Sözlükte “hurma ve benzeri şeyler için kabuğunu yırtıp çıkmak; belirli bir sınırı aşmak” anlamına gelen fısk veya füsûk kökünden türemiş bir sıfat olan fâsık, değişik mezheplere mensup âlimlerce yapılmış farklı tarifleri bulunmakla birlikte terim olarak “haktan sapan, Allah’ın emirlerine itaatten ayrılan âsi mümin veya kâfir” diye tanımlanabilir.
Fâsık kelimesinin Câhiliye döneminde terim olarak kullanılmadığı bilinmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de kök halinde yedi, çekimli fiil olarak on ve fâsık şeklinde de (ikisi tekil, diğerleri çoğul) otuz yedi yerde geçmektedir. Bazı âyetlerde yahudiler, hıristiyanlar, müşrikler ve münafıklardan söz edilirken çoğunun fâsık olduğu bildirilir (meselâ bk. el-Bakara 2/99; Âl-i İmrân 3/110; el-Mâide 5/47, 59; et-Tevbe 9/67). Diğer bazı âyetlerde ise fısk ve füsûk müminlere nisbet edilir (bk. el-Bakara 2/197, 282; en-Nûr 24/4). Âyetlerde belirtildiğine göre Allah fâsıklardan razı olmaz, yaptıkları malî hayırları kabul etmez ve kendilerini hidayete erdirmez; onları dünyada cezalandırdığı gibi âhirette de cehenneme atar. Yine bir kısım âyetlerde müminin fâsıkla eşit tutulmayacağı, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenlerin fâsık olduğu ve Kur’an’ı fâsıkların inkâr ettiği bildirilir ki bunlar kâfirler için verilmiş hükümlerdir. Bir grup âyette de leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilmiş, vurularak öldürülmüş, yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş, canavarlarca parçalanmış hayvanların etinin yenmesi ve fal okları ile kısmet aranması fısk olarak nitelendirilmiştir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “fsḳ” md.). Bu âyetleri tefsir eden âlimler Kur’an’da fıskın “inkâr etmek (küfr), şirk dışındaki günahları işlemek, yalan söylemek, sövmek, lakap takmak, Hz. Peygamber’in emrine muhalefet etmek” gibi mânalara geldiğini belirtmişlerdir (Taberî, IV, 135-140; İbnü’l-Cevzî, Nüzhetü’l-aʿyün, s. 464-465).
Fısk ve fâsık kelimeleri hadislerde ve sahâbe sözlerinde de geçmektedir. Hz. Peygamber mümine sövmenin günah (füsûk) olduğunu ve fıskla itham edilen kişinin fâsık olmaması halinde bu sıfatın itham edene döndüğünü söylemiş (Buhârî, “Edeb”, 44; Müsned, V, 181), nimetlere şükretmeyen ve belâlara tahammül göstermeyen kadınların fâsık ve dolayısıyla cehennemlik olduklarını, deccâl Medine’ye girdiğinde bütün fâsık ve münafıkların onun yanında yer alacağını haber vermiştir (Müsned, III, 428; IV, 338). Ashaba nisbet edilen bazı rivayetlerde onların Harûriyye’yi (bk. HÂRİCÎLER) fâsık olarak niteledikleri, âlimlerin fâsık olması durumunda sosyal dengenin bozulacağı ve fıskın çeşitli mertebelerinin bulunduğunu söyledikleri belirtilmektedir (Buhârî, “Tefsîr”, 18/5; Dârimî, “Muḳaddime”, 29; İbn Mâce, “Fiten”, 21; Tirmizî, “Îmân”, 15).
Kelâm ilminde fâsık terimine ilişkin tartışmalar II. (VIII.) yüzyılın başlarına kadar uzanır ve özellikle dinî statüleri açısından fâsıkların durumu “vaîdü’l-füssâk” başlığı altında incelenir. Fâsık kavramı etrafındaki tartışmaların müslümanlar arasında ihtilâfa konu teşkil eden ilk problemlerden olduğu kabul edilir (İbn Teymiyye, III, 182).
Hasan-ı Basrî, bazı Selef âlimleri ve Bekriyye’ye göre fâsık münafıktır. Zira fâsık, azabı gerektiren günahlar işlemek suretiyle Hz. Peygamber’i tasdik ettiğine dair verdiği sözde durmamıştır. Nitekim Resûl-i Ekrem yalan söylemenin münafıklık âlameti olduğunu belirtmiştir (Teftâzânî, II, 190). Ancak Hasan-ı Basrî’nin daha sonra bu görüşünden döndüğü söylenir (Sâbûnî, s. 80).
