HİRA

Hz. Muhammed’e ilk vahyin geldiği mağaranın bulunduğu dağ.

Müellif:

Mekke’nin kuzeydoğusunda Kâbe’ye yaklaşık 5 km. uzaklıktadır. Cebelinur (Nur dağı) adıyla da bilinir. İnsanlara en doğru yolu gösteren vahiy nurunun bu dağdaki bir mağaraya inmiş olmasından dolayı bu adı aldığı sanılmaktadır. Muhammed Hamîdullah ise geceleyin yollarını kaybedenlere yardım etmek amacıyla üzerinde ateş yakılmış olabileceği ihtimalini ileri sürmekte ve ismi “yollarını kaybedenlere doğru yolu gösteren” anlamında yorumlamaktadır (İslâm Peygamberi, I, 73).

Kaynaklarda Hira dağı genellikle yakınındaki Sebîr dağı ile birlikte zikredilir (İbn Hişâm, I, 53, 251; Ezrakī, II, 204; Tücîbî, s. 357). Deniz dalgasına benzetilen bu iki dağın bitki örtüsü yer yer görülen dikenli çalılardan ibarettir. Hira dağı, çevresindeki diğer dağlardan daha dik ve yüksek olup çıkılması zor çıplak ve kaygan kayalardan meydana gelen sivri tepesiyle uzak mesafelerden dahi kolaylıkla farkedilir. Hz. Peygamber’in hayatında çok önemli bir yeri bulunan ünlü mağara zirvenin 20 m. kadar aşağısındadır. Bu mekân mağara olarak anılmakla birlikte aslında üst üste yığılan kaya blokları arasında kalmış iki tarafı açık, sivri tonozlu tünele benzer şekilde gayri muntazam bir boşluktan ibarettir. Son zamanlarda düşme tehlikesi göz önüne alınarak girişin karşısındaki (Kâbe yönünde) açıklık taşlarla kapatılmış, sadece hava akımı sağlamak için üst kısmında küçük bir aralık bırakılmıştır. İçerideki boşluk, bir kişinin başı tavana değmeyecek şekilde ayakta durabileceği kadar yükseklikte ve yere uzanabileceği kadar genişlik ve uzunluktadır. Tabana yine son zamanlarda beton karo döşenmiştir, burada ziyaretçiler teberrüken iki rek‘at namaz kılmaktadır. Mağaraya tabii kayalardan oluşan yüksek basamaklarla çıkılır ve dar bir düzlükten geçerek girilir.

