EBÛ SAÎD-i EBÜ’l-HAYR

Ebû Saîd Fazlullāh b. Ebi’l-Hayr Ahmed b. Muhammed el-Meyhenî (ö. 440/1049)

Tekke âdâbını tesbit eden ve düzenlediği semâ meclislerinde okuduğu âşıkane rubâîlerle tanınan Horasanlı mutasavvıf.

Müellif:

1 Muharrem 357 (7 Aralık 967) tarihinde Horasan’da Serahs ile Ebîverd arasında bulunan Havran bölgesinde Meyhene (Mehne) kasabasında doğdu. Babası Ebü’l-Hayr Ahmed sûfîlerin dostu olan ve semâ meclislerine devam eden bir attardı. Çocukluğunu Meyhene’de geçiren Ebû Saîd babasıyla birlikte gittiği semâ meclislerinde tasavvufu tanıdı. Mutasavvıf şair Ebü’l-Kāsım Bişr-i Yâsîn’in derslerine devam edip dil ve edebiyat ilimlerinde ondan faydalandı, şiir ve tasavvuf anlayışından da etkilendi. Ondan öğrendiği şiirleri çeşitli sohbet meclislerinde okudu ve bu şiirler onun için ilham kaynağı oldu. Bir rivayete göre 30.000 beyit ezberlemişti.

Ebû Saîd fıkıh, tefsir ve hadis bilgisini ilerletmek için Merv’e gitti. Burada Şâfiî fıkıh âlimi Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Hazrî’nin (Husrî, ö. 373/983 [?]) vefatından sonra beş yıl Ebû Bekir Abdullah b. Ahmed el-Kaffâl el-Mervezî’nin derslerine devam etti. Daha sonra Serahs’a giderek Ebû Ali Zâhir b. Ahmed’den tefsir, fıkıh usulü ve hadis dersleri aldı. Burada dönemin ünlü sûfîlerinden Lokmân-ı Serahsî ile tanıştı. Lokmân onu Ebû Nasr es-Serrâc’ın müridlerinden Şeyh Ebü’l-Fazl Muhammed b. Hasan es-Serahsî ile tanıştırdı. Ebü’l-Hayr, kendisine zikir telkin eden bu şeyhten ciddi surette etkilendi, tavsiyesine uyup Meyhene’ye döndü. Yedi yıl riyâzet hayatı yaşadı, tahammül edilmesi zor çileler çıkardıktan sonra tekrar Serahs’a döndü. Şeyh Ebü’l-Fazl burada onu daha da çetin çilelere tâbi tutup bir süre sonra Meyhene’ye gönderdi. Ebû Saîd Meyhene’de cami ve tuvaletlerin temizliğiyle uğraşıyor, her namaz öncesi guslediyor, sürekli susuyor, yama üstüne yama yapıldığı için ağırlaşan bir çuha giyiyor, yirmi otuz gün kalmak üzere sahralara çıkıyor, buralarda inzivaya çekiliyor, derin düşüncelere dalıyordu. Ne kadar şiddetli riyâzetlere ve çetin çilelere girdiğini anlatmak için, Bâbil Kuyusu’nda baş aşağı asılarak çile çıkardıkları rivayet edilen Hârût ve Mârût gibi bazan bir ağaca kendini ayaklarından asarak, bazan da bir kuyuya baş aşağı sarkarak çile çıkardığı (çille-i ma‘kûse), Kur’an okuduğu ve bu durumda namaz kıldığı (salât-ı maklûbe) rivayet edilir. Daha sonra tekrar Serahs’a giden Ebû Saîd bu çileli hayata Ebü’l-Fazl’ın yanında da devam etti. Ardından şeyhin tavsiyesine uyup Nîşâbur’a gitti. Burada İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, Abdülkerîm el-Kuşeyrî gibi âlim ve mutasavvıflarla tanıştı. Daha önce Serahs’ta Ebü’l-Fazl’dan hırka giyip giymediği bilinmeyen Ebû Saîd, Nîşâbur’da ünlü sûfî Ebû Abdurrahman es-Sülemî’den hırka giydi.

