HAMÎDOĞULLARI

HAMÎDOĞULLARI XIII. yüzyılın sonlarına doğru Isparta, Burdur ve Eğridir yöresinde kurulan Türkmen beyliği.

Müellif: Sait Kofoğlu

Beyliğin adı, Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubad’ın hizmetine girmek üzere aşiretiyle birlikte Kuzey Suriye’yi terkederek Anadolu’ya geldiği, uzun süre sultanın çocuklarına ve askerlerine silâh tâlimi yaptırdığı, Alâeddin’in ölümünden sonra yerine geçen oğlu II. Gıyâseddin Keyhusrev tarafından başarılı hizmetleri sebebiyle mükâfatlandırılarak 638’de (1240) Isparta ve Burdur yöresine uç kumandanı olduğu rivayet edilen Hamîd Bey’den gelir.

Hamîd Bey, ilk defa 1291 yılında Moğol zulmüne karşı uçlarda başlayan Türkmen ayaklanmaları sırasında Isparta ve Burdur yöresinde kendine bağlı Türkmenler ile birlikte harekete geçerek merkezî yönetime isyan etti ve Isparta merkez olmak üzere bağımsız bir beylik kurmaya çalıştı. Fakat Selçuklu Sultanı II. Mesud, Karamanlılar’ın başı çektiği bu Türkmen ayaklanmalarını önleyemeyince İlhanlı Hükümdarı Geyhatu Han’dan yardım istedi. Bunun üzerine büyük bir ordu ile Anadolu’ya gelen Geyhatu önce Karaman topraklarında, ardından Eşrefoğulları bölgesinde Beyşehir ve yöresiyle Eğridir, Isparta ve kısmen de Burdur’da tahribat ve katliamda bulundu. Hamîd Bey, bu Moğol saldırısından kurtulabilmek için Davras dağlarının sarp kısımlarına çekilmek zorunda kaldı. İlhanlı Hükümdarı Gāzân Han’ın Selçuklu Sultanı II. Mesud’u azletmesi sebebiyle (1296) doğan otorite boşluğundan faydalanan Hamîd Bey, muhtemelen 1297 yılında müstahkem bir yer olan Uluborlu’yu hükümet merkezi yaptı ve Isparta, Burdur, Eğridir, Ağros (günümüzde Atabey), Gönen, Barla, Keçiborlu yöresinde Hamîdoğulları Beyliği’ni kurarak bağımsızlığını ilân etti. Beyliğin adı bazı çağdaş kaynaklarda, sonradan Osmanlı hâkimiyeti dönemine bir sancak adı olarak intikal eden Hamîd-ili şeklinde de geçer.

Beyliğin sınırlarını Yalvaç, Şarkîkaraağaç, Avşar, Sütçüler, İncirli ve Ağlasun gibi yerleşim merkezlerini içine alacak derecede genişleten Hamîd Bey, ailenin en yaşlı üyesi olarak eski Türk geleneğine uygun bir şekilde hükümet merkezi Uluborlu’da “ulu bey” sıfatıyla hüküm sürdü. Onun 702 (1302-1303) yılında hayatta olduğu ve Uluborlu’da yaşadığı, Genceli köyünde (günümüzde Senirkent ilçesi sınırları içinde) kurulmuş olan Koyungözü Baba Zâviyesi’ne ait 702 tarihli bir vakfiyeden anlaşılmaktadır. Bu vakfiyede kendisinden “es-Sultânü’l-a‘zam ve pâdişâhü’l-muazzam sultân-ı selâtînü’l-Arab ve’l-Acem es-Sultân Hamîd” şeklinde ve Anadolu Selçuklu sultanlarına mahsus unvanlarla bahsedildiği görülmektedir. Anadolu’da İlhanlı hâkimiyetinin ve korkusunun yoğun olarak yaşandığı bu dönemde Hamîd Bey de bağımsızlığını ilân etmiş olmasına rağmen 699 (1299-1300) yılında hükümet merkezi Uluborlu başta olmak üzere Eğridir ve Burdur’da Gāzân Han adına sikke kestirmek zorunda kalmıştı. Hamîd Bey’in ayrıca aynı tarihte ve aynı merkezlerde, hiçbir Anadolu beyinin cesaret edemediği bir davranışla Selçuklu Devleti’ni metbû tanıdığını gösterecek şekilde III. Alâeddin Keykubad adına sikke kestirdiği dikkati çekmektedir. Onun kestirdiği bu sikkelerin önemli bir özelliği de o zamana kadar İslâmî sikkelerde görülmeyen “humiyet ani’l-âfât” (Allah âfattan korusun) ibaresinin bulunmasıdır. Bu ibare, Anadolu’da istilâcı olarak bulunan ve halka büyük zulümler yapan Moğollar için kullanılmış olmalıdır. Hamîd Bey ayrıca 700 (1300-1301) yılında, Hemedan’da sürgünde iken Gāzân Han tarafından ikinci defa Selçuklu sultanlığına getirilen II. Mesud adına da Uluborlu’da sikke kestirmiştir.