İlk defa Mu‘tezile’nin kurucusu Vâsıl b. Atâ, büyük günah işleyen müminin iman çerçevesi dışına çıktığını, fakat tasdik ve ikrar rükünlerini koruduğu için kâfir statüsüne girmeyip imanla küfür arasında yer alan fısk mertebesinde bulunduğunu ileri sürmüş ve bu görüşünün müslümanların icmâına dayandığını savunmuştur. Ona göre büyük günah işleyen kimse için Hasan-ı Basrî fâsık münafık, Hâricîler fâsık kâfir, Mürcie fâsık mümin, Şîa nimet küfrü içinde bulunan fâsık demek suretiyle onun fâsık olduğu hususunda birleşmişlerdir. Buna göre âlimlerin ihtilâf ettikleri hususlar bir yana bırakılıp ittifak noktaları ele alındığı takdirde büyük günah işleyenin fâsık kabul edilmesi gerektiği ortaya çıkar. Vâsıl b. Atâ’nın bu görüşü ortaya koymasından sonra İslâm âlimleri fısk ve fâsık kavramları üzerinde önemle durmaya başlamışlardır. Mu‘tezile âlimleri fıskı genellikle zina etmek, içki içmek, kasten adam öldürmek, hırsızlık yapmak gibi dinin büyük günah saydığı fiilleri işlemekten ibaret kabul etmişler ve bunları irtikâp edeni fâsık diye nitelemişlerdir. Bununla birlikte farklı görüşlere sahip Mu‘tezile âlimleri de vardır. Meselâ Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf’a göre İslâm’ın şiârından sayılan namaz, oruç ve hac gibi farzları yerine getirmeyenler fâsıktır. Ebû Hâşim el-Cübbâî sınırı daha da genişleterek farzları terkeden herkese fâsık adını vermiştir. Bu anlayışa bağlı olarak Mu‘tezile âlimlerinin bir kısmı meşrû halifeye karşı isyan etmeyi fısk kabul etmişler, dolayısıyla Hz. Ali’ye baş kaldıran Muâviye’ye fâsık nazarıyla bakmışlardır (İbnü’l-Murtazâ, el-Ḳalâʾid, s. 79). Mu‘tezile’ye göre fâsıkın dinî durumunu “menzile beyne’l-menzileteyn” ilkesi belirler. Bu ilkeye göre bir kişi ya kâfir ya mümindir veya ne mümin ne de kâfir olup imanla küfür arasında bir yerdedir; bu üçüncü durumda olan kimseye fâsık denir. Zira, “Allah küfrü, fıskı ve isyanı size çirkin göstermiştir” (el-Hucurât 49/7) meâlindeki âyette belirtildiğine göre küfür fiilini işleyen kimse kâfirdir; bu âyette isyan küçük günahları ifade eder; fısk da büyük günahı karşılayan bir kavramdır. Şu halde fâsıklar imanın da küfrün de dışında kalan üçüncü bir zümreyi teşkil eder. Bu sebeple fâsık mümin değildir; tövbe etmeden öldüğü takdirde âhirette kâfirlerle aynı muameleye tâbi tutularak ebediyen cehennemde kalır. Fâsıklar âhirette şefaatten de faydalanamaz. Çünkü Mu‘tezile’nin görüşüne göre büyük günah işlemeyi alışkanlık haline getiren kimselere şefaat etmek mâkul değildir.