Bazı rivayetlere göre irşad faaliyetine başlamadan Meyhene’ye dönerek burada çileli hayatına devam etti. Ebîverd ile Serahs arasında yedi yıl inzivaya çekildi, bu süre içinde ot ve yaprak yiyerek yaşadı. Bu arada şeyhi Ebü’l-Fazl vefat ettiğinden Âmül’e gidip Ebü’l-Abbas Ahmed b. Muhammed el-Kassâb’a intisap etti; ikinci hırkayı da ondan giydi. Bu zatın vefatı üzerine Meyhene’ye döndü. Geceleri uyumuyor, namaz kılıyor, zikirle meşgul oluyor, gündüzleri hep oruç tutuyor, hiç dinlenmiyor, daima kıbleye yönelmiş bir halde bulunmaya çalışıyor, haramlardan sakınıyor, güzel şeylere bakmıyor, sürekli teslimiyet gösteriyor, en azla yetiniyor, vaktini mescidde ve tekkede geçiriyor, kötü yerler olduğuna inandığı için çarşı pazara uğramıyor ve kimsenin kusurunu görmüyordu. Bu çeşit on sekiz esası başarıyla uyguladığı için nefsinden fâni olduğuna kanaat getirdikten sonra halkı irşada başladı. Nîşâbur ve Meyhene’deki tekkesinde çevresinde çok sayıda mürid toplandı.

Ebû Saîd tekkede bazan sabahlara kadar semâ ve raks ediyor, nara atıyor, âşıkane şiirler ve ilâhiler okuyup coşuyor, sohbetine katılanları galeyana getiriyordu. Sık sık düzenlenen davetlerde ve ziyafet sofralarında coşkulu semâlar yapılıyordu. Üzerinde para taşımamayı, servet edinmemeyi ve hiçbir şey biriktirmemeyi âdet edinen Ebû Saîd’in semâ meclislerini hizmetçisi Hasan-ı Müeddeb düzenliyordu. Bu meclislerde yapılan masraflar emîr ve zenginlerin bağışlarıyla, bazan da borç para ile karşılanırdı. Ebû Saîd, ölümünden kısa süre önce Gazne’deki Vezir Nizâmülmülk’ten borçlarını ödemesini rica etmiş ve bu dileği yerine getirilmişti.

Ebû Saîd’in tasavvuf silsilesi Ebü’l-Fazl, Ebû Nasr es-Serrâc ve Ebû Muhammed Mürtaiş vasıtasıyla Cüneyd-i Bağdâdî’ye ulaşır. Fakat Ebû Saîd, Bâyezîd-i Bistâmî ve Hallâc-ı Mansûr tarzı bir tasavvuf anlayışına sahipti. Onlar gibi şathiyeler söylemiş, vecde geldiği zaman gönlünden geçenleri serbestçe ifade etmekten çekinmemiştir. Semâ meclislerindeki hali de daha sonra bu geleneği devam ettiren Mevlânâ’nın haline benzer. Bu meclislerde, sohbet toplantılarında ve vaazlarda söylediği sözler ve okuduğu âşıkane şiirlerle çevresindekileri derinden etkileyen Ebû Saîd’in şöhret ve nüfuzu o kadar çok yayıldı ki yere attığı karpuz kabuğu bile teberrüken alınıyor ve yirmi dinara müşteri bulabiliyordu. Komşularından birçoğu onun mânevî tesirinde kalarak içkiyi ve benzeri kötü alışkanlıkları bırakmışlardı. Çağdaşı İbn Hazm’ın anlattığına göre (el-Faṣl, IV, 188) ünü Endülüs’e kadar ulaşmıştı.