Hamîd Bey’in ölümünün ardından, onun sağlığında eski Türk devlet geleneğine uygun biçimde merkezi Gönen olmak üzere Keçiborlu, Avşar, Atabey ve Şarkîkaraağaç hattında hüküm süren oğlu İlyas beyliğin idaresini ele aldı. İlyas Bey’in babasının ölümünden sonra beyliğin başına geçerek Uluborlu’da hüküm sürdüğü, yine aynı dönemde Keçiborlu’da yaşayan, ilim ve tarikat erbabı olduğu anlaşılan Şeyh Şikem’e bağışladığı emlâk ve araziyle ilgili olarak düzenlenen bir vakfiyeden anlaşılmaktadır. İlyas Bey’in ardından beyliğin idaresi büyük oğlu Feleküddin Dündar Bey’e geçti. Daha dedesi Hamîd Bey’in sağlığında geniş yetkilerle Eğridir-Burdur hattının emîri olarak tayin edilen Dündar Bey’in Burdur’da hüküm sürdüğü, şehre hâkim bir mevkide yaptırmış olduğu ulucaminin 700 (1300-1301) tarihli kitâbesiyle de doğrulanmaktadır. Bu kitâbede Dündar Bey’in, Selçuklular döneminde orduların başkumandanına verilen “melikü’l-ümerâ” unvanını kullandığı görülmektedir. Kendi adıyla anılan medresenin 701 (1301-1302) tarihli kitâbesinde ise melikü’l-ümerâ unvanının yanı sıra yine Selçuklular’da ordu kumandanlarına ve bulundukları bölge veya vilâyetlerde asayişi sağlayan vali ve kumandanlara verilen “ispehsâlâr” unvanı da geçmektedir.

İdareyi ele aldıktan bir müddet sonra hükümet merkezini bir zamanlar Selçuklu sultanlarının sayfiye yeri olarak kullandıkları Eğridir’e nakleden Dündar Bey, Konya ile Antalya arasındaki ticarî ve askerî yolları denetleyecek bir konuma geldiği gibi şehre de kendi adına nisbetle Felekâbâd adını verdi. Hükümet merkezinin Eğridir’e nakli muhtemelen 1307 yılına veya biraz öncesine rastlamaktadır. Çünkü bu tarihe kadar kestirilen sikkelerde şehrin adı Eğridir olarak geçerken 707 (1307-1308) yılında Dündar Bey tarafından İlhanlı Hükümdarı Olcaytu Han adına kestirilen sikkelerde ilk defa Felekâbâd adı görülmektedir. Devrin kaynaklarında, Konya ile Antalya arasında Hamîdoğlu Türkmenleri’nin yaşadığı ve bunların melikleri tarafından inşa edilen şehrin de Feleküddin veya Felekbâr diye anıldığı kaydedilmiştir.

Beyliğin sınırlarını bir taraftan Denizli ve Germiyan topraklarına, diğer taraftan Antalya’ya doğru genişletmeye başlayan Dündar Bey kısa sürede Âsikaraağaç, İrle (Yeşilova) ve Tefenni’yi ele geçirdi. 1312’de Gölhisar ve Korkuteli’ni zaptederek Antalya kapılarına dayandı. Ancak Anadolu’ya gönderilen ve Temmuz 1314’te Erzincan ve Sivas arasındaki Karanbük mevkiinde ordugâhını kuran Emîr Çoban’ın gazabından korkarak İlhanlı Devleti’ne bağlılığını arzetmek üzere onun huzuruna gelen Türk beyleri arasında o da yer aldı. Ardından Emîr Çoban’ın Anadolu’dan ayrılması, Olcaytu Han’ın da Aralık 1316’da âniden ölmesiyle İlhanlı taht merkezinde çıkan iktidar mücadelelerinden faydalanarak yeniden fetihlere başladı. Antalya’yı ele geçirip idaresini kardeşi Yûnus Bey’e verdi. Böylece Teke-ili denilen bu bölgede Tekeoğulları Beyliği’nin temelleri atılmış oldu. Ayrıca onun eski hükümet merkezi Uluborlu’da hüküm süren Ferhad Bey adlı bir kardeşi daha olduğu bilinmektedir. Antalya’yı ele geçirdikten sonra daha da güçlenen Dündar Bey İlhanlı otoritesini tanımayarak istiklâlini ilân etti ve sultan unvanını kullanmaya başladı. 1321’de Felekâbâd’da kestirdiği sikkelere artık İlhanlı Hükümdarı Ebû Said Bahadır Han’ın adını koydurmamıştır. Fakat bir süre sonra İlhanlılar’ın Anadolu genel valisi Demirtaş Noyan’ın baskısı karşısında Felakâbâd’ı terkederek Isparta-Burdur yolu ile Antalya’ya kadar kaçmış, Antalya’nın idaresini elinde bulunduran kardeşi Yûnus Bey’in oğlu Mahmud Bey tarafından Demirtaş’a teslim edilerek öldürülmüştür (1326).

