GABN

İki taraflı akidlerde karşılıklar arasında değer yönünden denksizliği ifade eden İslâm hukuku terimi.

Müellif:

Gabn (gaben) kelimesi sözlükte “bir şeyi unutmak, gizlemek, yanlış yapmak, alışverişte eksik ödeme ile karşı tarafı aldatmak; eksiklik ve zayıflık” anlamlarına gelir. İslâm hukukunda ise genelde iki taraflı akidlerde karşılıklar arasındaki, özelde ise satım akdinde satılan şeyle fiyatı arasındaki değer yönünden farklılık ve denksizliği ifade eder.

Gabn terim anlamını, İslâm hukuk terminolojisi ve literatürünün oluştuğu ileriki dönemlerde kazanmış olmakla birlikte kelimenin ilk devirlerden itibaren örfte, “bir malı değerinin altında bir bedelle satma veya değerinden fazla bir bedelle satın alma ve bu şekilde aldanma” mânasında kullanıldığı görülür. Kur’ân-ı Kerîm’de bir âyette, bu kökten türeyen ve içinde bulunduğu sûreye adını veren “tegābün” kelimesi geçmekte olup (et-Tegābün 64/9) burada âhiret gününün “tegābün günü” olduğu belirtilir. Kelimeye verilen birçok farklı anlamın ana temasını kâfirlerin imana karşı küfrü, âhirete karşı dünyayı tercih etmeleri sebebiyle sonuçta zararlı, müminlerin de kârlı çıktığı fikri oluşturur (Buhârî, “Tefsîrü’l-Ḳurʾân”, 64; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, IV, 1815). Hadislerde gabn kelimesi ve türevlerinin çok az geçtiği ve hepsinde de bu örfî mâna çerçevesinde, alışverişte bir mala değerinin altında ödeme yaparak karşı tarafı aldatmanın kastedildiği görülür (, II, 44, 129; III, 376; Buhârî, “Büyûʿ”, 47; İbn Mâce, “Aḥkâm”, 24).

Gabnin İslâm hukukunda kazandığı terim anlamına ve bu konuda yapılan doktriner tartışmalara ışık tutacak hadis sayısı oldukça azdır. Bunlardan birinde, sahâbeden bir kişinin alışverişte devamlı aldandığından şikâyet ederek Resûlullah’a başvurduğunda Hz. Peygamber’in ona, “Alışveriş yaptığında ‘aldatma yok’ de” buyurduğu rivayet edilir (Buhârî, “Büyûʿ” 48; Müslim, “Büyûʿ”, 48). Hadisin sünenlerdeki rivayetinde, Habbân b. Münkız adlı bu sahâbînin aklında zayıflık olduğu ve aile fertlerinin Resûl-i Ekrem’e onun hacir altına alınması isteğiyle başvurduğu, Hz. Peygamber’in de Habbân’ı çağırıp bu durumda alışveriş yapmaması gerektiğini söylediği, fakat bu sahâbînin, “Yâ Resûlellah! Ben alışveriş yapmadan duramam” demesi üzerine Hz. Peygamber’in yukarıdaki tavsiyede bulunduğu kaydedilir (Ebû Dâvûd, “Büyûʿ”, 66; Tirmizî, “Büyûʿ”, 28; Şevkânî, V, 206-208). İbn Mâce’nin rivayetinde, Habbân’ın devamlı gabne mâruz kaldığı ifadesi yer almakla birlikte bunun sürekli olarak başkaları tarafından aldatıldığı şeklinde değil pazarda uygun malı uygun fiyat ve şartlarla satın alamadığı, bu yüzden de zarar ettiği şeklinde anlaşılması yerinde olur. Hadisin devamında, Hz. Peygamber’in bu sahâbîye satın aldığı her mal için üç gece muhayyerlik hakkı tanıdığı, bu süre zarfında aldığı malı beğenmediği takdirde sahibine iade edebileceğini söylediği de rivayet edilir (İbn Mâce, “Aḥkâm”, 24).

Bu olay hemen hemen bütün hadis mecmualarında bazı ifade ve ayrıntı farklılıklarıyla yer alır. Öyle anlaşılıyor ki, alışverişinde gerektiği şekilde dikkatli ve tedbirli davranamadığı için sürekli aldanan ve zarar eden bu sahâbînin ehliyeti kısıtlanmamış, fakat onun “aldatma yok” diyerek alışveriş yapmasının karşı taraf için bir uyarı olduğu, bu sahâbîye de üç günlük muhayyerlik hakkı kazandıracağı belirtilerek mâkul bir çözüm getirilmiştir. “Aldatma yok” ifadesinin, o günün ticarî örfünde aldatmadan doğan bir muhayyerlik şartı ileri sürme olarak kabul edildiği anlaşılmaktadır. Gabn ve gabnin akde tesiri konusunda sünnette bol malzeme bulunmamasının yanı sıra hukukun her alanındaki görüş ve hükümlerin Kur’an ve Sünnet’le irtibatlandırılması geleneğinin de tabii sonucu olarak bu hadis gabn, hacr, muhayyerlik gibi konularda İslâm hukukçuları için önemli bir kaynak teşkil etmiş, bu konularda farklı görüşlere sahip fakihler ve hukuk ekollerinin her biri tarafından farklı yorumlara tâbi tutulmuştur.