Tekke âdâbının ilk defa Ebû Saîd tarafından tesbit edildiği kabul edilir. Onun tasavvufta kendine has bir yol açtığını, tekke inşa ettiğini, günde iki defa sofra kurduğunu söyleyen Kazvînî, bütün tasavvufî âdâbın Ebû Saîd’e nisbet edildiğini söyler (Âs̱ârü’l-bilâd, s. 361). Yine tasavvufî fikir ve hisleri çoğu Farsça olan şiirlerle, özellikle rubâîlerle ilk defa o ifade etmiş, Senâî, Ferîdüddin Attâr ve Mevlânâ bu yolda onun peşinden gitmişlerdir (Saîd-i Nefîsî, s. 36). Ebû Saîd’in tekke âdâbı ve şiir anlayışı daha sonraki sûfîlerin önemli bir kısmı üzerinde geniş ölçüde tesirli olmuştur. Tasavvuf tarihinde yedi sultandan biri olarak ün yapan Ebû Saîd’in (diğerleri İmam Ali Rızâ, Bâyezîd-i Bistâmî, İbrâhim b. Edhem, Cüneyd-i Bağdâdî, Mahmûd-ı Gaznevî, Selçuklu Hükümdarı Sencer’dir) dost ve hayranları kadar düşman ve muhalifleri de vardır. Onu bazıları sıddîk, bazıları da zındık olarak görür. Rindce yaşaması, Mevlânâ ve Yûnus Emre gibi bütün dinlere bir gözle bakılmasını telkin etmesi, bazı rivayetlere göre, “Mescid ve medreseler yerle bir olmadıkça, küfürle iman arasındaki fark kalkmadıkça dervişlerin görevleri tamamlanmış olmayacaktır” (bk. Saîd-i Nefîsî, s. 6; Goldziher, el-ʿAḳīde ve’ş-şerîʿa, s. 171) demesi zındık oluşuna delil sayılmıştır. Ebû Saîd ayrıca gençlerle semâ yapmak, Kur’an ve hadis yerine şiir ve ilâhi okumakla da suçlanmıştır. Kerrâmîler, Şiîler ve Hanefîler onun aleyhinde bulunmuşlar, hatta kendisini Gazneli Sultan Mahmûd’a şikâyet etmişler, sultan da Nîşâbur âlimlerinden bu iddiaların doğru olup olmadığını araştırmalarını istemişti. Ebû Saîd onları ikna ederek muhaliflerini etkisiz hale getirmiş, hasımları ona hak vermek zorunda kalmışlar, bu olaydan sonra hiç kimse Nîşâbur’da sûfîler aleyhinde bulunmaya cesaret edememişti. Kuşeyrî de başlangıçta ondan şüphelenmiş, fakat daha sonra kendisini yakından tanıyınca itirazdan vazgeçmişti. Buna rağmen er-Risâle’sinde çağındaki büyük sûfîlerin isimlerini kaydettiği halde Ebû Saîd’in adını anmamıştır. Çağdaşı Hücvîrî Ebû Saîd’in büyük bir sûfî olduğunu belirtmiş ve önemine dikkat çekmiştir. Sübkî ise İbn Hazm ve Zehebî’nin onu kötülemelerine itibar edilmemesini söyleyerek Ebû Saîd’i yolu doğru, inancı sağlam bir âlim ve sûfî olarak tanıtır (Ṭabaḳāt, V, 307-308).

Bazı kaynaklarda İbn Sînâ ile mektuplaştığı, hatta kendisiyle görüştüğü, baş başa yaptıkları uzun bir görüşmeden sonra İbn Sînâ’nın, “Benim bildiklerimi o görüyor”; Ebû Saîd’in de, “Benim gördüklerimi o biliyor” dedikleri, böylece hakikate akılla da keşf ile de ulaşılabileceğini belirttikleri rivayet edilir (Saîd-i Nefîsî, s. 11; Abdülhüseyin Zerrînkûb, s. 62). Ebû Saîd, çetin bir riyâzet ve aşırı ibadetten sonra, her ikisini de terketmesi dışında, diğer davranışları ile Mevlânâ’ya çok benzemektedir. Nitekim o da Mevlânâ gibi semâı çok sevmekte ve bu amaçla sık sık toplantılar tertip ettirmekteydi.

Ebû Saîd 4 Şâban 440 (12 Ocak 1049) Cuma gecesi doğduğu yer olan Meyhene’de seksen iki yaşında vefat etti. Saîd-i Nefîsî, biri İran’da Türbet-i Haydar’ın 12 km. güneyinde, diğeri bugün Türkmenistan’ın Merv şehrinin güneybatısında olmak üzere Meyhene adlı iki yer bulunduğunu ve Ebû Saîd’in kabrinin burada hâlâ varlığını koruduğunu, Türbet-i Haydarî civarındaki Mihene köyünde de onun adına bir türbenin yapılmış olduğunu söyler (Süḫanân-ı Manẓûm-i Ebû Saʿîd-i Ebü’l-Ḫayr, s. 4). Şeyhin Nîşâbur’daki tekkesi 549’da (1154) Oğuzlar’ın Horasan’ı almalarına kadar varlığını korudu. Ebû Tâhir Saîd (ö. 479/1086), Ebü’l-Vefâ Muzaffer, Ebü’l-A‘lâ Nâsır (ö. 491/1098), Ebû Ali Mutahhar ve Ebü’l-Bekā Mufaddal (ö. 492/1099) adlarında beş oğlu olan Ebû Saîd’in soyundan bir bölümü Horasan’ın Oğuzlar tarafından ele geçirilişi sırasında öldürüldü, kılıçtan kurtulan diğerleri de çeşitli yerlere dağıldılar. Daha sonra bunların içinden birçok şeyh ve âlim yetişti (Saîd-i Nefîsî, s. 22-35). Ebû Saîd’in görüşlerini yayması için Şirvan’a gönderdiği Ebû Nasr-ı Şirvânî adlı müridi burada bir tekke kurarak irşad faaliyetine devam etmiştir. Bir başka müridi olan Ebû Amr-ı Beşkânî de (ö. 472/1080) şeyhinin görüşlerini Nesâ yakınındaki Beşkân’da yaymıştır.

