının Ebû Hüreyre’den hadis rivayet etmeleri (Abdülmün‘im Sâlih Ali el-İzzî, s. 177-208), ilk devir Şiîler’inin Ebû Hüreyre’yi sözüne güvenilir bir râvi olarak kabul ettiğini göstermektedir. Hz. Hasan ve Hüseyin ile onların neslinden gelenlerin, Hz. Ali’nin kardeşleri Akīl ve Ca‘fer ile Abdullah b. Abbas’ın soyunun, Ali taraftarı olarak bilinen ve Şiîlerce saygıyla anılan Câbir b. Abdullah, Ebû Saîd el-Hudrî, Ebû Zer el-Gıfârî, Ammâr b. Yâsir, Selmân-ı Fârisî, Huzeyfe b. Yemân, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî, Ebû Mes‘ûd el-Ensârî, Cerîr b. Abdullah el-Becelî, Mikdâd b. Esved gibi sahâbîlerle onlardan rivayette bulunan tâbiîlerin Ebû Hüreyre aleyhinde herhangi bir şey söylememeleri, bu kişilerin Ebû Hüreyre’de tenkit edilecek bir taraf görmediklerini ortaya koymaktadır. Bütün bunlara rağmen Âyetullah Humeynî’nin, Ebû Hüreyre’nin Muâviye gibi zalimlerin teşkilâtına girdiğini, onların yararına hadisler uydurmak suretiyle İslâm’a büyük zarar verdiğini ileri sürmesini anlamak güçtür (İslâm Fıkhında Devlet, s. 179-180). Abdülhüseyin Şerefeddin el-Mûsevî’nin Ebû Hüreyre’yi karalamak maksadıyla yazdığı Ebû Hüreyre (Beyrut 1406/1986) adlı kitabı ise ilim adına ayrı bir talihsizliktir.
c) Şarkiyatçılar ile Taraftarlarının Tenkitleri. Bazı şarkiyatçılarla onların görüşlerini benimseyen bir kısım çağdaş yazarlar “meçhul bir şahsiyet” olarak nitelendirdikleri Ebû Hüreyre’yi, sadece karnını doyurmak için Hz. Peygamber’in peşine takılmış bir tufeyli saymışlar, rivayet ettiği hadisleri Resûl-i Ekrem’e karşı uydurulmuş birer yalan ve iftira diye göstermişlerdir. Sprenger, Ebû Hüreyre’nin dine hizmet maksadıyla hadis uydurduğunu söylemiş (DMİ, I, 418), Goldziher ise muteber hadis kitaplarında kendisine isnat edilen rivayetlerin çoğunun sonraları uydurulup ona izâfe edildiğini ileri sürmüştür (İA, IV, 32). Bazı uydurma hadislerle, hiçbir ilmî değeri olmayan Vaṣiyyetü’n-nebî li-Ebî Hüreyre (Süleymaniye Ktp., Âşir Efendi, nr. 455, vr. 49-69; Reşîd Efendi, nr. 129, vr. 10-37) gibi risâlelerin ona izâfe edilmesi Ebû Hüreyre’nin güvenilirliğine halel getirmez. Caetani Annali dell’Islam adlı eserinde Buhârî’yi, Ebû Hüreyre’nin rivayetlerine el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ’inde çok yer verdiği ve onu eleştirmediği için tenkit fikrinden yoksun olmakla itham ettikten sonra hayatı hakkında yeterli bilgi bulunmayan Ebû Hüreyre’nin “kelimenin tam anlamıyla” yalancı olduğunu, rivayetlerine tabiat üstü unsurlar ve hayalî şeyler karıştırdığını, İncil’den cümleler alarak bunları Hz. Peygamber’e mal ettiğini, kendisine nisbet edilen hadisleri ya kendisinin veya kendisinden sonra gelen talebelerinin uydurduğunu, Hz. Peygamber’in yaşayışına dair en küçük ayrıntıyı unutmamış göründüğü halde kendi