İslâm hukuku ilk dönemlerde, müslümanların fert ve toplum olarak karşı karşıya kaldıkları canlı problem ve ihtiyaçlara çözümler şeklinde geliştiği ve meseleci bir metotla tedvin edildiği için başlangıçtan itibaren muamelât (borçlar), özellikle de alışveriş hukukunun literatürde ayrıntılı bir şekilde ele alındığı ve geniş bir yer tuttuğu görülür. Borçlar hukukunun diğer kavramları gibi gabnin de terim anlamı kazanıp zengin doktriner tartışmalara konu olması bu gelişim seyrinin tabii sonucudur. İslâm hukukunda gabn sadece satım akdine mahsus olmayıp iki taraflı bütün akidlerde söz konusu olabilir. Bununla birlikte satım akdi muamelât hukukunun model akdi olarak ayrıntılı şekilde ele alındığı, doktriner tartışmalar ve kavram hukukçuluğu da bu akid üzerinde örneklendirildiği için literatürde gabnle ilgili görüş ve tartışmalara genelde bu bölümde rastlanır. Ancak gabn konusu, akdin kuruluşu açısından rızâ ve irade beyanı kavramlarıyla, kaynağı itibariyle hata, galat ve aldatma ile (hile, tağrîr), sonuçları itibariyle de muhayyerlik ve fesihle yakın ilgisi bulunduğundan ayrı bir başlık altında değil bu konularla iç içe olarak işlenir. Öte yandan gabn, akidde iki bedel arasındaki değer farklılığı şeklinde tanımlandığından gabnin sadece iki tarafa da karşılıklı borç yükleyen bey‘, icâre, şirket, kısmet, sulh gibi ivazlı akidlerde (muâvazât) söz konusu edileceği açıktır.

Akid yapılırken karşılıklı rızânın bulunması ve korunması Kur’ân-ı Kerîm’de (en-Nisâ 4/4, 29) ve Hz. Peygamber’in hadislerinde değişik vesilelerle sık sık vurgulandığı gibi İslâm borçlar hukukunda da temel ilke olarak benimsenmiş, rızâyı zedeleyen veya yok eden her türlü dış etkiye karşı önlem alınmaya çalışılmıştır. Öte yandan akidlerin kuruluşunda ve işleyişinde tarafların rızâlarının bulunması kadar rızânın sıhhati, yani bozucu sebeplerden uzak olması da önem taşır. Bundan dolayı akidleşmede rızânın sakat ve ârızalı olarak mevcut bulunduğu hata, galat, hile (tedlîs, tağrîr) ve ikrah halleri İslâm hukukunda “irade ayıpları” olarak adlandırılır ve ayrı bir önemle ele alınır. Ancak rızâyı sakatlayan durumlar sadece bu sayılanlarla sınırlı değildir. İki taraflı bir akidde edimler arasında değer yönünden mâkul bir denkliğin bulunması, hem bu tür akidlerin tabiatı gereğidir, hem de tarafların ön kabul ve şartı konumundadır. Dolayısıyla bu tür akidlerde değer farklılığı belli bir ölçüyü aştığında bundan bir tarafın zarar gördüğü ve esasında böyle bir farklılığa da rızâsının bulunmadığı var sayılabileceğinden, gabnde rızâyı sakatlayan iç veya dış bir sebebin bulunup bulunmadığının incelenmesi önem kazanmıştır.

Öte yandan akid ve hukukî işlemlerde rızânın korunması, rızâ ile irade beyanı arasındaki uyumun araştırılmasının yanı sıra beklenmedik ve hak edilmeyen zararların önlenmesi, açıklık ve dürüstlüğün sağlanması da önem taşır. İslâm’da faiz, ihtikâr, hileli satım ve arttırma, karşı tarafın bilgisizliğinden veya güveninden faydalanarak bir malı ucuza alma veya pahalıya satma gibi yolların yasaklanmış olması bu anlayışın sonucudur. Ancak gabnin tek kaynağı hata ve hile olmadığı gibi gabnde rızânın bu sayılanlar ölçüsünde ihlâl edildiği veya bu ölçüde bir zarar ve mağduriyetin bulunduğu da her zaman söylenemez. Hatta ivazlı akidlerde karşılıkların birbirine denkliği çok defa nazarî bir değer taşır. Gerçekte ise akde konu mal ve hizmetlerin karşılığının belirlenmesi iktisat ilminde birçok farklı yön ve bağlantılarıyla ele alınan ayrı bir konu olup bunda sübjektif şart ve tercihlerin, akidleşme ortamının, arz-talep dengesinin baskın bir etkisi de bulunur. Bundan dolayı akidlerde edimler arasında tam bir denge kurup gabni tamamıyla önlemek çok defa imkânsızdır. Gerek bu sebeple, gerekse hukukî işlemlerde güven ve istikrar ortamını kurabilmek ve tarafların akidleşme hürriyetini koruyabilmek için kural olarak şekil şartlarıyla ve objektif ölçülerle yetinilmesi zarureti doğmuş, ancak bu serbestî kötüye kullanıldığı, bir tarafın açık bir şekilde istismarının, rızâ ve iç irade ihlâlinin, hak edilmeyen bir zarar ve mağduriyetinin söz konusu olduğu ârızî ve istisnaî durumlarda akde müdahale gereği duyulmuştur. Bunun için gabn İslâm hukukunda, rızâyı sakatlayan ve akdi fâsid kılan ayrı bir sebep olarak görülmeyip rızânın ihlâl edildiğini veya haksız bir zararın bulunduğunu gösteren objektif kriter ve ipuçlarının bulunması nisbetinde ve yukarıda zikredilen ârıza ve bozukluklarla bağlantısı ölçüsünde gündeme gelmiş ve ara bir kavram olarak ele alınmıştır. Bu yaklaşım zorunlu olarak, gabnin hukukî sonuçlarını tek ve genel bir hükme bağlamak yerine bunu gabnin kaynağı, ağırlığı ve yol açtığı olumsuzluklara göre belirlemeyi haklı kılmakta, bunu yapabilmek için de gabnin türleri, ölçüsü ve akde tesiri konusunda ayrıntı teşkil edebilecek birtakım hususlar gerekli olmaktadır.