Dündar Bey öldürüldüğünde geride bıraktığı çocuklarından Çelebi Mehmed Bey Gölhisar’da hüküm sürmekte, Mübârizüddin İshak Bey ise babasının sağlığında gittiği Mısır’da bulunmaktaydı. Bu arada bir köşede saklanan ve Demirtaş’ın Mısır’a kaçmasından sonra ortaya çıkarak Hamîdoğulları Beyliği’ni yeniden ihya ettiği belirtilen Bedreddin Hızır Bey ise zannedildiği gibi Dündar Bey’in oğlu değildir. Bizzat Hızır Bey’in ricası üzerine Muslihuddin Mustafa b. Muhammed’in Mülk, İhlâs ve Yâsin sûrelerine dair yazmış olduğu tefsir risâlelerinin girişinde verilen bilgiye göre Hızır Bey Dündar Bey’in torunudur. Yine bu risâlelerden anlaşıldığına göre adaletli, dindar ve faziletli bir insan olan Hızır Bey, Mısır’da bulunan babası Mübârizüddin İshak Bey adına beyliğin idaresini ele aldı. Kısa süren bu ilk idaresi sırasında Demirtaş’ın ortadan kaldırdığı Eşrefoğulları Beyliği’ne ait Beyşehir, Seydişehir, Akşehir ve Doğanhisar’ı ele geçirerek Hamîd beyliğinin sınırlarını genişletti. Öte yandan İshak Bey, İlhanlı Hükümdarı Ebû Said Bahadır Han’ın gazabından korkarak Mısır’a kaçan Demirtaş’tan, katlettiği babası Feleküddin Dündar Bey’in kanını Memlük Sultanı el-Melikü’n-Nâsır Muhammed b. Kalavun’un huzurunda dava etmiş, el-Melikü’n-Nâsır İshak Bey’i haklı bulmuş ve onu Karamanoğlu Bedreddin İbrâhim Bey’e yazdığı mektupla Anadolu’ya geri gönderirken Demirtaş’ı Ağustos 1328’de öldürtmüştür. Aynı yıl içinde Eğridir’e ulaşan Mübârizüddin İshak Bey, kendi yokluğunda beyliği yöneten oğlu Hızır Bey’den idareyi devraldı. 733’te (1332-33) Anadolu’yu ziyaret eden İbn Battûta, Burdur ve Isparta’ya uğradıktan sonra gittiği Eğridir’de Hızır Bey Camii’nin karşısındaki Dündar Bey Medresesi’nde kaldığını belirtmiş ve Anadolu’nun ileri gelen hükümdarlarından biri olan Eğridir Sultanı Ebû İshak Bey’in ramazan ayı boyunca kendisini misafir ettiğini kaydetmiştir (Seyahatnâme, I, 315). İbn Battûta İshak Bey’in iyi huylu ve dindar bir kimse olduğunu belirtir ve onun her gün ikindi namazında Hızır Bey Camii’ne gidip namazı kıldıktan sonra hâfızların okuduğu Feth, Mülk ve Amme sûrelerini dinlediğini yazar. Eğridir’den sonra İshak Bey’in kardeşi Çelebi Mehmed Bey’in hüküm sürdüğü Gölhisar’a geçtiğini bildiren İbn Battûta, gölün ortasında yükselen bir tepede kurulmuş olan bu beldenin ele geçirilmesi zor bir kale görüntüsünde olduğunu söyler. İbn Battûta’nın verdiği bilgilerden, İshak Bey’in de babası Dündar Bey gibi sultan unvanını kullandığı ve kendisi ulu bey olarak Eğridir’de bulunurken kardeşi Mehmed Bey’in Gölhisar’da, oğlu Hızır Bey’in ise Uluborlu’da hüküm sürdüğü anlaşılmaktadır. Kaynaklarda, Mübârizüddin İshak Bey’in vasiyeti üzerine 736’da (1335-36) Eğridir’e çok yakın olan Yazla mevkiinde “hankah” adı verilen tek kubbeli, ortası havuzlu büyük bir yapı inşa edildiği bildirilmektedir. Günümüzde hiçbir izi kalmayan ve yerine askerî kışla ve eğitim tesisleri yapılan hankahın kitâbesi İshak Bey’in 1335’ten önce öldüğünü göstermektedir.

Bazı tarihçiler, İshak Bey’in ölümünden sonra beyliğin başına Gölhisar emîri olan kardeşi Çelebi Mehmed Bey’in oğlu Muzafferüddin Mustafa Bey’in geçtiğini ileri sürmüşlerdir. Fakat Mustafa Bey’in Burdur’da 745 (1344-45) yılında yaptırdığı Muzafferiye Medresesi’nin kitâbesindeki, “Emere bi-imâreti hâzihi’l-medîneti’l-Muzafferiyyeti el-emîrü’l-muazzam muzafferü’d-dünyâ ve’d-dîn Mustafa b. Muhammed” ibaresinden onun Burdur şehrinin emîri olarak hüküm sürdüğü anlaşılmaktadır. Esasen İshak Bey’in oğlu Hızır Bey halen sağ olup Uluborlu’da hüküm sürmekte iken amcasının oğlu Mustafa’nın beyliğin başına geçmesi pek mümkün görünmemektedir.

Hızır Bey ikinci defa ulu bey olarak Eğridir’de idareyi ele aldığında amcazadesi Mustafa Bey’in de eski Türk devlet töresine göre Burdur yöresinde hüküm sürdüğü düşünülebilir. Bu dönemde daha çok imar faaliyetlerine önem veren Hızır Bey, Isparta’nın Keçeci mahallesinde kendi adıyla anılan Hızır Bey Camii’nin yanı sıra aynı semtte bir hamam ve bir de medrese yaptırmıştır. Hızır Bey bundan sonra ömrünün geri kalan kısmını ilmî ve dinî faaliyetlerle geçirmiş, beyliğin idaresini, Eğridir’in Yazla mevkiinde bulunan Baba Sultan Türbesi’nin 759 (1358) tarihli kitâbesine göre amcazadesi Mustafa Bey’in oğlu Hüsâmeddin İlyas Bey’e bırakmıştır. Eğridirli Şeyh Mehmed Çelebi’nin Menâkıb-ı Burhâneddin Eğridirî adlı eserinde verdiği bilgiye göre Hızır Bey 765’te (1364) hacca gitmiştir. Öte yandan Antalya’nın 1361’de Kıbrıs kralı tarafından zaptı üzerine İlyas Bey Teke Beyi Mehmed Bey’e yardımda bulundu. Ancak 13 Nisan 1362’de Antalya üzerine yürüyen Mehmed ve İlyas beyler, Jacques de Nores’in savunduğu şehri bütün gayretlerine rağmen geri alamadılar. Bunun ardından Memlük sultanının teşvikiyle Anadolu beylerinden oluşturulan ittifaka katılan İlyas Bey, Şubat 1367’de Karamanoğlu Alâeddin Bey ile birlikte harekete geçti. Konya’da toplanan 40.000 kişilik bir ordu Kıbrıs kralının himayesindeki Gorigos (bugünkü Silifke ile Erdemli arasında bir yerleşim merkezi) üzerine yürüdü. Ordunun bir kısmını Hüsâmeddin İlyas ve Aydınoğlu Îsâ Bey’in idaresinde Gorigos’a gönderen Alâeddin Bey, geri kalan bölümü ile Silifke’yi zaptettikten sonra çarpışmaların en şiddetli anında Gorigos Kalesi önüne geldi. Birleşik Anadolu ordusu karşısında zorlanan kale kumandanı Robert de Lusignan, Kıbrıs Kralı Pierre I. Lusignan’dan yardım istedi. Kral, kardeşi Jean de Lusignan kumandasında Avrupa’nın en ünlü şövalyelerinin de katıldığı altı kadırga ile birlikte önemli bir takviye kuvveti yolladı. 28 Şubat 1367’de Gorigos sahiline gelen bu kuvvetler, başta Hamîdoğlu İlyas Bey’in okçu kuvvetleri olmak üzere Alâeddin Bey kumandasındaki güçlerin büyük gayretine rağmen karaya çıkmayı başardılar. O zamana kadar Kıbrıs ve Haçlı kuvvetlerine ağır zayiat verdiren Alâeddin Bey, Kahire’den gelen Memlük Emîri Yelboğa’nın öldürüldüğü haberini alınca Gorigos kuşatmasına son vererek Toros dağlarına çekildi ve savaşa devam etmenin gereksiz olduğu kanaatine varan diğer Anadolu beyleriyle birlikte geri döndü (Mart 1367).