Eserleri. Sağlığında müridleri tarafından sözlerinin tesbit edilmesini bile istemeyen Ebû Saîd’in sonradan ayrıntılı bir şekilde hal tercümesini yazan torunları, onun “Havrâ” adlı bir rubâîsi dışında (Esrârü’t-tevḥîd, s. 218) başka eserinin olmadığını kaydederler. Buna rağmen kütüphanelerde (meselâ bk. Süleymaniye Ktp., Nâfiz Paşa, nr. 484, vr. 4a-10b) yetmişi aşkın rubâîsini ihtiva eden el yazmaları vardır. Bunların büyük bir bölümü Saîd-i Nefîsî tarafından Süḫanân-ı Manẓûm-i Ebû Saʿîd-i Ebü’l-Ḫayr adıyla basılmıştır (Tahran 1334 hş.). Ancak bu rubâîler Ebû Saîd’in değil çoğu kendisinden sonra yaşamış olan Abdullah-ı Ensârî, Senâî, Attâr, Ömer Hayyâm, Fahreddîn-i Irâkī gibi şairlerin şiirleridir. Ayrıca Aynülkudât el-Hemedânî’nin Ebû Saîd’e atfettiği Meṣâbîḥ adlı eser de onun değildir. Ebû Saîd’in “Havrâ” adlı rubâîsi Muhammed el-Mağribî, Şah Ni‘metullāh-ı Velî ve adı bilinmeyen diğer bir kişinin şerhleriyle birlikte basılmıştır. Bunlardan başka Abdullah b. Mahmûd eş-Şâşî tarafından yapılan bir şerh daha vardır (bk. Süleymaniye Ktp., Mahmud Paşa, nr. 278/8). Bu rubâî dışında Ebû Saîd’in, sûfîlerin Tanrı’ya doğru mânevî yolculuklarında uğradıkları kırk konaktan söz eden Çihil Maḳām adlı bir risâlesi vardır. Bu risâle de Ali Hemedânî’ye atfedilmek istenmiştir. Ancak İstanbul kütüphanelerinde mevcut yazma nüshalarındaki ifadeler bu risâlenin Ebû Saîd’e ait olduğunu göstermektedir. Nüshalar arasındaki büyük farklar da Ebû Saîd’in söylediklerinin ayrı kişiler tarafından tesbit edilmesinden doğmuş olmalıdır. Çihil Maḳām’a ait bu metinleri Tahsin Yazıcı yayımlamıştır (İstanbul 1959). Risâle ayrıca, M. Dâmâdî tarafından Maḳāmât-ı Erbaʿîn adıyla neşredilmiştir (Maʿârif-i İslâmî [12 April 1971], s. 58-62; Ebû Saîd’in İbn Sînâ’ya ve İbn Sînâ’nın ona yazdığı mektuplar için bk. Süleymaniye Ktp., Pertev Paşa, nr. 617, vr. 179-188).

Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’ın hal tercümesine dair torunları tarafından iki menâkıbnâme yazılmıştır. Bunlardan ilki, Muhammed b. Ebû Ravh Lutfullah b. Ebû Saʿîd b. Ebû Tâhir b. Ebü’l-Hayr’ın (ö. 541/1147) Ḥâlât ü Süḫanân-ı Şeyḫ Ebû Saʿîd adlı eseri olup ilk defa V. Jukovski tarafından Petersburg’da (1899), ikinci defa Îrec Efşâr tarafından Tahran’da (1331 hş.) basılmıştır. İkincisi Muhammed b. Münevver b. Ebû Saîd’in (ö. 574-588/1178-1192 arası) Esrârü’t-tevḥîd fî maḳāmâti’ş-Şeyḫ Ebî Saʿîd adlı menâkıbnâmesidir. Bu eseri de önce Jukovski (Petersburg 1899), daha sonra Ahmed-i Behmenyâr (Tahran 1313 hş.) ve üçüncü olarak da Zebîhullah Safâ (Tahran 1332 hş.) neşretmiştir. İkinci eser Arapça ve Fransızca’ya da çevrilmiştir (bk. ESRÂRÜ’t-TEVHÎD).