Klasik fıkıh literatüründe gabn gabn-i fâhiş ve gabn-i yesîr şeklinde ikili bir ayırım içinde incelenir. “Aşırı ve belirgin gabn” anlamına gelen gabn-i fâhiş tabiriyle kaçınılması mümkün, hatta gerekli olan ve olağan dışı sayılan, bu yüzden de mâruz kalan tarafın rızâsı dışında gerçekleştiği var sayılan gabn kastedilir. “Basit ve önemsiz gabn” anlamındaki gabn-i yesîr tabiri ise kaçınılması genelde mümkün olmayan, bu sebeple de tabii karşılanan ve mâruz kalan kimsenin rızâsını sakatlamadığı var sayılan gabn türünü ifade eder. Gabnin akde tesirini belirlemede bu ayırımın büyük önemi vardır. Hatta az veya çok her gabn hukuken aynı sonucu doğurmayacağından bu ayırımın gabnin akde tesiri göz önünde tutularak yapıldığı ve akde tesir etmesi düşünülmeyen gabn türlerinin gabn-i yesîr tabiriyle gabn kavramının dışında tutulduğu da söylenebilir. Bundan dolayı bazı istisnaları da olmakla birlikte gabn-i yesîr tabiri akde tesir etmesi ve hukukî sonuç doğurması itibariyle gabne getirilmiş bir alt sınır görünümündedir. Literatürde gabn denince kural olarak gabn-i fâhişin kastedilmesi de bu sebepledir. Öte yandan akidde meydana gelen gabnin rızâyı ne ölçüde ihlâl ettiği her kişi ve olaya göre değişebilen izâfî, sübjektif ve gizli bir konu olduğundan bu ayırımın objektif ve şeklî bazı ölçüler esas alınarak yapılması gerekmiş, gabn-rızâ ilişkisi de bu ölçüler yardımıyla kurulmaya çalışılmıştır.

İslâm hukukçularının büyük çoğunluğuna göre, bir akidde vuku bulan gabnin fâhiş olup olmadığını belirlemede o akde ve bölgeye ait örf ve âdetin ölçü alınması gerekir. Nitekim fıkıh mezheplerinin literatüründe de bu konuda örf ve âdetin veya tüccarlar arasındaki âdetin ölçü alınacağı yönünde birbirine yakın ifadeler vardır (İbn Kudâme, III, 398; Zeylaî, IV, 272; Ali b. Süleyman el-Merdâvî, IV, 394; Desûkī, III, 140). Hanefî mezhebinde de kuvvetli görüş bu olup gabn-i yesîrin tanımı, icâre akdinde gündeme getirilen ecr-i misl kavram ve tanımıyla büyük benzerlik gösterir (Kâsânî, IV, 176). Bununla birlikte Hanefî fakihlerinin önemli bir kısmı bu örf ve âdet ölçüsüne biraz daha açıklık getirerek bilirkişilerin tesbit ettiği değişik değerlerin sınırları içinde kalan bedeli gabn-i yesîr, bunun altında veya üstündekileri de gabn-i fâhiş saymış, böylece daha kolay uygulanabilir bir usul benimsemişlerdir. Meselâ satılan bir malın değeri olarak bilirkişiler 7, 8, 12 birim fiyat tesbit ettiklerinde 7-12 arasında kalan her bedel gabn-i yesîr, 7’nin altında veya 12’nin üstünde kalan bedeller ise gabn-i fâhiş sayılmaktadır. Gabn-i fâhişi belirlemede örf ve âdetin ölçü alınmasıyla, gabne mâruz kalan kimsenin bu gabni şahsen çok müessir, önemli ve gayri tabii sayması değil üçüncü şahısların objektif olarak bu yargıya varması ölçü alınmış olmaktadır.

Başta İmam Muhammed ve Nusayr b. Yahyâ el-Belhî olmak üzere bazı Hanefîler, bir kısım Mâlikî, Hanbelî ve Zeydî fakihi gabn-i fâhişi belirlemede sabit bir oranın ölçü alınmasından yanadır. Ancak bu grubu teşkil eden fakihler arasında hangi tür mallar için hangi oranın ölçü alınacağında görüş birliği yoktur. Meselâ İmam Muhammed, bir malın normal piyasa değerinin 1/20’sini aşan fiyatı gabn-i fâhiş, 1/20 ve bunun altında kalan fazlalığı da gabn-i yesîr olarak nitelendirmiştir. Nusayr b. Yahyâ ise daha da ayrıntıya inerek bu oranın akde konu olan malın cinsine göre değişeceğini belirtmiş, bu sebeple menkul eşyada gabn-i yesîr sınırının 1/20, hayvanda 1/10, gayri menkulde 1/5 olduğunu söylemiştir. İbn Yahyâ, oran farklılığının gerekçesi olarak bu mal gruplarıyla ilgili hukukî işlemlerin farklı yoğunlukta oluşunu ileri sürmüştür (Hayreddin er-Remlî, II, 31). Hanefî mezhebinde ağırlıklı görüş bu olmamakla birlikte belki de uygulama kolaylığı göz önünde bulundurularak Mecelle’de bu ölçü benimsenmiş, ancak klasik görüşe aynen uyulmayıp gabn-i yesîrin üst sınırı olan oranlar da gabn-i fâhişe dahil edilmiştir (md. 165). Mecelle şârihlerinden Ali Haydar, bunun yanında para değişiminde gabn-i fâhiş ölçüsü olarak 1/40 oranından söz eder (Dürerü’l-hükkâm, I, 247). Diğer mezheplerde de 1/3, 1/4, 1/6, 1/10 gibi farklı oranlardan söz edilir. Meselâ 1/3 oranı Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinde oldukça kabul görmüştür.