adını bile bildirmediğini, müslüman âlimlerin de ondan geldiği söylenen bunca hadisi onun rivayet ettiğine insanları inandırmak için dünya malına önem vermeyip Resûl-i Ekrem’den hiç ayrılmadığı şeklinde bir yalan icat etmeye mecbur kaldıklarını söylemektedir (İslâm Tarihi, I, 120-134). Caetani’nin hakaret dolu bir üslûbu benimsemesi, Ebû Hüreyre’ye ve rivayetlerine değer verdikleri için Buhârî başta olmak üzere İslâm âlimlerini ağır bir dille suçlaması, şüphesiz onun İslâm’a karşı olan hissî tutumunun Ebû Hüreyre’nin şahsında bir ifadesidir. Bu iddialar hadis kültüründen yoksun bazı kimseler tarafından da tekrarlanmıştır. Tabiat üstü unsurlar ihtiva eden rivayetlerin sadece Ebû Hüreyre’den kaynaklandığı vehmini uyandırarak onu yalancılıkla suçlamak, talebelerini de aynı şekilde hadis uydurmakla itham etmek, Ebû Hüreyre’nin İncil’den aldığı bilgileri Hz. Peygamber’e mal ettiğini söylemek ilmî değeri bulunmayan temelsiz iddialardır. Ebû Hüreyre’nin hadis öğrenmeye pek meraklı olduğu ve bunun için Hz. Peygamber’in yanından ayrılmadığı hususunda bizzat verdiği bilgileri müslüman âlimlerin yalanı saymak, böylece İslâm âlimlerini de yalancılıkla suçlamak ise aşırı derecede peşin hükümlü olmanın bir göstergesidir.
Caetani’nin Ebû Hüreyre hakkında ileri sürdüğü bu iddialar, hadis ve Peygamber aleyhtarı bazı kimseler tarafından Batılı ilim adamlarının keşfettiği gerçekler olarak kabul edilmiştir. Bunun Türkiye’deki örneklerinden biri edebiyat tarihçisi İsmail Habip Sevük’tür. İsmail Habip Avrupa Edebiyatı ve Biz (İstanbul 1940) adlı kitabında bu konuyu ele almakta, Caetani’nin Hüseyin Cahit Yalçın tarafından tercüme edilip Arap harfleriyle yayımlanan adı geçen kitabında Şiblî’yi Şeblî, Vehb’i Veheb, Hemmâm’ı Hümmâm, Dîneverî’yi Dinnûrî, Hafsa’yı Hıfısa, Hirre’yi Hürre, Suffe’yi Sıffe okuyacak kadar dinî kültürden yoksun olduğu halde tıpkı Caetani gibi Buhârî’yi gevşeklik, safdillik ve tenkit fikri bulunmamakla, Ebû Hüreyre’yi de yalancılıkla itham etmekte ve ehl-i Suffe’den hiçbirinin hadis rivayet etmediğini, onlardan sadece Ebû Hüreyre’nin buna cüret ettiğini söylemektedir (I, 230-234).
Onu tenkit eden çağdaş Arap müelliflerinin önde geleni Mahmûd Ebû Reyye’dir. Eḍvâʾ ʿale’s-sünneti’l-Muḥammediyye (trc. Muharrem Tan, Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması, İstanbul 1988) adlı kitabında hadis ve hadis ilmi etrafındaki tenkitlerini ortaya koyarken çok hadis rivayet ettiği için Ebû Hüreyre’yi ele alarak (Eḍvâʾ ʿale’s-sünneti’l-Muḥammediyye, s. 194-225) Caetani’nin dediği gibi onu kimliği belirsiz, yalan söylemekten ve duymadığı şeyleri Hz. Peygamber’e isnat etmekten sakınmayan, Hz. Ömer ve Âişe gibi tanınmış sahâbîler tarafından rivayetleri kabul edilmeyen ve fıkıh bilmeyen bir sahâbî olarak