Bu tarihten sonra Hüsâmeddin İlyas Bey Karamanoğulları ile şiddetli bir mücadeleye girişti. Bilhassa Akşehir ve yöresi bu çarpışmalar sırasında sık sık el değiştirdi. Gorigos seferinden sonra Karamanoğlu Alâeddin Bey, kendi adına hutbe okutup Felekâbâd’da sikke kestiren Hüsâmeddin İlyas Bey’i cezalandırmak üzere büyük bir ordu ile Felekâbâd üzerine yürümüş ve şehri ele geçirerek tahrip etmişti. Hüsâmeddin İlyas Bey ise şehri savunamayacağını anlayınca az sayıda adamı ile birlikte kaçarak Germiyanoğlu Süleyman Şah’a sığınmıştı. İki yıla yakın bir süreden sonra Hüsâmeddin İlyas Bey, Germiyanoğlu Süleyman ve Osmanlı Sultanı I. Murad’dan aldığı yardımla başta Felekâbâd olmak üzere bütün Hamîd ülkesini tekrar ele geçirdi.

Hüsâmeddin İlyas Bey’in ölümünden sonra yerine oğlu Kemâleddin Hüseyin Bey geçti. Hüseyin Bey, I. Murad’a Rumeli’de yaptığı fetihler dolayısıyla gönderdiği bir ahidnâme ile daha önce yazmış olduğu iki mektubunun cevapsız kalmasından duyduğu üzüntüyü dile getirerek iki yıldan beri Osmanlı padişahına bağlı olduğunu ve topraklarına saldırılarını sürdüren Karamanoğulları’na karşı onun himayesini ve yardımını istediğini belirtti. I. Murad, ahidnâmeye Dimetoka’dan Muharrem 778’de (Mayıs-Haziran 1376) gönderdiği cevapta kendisinin sadakatinden şüphe etmediğini bildirmiş ve hil‘at göndererek onu taltif etmiştir. Kemâleddin Hüseyin Bey ile I. Murad arasında cereyan eden bu mektuplaşmalardan, 776’da (1375) Hüseyin Bey’in Karamanlı saldırılarına karşı yardım için Osmanlılar’a başvurduğu ve babası Hüsâmeddin İlyas Bey’in de bu tarihten önce öldüğü anlaşılmaktadır. Hüseyin Bey’in bir müddet sonra da Niş Kalesi’ni fetheden (779/1377) I. Murad’a yine Farsça bir tebriknâme gönderdiği görülmektedir. Ayrıca onun I. Murad’ın oğlu Bayezid’in düğününe elçiler ve hediyeler yolladığı, düğün sonrası I. Murad’ın elçiyle bir görüşmede bulunarak Karamanlılar’ın Hamîd-ili topraklarına yaptığı saldırıların önlenmesi isteniyorsa Karaman sınırındaki bazı kalelerin kendisine satılması gerektiğini söylediği bilinmektedir. Germiyanoğlu Süleyman Bey’in kızının çeyizi olarak verdiği Kütahya, Emet, Simav ve Tavşanlı’yı görmek üzere bölgeye giden I. Murad’ın bu hareketinden endişe eden Hamîdoğlu Hüseyin Bey bir elçi göndererek ahdinden vazgeçmediğini ve I. Murad’ın teklifine uyarak istenilen yerleri satmaya hazır olduğunu bildirdi. Böylece 783’te (1381-82) şer‘î hükümlere göre düzenlenen satış işlemlerinden sonra Hüseyin Bey idaresindeki Akşehir, Beyşehir, Seydişehir, Yalvaç ve Karaağaç beldeleri 80.000 altın karşılığında Osmanlılar’a satıldı. Ancak bu beldeler Karamanlılar ile Osmanlılar arasında uzun süren sürtüşmelere yol açtı. Nitekim I. Murad 788’de (1386) Karamanlılar üzerine bu yüzden bir sefer yapmak zorunda kalmış ve bu seferden dönüşünde Hamîdoğulları’nın hükümet merkezi olan Eğridir’i ele geçirmişti. Osmanlı himayesini kabul eden Hüseyin Bey’in ise Isparta merkez olmak üzere Uluborlu, Keçiborlu, Burdur ve Gölhisar yöresinde hüküm sürmesine müsaade edilmiştir.