Literatürde gabn-i fâhiş – gabn-i yesîr ayırımında bu iki usulün bulunduğundan söz ediliyorsa da yukarıdaki ikinci usul ve verilen oranlar, Hanefîler’in birinci usulün uygulanmasını kolaylaştırma amacıyla getirdiği pratik öneride olduğu gibi yine örf ve âdet ölçü alınarak yapılmış bir oran belirlemesi ve pratik çözüm önerisi olarak görülebilir. Nitekim İbn Yahyâ’nın da insanların âdeten mâruz kalageldikleri fiyat farklılığına gabn-i yesîr, bunun ötesine de gabn-i fâhiş dedikten sonra bu oranları zikrettiği rivayetleri göz önüne alınırsa (, VII, 169) yukarıdaki oranların belirli mallar için örf ve âdete göre o gün için yapılmış bir belirleme olduğu, sürekli ve değişmez bir oran tesbiti şeklinde algılanmaması gerektiği de söylenebilir.

Gabnle ilgili olarak İslâm hukuk doktrininde yer alan görüş ve tartışmaların merkezinde gabnin hukukî sonucu, özellikle de akid ve hukukî işlemlere etkisinin ne olacağı hususu yer alır. Esasen bu konuda yapılan tanım ve ayırımların amacı da hangi ölçüdeki gabnin hangi tür akidlere nasıl tesir edeceğini netleştirebilmektir. Gabnin yesîr ve fâhiş şeklinde ikiye ayrılmasından ve yapılan tanım ve nitelendirmeden hareketle ilk planda birinci tür gabnin akde tesir etmeyeceği, diğerinin ise akde mutlak etki etmesi gerektiği akla gelmekteyse de durum biraz daha karmaşıktır. Çünkü hata ve hilede veya akid konusu mal ve hizmette bir aybın bulunması halinde akdi kuran rızâ geniş ölçüde sakatlanmışken tek başına gabnde bu ölçüde bir ihlâlin söz konusu olmadığı, hatta akidlerde objektiflik, güven ve istikrar prensibinin iç iradeyi değil dışa akseden irade beyanını esas almayı haklı kıldığı söylenebilir. Ancak iki taraflı akidlerde karşılıklar arası dengenin bulunması, hem tarafların ön kabulü ve zımnî şartı hem de hakkaniyet gereği olduğunda, rızânın sakatlanıp sakatlanmadığını araştırmaksızın sadece akid kurucu irade beyanını ölçü almak ve bu kuralı katı bir şekilde uygulamak da doğru olmaz. Bu mülâhazalar sebebiyledir ki İslâm hukukunda gabnin her iki türüyle akde tesirinin ne olacağı konusunda hayli zengin doktriner tartışmalar mevcuttur.

İslâm hukukçularının bir kısmı, akidde gabnin meydana gelmiş olmasını akdin feshi için tek başına yeterli görürken çoğunluk akid ve hukukî işlemlerin sadece gabn sebebiyle feshedilmesini doğru bulmaz ve buna belli şartlarla, özellikle de gabnin rızâyı sakatlayan bir sebepten kaynaklanması halinde imkân tanırlar. Gerekçe olarak da akdi feshetmek için tek başına gabni yeterli görmenin insanlar arasında sonu gelmez ihtilâflara yola açacağını, akdî münasebetlerde ve hukukî hayatta güven ve istikrarı bozacağını belirtir ve gabnin ancak aldatma gibi haksız bir dış etkiden doğması halinde aldanan tarafa fesih hakkı tanımanın insanlar için daha insaflı ve hakkaniyetli olduğunu ifade ederler (, II, 69, 78). İslâm hukukunda ağırlıklı görüş bu yönde olmakla birlikte akidlerde iç iradenin mi yoksa dışa akseden irade beyanının mı birinci derecede önem ve öncelik taşıdığı konusunda ve ayrıca hangi durumlarda iç iradenin sakatlanmış sayılacağı hususunda fakihler farklı görüşlerde olduklarından gabnin ilgili taraf için hangi şartlarda bir fesih hakkı doğuracağı hususu doktrinde tartışmalıdır. Öte yandan aynı konuda her bir hukuk ekolü içinde farklı görüşler bulunduğu için gabnin akde tesiri konusunun hukuk ekollerine göre değil gabnin hile ve aldatmadan veya hata ve bilgisizlikten kaynaklanması, akidleşme esnasında gabnin bulunmaması yönünde bir şart koşulmuş olması, gabnin güven ve yetkinin kötüye kullanımı, kanuna karşı hile veya karşı tarafın müzayaka içinde olmasından faydalanma sayılabilecek bir mahiyet arzetmesi, bir de gabnin üçüncü şahısların haklarını veya toplumun genel yararını zedelemekte oluşu gibi farklı yönlerden ele alınması daha isabetli olur.

Gabne karşı tarafın hile ve aldatmasının yol açması veya müessir olması halinde İslâm hukukçuları bu akdin fâsid olduğunda ve gabne mâruz kalan kimse tarafından feshedilebileceğinde görüş birliği içindedir. Hatta fiilî aldatmanın akde tesirinin daha güçlü olup gabnin az veya çok olması şartının aranmadığı, sözlü aldatmada ise ölçüler farklı da olsa gabnin çok ve belirgin olması şartının arandığı da söylenebilir. Mecelle’de de Hanefî mezhebindeki kuvvetli görüş tercih edilerek gabn-i fâhişin ancak tağrîr bulunduğunda aldatılan kimseye akdi fesih hakkı vereceği belirtilir (md. 356). Bununla birlikte hangi tür söz ve davranışların tağrîr sayılacağı fakihler arasında tartışmalıdır. Literatürde hile ve aldatmayı ifade maksadıyla tağrîrin yanı sıra “tedlîs, hılâbe, gış, hud‘a” gibi kelimeler de kullanılmış olup hepsinin de özünde, “bir kimseyi kasıtlı olarak yanıltıcı söz ve davranışlarla etkileyip onu akdi yapmaya razı etme” anlamı vardır. Literatürde fiilî aldatmalar için tedlîs, sözlü aldatmalar için tağrîr kelimesinin daha çok kullanıldığı söylenebilirse de fakihler tağrîre oldukça geniş bir anlam yüklemişler, karşı tarafı yanıltarak akid yapmaya sevkeden her türlü söz ve davranışı bu kapsamda düşünmüşlerdir. Meselâ “Musarrât” hadisinde temas edildiği şekliyle (Buhârî, “Büyûʿ”, 64; Müslim, “Büyûʿ”, 11) sağılır bir hayvanı birkaç gün sağmayıp memesinde süt biriktirmek suretiyle alıcıyı yanıltmak veya malın kalitesi, vasfı, maliyeti, kâr nisbeti hakkında gerçeğe aykırı veya yanıltıcı beyanda bulunmak, açıklama yapılması gereken bir konuda sükût etmek ve gerçeği gizlemek gibi değişik davranışlar böyledir. Hatta tağrîrin üçüncü şahıstan gelmesi halinde bile karşı tarafın bilgisinin bulunması kaydıyla aldanan tarafa akdi fesih hakkı tanınır.

