HASR

Bir ifade içinde bir lafzın veya lafızlar kümesinin diğerlerine özel şekilde tahsis edilmesi anlamında meânî terimi.

Müellif:

Sözlükte “kuşatmak, kısaltmak, daraltmak, sıkıştırmak, hapsetmek, menetmek” gibi anlamlara gelen hasr kelimesi belâgat yönünden bir îcâz ve tekit türü sayılır. Edebiyat terimi olarak hasr, bir ifade içinde bir lafız veya lafızlar kümesinin diğer bir lafız veya lafızlar kümesine özel bir yolla tahsis edilmesini ve sadece onu belirtmesini ifade eder. Belâgat kitaplarında buna hasr veya kasr denilmekle birlikte bu kelimelerin yerine ihtisas ve tahsis tabirlerinin kullanıldığı da görülür (, II, 49). Bazı âlimler hasrda nefiy ve ispat, ihtisasta ise yalnız genelin içerdiği bir özele yöneliş bulunduğunu ileri sürerler (Tehânevî, II, 1186; Süyûtî, İʿcâzü’l-Ḳurʾân, I, 191).

Bir hasr ifadesinde maksûr (tahsis edilen), maksûrun aleyh (kendisine bir şey tahsis edilen) ve kasr edatı (tarîku’l-kasr ki bu vaz‘î kasırda bulunur) olmak üzere üç unsur vardır. Maksûr ve maksûrun aleyhe “hasrın tarafları” denir. Arapça ifadelerde hasrın tarafları mübtedâ-haber, fiil-fâil, fâil-mef‘ul, mef‘ul-mef‘ul, hal-hal sahibi vb. olabilir. Sadece mef‘ûl-i maahta ve tekit bildiren mef‘ûl-i mutlakta hasr olmaz. Bu sebeple ”إِنْ نَظُنُّ إِلَّا ظَنًّا“ âyetindeki hasr, nevi bildiren mef‘ûl-i mutlaka hamledilerek ”ظنا ضعيفا“ şeklinde yorumlanmıştır.

Hasr ifadesinde ya sıfat (vasıf, hal, hüküm, haber, fiil) mevsufa veya mevsuf sıfata hasredilir. Mevsufun sıfata hasrı nâdirse de böyle bir hasr mecazen mümkündür. Çünkü varlıkların bütün vasıfları ihata edilemeyeceğinden mevsufu birine hasredip diğerlerini ondan soyutlamak ancak mecaz yoluyla mümkün olabilir.

Arapça’da meşhur olan hasr yolları şunlardır: 1. En kuvvetli hasr yolu “nefiy + istisna edatı” formudur. Bunda istisna edatından önceki unsur maksûr, sonraki unsur maksûrun aleyhtir. Bu yolla kurulan hasr ifadesi hükmü bilmeyen veya hüküm hakkında inkâr, şüphe, tereddüt ve vehim içinde olan ya da mecaz yoluyla bu durumda kabul edilen muhataba karşı kullanılır ve “müferrağ istisna” tarzında getirilir (Teftâzânî, s. 217-218). Şu âyetler buna örnek teşkil eder: ”وَمَا تَوْفِيقِي إِلَّا بِاللَّهِ“; ”وَأَنْ لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ إِلَّا مَا سَعَى“; ”إِنْ أَنْتُمْ إِلَّا فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ“ 2. Cumhura göre “innemâ” (إنما) hasr ifade eder ve maksûrun aleyh cümlenin sonunda bulunur. Bu tür Arapça ibarelerin Türkçe’ye tercümesinde “ancak” ifadesinin cümlenin son unsuruna dahil edilmesi gerekir. Bu sebeple ”إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ“; ”إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ“ âyetlerinin, “Ancak ben bir beşerim”; “Ancak müminler kardeştir” şeklindeki çevirisi yanlıştır. Doğrusu, “Ben ancak bir beşerim”; “Müminler ancak kardeştirler” şeklinde olmalıdır. Hasrın bu türü açık olan, inkâr edilmeyen ve muhatabın mâlumu olan ya da mecazen böyle kabul edilen hususlarda onun dikkatini çekmek için yapılır. Bazan “innemâ” hasr ile birlikte tahkik, tekit, sebep (Miquel, CCXLVIII [1960], s. 484, 493) ve özellikle ta‘riz bildirir (Abdülkāhir el-Cürcânî, s. 354-358). ”إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُولُو الْأَلْبَابِ“ (Ancak akıl sahipleri düşünür) âyetinde, düşünüp ibret almayanların akıl ve fikirden mahrum hayvanlar düzeyinde varlık oldukları vurgulanmıştır (ta‘riz). 3. “Lâ” (لا), “bel” (بل) ve “lâkin” (لكن) atıf harfleri. Bunlarda maksûrun aleyh “lâ”dan önce, “bel” ve “lâkin”den sonra gelir. Bunların hasr ifade edebilmesi için “bel” ve “lâkin”den önce nefiy veya nehyin geçmiş bulunması, atfedilen nesnenin müfred olması (“lâ”da da öyle) ve ayrıca “lâkin”in başında vav bulunması şarttır. 4. Cümledeki öğelerin sıralanmasında sonra gelmesi gerekeni öne geçirmek (takdim); haberi mübtedâya, mâmullerini fiile takdim gibi. Burada da maksûrun aleyh öne geçirilen unsur olur. Bu tür hasr ancak dil zevkine sahip olanlarca bilineceği için buna “zevkî kasr”, hasr ifadesi için konulmuş edatlarla kurulan diğerlerine de “vaz‘î kasr” denilir (Hatîb el-Kazvînî, I, 122). Takdim yoluyla hasr önemseme, itina, ihtimam, tekit, takrir, teşvik, hatırdan çıkarmama, hoşlanma, nefret ve teberrük amacıyla; bazan da nazım, seci, kafiye ve fâsıla zarureti için yapılır (İbnü’l-Esîr, II, 211). Meselâ, ”إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ“ (Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım isteriz) âyetinde takdim hasr ifade ederken, ”وَبِالْآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ“ (Âhirete de yalnız onlar kesinlikle inanırlar) âyetinde böyle bir mâna (hasr) yanlış olur. Çünkü burada mef‘ul fâsıla için fiilinden önce getirilmiştir.