Osmanlılar’ın Balkanlar’daki geleceğini tayin eden 1389’daki Kosova Savaşı’na diğer Anadolu beyleri gibi Hamîdoğulları da katıldı. Hüseyin Bey, oğlu Mustafa Çelebi idaresinde 2000 kişilik bir okçu birliği gönderdi ve bunlar savaşta önemli rol oynadılar. Daha sonra Osmanlı tahtına çıkan Yıldırım Bayezid Anadolu birliğini sağlamak üzere giriştiği harekât neticesinde Aydın, Saruhan, Menteşe ve Germiyan beyliklerini ele geçirdi; ardından da Karamanoğlu Alâeddin Bey’in Hamîd-ili topraklarına saldırması ve Hamîd halkının da şikâyetleri üzerine yeniden sefere çıkarak 1390-1391’de onun üzerine yürüdü. Osmanlı kaynaklarında bu sefer sırasında Hamîdoğulları’na ait toprakların tamamının ele geçirildiği ve idaresinin de I. Bayezid’in oğlu Îsâ Çelebi’ye verildiği kayıtlıdır. Hamîdoğlu Hüseyin Bey’in âkıbeti hakkında kaynakların bir kısmında bilgi verilmemiş, bazılarında ise onun bu sefer sırasında 1391 yılında öldüğü ve oğlu Mustafa Çelebi’nin Yıldırım Bayezid’in hizmetine girdiği kaydedilmiştir.

Osmanlı hâkimiyetine geçtikten sonra Hamîdoğulları’nın toprakları Hamîd-ili (Hamîd sancağı) adıyla anılan idarî bir bölge haline getirilip Anadolu beylerbeyiliğine bağlandı. XV. yüzyılın ikinci yarısında bu idarî bölge İrle, Burdur, Uluborlu, Gönen, Isparta, Eğridir, Barla, Yalvaç kazalarından oluşuyor; ayrıca Karaağaç, Gölhisar, Keçiborlu, Avşar, Anamas, Yıva (Bavlu) Kartas, Agros, Ağlasun, Arvalu-Kübyan ve Yalvaç Karaağacı adlı nahiyeler bulunuyordu. Bu durum muhtemelen Hamîdoğulları döneminin sonlarındaki sınırları göstermektedir.

Teşkilât, İktisadî Hayat ve Kültürel Yapı. Hamîdoğulları beylerinin devlet anlayışı, Anadolu Selçukluları’ndan miras kalan eski Türk devlet töresine dayanmaktadır. Devlet ailenin ortak mülkü olarak kabul edilmiş, Hamîd Bey hem beyliğin kurucusu hem de ailenin en yaşlı üyesi olarak ulu bey sıfatı ile hükümet merkezi Uluborlu’da hüküm sürmüştür. Koyungözü Baba vakfiyesinde Hamîd Bey’in Selçuklu sultanlarına mahsus olan “es-sultânü’l-a‘zam” unvanını kullandığı görülmektedir. Feleküddin Dündar Bey’in ise dedesi Hamîd Bey’in sağlığında Burdur’da hüküm sürdüğü ve bu şehirde 700 (1300-1301) yılında yaptırdığı ulucaminin kitâbesine göre yine Selçuklu başkumandanlarına mahsus “melikü’l-ümerâ” unvanını aldığı tesbit edilmiştir. Dündar Bey ayrıca diğer Anadolu beyliklerinde görülen “el-emîrü’l-kebîr” ve Selçuklu ordu kumandanları ile bölge veya vilâyetlerde asayişi sağlayan kumandanlara mahsus olan “ispehsâlâr” unvanlarını da kullanmıştır. Hamîd beyleri, Anadolu Selçukluları’nın son sultanları III. Alâeddin Keykubad ile II. Gıyâseddin Mesud adına sikke kestirip hutbe okutmuşlardır. Fakat Selçuklu Devleti yıkılınca Anadolu’ya hâkim olan Moğol hükümdarları adına sikke kestirmek zorunda kalmışlardır. Antalya’yı fethettikten sonra sultan unvanını alarak bağımsızlığını ilân eden Feleküddin Dündar Bey’in ise 721’de (1321) Felekâbâd’da kestirdiği gümüş sikkelere İlhanlı Hükümdarı Ebû Said Bahadır Han’ın adını koydurmadığı görülmektedir. Hüsâmeddin İlyas Bey’in de 1350’li yıllarda “Hüsâmî” ibaresi bulunan sikkeler kestirdiği tesbit edilmiştir. Burdur’daki ulucaminin cümle kapısının sol kanadında ve caminin batı yönündeki giriş kapısının sağ kanadında Dündar Bey’e ait tuğralar yer almaktadır. Hamîdoğulları beylerinin hemen hepsi hükümdarlık alâmetlerinden olan unvanların yanı sıra lakaplar da almışlardır. Bu beyliğe ait kitâbe ve vesikalarda Dündar Bey Feleküddin, onun oğlu İshak Bey Mübârizüddin ve Necmeddin, yine Dündar Bey’in oğlu ve Gölhisar emîri olan Mehmed Bey’in Burdur’da hüküm sürmüş olan oğlu Mustafa Bey’in Muzafferüddin, Eğridir’de hüküm süren Mustafa Bey’in oğlu İlyas Bey’in Hüsâmeddin, İshak Bey’in oğlu Hızır Bey’in de Bedreddin lakaplarını kullandıkları görülmektedir. Bazı şehir ve kalelerini Osmanlılar’a satan son Hamîd beyi Hüseyin Bey Kemâleddin lakabıyla anılıyordu. İbn Battûta, Hamîd beylerinin kendilerine mahsus saray geleneklerinin olduğuna da işaret etmiştir. Kendisine bir kat elbise ve güzel bir at hediye edildiğini kaydeden İbn Battûta’nın ifadeleri İshak Bey’in sarayında câmedar ve emîrâhurun bulunduğunu düşündürmektedir. Hüseyin Bey döneminde, Niş Kalesi’nin fethi sebebiyle I. Murad’a tebriknâme ile birlikte iki at götüren Aydoğdu Ağa’nın da Hamîdoğlu sarayındaki görevli emîrlerden olduğu kesindir. Şikârî eserinde, Karamanoğlu Alâeddin Bey’in bir gün kapıcı kılığına girerek adamları ile birlikte Felekâbâd’a gittiğini ve İlyas Bey’in sarayının yakınına kadar sokulduğunu kaydeder. Onları gören saray kapıcılarının (derbânân) durumu İlyas Bey’e haber verdiğini bildiren Şikârî, Hamîdoğlu beylerinin de diğer Anadolu beyleri gibi idarî bir saraya ve saray kadrosuna sahip olduklarını nakleder.