Mu‘tezile’nin çoğunluğu fâsıkın mümin olmadığına dair pek çok delil ileri sürmüştür. Buna göre âyetlerde müminle fâsıkın eşit olmadığı ve fâsıkların cehenneme gireceği (es-Secde 32/18, 20), Allah’ın koyduğu sınırların dışına çıkanların cehenneme atılacağı, dolayısıyla fâsıkların da bu sınırları aştığı (en-Nisâ 4/14), fâsıkları da kapsamına alan mücrimlerin cehennem azabında kalacakları (ez-Zuhruf 43/74) bildirilerek fâsıklar vaîde konu teşkil etmişlerdir. Va‘d âyetleri ise sadece müminleri kapsamına almış, yaptıkları günahlar iyiliklerini yok ettiğinden fâsıkları kapsam dışında bırakmış ve sonuçta tövbe etmedikçe onların affedilmeyeceğine işaret edilmiştir (en-Nisâ 4/31). Hadislerde zina, içki, hırsızlık gibi fiilleri işleyenlerin mümin olmadıkları açıkça ifade edilmiştir. Fâsıkın mümin diye nitelendirilmesi bir bakıma onun kötülüğe teşvik edilmesi anlamına geldiği gibi, ilâhî buyruklara itaat etmediğinden iyi hasletleri kalmayan fâsıkın âhirette mükâfat görmesi de akla uygun değildir (Kādî Abdülcebbâr, s. 630, 647-649, 660-667, 683-686, Nesefî, II, 769; Teftâzânî, II, 189). Mu‘tezile’ye göre halkının çoğu fâsıklardan oluşan ülke dârü’l-fısktır, bu ülkede yaşayan müminlerin hicret etmesi gerekir. İslâm dinine mensup olan bir fâsık mümin sayılmamakla birlikte nikâh, miras gibi dünyevî hükümler bakımından mümin muamelesine tâbi tutulur.
Hâricîler büyük günah işleyen herkesin fâsık, her fâsıkın da kâfir olduğunu ileri sürerler. “Artık bundan sonra kim inkâr ederse işte onlar fâsıklardır” (en-Nûr 24/55); “Münafıklar fâsıklardır” (et-Tevbe 9/67); “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar kâfirlerdir… fâsıklardır” (el-Mâide 5/44, 47) meâlindeki âyetlerde her fâsıkın kâfir olduğu bildirilmiştir.
Şîa’ya göre fâsık nefsânî arzularını tatmin amacıyla büyük günah işleyen kimsedir. Fâsık dinin emir ve yasaklarını hafife alacak derecede günaha dalar, te’vil edilemeyecek şekilde fıskını izhar ederse kâfir olur.
Mürcie’ye göre büyük günah işleyen mümine mutlak mânada olmasa da fâsık denilebilir. İmanın mahiyeti tasdikten ibaret olduğuna göre fâsık müminin imanı eksik değil tamdır.
Selefiyye âlimleri fısk ve fâsık terimlerini benzer şekillerde tarif etmekle birlikte farklı görüşler ileri sürenler de olmuştur. İbn Hazm fıskı müminin farzları terkedip kötü ameller işlemesi diye açıklamıştır. Aynı âlim imanın farklı mânalar için kullanılan bir terim olduğunu düşünür. Buna göre küfrün zıddına da fıskın zıddına da iman denir. Büyük günah işleyen kimse, amel mânasındaki imanın zıddı olan fıska düşmüş sayılır. Küçük günahlar ise fısk kapsamına dahil değildir. Dolayısıyla fısk ile küfür farklı muhtevalara sahiptir. Şu halde fâsık büyük günah işleyen mümine verilen isimdir. Fâsık olan mümin kâmil olmayan bir mümindir (el-Faṣl, III, 255, 274, 279-280). Fısk inkâr etmeyi ve günah işlemeyi kapsayan bir kavram olduğundan her kâfir fâsıktır, fakat her fâsık kâfir değildir. İbn Hazm, Allah’a ve peygamberine karşı çıkma maksadı taşımadan hatalı te’viller yapanları ve ashaba sövenleri de fâsık kabul etmiştir (a.g.e., III, 300, 301). Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ “mümin fâsık” (el-fâsıku’l-millî) ifadesini kullanarak mutlak fâsık olan kâfiri müminden ayırmıştır. Ona göre mümin olan fâsık iman esaslarını benimseyip dil ile ifade ettiği halde namaz dışındaki farzları terkeden, haramları işleyen kimsedir ve imanı eksiktir. Zira amel imanın unsurlarından biridir. Böyle bir mümine dindar, müttaki, muhlis gibi sıfatlar verilemez. Bunlara emir bi’l-ma‘rûf ve nehiy ani’l-münker ilkesinden hareketle öğüt verilmelidir. Fâsık müminin muhalefeti icmâın teşekkülünde dikkate alınmaz (el-Muʿtemed, s. 188-189, 196, 272-273). Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, küçük günahları da fıskın kapsamına alarak her günahkârı fâsık kabul etmiş görünmektedir (Zâdü’l-mesîr, I, 211). Takıyyüddin İbn Teymiyye, mümin olan fâsık konusunda İbn Hazm ve Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ’nın görüşlerine katılmıştır. M. Reşîd Rızâ ise fıskı “yasaklanmış fiillerden birini yapmak suretiyle şeriatın koyduğu sınırların dışına çıkma” şeklinde tarif etmiştir. Ona göre Kur’an’da üzerinde durulan fısk, Allah’ın yaratıkları hakkında koyduğu fıtrat ve hidayet çizgisinden ayrılmaktır. Şer‘î bir terim olarak küfrün dışındaki günahlardan birini işleyen kimseye fâsık denir (Tefsîrü’l-Menâr, I, 238-239, 395).