Bunların dışında bazı âlimlerce kabul edilen diğer hasr ifadeleri de şöylece sıralanabilir: 1. Fasıl zamiri. Haberi sıfattan ayırmak amacıyla getirildiği gibi onu mübtedâya hasretmek veya cümlede başka bir hasr ifadesi varsa onu pekiştirmek için de getirilebilir (Mustafa el-Merâgī, s. 139). ”وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ“ (Onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir) âyetinde tekitle beraber hasr ifadesi görülmektedir. 2. Haberin cins ifade eden harf-i ta‘rifli olarak getirilmesi mutlak olarak ya da bir zarf veya hal ile kayıtlı olarak hasr bildirir (Hatîb el-Kazvînî, I, 98-99). ”الحق الباقي“ (Bâki olan ancak Hak’tır) ifadesindeki hasr buna örnek teşkil eder. 3. Bazılarına göre “ennemâ” da “innemâ” gibi hasr bildirir. 4. Abdülkāhir el-Cürcânî ve Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî’ye göre fiil cümlesini, öznenin fiile takdimi suretiyle isim cümlesi şeklinde ifade etmek de hasr bildirir. Takdim edilen zamir veya zâhir isim olabilir (Zerkeşî, II, 412; , II, 50-51). 5. et-Telḫîṣ’in bazı şârihlerine göre, mânevî tekit ile “inne… + le…” formunda olduğu gibi peş peşe gelen iki tekit hasr bildirir. Bu sebeple ”إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ“ (Kur’an’ı biz indirdik biz) ifadesi, “Kur’an’ı ancak biz indirdik” anlamıyla eşdeğer kabul edilebilir. ”إِنَّ الْإِنْسَانَ لَفِي خُسْرٍ“ (Muhakkak ki insan mutlak bir zarar içindedir) âyetinde de durum böyledir. 6. Tîbî’ye göre ”أ (هل) … + أم (أو) …؟“ formundaki tayin sorusunun cevabı da hasr bildirir. 7. ”وحده، فقط، فحسب، لا غير، ليس غير“ lafızları ile veya “kasr, hasr, inhisar, ihtisas, tahsis…” fiillerini ve türevlerini kullanmak suretiyle de sarih hasr mümkün olur (Seyyid Ahmed el-Hâşimî, s. 180).

Bir şeyin diğerine tahsisinin gerçeğe uymasına veya bir şeye izâfet ve nisbetle olmasına göre hasr hakiki ve gayri hakiki (izâfî) olarak ikiye ayrılır. “Lâ ilâhe illallah” cümlesinde ulûhiyyetin Allah’a tahsisi hakikate ve vâkıaya uygundur. “eş-Şâiru Hasenün lâ Hâlidün” (Şair Hasan’dır, Hâlit değil) cümlesinde şairliğin Hasan’a tahsisi Hâlid’e nisbetledir. Hakiki hasrın da tahkik veya mübalağa ve iddia bildiren kısımları vardır. İzâfî hasr da muhatabın durumuna göre üçe ayrılır. Muhatap bir vasıf veya hükümde birden çok şeyin ortaklığına inanıyorsa bunlardan birine tahsis için yapılana “ifrâd” (birleme) kasrı, muhatap hükmün aksine inanıyorsa bunu red için olana “kalb” (ters çevirme) kasrı, hükümde mütereddit ise bunu gidermek için yapılana da “ta‘yin” (belirleme) kasrı denir.