Öte yandan akidlerin karşılıklı rızâ, güven, dürüstlük ve açıklık esasına göre kurulması sadece ahlâkî değil uygulanabildiği ölçüde hukukî bir anlam da taşıdığından, İslâm hukukçuları gabn sebebiyle akdin feshini yalnız karşı tarafın sözlü veya fiilî aldatmasının bulunması şartıyla sınırlı görmezler. Nitekim taraflardan birinin bilgisizlik, dikkatsizlik, ihtiyaç, akıl zayıflığı, yaş küçüklüğü ve irade zaafı gibi noksanlıklarından istifade edilerek veya güveninin kötüye kullanılarak gabnli muameleye mâruz bırakılması da ya tağrîr kapsamına sokularak ya da ayrı bir etken görülerek İslâm hukukunda kural olarak fesih sebebi sayılmıştır. Bundan dolayı meselâ Hanefîler malın maliyetine satış ve belirli kârla satış usulüyle, Mâlikîler ve Hanbelîler hileli arttırma, pazar dışında satıcıyı karşılayıp alma ve malın rayiç değerini belirlemeyi karşı tarafa bırakma şeklinde yapılan alışverişlerde gabn meydana geldiğinde bunu tağrîrden kaynaklanan gabn olarak değerlendirip aldatılan tarafa akdi feshetme imkânı verirler. Hanbelî literatüründe gabnden doğan muhayyerliğin bu üç durumdan kaynaklanacağı yönünde ifadeler varsa da (Merdâvî, IV, 394; Buhûtî, III, 211) bu sınırlandırıcı bir ifade olmayıp bir tarafın diğerini aldatması ve yanlış yönlendirmesi olarak adlandırılabilecek her durumda ilgili tarafa böyle bir muhayyerliğin tanınacağı açıktır. Şâfiîler’de de bir görüş, pazar dışında satıcıyı karşılamanın tağrîr teşkil edip gabn halinde muhayyerlik hakkının doğduğu yönündedir (Şîrâzî, I, 292; Nevevî, III, 128). Yine Şâfiîler, kişinin satılan malın vasfında yanılmasını, meselâ cam vazoyu kristal sanıp yüksek fiyat ödemesini geçerli sayarken satıcının bu yöndeki yanlış beyanını veya tasdikini, müşterinin yanılmasının mâkul ve tabii karşılanabileceği fiilî hilelerini tağrîr sayar ve alıcıya muhayyerlik hakkı tanırlar (a.y.; Şemseddin er-Remlî, IV, 74-75). Bu tağrîr örneklerinin tamamında, artık gabne mâruz kalan kimsenin rızâsının büyük ölçüde sakatlanmış sayıldığı, irade beyanı da rızânın göstergesi olma özelliğini yitirdiği için hukukî ilişkilerde çok defa geçerli olan şeklî ve objektif ölçüler terkedilmiştir.

Bir kimsenin bilerek ve farkında olarak gabn içeren hukukî bir işlemde bulunması halinde İslâm hukukçuları bu işlemin geçerliliğinde ve böyle bir gabn sebebiyle akdin feshedilemeyeceğinde görüş birliği halindedir. Çünkü böyle bir fesih hakkı öncelikle tarafların irade ve akidleşme hürriyetini kısıtlama anlamına geldiği gibi gabni haklı kılan özel sebeplerin bulunması da mümkündür. Buna karşılık kişinin kendi bilgisizliği ve dikkatsizliği sebebiyle gabne mâruz kalması halinde konu daha çok malın değerinde yanılma kapsamına girmekte olup çözümü biraz daha karmaşıktır (bk. GALAT). İslâm hukukçularının önemli bir kısmı bu durumda objektif bir ölçü olan irade beyanını esas almış, hukukî işlemlerde güven ve istikrarı bozacağı düşüncesiyle ilgili kişiye bir fesih hakkı tanımamıştır. Hatta Şâfiî fıkhında, bu şekilde kendinden kaynaklanan bir sebeple sıkça aldanan kimseye akdi fesih hakkı tanınması yerine bu şahsın ehliyetinin kısıtlanmasının daha uygun olacağı görüşü vardır (Nevevî, III, 417). Bundan dolayı literatürde yer alan, Hanefî ve Şâfiî mezheplerinde kuvvetli görüşe ve bazı Mâlikîler’e göre gabn-i fâhişin tek başına akde tesir etmeyeceği yönündeki ifadeler, bilerek razı olunan veya bilgisizlik ve dikkatsizlikten kaynaklanan gabnin tağrîr bulunmadığı sürece akdi etkilemeyeceği anlamındadır. Bu görüş Buhârî’de yer alan şu rivayetten de destek alır: Sahâbeden İbn Ömer, Hz. Osman’la gabn sayılacak şekilde kârlı bir arazi değişimi yaptığını belirtmiş, fakat Hz. Osman bu akdi feshetmemiştir (Buhârî, “Büyûʿ”, 47). Bununla birlikte Hanefîler’in tağrîr kavramına oldukça geniş bir anlam yüklediklerini ve yukarıdaki hükmün uygulama alanını hayli daralttıklarını da gözden uzak tutmamak gerekir.