Eş‘ariyye âlimlerinin fısk ve fâsık terimlerine ilişkin açıklamaları da az çok farklılık gösterir. Bâkıllânî’ye göre fısk ilâhî emirlere isyan edip hak yoldan çıkmaktır. Fâsık ise sürekli fısk içinde kalan ve büyük cezaya müstahak olan kişiyi ifade eder (Semîre Ferhât, s. 342-343). Abdülkāhir el-Bağdâdî, günah (mâsiyet) çeşitlerinden biri olarak gösterdiği fıskı “büyük günah işlemek veya mazereti bulunmaksızın farzları terketmek” diye tanımlamıştır (Uṣulü’d-dîn, s. 268). Fahreddin er-Râzî’ye göre fısk dinin koyduğu sınırların dışına çıkmaktır. Bütün günahlar fıskın kapsamına dahildir. Fâsık, Allah’a itaat etmekten büyük ölçüde çıkıp dinin sınırlarını aşan kimsedir (Mefâtîḥu’l-ġayb, III, 200; V, 165). Râgıb el-İsfahânî’ye göre az veya çok olsun her günah fısktır. Fâsık ise şeriatın hükümlerini benimseyip ikrar ettikten sonra bunların tamamını veya bir kısmını ihlâl eden kimsedir. Kâfire de fâsık denilir (el-Müfredat, “fsḳ” md.). Teftâzânî ise fıskı “herhangi bir ilmî te’vile dayanmadan büyük günah işlemek veya küçük günahları çokça yapmak” şeklinde tanımlayarak halifeye karşı isyan etmeyi fısk kapsamı dışında tutmuş, buna karşılık Ehl-i sünnet’e muhalif olan ehl-i bid‘atı fâsık hükmünde kabul etmiştir (Şerḥu’l-Maḳāṣıd, II, 198). Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, Eş‘ariyye âlimlerinin fâsık mümini de kâmil mümin kabul ettiklerini, araya te’vil yöntemini koyarak ölçüyü genişlettiklerini ve bazı Eş‘arîler’in icmâda fâsıkın muhalefetine itibar ettiklerini kaydeder (el-Muʿtemed, s. 188, 268, 272).
Mâtürîdiyye’ye gelince, Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’ye göre fâsık kelimesi tıpkı fâcir gibi mutlak olarak kullanıldığı zaman kâfir anlamına gelir. Bununla birlikte fısk verilen emrin dışına çıkmak demektir ve müminin de bazan ilâhî emirlerin dışına çıkması mümkün olduğundan fâsık her zaman kâfirle eş anlamlı kabul edilmemelidir; zira büyük günah işleyen mümin karşılığında da kullanılır (Kitâbü’t-Tevḥîd, s. 334, 337, 343, 353). Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Mâtürîdî’nin görüşlerine açıklık getirerek fâsıkı “mutlak fâsık” ve “mümin fâsık” olarak iki kısma ayırmıştır. Mutlak fâsık ilâhî emirlere hiçbir noktada itaat etmeyen ve her bakımdan âsi olan kimsedir ki buna kâfir denir. Mümin fâsık ise iman esaslarını tasdik ettiği halde tembellik, gaflet ve şehvet sebebiyle ilâhî buyruklardan birine itaat etmeyen kişi olup sadece bir veya birkaç noktada fısk içinde bulunur. Bu tür bir itaatsizlik sahibinin imanını yok etmediğinden bu mânadaki fâsık mümindir (Tebṣıratü’l-edille, II, 768, 770). Bir kısım Mâtürîdî âlimlerine göre icmâın oluşmasında fâsık müminin muhalefetine itibar edilir (Ebû Ya‘lâ, s. 272).