tanıtmaktadır. Ebû Hüreyre’nin Resûlullah ile birlikte sadece bir yıl dokuz ay kaldığı iddiasını Mahmûd Ebû Reyye’den başka ileri süren hiç kimse yoktur (Şeyḫu’l-maḍîre, s. 63). Ebû Hüreyre’nin Hz. Peygamber’in yanında az kaldığı iddiası, onun bu kadar kısa zamanda binlerce hadisi rivayet etmesinin mümkün olmadığı ve Resûl-i Ekrem’den duymadıklarını duymuş gibi gösterdiği (tedlîs) ithamlarına destek için ileri sürülmektedir. Hadisle ilgilenen herkesin bildiği gibi sahâbîler, Resûlullah’ın huzurunda bulunmadıkları zaman söylenmiş olan hadisleri Hz. Peygamber’den duyan diğer sahâbîlerden alıp rivayet etmişler, fakat o devirde kimse birbirinden şüphe etmediği, dolayısıyla isnad sistemi henüz başlamadığı için hadisi kimden duyduklarını belirtmeye gerek görmemişlerdir. Ebû Hüreyre de Resûlullah’tan bizzat duymadığı bazı hadisleri onları duyanlardan öğrenmiş ve ezberlemiştir. Böylece Hz. Ebû Bekir, Ömer, Fazl b. Abbas, Übey b. Kâ‘b, Üsâme b. Zeyd ve Hz. Âişe gibi sahâbîlerin rivayetlerine de sahip olmuştur. Sahâbîlerin bu şekilde hadis rivayet etmesinin yalancılık olmadığını, dolayısıyla bunun tedlîsle bir ilgisi bulunmadığını, görüşlerine Mahmûd Ebû Reyye’nin çokça başvurduğu İbn Kuteybe de söylemektedir (Teʾvîlü muḫtelifi’l-ḥadîs̱, s. 40). Ebû Hüreyre’nin Abdullah b. Amr’ı, Resûlullah’tan duyduklarını yazması sebebiyle kendisinden fazla hadis bilen sahâbî olarak tanıtmasını doğru bulmayan Ebû Reyye, Abdullah’ın hadis kitaplarındaki rivayetlerinin azlığını iddiasına gerekçe olarak ileri sürmekte ve onun bütün rivayetlerinin kitaplara geçmemesinin sebeplerini bilmez görünmektedir (bk. ABDULLAH b. AMR b. ÂS).
Ebû Hüreyre’nin Asr-ı saâdet’ten sonraki kötü idarecilerle ilgili olarak duyduğu bazı rivayetleri kastederek, “Resûlullah’tan iki kap dolusu ilim öğrendim; bunlardan birini açıkladım, eğer diğerini de açıklasaydım boynum kesilirdi” (Buhârî, “ʿİlim”, 42) demesi de aleyhinde değerlendirilmek istenmiştir. Halbuki onun 60 (679) yılı başlarında meydana gelecek fitnelerden, ehliyetsiz kişilerin idareyi ele geçirmesinden Allah’a sığındığını söylerken bu ifadeyle Yezîd b. Muâviye’nin devrini kastettiği ve karışıklığa meydan verecek grupların adlarını dahi bildiği anlaşılmaktadır (Buhârî, “Fiten”, 3; İbn Hacer, Fetḥu’l-bârî, I, 261; XIII, 11-13). Bütün bunlar, Ebû Hüreyre’nin fitnelerle ilgili bazı rivayetleri Hz. Peygamber’den tek başına duyduğunu göstermektedir. Ebû Hüreyre’nin Resûl-i Ekrem’den duyduğu her hadisi rivayet etmediğine dair sözünü Hasan-ı Basrî yorumlarken, “Eğer Kâbe’nin yıkılacağını veya yakılacağını söyleseydi kimse ona inanmazdı” diyerek bu kabil hadislerin mahiyeti hakkında fikir vermekte ve Ebû Hüreyre’nin onları rivayet etmemekte ne kadar haklı olduğunu ortaya koymaktadır (İbn Sa‘d, IV, 331).