Mâlikî, Hanbelî, Zeydiyye ve İmâmiyye fakihlerinin çoğunluğuna, bazı Hanefî fakihlerine ve İbn Hazm’a göre, taraflardan birinin akde konu mal ve hizmetin piyasa değeri hakkında bilgi sahibi olmaması ve bu yüzden fâhiş ölçüde gabne mâruz kalması halinde yaptığı akdi feshedip aldığını iade etme hakkı vardır. Çünkü bu durumda akidde iki tarafın da zımnî ön kabulü konumundaki dengenin bozulduğu, rızânın sakatlandığı düşünülür. Hatta bu hukukçulardan bir kısmı gabnin fâhiş ölçüde olması şartını da aramaz. Gabne mâruz kalan kimse lehine bir fesih ve iade hakkının doğması için anılan kişinin akid yaparken bu bilgisizliğini beyan etmesini veya bu şahsın bilgisizliğinin ve tedbirsizliğinin meşhur olmasını şart koşanlar azınlıkta olup çoğunluk bunu şart da görmez. Gabn ivazlı bir akdin tabiatına aykırı olduğundan artık bu son görüşte âdeta ispat yükü yer değiştirmekte ve gabne mâruz kalanın kural olarak bilgisizliği var sayılmaktadır. Hanefî literatüründe yer yer rastlanan, gabn-i fâhişin tağrîr bulunmasa da kural olarak fesih sebebi sayılacağı ve insanlar için en insaflı çözümün bu olduğu şeklindeki ifadeleri (, VI, 125; , II, 69) veya Mâlikî fıkıh literatüründe yer alan, 1/3 oranını aşan her gabnin kural olarak satın alınan malı red hakkı verdiği şeklindeki ifadeleri de (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, IV, 1816; Desûkī, III, 140) bu bağlamda, yani gabn-i fâhişin bilgisizlik ve dikkatsizlikten kaynaklanması kaydıyla ileri sürülmüş görüşler olarak değerlendirmek gerekir. Fesih hakkının doğması için bilgisizliğin beyanını şart görenler, yukarıda geçen Habbân hadisini ölçü aldıkları gibi bunu bir bakıma şarttan doğan muhayyerlik kapsamında düşünmekte veya böyle bir beyanda bulunan kimsenin mâzur görülebilir bir bilgisizliğinin olduğu noktasından hareket etmektedirler. Bu sebeple mağdur tarafa akdi fesih veya akde devam yönünde bir seçim hakkı tanımaktadırlar. Nitekim Hanbelî fıkhında da gabn muhayyerliği şartı ileri sürüldüğünde fâhiş veya yesîr her gabnin ilgili şahsa böyle bir muhayyerlik hakkı vereceği görüşü ağırlık taşır (Ali b. Süleyman el-Merdâvî, IV, 395). Hatta İbn Hazm, böyle bir şarta rağmen meydana gelen az veya çok her gabnin akdi bâtıl kılacağı, malı haram ve haksız yolla yeme sayılacağı, bundan kazanç elde eden tarafı gāsıp konumuna getireceği ve bu tür bir akde onay vermenin de sonucu değiştirmeyeceği görüşündedir (el-Muḥallâ, IX, 451-453).

Hanefî fakihlerinden İbn Nüceym, satıcının, “Malımın normal değeri budur, bu fiyata al” şeklindeki beyanına dayanarak bir malı gabn-i fâhişle satın alan kimsenin akdi feshedip malı geri verme hakkı bulunduğunu, fetvanın da bu yönde olduğunu kaydeder (el-Eşbâh ve’n-neẓâʾir, II, 298). Şârih Hamevî, aynı hükmü müşterinin anlayışsız ve bilgisiz olması kaydıyla zikreder (Ġamzü ʿuyûni’l-beṣâʾir, III, 442). Hem bu örneklerde, hem de daha çok Mâlikî ve Hanbelî fıkhında benimsenen, diğer fıkıh mezheplerince de kısmen iştirak edilen, pazar dışında satıcıları karşılama veya malın rayiç değerini belirlemeyi karşı tarafa bırakma şeklindeki alışverişlerde aldanan tarafa fesih hakkı tanınması görüşü geniş anlamda tağrîrle açıklanabileceği gibi gabnin bir tarafın bilgisizlik, tedbirsizlik veya güvenin diğer tarafça kötüye kullanılması gerekçesiyle de açıklanabilir. Beyhakī’nin rivayet ettiği bir hadiste, fiyatın belirlenmesi kendisine bırakılan kimsenin gabninin ribâ olduğunun ifade edilmesi (es-Sünenü’l-kübrâ, V, 348-349) bu güven istismarına ve haksız kazanca işaret için olmalıdır.

Gabnle sonuçlanan akidlerde, gerek bilgisizlik gerekse şart koşmanın ilgili tarafa fesih hakkı vermesinin temelinde bu şahsın rızâsının ciddi boyutta sakatlandığı ana fikri yattığından aynı ölçünün benzeri durumlara uygulandığı da olur. Meselâ İbn Âbidîn, malî müzâyaka sebebiyle bir malı fâhiş gabnle almak veya satmak zorunda kalan kimsenin bu akdinin fâsid olup feshedilebileceğini ifade ederken bu noktadan hareket eder (Reddü’l-muḥtâr, V, 59-60).