Fâsık ve fısk terimlerinin tarifleriyle kapsamları konusunda bazı farklı görüşler benimsemelerine rağmen hemen bütün Ehl-i sünnet âlimleri ehl-i kıbleden olan fâsıkın mümin olduğu noktasında ittifak etmişlerdir. Sünnî âlimleri bu görüşlerini, naslarda şirk ve inkâr dışındaki günahların imanı yok ettiğinin bildirilmemesi, bazı âyetlerde fısk ile eş anlamlı olan zulmü (günah) Allah’ın affedeceğinin açıklanması (er-Ra‘d 13/6), fısk içinde mütalaa edilen günahları işleyenlerden mümin adının kaldırılmaması (el-Hucurât 49/9), müminlerin salih olan ve olmayan gruplarına ayrılması (et-Talâk 65/2; et-Tahrîm 66/4), ehl-i kıbleden olan fâsıklara dünyevî işlerde müslüman muamelesi yapılıp mürted sayılmaması gibi delillere dayandırmışlardır (bk. KEBÎRE). Sünnî âlimlerine göre fâsık mümin işlediği günaha göre kısas, had, ta‘zîr vb. cezalara çarptırılır. Tövbe etmeden öldüğü takdirde durumu Allah’ın iradesine bağlı olup dilerse doğrudan doğruya veya şefaatçilerin şefaatiyle onu affeder, dilerse cehennemde azaba uğrattıktan sonra cennete koyar.
Fâsık hakkında Hasan-ı Basrî, Mu‘tezile, Havâric, Şîa ve Mürcie tarafından ileri sürülen görüşler Ehl-i sünnet âlimlerince naslara aykırı bulunup eleştirilmiştir. Bu âlimlere göre münafık aslında inanmadığı halde inanmış görünen ve hiçbir zaman ilâhî rahmeti ummayan kimsedir, fâsık mümin ise affedileceği ümidini taşır. Bundan dolayı fâsık mümini münafıkla bir tutmak isabetsizdir. Her münafık fâsık olmakla birlikte her fâsık münafık değildir. Mu‘tezile ile Hâricîler’in bütün fâsıkların iman dairesinden çıktığını iddia etmeleri nasları yanlış yorumlamalarından kaynaklanmıştır. Zira her iki mezhebe mensup âlimlerin görüşlerine delil olarak getirdikleri naslarda söz konusu edilen fâsıklar, Allah’ın gönderdiği kitaptan yüz çeviren ve diğer iman esaslarını inkâr eden kimselerdir (meselâ bk. el-Bakara 2/26; el-Mâide 5/47; es-Secde 32/18-20), bunların kâfir olduğunda ise şüphe yoktur. Dinî literatürde müminlere de zaman zaman fâsık denilmesi, ilâhî buyruklara inanmamalarından dolayı değil onların bir kısmını yerine getirmemek suretiyle şeriatın sınırları dışına çıkmış olmalarındandır. İlâhî emirler iman ve amel olmak üzere ikiye ayrıldığına göre ikisine de uyan kâmil mümindir, ameli eksik olan ise fâsık mümindir. Zira fısk daha çok amelle ilgili bir kavramdır. Eğer bu anlamdaki fâsık kâfir olsaydı onun dünyada mümin muamelesi görmemesi ve mürted kabul edilmesi gerekirdi. Halbuki Hâricîler’in çoğunluğu ile Mu‘tezile grupları bile fâsık mümine kâfir muamelesi uygulamamıştır. Nitekim naslarda da insanın ya mümin veya kâfir olduğu bildirilmiş, bu ikisi dışında başka bir zümrenin bulunmadığına işaret edilmiştir (Mâtürîdî, s. 336; İbn Hazm, III, 276-284; Nesefî, II, 769). Şunu da belirtmek gerekir ki fâsıkların ceza ile tehdit edilmesi konusunda gevşek davranmanın onları günah işlemeye teşvik ettiği yolundaki iddialar da naslara dayanmayan sübjektif değerlendirmelerdir. Sonuç olarak her kâfir ve münafıkın fâsık olduğuna, fakat her fâsıkın kâfir ve münafık olmadığına, iman ettiği halde ilâhî emirlere itaatsizlik gösteren fâsıkın mümin kabul edilmesi gerektiğine dair görüş naslara daha uygun görünmektedir.