Mahmûd Ebû Reyye, Ebû Hüreyre aleyhinde yazdığı kitabına Şeyḫu’l-maḍîre Ebû Hüreyre adını vermiştir. Ekşimiş sütle yapılan çorbaya “madîre” dendiği, bu çorbayı çok sevdiği için Ebû Hüreyre’nin “Şeyhü’l-madîre” diye anıldığı iddiası Ebû Mansûr es-Seâlibî’ye (ö. 429/1038) dayandırılmaktadır (S̱imârü’l-ḳulûb, s. 111-112). Seâlibî’nin bu rivayetinde Ebû Hüreyre’nin madîreyi çok sevdiği, yemeği Muâviye’nin sofrasında yiyip namazı Hz. Ali’nin arkasında kıldığı, bunun sebebini soranlara Muâviye’nin madîresinin daha yağlı, Ali’nin arkasında namaz kılmanın ise daha faziletli olduğunu söylediği sened kaygısı güdülmeden nakledilmektedir. Ebû Hüreyre’nin, Muâviye’nin sofrasında bulunduktan sonra Hz. Ali’nin arkasında namaz kılabilmesi için Ali ile Muâviye’nin aynı yerde olmaları gerekir. Onların sadece Sıffîn’de birbirine yakın bir mekânda bulunduğu, Ebû Hüreyre’nin ise Sıffîn’e katılmadığı bilindiğine göre Ebû Reyye’nin, kitabının senaryosunu üzerine kurduğu olayın gerçekle bir ilgisi olmadığı ortadadır. Tâhâ Hüseyin de bu iddiayı çirkin bulmaktadır (bk. Zekeriyyâ Ali Yûsuf, s. 114-116).
Onun çok hadis öğrenmesinin sebebini açıklarken sadece karnını doyurmakla iktifa edip Resûlullah’ın yanından ayrılmadığını söylemesini Ebû Reyye çirkin bir şekilde saptırmış, bu sözü, Ebû Hüreyre’nin diğer sahâbîler gibi sevgi ve hidayet için değil sadece karnını doyurmak için Hz. Peygamber’in yanında bulunmasının açık itirafı olarak değerlendirmiştir (Eḍvâʾ ʿale’s-sünneti’l-Muḥammediyye, s. 197). Ebû Hüreyre’nin midesine düşkün bir kişi olduğunu anlatmak için rivayet bakımından sağlam olmayan bazı kitaplardan alıntılar yapan Ebû Reyye, Ebû Nuaym’ın Ḥilyetü’l-evliyâʾda (I, 382) midenin insana verdiği zararlara dair Ebû Hüreyre’den naklettiği, “Yazıklar olsun şu karnıma; doyurduğumda beni sıkıştırır, aç bıraktığımda bana öfkelenir” sözünü onun oburluğuna delil olarak zikretmesi de anlaşılır gibi değildir.
Ebû Reyye ayrıca, Ebû Hüreyre’nin helâli haram, haramı helâl göstermemek şartıyla çok hadis rivayet etmekte beis görmediğini ve bu kanaatini Hz. Peygamber’den rivayet ettiği bir hadise dayandırdığını söylemektedir. Hatta daha da ileri giderek uydurma olduğu açıkça belli olan, “Ben söylemesem bile Allah rızâsı için rivayet edilen bir hadisi ben söylemiş sayılırım” sözünü Hz. Peygamber’den rivayet ettiğini ileri sürüp Ebû Hüreyre’yi suçlamaktadır (Eḍvâʾ ʿale’s-sünneti’l-Muḥammediyye, s. 202). Birtakım asılsız sözleri Ebû Hüreyre’ye nisbet etmek ona yapılan en büyük haksızlıklardan biridir.