Hanefîler, başlangıçta her ne kadar akidlerde objektif unsura ağırlık verip tağrîr bulunmadıkça gabn-i fâhişin akde etki etmeyeceğini söylemişlerse de yetim, vakıf ve hazine malının korunması hakkaniyet ilkesi, hukuk düzeni ve kamu yararı açısından özel bir önem ve öncelik taşıdığından daha sonraları doktrinde, tağrîr bulunmasa bile bu malların gabn-i fâhişli bir muameleye tâbi tutulması halinde bu muamelelerin fâsid olup feshedilmesi gerektiği görüşü hâkim olmuştur. Bu üç grup mal için getirilen istisna Mecelle’de de yer alır (md. 356). Mümeyyiz küçüğün ve bu hükümde olan kimselerin gabnli akidleri de benzeri sebeplerle geçersiz sayılır. Öte yandan gabn genelde satım akdinde vuku bulsa bile diğer ivazlı akidlerde de söz konusu olduğundan Mecelle’de yetim, vakıf ve hazine malının gabn-i fâhişle satımının (md. 356), yetim ve vakıf malının rayiç değerinin altında bir bedelle kiraya verilmesinin (md. 441), gabn-i fâhişle mal bölüşümünün (md. 1127) sahih olmayıp feshedilebileceği, vekilin gabn-i fâhişle satın almasının, hatta et ve ekmek gibi piyasada sabit fiyatla satılan şeyleri gabn-i yesîrle satın almasının müvekkili hakkında geçerli olmayacağı (md. 1482, 1485) hükümleri yer almaktadır.

Gabnin akde tesirinin bu sayılan akid tür ve örnekleriyle sınırlı olmayacağı açıktır. Nitekim Hanefî literatüründe, mal taksimi ister yargı kararıyla isterse taraflar arası anlaşmayla yapılsın, gabn-i fâhiş meydana geldiğinde aldanan taraf için fesih hakkının doğacağı (, V, 226), satışa vekil olan kimsenin gabn-i fâhişle mal satın alması halinde de İmâmeyn’e göre fesih hakkının doğduğu (, VII, 167), hazine malının rayiç değeri altında bir bedelle kiraya verilemeyeceği (Ali Haydar, I, 730) gibi görüşler de yer alır.

Gabn çok defa rızâyı sakatlayan bir ayıp görünümünde olmakla birlikte bazan kanuna karşı hile veya üçüncü şahısların haklarını ihlâl aracı olarak da kullanılabilir. Bu durumlarda tağrîrin bulunması, hatta gabnin fâhiş olması şartları aranmaksızın az veya çok tek başına gabn akdi fâsid kılmaya ve ilgili tarafa fesih hakkı vermeye yeterli olur. Hanefî literatüründe, emek-sermaye ortaklığında sermaye sahibinin malını gabnle satması, borçlu kimsenin ölümle sonuçlanan hastalığında malını gabnle satması (, md. 357), borcu sebebiyle hacr altına alınan veya malının üçte birini vasiyet eden kimsenin gabnli satışı örneklerinde olduğu gibi, gabnin üçüncü şahısların haklarını ihlâl etmesi halinde az veya çok olmasına bakılmaksızın akdi fâsid kılacağı ve ilgili tarafa fesih hakkı vereceği belirtilmiştir. Nitekim yine Hanefî literatüründe gabn-i yesîrin tek başına akdi ifsat etmeyeceği kuralının on civarında istisnasından söz edilirken bu ve benzeri örnekler verilir (Bedreddin Simâvî, II, 30-31; , VII, 168-169). Dikkat edilirse bu grupta yer alan fakihler, normalde aldanan tarafa fesih hakkı verilebilmesi için gabnin fâhiş olması şartını ileri sürerken gabn-i yesîrin ticarî ilişkilerde kaçınılmaz oluşundan hareket etmiş, gabn-i yesîr halinde fesih hakkı tanınmasının hukukî düzen ve istikrarı bozacağını düşünmüşlerdir. Ancak bu örneklerde de görüldüğü gibi daha güçlü ve geçerli bir başka gerekçe ortaya çıktığında bu kurala istisna getirmişlerdir. Aynı anlayışın bir başka örneği olarak bir bölgede bir malın piyasa fiyatının sabit olması halinde yukarıdaki şarttan vazgeçilmiş ve bu tür malların alım satımında meydana gelecek gabn-i yesîrin de akde tesir edeceği görüşü benimsenmiştir (Bedreddin Simâvî, II, 31; , VII, 168). Çünkü bu durumda gabn-i yesîr artık kaçınılması mümkün hale gelmiş, hatta hukukî düzen ve istikrarı koruyabilmek için önlenmesi gerekli olmuştur. Böylece başlangıçta gabn sebebiyle akdin feshedilebilmesi için tağrîrin bulunması ve gabnin fâhiş olması şartını benimseyen hukukçular da zamanla hem bu iki şarta bazı istisnalar getirerek hem de yeni fesih sebepleri geliştirerek hukukî işlemlerde sübjektif unsurlarla objektif ve şeklî ölçüler arasında mâkul bir denge kurmaya çalışmışlardır.

Akdin gabne mâruz kalan tarafının belli şartlarda sahip olduğu yetki literatürde muhayyerlik (hıyâr-ı gabn ve’t-tağrîr), fesih veya aldığını geri verme (red) hakkı olarak adlandırılır. Böyle bir hak sahibi bu hakkını, muhayyerlik ve fesih konusunda İslâm hukuk doktrininde hâkim usul ve ilkeler dahilinde kullanır. Bu sebeple de literatürde gabne mâruz kalanın fazla ödediğini geri istemesi veya eksik aldığı bedelin tamamlanmasını talep etmesi şeklindeki bir çözüme çok az gidilir ve bu kimseye genelde ya akdi onaylaması ya da feshetmesi hakkı tanınır. Gabnden doğan bu hak büyük ölçüde şart ve ayıp muhayyerliği hakkına benzediğinden İslâm hukukçuları hıyâr-ı gabnin kullanım süresi konusunda genelde ayrı bir görüş ileri sürmemişlerdir. Daha önce sözü edilen musarrât hadisinde ve Habbân hadisinin bazı rivayetlerinde aldanan taraf için üç günlük muhayyerlik süresinden söz edilmekteyse de gerek sened ve metinlerine dair tartışmalar, gerekse gabnden doğan muhayyerlikle doğrudan ilgilerinin bulunmayışı, bu hadislerin söz konusu muhayyerlik süresiyle ilgili görüşlere doğrudan kaynaklık etme gücünü hayli zayıflatmıştır. Başta Ebû Hanîfe olmak üzere fakihlerin bir kısmına ve Hanbelî mezhebine göre gabnden doğan muhayyerliğin âzami süresi üç gün olup hak sahibi bu süre içinde akdi feshetmediğinde akid kendiliğinden geçerlilik kazanır. Hanefîler’den Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed, belirli olmak kaydıyla hak sahibine daha uzun bir süre tanınabileceği görüşündedir. Şâfiî mezhebinde ağırlıklı görüş, gabnden doğan fesih hakkının derhal kullanılması gerektiği, Mâlikî mezhebinde ise bir yıl içinde kullanılabileceği şeklindedir (bk. MUHAYYERLİK).