İslâm hukukunda fısk, adâlet vasfının karşıtı bir terim olarak kelâm ilmindekine benzer bir yaklaşımla kişinin büyük günahları işlemesi, küçük günahları işlemekte ısrar etmesi veya farzları terketmesi, haramları işlemesi ve kötü davranışlarının iyi davranışlarından daha çok olması şeklinde zâhirî bir vasıf olarak anlaşılır. İslâm hukukunda fısk tek başına bir ehliyetsizlik sebebi görülmemekle birlikte gerek kamu hukukuna gerekse özel hukuka ilişkin bazı konularda fâsıkın hak ve yetkilerinin belli ölçüde kısıtlanıp kısıtlanmayacağı tartışılmıştır. Kelâm ve fıkıh literatüründe fâsıkla ilgili önemli tartışmalardan biri de onun devlet başkanlığı görevine getirilmesinin veya göreve devamının câiz olup olmadığı meselesidir. Kelâmcıların ve fakihlerin genel görüşü devlet başkanında adalet vasfının bulunmasının şart olduğu, fâsıkın kamu velâyet hakkı bulunmaması sebebiyle bu görevi üstlenemeyeceği yönünde ise de fâsıkın namazda imâmetinin ve ordu kumandanlığının câiz oluşuna kıyasen devlet başkanlığının da câiz olacağı, zaruret halinde câiz görülebileceği veya başka ehil kimse bulunamazsa fâsıklar içinde en ehveninin devlet başkanı olabileceği şeklinde farklı görüşler de mevcuttur. Ayrıca devlet başkanında aranan adalet yani fısktan uzak olma şartının kısmen izâfî bir karakter taşıması sebebiyle bunun bir üstünlük ve öncelik şartı olarak anlaşılması da mümkün görünmektedir. Devlet başkanının göreve geldikten sonra fısk sayılan söz ve davranışlarda bulunması halinde ise Hâricîler’e, Şîa’ya, Mu‘tezile’nin cumhuruna ve bazı Ehl-i sünnet âlimlerine göre görevinden düşmüş (mün‘azil) sayılır ve değiştirilmesi gerekir. Ancak bunun hangi yolla gerçekleştirileceği hususunda farklı görüş ve öneriler mevcuttur. Mâverdî fıskı bu bağlamda ikiye ayırmakta, devlet başkanının haramları işlemesi veya farzları terketmesi şeklindeki fiili ve açık fıskını hem devlet başkanı olmaya hem de göreve devama engel sayarken, şüphe ile karşılanan fakat te’vil edilmesi mümkün bulunan inanç bozukluğunu veya aykırı görüşlere sahip olmasını çoğunluğun göreve devama engel görmediğini belirtmektedir (el-Aḥkâmü’s-sulṭâniyye, s. 24). Ebû Ya‘lâ iki anlamdaki fıskın da göreve devama engel teşkil etmeyeceğini, hatta bunu göreve gelmeye engel görmeyen âlimlerin de bulunduğunu ifade eder (el-Aḥkâmü’s-sulṭâniyye, s. 20-21). Ehl-i sünnet âlimlerinin ve fakihlerin çoğunluğu ise fâsık olan devlet başkanının azledilmesinin gerekmediği, icraatının geçerli olup arkasında cuma ve bayram namazlarının kılınabileceği, ancak onun apaçık küfür sayılan ve dini inkâr mânası taşıyan söz ve davranışlarda bulunması halinde azledilmesinin gerekeceği görüşündedir. Şüphe yok ki bu görüşte, ilk dönemlerden itibaren müslümanlar arasında süregelen siyasî iktidar kavgalarının ve meşruiyet tartışmalarının ümmet içinde derin yaralara yol açmış olmasını göz önünde bulunduran fakihlerin, ayrılık ve çekişmeyi doktrin bazında olsun önleyebilmeye ve toplumsal birlik huzur ve düzeni korumaya öncelik vermiş olmasının önemli ölçüde payı vardır.
Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî fakihlerine göre fâsık velâyet hakkını kaybeder, kadı olarak tayin edilemez. Hanefîler’e göre ise fâsık ihtiyaç dolayısıyla kadı tayin edilmişse verdiği kararlar geçerli olur, ancak böylesinin kadılığa getirilmemesi daha uygundur. Şahitlikte, başkasının hakkına ilişkin bir olaya veya bilgiye kişinin duyu organları vasıtasıyla muttali olması (tahammül) safhası ile bunu mahkeme huzurunda açıklaması (edâ) safhası mahiyet ve sonuçları itibariyle farklılık arzeder. Bu sebeple fâsıkın tahammül yönüyle şahitliğinin geçerliliği fakihler arasında tartışmalı iken edâ safhasındaki şahitliğinin geçerli olmadığı hususunda hemen hemen görüş birliği vardır. Şahidin hangi tür söz ve davranışlarının onun adl sıfatını kaldıran türde bir fısk sayılacağı konusunda ise çok farklı ölçü ve görüşlere rastlanır. Hanefîler’in nikâh akdinde fâsıkın şahitliğini geçerli saymaları bunu sadece tahammül şahitliği çerçevesinde görmeleriyle açıklanabilir. Yine de Hanefîler’in, fâsıkın edâ safhasındaki şahitliği konusunda daha müsamahakâr düşündükleri söylenebilir. Nitekim Ebû Yûsuf’un, insanlar nezdinde itibarını yitirmemiş fâsıkın şahitliğinin kabul edileceğini söylerken şahidin doğru sözlülüğünü doğrudan etkilemeyecek fısk hallerini ayrı bir grupta mütalaa ettiği görülür. Hanefîler, kazf haddi cezasına çarptırılan fâsıkın tövbe etse bile şahitliğinin geçerli olmadığına hükmederken Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî fakihleri böyle bir fâsıkın şahitliğini geçerli saymışlardır (Vehbe ez-Zühaylî, VIII, 655).
Fâsık ahvâl-i şahsiyye alanında kendi haklarını kullanırken, fıskı sebebiyle ehliyetinde herhangi bir kısıtlamaya mâruz bırakılmamakla birlikte, onun bu durumundan üçüncü şahısların haklarının doğrudan etkilenebileceği alanlarda birtakım kısıtlamaların getirildiği görülür. Meselâ fakihlerin çoğunluğu fâsıkın ehliyetsizler üzerindeki velâyetini geçerli görürken Şâfiî ve Hanbelîler genelde aksi görüştedirler. Buna karşılık fâsıkın mal üzerindeki velâyetinin geçerliliğinde önemli bir görüş ayrılığı yoktur. Çünkü bu velâyette kişinin fısktan çok sefeh ve hıyanetten uzak olması önem arzeder. İslâm hukukçuları, evlilikte kadının lehine olmak üzere gözetilmesi gereken denkliğin dindarlık açısından da aranacağı, bu yüzden fâsık erkeğin dindar kadına denk olamayacağı görüşündedir. Hanefîler’den İmam Muhammed’e göre ise fısk çok alenî ve yaygın olmadıkça eşler arası denkliğe engel teşkil etmez. Fâsıka aile hukuku alanında vesâyet, hidâne gibi hak ve sorumlulukların yüklenmeyeceği şeklindeki görüşler de ilgili şahısların, meselâ küçük ve yetimlerin haklarının korunmasını amaçlar. İslâm hukukçuları, bu konularda mutlak anlamda fıskı değil bu hak ve sorumluluğun amacına ters düşen türden fıskı engel görerek hâkime bu alanda takdir yetkisinin verilmesinden yanadırlar. Mâlikî ve Hanbelî fakihleri bazı kötü sonuçların doğmasını önlemek amacıyla fâsık lehine vasiyet ve vakıf gibi tek taraflı kazandırıcı işlemleri de doğru bulmazlar. Bu gibi konularda İslâm hukukçularının, genellikle kişinin dışa akseden ve fısk kapsamında görülen söz ve davranışlarını yani zâhirî fıskını ölçü almaya çalıştıkları görülür. Yine de fıskın çeşitli açılardan izâfî, sübjektif ve takdirî bir karakter taşıdığı, bu sebeple de fıkıh alanında öngörülen bu tür kısıtlamaların hukukî olmaktan çok ahlâkî hüküm ve tedbirler grubunda mütalaa edilmesi gerektiği söylenebilir.
BİBLİYOGRAFYA
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “fsḳ” md.
Lisânü’l-ʿArab, “fsḳ” md.
Fîrûzâbâdî, el-Ḳāmûsü’l-muḥîṭ, “fsḳ” md.
Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât, s. 692-693.
Tehânevî, Keşşâf, II, 1132.
M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “fsḳ” md.
Müsned, I, 257, 439; II, 541; III, 428; IV, 338; V, 181.
Dârimî, “Muḳaddime”, 29.
Buhârî, “Îmân”, 36, “Edeb”, 44, “Tefsîr”, 9/5, 18/5.
Müslim, “Ḥac”, 66, 67.
İbn Mâce, “Fiten”, 21.
Tirmizî, “Îmân”, 15, “Fiten”, 47.
Taberî, Câmiʿu’l-beyân (Şâkir), I, 409; IV, 135-140.
Eş‘arî, Maḳālât (Ritter), s. 141, 267, 269-274.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevḥîd, s. 334-337, 343, 353.