I. Murad’ın Hamîdoğlu Hüseyin Bey’den satın aldığı Seydişehir, Beyşehir, Akşehir, Yalvaç ve Karaağaç gibi yerlere kendi askerlerini yerleştirirken Hamîdoğulları beylerinin daha önce vermiş olduğu berat veya nişanları kendi tuğrası veya nişanı ile yenilediği bilinmektedir. Bu durum Hamîd beylerinin kendilerine ait berat, menşur, hüküm ve fermanları olduğunu, bunların baş taraflarına kendi tuğralarını çekmekle görevli bir nişancılarının bulunduğunu göstermektedir. Hamîd Bey’in 702’de (1302-1303) Koyungözü Baba Zâviyesi’ne vakfedilen arazinin satışıyla ilgili olarak hükümet merkezi Uluborlu’da düzenlenen vakfiyenin sahih ve şer‘î olduğu, Uluborlu kadısı Seyyid Muhammed Umur ve yardımcıları Seyyid Osman, Seyyid Mustafa ile Seyyid Ebûbekir efendilerin mühürleriyle tasdik edilmiştir. Ayrıca İbn Battûta, Anadolu seyahati sırasında uğradığı Isparta’da şehrin kadısının evinde misafir olduğunu belirtmektedir.

Feleküddin Dündar Bey devrinde, 15.000 atlı ve bir o kadar da piyade asker gücüne sahip olan beylik en parlak dönemini yaşamıştır. Dündar Bey, barış zamanında ordusuna çeşitli savaş taktikleri uygulatıp askerî manevralar ve resmigeçitler düzenleyerek kuvvetlerinin daima savaşa hazır halde olmasını sağlardı. Hüseyin Bey’in Kosova Savaşı için Osmanlı ordusuna takviye olarak gönderdiği 2000 kişilik okçu kuvvetinin savaşta gösterdiği büyük yararlılık da beyliğin askerî gücünü gösterir. Hamîdoğulları beyleri araziyi Selçuklular ve Osmanlılar’da olduğu gibi timar, mülk ve vakıf olarak ümerâya, askerlere ve zâviyelere tahsis etmişlerdir. Fâtih Sultan Mehmed dönemine ait Hamîd sancağıyla ilgili tahrir defterlerinde, timara çevrilmiş olan çok sayıda çiftliğin Hamîd beyleri döneminde mülk, vakıf veya mâlikâne şeklinde tasarruf edildiği görülmektedir.

Bilhassa Dündar Bey zamanında Hamîd Beyliği en geniş sınırlarına ulaşmış olup Antalya kolu (Tekeoğulları) hariç dokuz şehir ve on beş kalenin bulunduğu idarî bir yapıya sahipti. Anadolu’nun diğer şehir ve kasabalarında olduğu gibi Hamîd Beyliği’ne ait şehir ve kasabalarda da her mahalleye adını veren ahî zâviyelerinden başka köylere kadar yayılmış olan derviş ve şeyhlerin birtakım zâviyeler ve tekkeler kurdukları görülmektedir. İbn Battûta ırmaklarla çevrili, bağ ve bahçeleri bol olan Burdur’u ziyaret ettiğinde ahîlerin kendisine bir bağ evinde ziyafet verdiklerini belirtir; daha sonra gittiği zengin çarşıları, ırmakları, bağ ve bostanları bulunan Isparta ve Eğridir’de de ahîlerin bulunduğunu nakleder. Eğridir’in çok kalabalık, bakımlı çarşıları olan, bağ, bahçe ve bostanlarla çevrili bulunduğunu anlatan İbn Battûta, şehrin yanı başında tatlı suyu olan bir gölde gemilerle, daha sonra da karadan gidilerek iki günde Akşehir, Beyşehir ve diğer köy ve kasabalara ulaşmanın mümkün olduğunu kaydeder. İbn Battûta Gölhisar’da da bir ahî zâviyesinde misafir edildiğini söyler.

Tahrir defterlerinde Hamîd Beyliği’nin önemli yerleşim merkezlerinden Burdur, Uluborlu, Gönen ve Barla’da sabunhânelerin, yine Uluborlu, Keçiborlu ve Burdur’da tahinhânelerin (yağ değirmeni), Eğridir, Yalvaç, Gönen ve Isparta’da gelişmiş boyahanelerin bulunduğu kaydedilmektedir. Ayrıca Isparta, Burdur, Eğridir, Uluborlu, Gönen ve Ağlasun’da “boğası” adı verilen ince pamuklu dokuma imalâtı yapılmaktaydı. Hamîd Beyliği topraklarında buğday ve yulaf tarımı yapıldığı, koyun ve keçi beslendiği, yine bu yörede dokunan Türkmen halılarının çok meşhur olduğu belirtilmektedir. Isparta ve çevresindeki arazide bulunan ağaçlardan elde edilen Adragan (kitre) zamkı Antalya yolu ile Mısır ve Avrupa piyasalarına ihraç edilmekteydi. Bu zamk gök mavisi boyanın yapımında, yaldızlama işlerinde, ayrıca ilâç ve serinletici bir sıvı olarak da kullanılmaktaydı.