Hakkında Yazılan Eserler. Ebû Hüreyre’ye dair kaleme alınan müstakil eserler, aleyhinde ve lehinde yazılanlar olmak üzere iki gruba ayrılabilir. Şiî müellif Abdülhüseyin b. Yûsuf Şerefeddin el-Mûsevî’nin Ebû Hüreyre (Beyrut 1397/1977, 4. bs.) adlı kitabı ile Mahmûd Ebû Reyye’nin Şeyḫu’l-maḍîre Ebû Hüreyre (Kahire 1383/1963) ve özellikle Eḍvâʾ ʿale’s-sünneti’l-Muḥammediyye (Kahire 1377/1957, s. 194-224) adlı kitabında Ebû Hüreyre’ye yöneltilen tenkitlere muhtelif çalışmalarla cevap verilmiştir. Bunlar arasında Muhammed Muhammed es-Semâhî’nin Ebû Hüreyre fi’l-mîzân’ı (Kahire 1378/1958), Muhammed Acâc el-Hatîb’in Ebû Hüreyre: râviyetü’l-İslâm’ı (Kahire 1381/1962), Abdülmün‘im Sâlih Ali el-İzzî’nin Aḳbâs min menâḳıbi Ebî Hüreyre (Bağdat 1969) ile Difâʿ ʿan Ebî Hüreyre’si (Beyrut 1393/1973) ve Abdurrahman Abdullah ez-Zereî’nin Ebû Hüreyre ve aḳlâmü’l-ḥâḳıdîn (Küveyt 1405/1984) adlı eseri sayılabilir. Muhammed Ziyâürrahman el-A‘zamî de Ebû Hüreyre fî ḍavʾi merviyyâtihî: dirâse muḳārene fî miʾe ḥadîs̱ min merviyyâtihî (Kahire-Beyrut 1399/1979) adlı eserinde Ebû Hüreyre’nin rivayetlerinden çeşitli konulara dair 100 hadisin sahâbî olan diğer râvilerini, rivayetlerin farklarını ve hadislerin kaynaklarını göstermiştir. Mahmûd el-Müs‘adî Ḥaddes̱e Ebû Hüreyre ḳāle adıyla bir kitap yazmış, bunun üzerine Ahmed et-Tavîlî Maḥmûd el-Müsʿadî ve kitâbühû Ḥaddes̱e Ebû Hüreyre ḳāle (Tunus 1985) ve Muhsin b. Nefîse el-Ḥadîs̱ fî Ḥaddes̱e Ebû Hüreyre ḳāle (Tunus 1988) adlı eserlerini telif etmişlerdir. Dâvûd Selmân el-Ubeydî’nin de Ebû Hüreyre racülün lâ yensâ (Bağdat, ts.) adlı bir çalışması vardır. Alman asıllı müslüman Helga (Âmine) Hemgesberg, Frankfurt Üniversitesi’nde Abu Huraira, der Gefahrte des Propheten. Ein Beitrag zur geschichte des frühen Islam (1965), Ali Toksarı Uludağ Üniversitesi’nde Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) ve Hadis İlmindeki Yeri (1982) adlı doktora çalışmalarını tamamlamışlardır. Muhammed Seyyid Mahmûd ise Kahire Üniversitesi’nde Merviyyâtü Ebî Hüreyre fî Kütübi’s-sitte ve mevḳıfü’l-fuḳahâʾi minhâ dirâseten ve tevs̱îḳıyyeten adıyla bir yüksek lisans tezi hazırlamıştır (1990).
BİBLİYOGRAFYA
el-Muvaṭṭaʾ, “Ṭalâḳ”, 39, “Ṣıfatü’n-nebî”, 31.
Müsned, II, 2-3, 110, 228-541; V, 114-115, 139.
Buhârî, “ʿİlim”, 33, 39, 42, “el-ʿAmel fi’ṣ-ṣalât”, 18, “Cenâʾiz”, 3, 32, “Büyûʿ”, 1, 9, “Ḥars̱ ve’l-müzâraʿa”, 21, “ʿItḳ”, 7, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 16, “Enbiyâʾ”, 54, “Eṭʿime”, 1, “Libâs”, 87, “Riḳāḳ”, 17, 51, “Eymân”, 33, “Fiten”, 3, “İʿtiṣâm”, 16.
a.mlf., et-Târîḫu’l-kebîr, I, 186-187.
Dârimî, “Muḳaddime”, 27, 42.
Müslim, “Cumʿa”, 61, “Müsâḳāt”, 46, 48, 56-58, 61, “Eymân”, 44, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 56-57, 151-152, 158-160.
Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 112.
Tirmizî, “Menâḳıb”, 46, 47, “Siyer”, 20, “Zühd”, 48.
Nesâî, “Cenâʾiz”, 14, 15, “Cihâd”, 41.
a.mlf., es-Sünenü’l-kübrâ (nşr. Abdülgaffâr Süleymân el-Bündârî – Seyyid Kisrevî Hasan), Beyrut 1411/1991, III, 440.
Vâkıdî, el-Meġāzî, II, 636, ayrıca bk. İndeks.
Abdürrezzâk es-San‘ânî, el-Muṣannef, XI, 262, 323.