BİBLİYOGRAFYA

Muhammed b. Ebû Ravh Lutfullah, Ḥâlât ü Süḫanân-ı Şeyḫ Ebû Saʿîd (nşr. Îrec Efşâr), Tahran 1331 hş.

Muhammed b. Münevver b. Ebû Saîd, Esrârü’t-tevḥîd fî maḳāmâti’ş-Şeyḫ Ebî Saʿîd (nşr. Zebîhullah Safâ), Tahran 1332 hş.

, IV, 188.

Hücvîrî, Keşfü’l-maḥcûb (nşr. Ahmed Rabbânî), Lahor 1387/1977, s. 171-172.

Aynülkudât el-Hemedânî, Temhîdât (nşr. A. Useyrân), Tahran 1341 hş., s. 155, 211, 275, 350.

, s. 300.

, s. 339-348.

, s. 44, 582.

Attâr, Teẕkiretü’l-evliyâʾ (nşr. Nicholson), Leiden 1905, I, 135, 179; II, 59, 135, 184, 205-207, 268, 322-337.

Nûrü’l-ʿulûm (nşr. ve trc. V. E. Berthels), Leningrad 1929, s. 155-224.

Yahyâ b. Ahmed el-Bâharzî, Evrâdü’l-aḥbâb ve fuṣûṣü’l-âdâb, Tahran 1340 hş., s. 84, 177, 206, 209, 213, 221, 256, 266.

Kazvînî, Âs̱ârü’l-bilâd, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), s. 360-361.

, XVII, 622.

, s. 784.

Sübkî, Ṭabaḳāt, Kahire 1950, IV, 10; V, 307-308.

, V, 46.

, II, 310, 444.

, II, 68.

, I, 371, 416, 437; II, 116-117, 157, 246, 261-269.

Gulâm Server, Ḫazînetü’l-aṣfiyâ, Naval Kishore 1312, s. 135.

Goldziher, Le Dogme et la loi de l’islam (trc. Felix Arin), Paris 1920, s. 143.

a.mlf., el-ʿAḳīde ve’ş-şerîʿa (trc. M. Yûsuf Mûsâ v.dğr.), Kahire 1959, s. 171.

R. A. Nicholson, Studies in Islamic Mysticism, Cambridge 1921, s. 1-76.

a.mlf., İslâm Sufileri (trc. Mehmed Dağ v.dğr.), Ankara 1976, s. 76.

Saîd-i Nefîsî, Süḫanân-ı Manẓûm-i Ebû Saʿîd-i Ebü’l-Ḫayr, Tahran 1334 hş., s. 4, 6, 11, 22-35, 36.

H. Ritter, Das Meer der Seele: Mensch, Welt und Gott in den geschichten des Farīduddīn Attār, Leiden 1955, bk. Fihrist.

a.mlf., “Abū Saʿīd b. Abi’l-K̲h̲ayr”, , I, 150-151.

, I, 604; II, 974-981.

, II, 235.

R. Gramlich, Die Schiitischen Derwisch orden Persiens, Wiesbaden 1965-76, I, 6, 8; II, tür.yer.

Şâfiî-yi Kedkenî, “Ḫânedân-ı Ebû Saʿîd-i Ebü’l-Ḫayr”, Nâme-i Mînovî, Tahran 1350 hş./1971.

J. S. Trimingham, The Sufi Orders in Islam, Oxford 1971, s. 53, 166, 182.

, s. 88, 116, 211, 235, 241-244, 433.

C. E. Bosworth, En Early Persian Sufi Shaykh Ebu Sa‘id of Mayhana, Toronto 1984, s. 6.

Abdülhüseyin Zerrînkûb, Cüst ü cû der Taṣavvuf-i Îrân, Tahran 1367 hş., s. 61-64.

C. H. Yûsufî, “ʿÂrifî ez Horâsân”, Mecelle-i Danişkede-i Dânişgâh-i Meşhed, sy. 5, Meşhed 1348 hş., s. 135-191.

Terry Graham, “Abu Sa‘id Abe’l-Khayr”, Sufi, sy. 17, London 1993, s. 14-19.

G. Böwering, “Abū Saʿīd Fazlallah b. Abi’l-Ḵayr”, , I, 377-378.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1994 yılında İstanbul’da basılan 10. cildinde, 220-222 numaralı sayfalarda yer almıştır.