Hamîd sancağıyla ilgili tapu tahrir defterlerinde, beyliğin sınırları içerisinde kalan veya Hamîd beyleri tarafından kurulmuş olan yerleşim merkezlerinin hemen hepsinde birer cami veya mescidin varlığına işaret edilmektedir. Hamîd Bey’in Uluborlu’da yaptırdığı mescidin günümüzde sadece minaresi ayakta kalabilmiştir. Bu mescidin az ötesinde Dündar Bey tarafından inşa edilen Muhyiddin Çeşmesi de harabe halinde olup sadece kitâbesi kalmıştır. Feleküddin Dündar Bey’in 1300 yılında Burdur’da yaptırdığı ulucami ile Bedreddin Hızır Bey’in Isparta’nın Keçeci (Hızır Bey) mahallesinde yaptırdığı Hızır Bey Camii halen ibadete açıktır. Aynı mahallede Hızır Bey tarafından inşa edilen hamam ise tamamen yıkılmış, medresenin de harabesi kalmıştır. Hızır Bey’in 1327-1328’de Eğridir’de yaptırdığı, Dündar Bey Medresesi’ne bir kemerli duvarla bağlantısı olan, vakıf kayıtlarında Büyük Cami ve Câmi-i Eğridir adlarıyla geçen Hızır Bey Camii de günümüze ulaşmıştır.

Başta beyliğin kurucusu Hamîd Bey olmak üzere bütün Hamîd beyleri âlimleri ve tarikat erbabını korumuş, onlara vakıflar bağlamıştır. Hamîd Bey, Hoyran gölü kenarındaki Genceli köyünde geniş bir araziyi Koyungözü Baba’ya vererek zâviyesini kurmasını sağlamıştır. Hamîd Bey’in oğlu İlyas Bey de babası gibi davranmış, Keçiborlu’da geniş bir araziyi ve birçok emlâki Şeyh Şiken’e vakfederek onun faaliyetine ortam hazırlamıştır. Selçuklu mimarisinin ince zevkini yansıtan ve Taşmedrese olarak da anılan Dündar Bey Medresesi, üst katında on bir odası bulunan iki katlı bir ilim merkezi olmuştur. İbn Battûta, bu medresede gördüğü müderris ve fakih Muslihuddin Mustafa b. Muhammed’in Mısır ve Şam’da tahsil gören, hoşsohbet, âlim ve ârif, Arapça’yı çok düzgün konuşan bir zat olduğunu kaydeder. Muslihuddin, Hamîdoğlu Bedreddin Hızır Bey adına Mülk sûresi, Yâsin sûresi ve İhlâs sûresi tefsirlerini Türkçe olarak kaleme almıştır (Coşan, sy. 13 [1981], s. 101-112).

Burdur’da hüküm sürmüş olan Muzafferüddin Mustafa Bey, günümüzde Burdur Müzesi’nin bulunduğu yerde kendi adıyla anılan Muzafferiye Medresesi’ni inşa ettirmişse de (745/1344-45) bu medreseden zamanımıza sadece kitâbesi ulaşmıştır. Feleküddin Dündar Bey’in, idaresini kardeşi Yûnus Bey’e verdiği Antalya’nın Korkuteli kazasında da Yûnus Bey’in büyük oğlu Sinâneddin Hızır Bey 1319’da Sinâneddin Medresesi’ni yaptırmıştır. Ancak günümüzde Alâeddin mahallesi olarak bilinen bu yerdeki medresenin dört duvarı ile bazı sütun ve kemerleri ayakta kalabilmiş, diğer kısımları harabeye dönmüştür.

Necmeddîn-i Dâye’nin Farsça Mirṣâdü’l-ʿibâd adlı eseri 752 (1351) yılında, Yûnus Bey’in oğullarından olup Korkuteli’de hüküm süren Gıyâseddin Abdürrahim Bey adına istinsah edilmiştir.