Gabnden doğan fesih hakkı şahsa sıkı sıkıya bağlı haklardan olup hak sahibinin ölümü halinde mirasçılarına geçmez (, md. 359). Aynı şekilde akidlerde fesih hakkını sona erdiren tabii ve ârızî durumlar bu konuda da geçerlidir. Meselâ gabnli olarak satın alınan malın telef olması, köklü bir değişime uğraması, bu malda mülkiyetin intikali sonucunu doğuracak bir tasarruf yapılması (a.g.e., md. 360), ibrâ ve iskat gibi sarâhaten veya delâleten haktan vazgeçme sayılan söz ve davranışlar bu hakkı sona erdirir (bk. FESİH).


BİBLİYOGRAFYA

, “ġbn” md.

, II, 44, 129; III, 376.

Buhârî, “Büyûʿ”, 47-48, 64, “Tefsîrü’l-Ḳurʾân”, 64.

Müslim, “Büyûʿ”, 11, 48.

İbn Mâce, “Aḥkâm”, 24.

Ebû Dâvûd, “Büyûʿ”, 66.

Tirmizî, “Büyûʿ”, 28.

, IX, 451-462.

, V, 348-349.

, I, 292.

, IV, 1815-1816.

, IV, 176.

İbn Kudâme, el-Muġnî, Kahire 1968, III, 397-398.

Nevevî, Ravżatü’ṭ-ṭâlibîn (nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd – Ali M. Muavvaz), Beyrut 1412/1992, III, 128, 417.

Zeylaî, Tebyînü’l-ḥaḳāʾiḳ, Bulak 1313 ⟶ Beyrut, ts., IV, 271-272.

Ali b. Süleyman el-Merdâvî, el-İnṣâf fî maʿrifeti’r-râciḥ mine’l-ḫilâf, Beyrut 1986, IV, 394-395.

Bedreddin Simâvî, Câmiʿu’l-fuṣûleyn, Kahire 1300, II, 29-31.

, VI, 125; VII, 167-170.

a.mlf., el-Eşbâh ve’n-neẓâʾir (Hamevî, Ġamzü ʿuyûni’l-beṣâʾir içinde), Beyrut 1985, II, 298.

Şemseddin er-Remlî, Nihâyetü’l-muḥtâc, Kahire 1386/1967, IV, 70-75.

, III, 211-213.

Hayreddin b. Ahmed er-Remlî, el-Leʾâli’d-dürriyye fi’l-fevâʾidi’l-Ḫayriyye (Bedreddin Simâvî, Câmiʿu’l-fuṣûleyn içinde), Kahire 1300, II, 31.

, V, 226.

Hamevî, Ġamzü ʿuyûni’l-beṣâʾir, Beyrut 1985, III, 442.

, III, 140-141.

, 206-208.

, V, 59-60, 142-144.

a.mlf., Mecmûʿatü’r-resâʾil, II, 65-82.

, md. 164, 165, 356-360, 441, 1127, 1482, 1485.

, I, 247, 586-593, 730.

, II, 142-152.

, I, 374-390.

Hâşim Ma‘rûf el-Hasenî, Naẓariyyetü’l-ʿaḳd fi’l-fıḳhi’l-Caʿferî, Beyrut, ts. (Mektebetü Hâşim), s. 374-385.

M. Ebû Zehre, el-Milkiyye ve naẓariyyetü’l-ʿaḳd, Kahire, ts., s. 418-421.

Abdülkerîm Zeydân, el-Medḫal li-dirâseti’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye, Bağdad 1976, s. 355-359.

Subhî Mahmesânî, en-Naẓariyyetü’l-ʿâmme li’l-mûcebât ve’l-ʿuḳūd, Beyrut 1983, II, 418-442.

Muhammed Bahrülulûm, ʿUyûbü’l-irâde fi’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye, Beyrut 1984, s. 485-523.

, II, 133-139.

M. Mustafa Şelebî, el-Medḫal fi’l-fıḳhi’l-İslâmî, Beyrut 1405/1985, s. 587-593.

Ali Muhyiddin el-Karadâğî, Mebdeʾü’r-rıżâ fi’l-ʿuḳūd, Beyrut 1406/1985, II, 705-764.

Neş’et İbrâhim ed-Düreynî, et-Terâḍî fî ʿuḳūdi’l-mübâdelâti’l-mâliyye, Cidde 1986, s. 406-442.

M. Kamil Yaşaroğlu, İslâm Hukukunda Gabin (yüksek lisans tezi, 1990), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Hâlid Kemâl Elbir, “İslâm Hukukunda Gabin”, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü Dergisi, I/1, İstanbul 1963, s. 3-20.

Ali el-Hafîf, “el-Ġabn fi’l-ʿuḳūd”, Mecelletü’l-buḥûs̱ ve’d-dirâsâti’l-ʿArabiyye, sy. 10, Kahire 1979-80, s. 3-19.

“Ġabn”, , XXXI, 138-142.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1996 yılında İstanbul’da basılan 13. cildinde, 268-273 numaralı sayfalarda yer almıştır.