Hasr, meânî terimi olarak “kasr” adıyla Türk belâgatına da geçmiş ve bilhassa şiirde edebî sanat gibi bir özelliğin başkalarında bulunmayıp yalnız bir şeyde bulunduğunu ifade etmek için kullanılmıştır. Türkçe’de kasr edatının görevini “ancak, yalnız, meğer, hele, özge, sade, hemen, başka, mâada, gayri, illâ, belki” kelimeleri yapar. “Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge / Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı” (Fuzûlî) beytindeki “özge” kelimesi buna örnektir.

Şiirde vezin gereği bir kelimenin kısaltılması (İstanbul > Stanbul) veya aruz vezniyle yazılmış mısraların sonundaki “feilün” tef‘ilesinin “fa‘lün” şeklinde uygulanmasına da kasr denilmiştir.


BİBLİYOGRAFYA

, “ḥaṣr”, “ḳaṣr” md.leri.

Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât, Bulak 1287, s. 135-136.

, I, 294-295; II, 1183-1186.

Abdülkāhir el-Cürcânî, Delâʾilü’l-iʿcâz (nşr. Mahmûd M. Şâkir), Kahire 1404/1984, s. 179-181, 328-358.

Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî, Miftâḥu’l-ʿulûm (nşr. Naîm Zerzûr), Beyrut 1403/1983, s. 288-300.

İbnü’l-Esîr, el-Mes̱elü’s-sâʾir, Kahire, ts. (Dâru nehdati Mısr), II, 211-213.

Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâḥ, Bağdad, ts. (Mektebetü’l-müsennâ), I, 52-54, 98-99, 112-113, 118-130.

Teftâzânî, el-Muṭavvel ʿale’t-Telḫîṣ, İstanbul 1309, s. 204-223.

Zerkeşî, el-Burhân, Riyad 1400/1980; II, 412-414; IV, 231.

Desûkī, Ḥâşiye ʿalâ Muḫtaṣari’l-meʿânî, İstanbul 1290, I, 580-636.

, II, 49-53.

a.mlf., İʿcâzü’l-Ḳurʾân, [baskı yeri ve tarihi yok] (Dârü’l-fikri’l-Arabî), I, 181-194.

Abdünnâfi İffet, en-Nef‘u’l-muavvel, İstanbul 1289.

Ahmed Cevdet, Mi‘yâr-ı Sedâd, İstanbul 1303, s. 44-45.

Abdurrahman Süreyyâ, Mîzânü’l-belâga, İstanbul 1303, s. 197-206.

Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lügatı, İstanbul 1973, s. 87.

Mustafa Nihat Özön, Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü, İstanbul 1954, s. 154.

Mecdî Vehbe – Kâmil Mühendis, Muʿcemü’l-muṣṭalaḥâti’l-ʿArabiyye fi’l-luġa ve’l-edeb, Beyrut 1979, s. 162.

M. Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri: Belâgat, Ankara 1980, s. 97-101.

Bedevî Tabâne, Muʿcemü’l-belâġati’l-ʿArabiyye, Riyad 1402/1982, II, 702-704.

Seyyid Ahmed el-Hâşimî, Cevâhirü’l-belâġa, İstanbul 1984, s. 179-195.

A. Ahmed Bedevî, Min belâġati’l-Ḳurʾân, Kahire, ts., s. 156-162.

Mustafa el-Merâgī, ʿUlûmü’l-belâġa, Beyrut, ts. (Dârü’l-kalem), s. 135-147.

M. Saîd İsbir – Bilâl Cüneydî, eş-Şâmil, Beyrut 1985, s. 675-678.

Ahmed Matlûb, Muʿcemü’l-muṣṭalaḥâti’l-belâġiyye ve teṭavvürihâ, Bağdad 1406/1986, II, 448-451.

Mîşâl Âsî – Emîl Bedî‘ Ya‘kūb, el-Muʿcemü’l-mufaṣṣal fi’l-luġa ve’l-edeb, Beyrut 1987, I, 579; II, 981-983.

Muhammed Altûncî, el-Muʿcemü’l-mufaṣṣal fi’l-edeb, Beyrut 1413/1993, I, 367-368; II, 706.

André Miquel, “La particule innema dans le Coran”, , CCXLVIII (1960), s. 483-488, 493-494.

“Kasr”, , V, 214.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1997 yılında İstanbul’da basılan 16. cildinde, 392-393 numaralı sayfalarda yer almıştır.