Kādî Abdülcebbâr, Şerḥu’l-Uṣûli’l-ḫamse, s. 630, 633, 647-649, 650, 657, 660-661, 664, 665, 666-667, 683, 686, 688.
Bağdâdî, el-Farḳ (Kevserî), s. 18, 87, 101, 104, 113, 124, 125, 192.
a.mlf., Uṣûlü’d-dîn, s. 190-191, 268.
Mâverdî, el-Aḥkâmü’s-sulṭâniyye (nşr. Ahmed Mübârek el-Bağdâdî), Küveyt 1409/1989, s. 5, 13, 24.
İbn Hazm, el-Faṣl (Umeyre), III, 76, 179-180, 255, 273, 274, 276-277, 278, 279, 280, 282, 284-285, 287, 291, 300-302; IV, 82, 103; V, 20, 29, 31.
Ebû Ya‘lâ, el-Aḥkâmü’s-sulṭâniyye, Beyrut 1403/1983, s. 19, 20-21.
a.mlf., el-Muʿtemed fî uṣûli’d-dîn (nşr. Vedî‘ Zeydân Haddâd), Beyrut 1974, s. 188-189, 196, 215, 216, 243, 268, 272-273, 276.
Ebû Ca‘fer et-Tûsî, el-İḳtiṣâd fîmâ yeteʿalleḳu bi’l-iʿtiḳād, Bağdad 1979, s. 206, 218.
Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, Uṣûlü’d-dîn (nşr. H. Peter Linss), Kahire 1383/1963, s. 190-191.
Nesefî, Tebṣıratü’l-edille (Salamé), I, 40, 359; II, 766, 768, 769, 770, 771, 778, 792, 888-889, 894.
Sâbûnî, el-Bidâye, s. 80.
Kâsânî, Bedâʾiʿ, VI, 268.
İbnü’l-Cevzî, Nüzhetü’l-aʿyün, s. 464-465.
a.mlf., Zâdü’l-mesîr, I, 56, 211.
Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, II, 147; III, 200; V, 165.
Âmidî, Ebkârü’l-efkâr, Süleymaniye Ktp., Damad İbrâhim Paşa, nr. 807, II, vr. 641b, 642a-b, 644a-b.
İbn Teymiyye, Mecmûʿu fetâvâ, III, 151-152, 182, 230; VII, 484, 524, 670-672.
a.mlf., Minhâcü’s-sünne (nşr. M. Reşâd Sâlim), [Riyad] 1406/1986, V, 284-285, 286, 296.
Teftâzânî, Şerḥu’l-Maḳāṣıd, II, 168, 189-190, 198, 226.
İbn Ferhûn, Tebṣıratü’l-ḥükkâm (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Kahire 1406/1986, I, 18, 172-173.
Cürcânî, Şerḥu’l-Mevâḳıf, II, 459-460.
İbnü’l-Murtazâ, Ṭabaḳātü’l-Muʿtezile, s. 4, 5, 8, 17, 20, 37-38.
a.mlf., el-Ḳalâʾid fî taṣḥîḥi’l-ʿaḳāʾid (nşr. Albert N. Nader), Beyrut 1986, s. 79, 80, 132-133, 152.
İsmâil Hakkı Bursevî, Furûḳu Ḥaḳḳī, İstanbul 1310, s. 163.
Şevkânî, Fetḥu’l-ḳadîr, I, 57-58; II, 45; V, 64.
Reşîd Rızâ, Tefsîrü’l-Menâr, I, 238-239, 241, 395; II, 227; IX, 35.
M. Mustafa Şelebî, Aḥkâmü’l-üsre fi’l-İslâm, Beyrut 1397/1977, s. 255-257, 744, 772.
Muhammedî er-Reyşehrî, Mîzânü’l-ḥikme, Kum 1362-63 hş./1403-1405, VII, 483.
Zühaylî, el-Fıḳhü’l-İslâmî, VIII, 655.
Semîra Ferhât, Muʿcemü’l-Bâḳıllânî, Beyrut 1411/1991, s. 342-343.
Th. W. Juynboll, “Fâsık”, İA, IV, 596.
L. Gardet, “Fāsıḳ”, EI2 (İng.), II, 833-834.
M. Akif Aydın, “Anayasa”, DİA, III, 162.
Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1995 yılında İstanbul’da basılan 12. cildinde, 202-205 numaralı sayfalarda yer almıştır.