Bakī b. Mahled, ʿAded mâ li-külli vâḥidin mine’ṣ-ṣaḥâbe mine’l-ḥadîs̱ (haz. İbn Hazm, nşr. Ekrem Ziyâ el-Ömerî), Medine 1404/1984, s. 79.
Ebû Ubeyd, el-Emvâl, s. 250.
İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, II, 362-364; III, 70; IV, 325-341.
İbn Kuteybe, el-Maʿârif (Ukkâşe), s. 277-278.
a.mlf., Teʾvîlü muḫtelifi’l-ḥadîs̱ (nşr. M. Zührî Neccâr), Kahire, ts. (Mektebetü’l-külliyyâti’l-Ezheriyye), s. 17, 40.
Belâzürî, Ensâb, I, 136, 272, 383, 412, 420, 421, 428, 432.
a.mlf., Fütûh (Fayda), s. 118-120, 662.
Vekî‘, Aḫbârü’l-ḳuḍât, I, 111-112.
Dârimî, er-Red ʿale’l-Merîsî, s. 132-135.
Taberî, Târîḫ (Ebü’l-Fazl), IV, 112, 159, 305, 353, 389; V, 140, 239, ayrıca bk. İndeks.
İbn Düreyd, el-İştiḳāḳ, s. 503.
Fazl b. Şâzân en-Nîsâbûrî, el-Îżâḥ, Tahran 1363 hş., s. 60.
Ebû Zür‘a ed-Dımaşkī, Târîḫ (nşr. Şükrullah b. Ni‘metullah el-Kūcânî), Dımaşk 1980, I, 544.
Râmhürmüzî, el-Muḥaddis̱ü’l-fâṣıl (nşr. M. Acâc el-Hatîb), [baskı yeri yok] 1964, s. 554-555.
Hâkim, el-Müstedrek, I, 108, 418; III, 167, 169, 506-514; IV, 160, 472.
Seâlibî, S̱imârü’l-ḳulûb (nşr. Muhammed Ebü’l-Fazl İbrâhim), Kahire, ts. (Dârü’l-maârif), s. 111-112.
Ebû Nuaym, Ḥilye, I, 376-385.
İbn Abdülber, el-İstîʿâb, IV, 202-210.
İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ġābe, VI, 318-321.
a.mlf., el-Kâmil, II, 369; III, 21, 30, 59, 132, 161, 176, 384, 464, 526.
Nevevî, Tehẕîb, I, 270.
İbn Kayyim el-Cevziyye, İʿlâmü’l-muvaḳḳıʿîn, I, 12, 34.
İbn Ebü’l-Hadîd, Nehcü’l-belâġa (nşr. Muhammed Ebü’l-Fazl İbrâhim), Kahire 1385/1965, IV, 67-69.
Mizzî, Tuḥfetü’l-eşrâf bi-maʿrifeti’l-etrâf (nşr. Abdüssamed Şerefeddin), Bombay 1965, IX, 8-16, 292-505; X, 3-475; XI, 3-109.
Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, II, 578-632.
a.mlf., Teẕkiretü’l-ḥuffâẓ, I, 32-37.
a.mlf., Mîzânü’l-iʿtidâl, I, 75.
İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 103-115.
İbn Hudeyde, el-Miṣbâḥu’l-muḍî (nşr. Muhammed Azîmüddin), Beyrut 1985, I, 236-240.
Zerkeşî, el-İcâbe (nşr. Saîd el-Efgānî), Beyrut 1405/1985, s. 77-115.
Heysemî, Mecmaʿu’z-zevâʾid, I, 123-124.
İbnü’l-Cezerî, Ġāyetü’n-Nihâye, I, 370, 381; II, 382.
İbn Hacer, el-İṣâbe (Bicâvî), III, 254; V, 425; VII, 425-445.
a.mlf., Tehẕîbü’t-Tehẕîb, XII, 262-267.
a.mlf., Fetḥu’l-bârî (Hatîb), I, 261; XIII, 11-13.
İbnü’l-Hümâm, et-Taḥrîr (Teysîrü’t-Taḥrîr içinde), Kahire 1351, III, 52-53.
İbnü’l-İmâd, Şeẕerât, I, 63-64.