BİBLİYOGRAFYA

BA, TD, nr. 30, s. 33, 209-212, 295-302, 547-549, 589-598.
İbn Bîbî, el-Evâmirü’l-ʿAlâʾiyye, s. 436-440, 446-450.
Aksarâyî, Müsâmeretü’l-aḫbâr, s. 168-170, 206-208, 236-239, 311-312.
Géographie d’Aboulféda, II/2, s. 133.
Böcüzâde Süleyman Sâmi, Isparta Târihi, Isparta Halil Hamit Paşa Ktp., nr. 5782, I, 19, 54, 130, 213-214, 312, 316-317, 326.
İbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlik (Taeschner), s. 19-20, 31-39.
Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, II, 323.
İbn Battûta, Seyahatnâme, I, 314-317.
Kalkaşendî, Ṣubḥu’l-aʿşâ, V, 341, 345-346, 354; VIII, 16, 18-19.
Târîh-i Âl-i Selçuk (nşr. ve trc. Feridun Nafiz Uzluk), Ankara 1952, Metin, s. 83-88, 94, trc., s. 60-63, 67-68.
Âşıkpaşazâde, Târih, s. 56-57, 59-60, 71-72.
Oruç b. Âdil, Tevârîh-i Âl-i Osmân, s. 23.
Neşrî, Cihannümâ (Unat), I, 202, 204, 209-211, 240-241, 294-299, 314-315.
Hadîdî, Tevârîh-i Âl-i Osmân (haz. Necdet Öztürk), İstanbul 1991, s. 91-93, 97-98, 104, 119-121.
Feridun Bey, Münşeât, I, 99-104, 113.
Hoca Sâdeddin, Tâcü’t-tevârîh, I, 95, 97, 102-103, 128-129.
Müneccimbaşı, Câmiʿu’d-düvel, Nuruosmaniye Ktp., nr. 3170, I, vr. 361b, 362a; nr. 3171, II, vr. 132a, 278a-279a, 280a.
Enverî, Düstûrnâme, s. 26, 31, 33.
Şikârî, Karamanoğulları Tarihi, s. 106-107, 110, 126, 129-130, 144-147, 157.
Düvel-i İslâmiyye, s. 287-290.
İsmail Hakkı [Uzunçarşılı], Kitâbeler, İstanbul 1347/1929, II, 59, 166, 171, 183, 221-223, 229-233, 241-245, 247-252.
a.mlf., Kütahya Şehri, İstanbul 1932, s. 37, 47, 53, 54.
a.mlf., Anadolu Beylikleri, s. 62-64, 65, 68, 249, 253.
a.mlf., Osmanlı Tarihi, I, 48-51, 54, 114, 250, 255, 265, 275.
a.mlf., Medhal, s. 35, 37, 83-84, 99, 104-105, 114-115, 144, 149, 167.
a.mlf., “Emîr Çoban Soldoz ve Demirtaş”, TTK Belleten, XXXI/124 (1967), s. 603, 628, 637.
a.mlf., “Hamîd-Oğulları”, İA, V/1, s. 190-191.
S. Fikri Ertem, Antalya Tarihi, İstanbul 1940, s. 82-84, 92-96.
Konyalı, Akşehir, s. 63-66, 93, 367-368.
M. C. Şehâbeddin Tekindağ, Karaman Beyliği: 13-15.nci Asırda Cenubi Anadolu Tarihi’ne Ait Tetkik (doktora tezi, 1947), İÜ Ed.Fak., s. 55-60, 68-69.
a.mlf., “Karamanlılar’ın Gorigos Seferi”, TD, VI/19 (1954), s. 167-174.
G. Hill, A History of Cyprus, Cambridge 1948, II, 321-322, 339-343, 348-349.
Spuler, İran Moğolları, s. 110, 128, 387, 568-569.
X. de Planhol, De la plaine pamphylienne aux lacs pisidiens, Paris 1958, s. 88-92, 100, 174.
a.mlf., “Ḥamīd, or Ḥamīd Oghullari”, EI2 (İng.), III, 132-133.
Atsız, Osmanlı Tarihine Ait Takvimler, İstanbul 1961, s. 24-25, 100-101.
B. Flemming, Landschaftsgeschichte von Pamphylien, Pisidien und Lykien im Spätmittelalter, Wiesbaden 1964, s. 61, 69, 73-78, 81-83, 85-88, 98, 104.
a.mlf., “Türkler (Anadolu Beylikleri)”, İA, XII/2, s. 284.
Aziz Suryal Atiya, The Crusade in the Later Middle Ages, New York 1965, s. 326-327.
Sait Demirdal, Bütünüyle Uluborlu, İstanbul 1968, s. 46, 53-54, 91.
Süleyman Sükûtî Yiğitbaşı, Eğridir-Felekâbâd Tarihi, İstanbul 1972, s. 34-35, 49-52, 64-66, 72-75, 134.
Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi, İstanbul 1984, s. 379-381, 639.
a.mlf., “Orta Çağlarda Türkiye Kıbrıs Münasebetleri”, TTK Belleten, XXVIII/110 (1964), s. 222-224.
Zeki Arıkan, XV-XVI. Yüzyıllarda Hamid Sancağı, İzmir 1988, s. 51, 53, 60, 62, 115, 122, 133, 138.
a.mlf., “Hamid Sancağı’ndaki Timar Düzenine İlişkin Araştırmalar”, TED, sy. 12 (1981), s. 109-110, 123-124.
Erdoğan Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, Ankara 1991, s. 170, 173, 298.
Sait Kofoğlu, XIII-XV. Yüzyıllarda Güney-Batı Anadolu Tarihi: Hamid Oğulları Beyliği (doktora tezi, 1993), MÜ Fen-Ed.Fak.
Muhammed Ârif, “Anadolu Târihinden: Hamîd Oğulları”, TOEM, III/15 (1328), s. 940-947.
Halil Ethem [Eldem], “Anadolu’da İslâmî Kitâbeler”, a.e., V/27 (1330), s. 145, 153.
Ali, “Teke Emareti”, TTEM, XIV/2 (79), Mart 1340, s. 79.
Tahir Erdem, “Eğirdir’de Dündar Bey Medresesi”, Ün, sy. 7, Isparta 1934, s. 108.
Neşet Köseoğlu, “Uluborlu Kitabeleri”, a.e., sy. 13 (1935), s. 176-177.
a.mlf., “Eğridir Kitabeleri ve Mezar Taşları”, a.e., sy. 34 (1937), s. 476-477.
Fehmi Aksu, “Isparta’nın Ekonomik Hayatı ile İlgili Tarihî Vesikalar”, a.e., sy. 39 (1937), s. 552-556; sy. 40 (1937), s. 566-570.
a.mlf., “Şeyh Şikem Vakfiyesi”, a.e., sy. 114-115 (1943), s. 1585-1586.
M. Mesud Koman, “Hamid Bey’in Adı Geçen Mühim Bir Vakfiye”, a.e., sy. 97-98 (1942), s. 1340-1341.
Hikmet Turhan Dağlıoğlu, “Eğirdir’de Mimarî Eserler ve Türbeler”, a.e., sy. 99-102 (1942), s. 1383-1385.
Faruk Sümer, “Anadolu’da Moğollar”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, I, Ankara 1970, s. 62-63, 81, 88, 92.
M. Esat Coşan, “XV. Asır Türk Yazarlarından Muslihu’d-din, Hamid-Oğulları ve Hızır Bey”, VD, sy. 13 (1981), s. 101-111.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1997 yılında İstanbul’da basılan 15. cildinde, 471-476 numaralı sayfalarda yer almıştır.