Şevkânî, Derrü’s-seḥâbe fî menâḳıbi’l-ḳarâbe ve’ṣ-ṣaḥâbe (nşr. Hüseyin b. Abdullah), Dımaşk 1404/1984, s. 438-440, 669.
Ali Fehmi Câbiç, Ḥüsnü’ṣ-ṣıḥâbe fî şerḥi eşʿâri’ṣ-ṣaḥâbe, İstanbul 1324, s. 166-168.
L. Caetani, İslâm Tarihi (trc. Hüseyin Cahit), İstanbul 1924, I, 120-134.
İsmail Habip Sevük, Avrupa Edebiyatı ve Biz, İstanbul 1940, I, 230-234.
Ahmed M. Şâkir, el-Bâʿis̱ü’l-ḥas̱îs̱, Kahire 1377/1958, s. 185-188.
Sââtî, el-Fetḥu’r-rabbânî, XXII, 405-415.
M. Muhammed Ebû Zehv, el-Ḥadîs̱ ve’l-muḥaddis̱ûn, Kahire 1958, s. 153-172.
Ahmed Emîn, Fecrü’l-İslâm, Beyrut 1969, s. 218-220.
Zekeriyyâ Ali Yûsuf, Difâʿ ʿani’l-ḥadîs̱i’n-nebevî, Kahire 1972, s. 114-116.
Abdülhüseyin Şerefüddin el-Mûsevî, Ebû Hüreyre, Beyrut 1397/1977.
Mustafa es-Sibâî, es-Sünne ve mekânetühâ fi’t-teşrîʿi’l-İslâmî, Dımaşk 1398/1978, s. 291-362.
M. Ziyâürrahman el-A‘zamî, Ebû Hüreyre fî ḍavʾi merviyyâtih, Hire-Beyrut 1399/1979.
Mahmûd Ebû Reyye, Şeyḫu’l-maḍîre Ebû Hüreyre, Kahire, ts. (Dârü’l-maârif).
a.mlf., Eḍvâʾ ʿale’s-sünneti’l-Muḥammediyye, Kahire 1377/1957 → Beyrut, ts. (Müessesetü’l-Âlemî), s. 194-225.
Abdülmün‘im Sâlih Ali el-İzzî, Difâʿ ʿan Ebî Hüreyre, Beyrut 1402/1981.
Abdurrahman b. Yahyâ el-Muallimî, el-Envârü’l-kâşife, Beyrut 1403/1983, s. 140-237.
Abbas el-Kummî, el-Künâ ve’l-elḳāb, Beyrut 1983, I, 179-181.
Abdurrahman Abdullah ez-Zereî, Ebû Hüreyre ve aḳlâmü’l-ḥâḳıdîn, Küveyt 1405/1984.
M. Acâc el-Hatîb, Ebû Hüreyre: râviyetü’l-İslâm, Kahire 1987.
Ali Ahmed es-Sâlûs, Ḳıṣṣatü’l-ḥücûm ʿale’s-sünne, Kahire 1989, s. 71-89.
Humeynî, İslâm Fıkhında Devlet (trc. Hüseyin Hâtemî), İstanbul, ts. (Düşünce Yayınları), s. 179-180.
Mustafa M. el-A‘zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı (trc. Hulusi Yavuz), İstanbul 1993, s. 35-38.
İbrâhim M. Kındîl, “Ebû Hüreyre râviyetü’l-İslâmi’l-evvel ve ekâẕîbü’l-aʿdâʾ”, Ḥavliyyetü Külliyyeti’d-dirâsâti’l-İslâmiyye ve’l-ʿArabiyye: Câmiʿatü’l-Ezher, IV, Kahire 1986, s. 303-347.
M. Reşîd Rızâ, “Bir Misyoner’in Ebû Hüreyre Hakkındaki Bazı İddiaları” (trc. Mücteba Uğur), Diyanet Dergisi, XXVIII/2, Ankara 1992, s. 15-36.
Goldziher, “Ebû Hüreyre”, İA, IV, 32.
a.mlf., “Ebû Hüreyre”, DMİ, I, 418-419.
J. Robson, “Abū Hurayra”, EI2 (Fr.), I, 132-133.
Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1994 yılında İstanbul’da basılan 10. cildinde, 160-167 numaralı sayfalarda yer almıştır.