Mekkeliler arasında, receb ve ramazan gibi senenin belirli aylarında inzivâya çekilen bazı hanîfler bulunuyordu. Hz. Muhammed’in dedesi Abdülmuttalib de bunlardan biriydi ve Allah’ın varlığına, ceza ve mükâfat yeri olarak âhiretin mevcudiyetine inanmış, zaman zaman Hira dağındaki mağaraya çekilip kendini ibadete vermişti (İbn Hişâm, I, 50 vd.). Zeyd b. Amr b. Nüfeyl’in de Hira’da belirli bir yeri vardı (a.g.e., I, 246). Hz. Muhammed de muhtemelen otuz beş yaşlarında iken ramazan aylarında dedesinin inzivâya çekildiği Hira’daki mağaraya kapanmaya başladı. Özellikle nübüvvetin ilk müjdeleri olarak kabul edilen sadık rüyalar gördüğü altı ay içerisinde yalnız kalmak istiyor ve bu mağarada tefekküre dalıyordu (bk. Bİ‘SET). Dağdan her inişinde evinden önce Kâbe’ye gidip tavafta bulunmayı âdet edinmişti (a.g.e., I, 252); zaman zaman hanımı Hz. Hatice’yi de beraberinde Hira’ya götürüyordu (Taberî, II, 300). Azık olarak yanına çok az miktarda süt, kurutulmuş et veya zeytinyağı ile kuru ekmek alır, bunlar tükenince evinden yenisini tedarik edip tekrar mağaraya dönerdi. Nihayet kırk yaşına basıp olgunluk çağına ulaştığı (Belâzürî, I, 115, 129) 610 yılı Ramazan ayının son on günü içerisindeki -sonradan Allah’ın Kadir adını verdiği (el-Kadr 97/1-5)- bir gece (Hz. Âişe’nin rivayetine göre 27. Pazartesi) sabaha karşı, daha önce hiç karşılaşmadığı Cebrâil vasıtasıyla Alak sûresinin “ikra’” (oku) emriyle başlayan ilk beş âyeti indirildi (Buhârî, “Tefsîr”, 96/1, “Bedʾü’l-vaḥy”, 3; Müslim, “Îmân”, 252; İbn Hişâm, I, 250, 252). Cebrâil ilk defa Hira dağında, bütün ufku kaplamış ve bir taht üzerinde oturmuş halde Resûl-i Ekrem’e gelip aslî sûretinde görünmüş ve onu kuvvetle sıkıp okumasını isteyerek ilk vahyi getirmiştir (Buhârî, “Taʿbîrü’r-rüʾyâ”, 1, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 7; Müslim, “Îmân”, 257-258; İbn Hişâm, I, 203, 252; ayrıca bk. , II, 333). Bu olay üzerine aşırı bir heyecan ve korkuya kapılan Hz. Muhammed süratle Hira’dan inerek evine gelmiş ve Hz. Hatice’den üstünü örtmesini istemiştir. Daha sonra Hz. Hatice onu Hıristiyanlığı kabul etmiş olan amcası Varaka b. Nevfel’e götürmüş, böylece Hz. Peygamber kendisine gelenin vahiy meleği Cebrâil olduğunu öğrenerek sükûn bulmuştur (Buhârî, “Bedʾü’l-vaḥy”, 3; İbn Hişâm, I, 203). Rivayete göre ilk vahyin indirilmesinden önce, hatta Hz. Muhammed henüz çocukken Cebrâil tarafından göğsü yarılıp kalbi yıkanarak (veya genişletilerek) vahiy kabul etmeye uygun hale getirilmiş ve bu olay da yine Hira dağı üzerinde vuku bulmuştur (bk. ŞAKK-ı SADR). Sonradan bu olayın meydana geldiği nokta olarak kabul edilen yerde kubbesi uzaktan görülebilen büyükçe bir mescid yapılmıştır. Mescidin içinde bulunan kayaya Hz. Peygamber’in göğsünün yarılması esnasında yaslandığı rivayet edilir (, I/2, s. 1155).

İnşikāku’l-kamer hadisesinde ayın bir parçası Hira’nın bir tarafında, diğeri öbür tarafında görülmüştü (Buhârî, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 36). Rivayete göre Hz. Peygamber, bir gün yanında ashaptan bir grup olduğu halde Hira dağının üstüne çıkmış, o sırada dağ sallanınca, “Ey Hira, sakin ol! Zira üzerinde bir nebî, bir sıddîk ya da bir şehidden başkası bulunmamaktadır” (, V, 346) demiştir; Uhud dağı için de buna benzer bir rivayet nakledilir (a.g.e., III, 112; IV, 274, 275; VI, 17; Müslim, “Zühd”, 73). Hicretten önceki Tâif yolculuğundan dönüşünde Resûl-i Ekrem, Mekke’ye girebilmek için himayesine sığınabileceği bir kimse bulmak amacıyla araştırma yaptırırken Hira mağarasında beklemiş, müşriklerin ileri gelenlerinden olan akrabası Mut‘im b. Adî’nin teklifini kabul ettiğini öğrenince buradan ayrılmıştır (İbn Hişâm, II, 381). Bir defasında yine Hz. Peygamber Hira’da iken Cebrâil gelerek Hz. Hatice’ye hem Cenâb-ı Hakk’ın hem de kendisinin selâmını söylemesini ve cennette ona içinde çalışıp yorulmanın bulunmadığı, inciden oyulmuş sakin bir köşkün verileceğini müjdelemesini istemiştir (Buhârî, “ʿUmre”, 11, “Tevḥîd”, 32; Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 69, 71-78; Ezrakī, II, 204).

Resûl-i Ekrem’in bu dağda geçirdiği inzivâ hayatının ve peygamberlik görevinin burada başlamasının hem şahsı, hem de müslümanlar için önemi büyüktür. Mutasavvıflar, onun Nur dağındaki itikâfını Hz. Mûsâ’nın Tûr dağındaki halvetiyle kıyaslayarak hâtıralarını birlikte yaşatmışlar ve dinî hayat açısından inzivâ ve itikâfın önemini vurgulamak için Hz. Peygamber’in Hira mağarasındaki zâhidâne yaşayışını örnek kabul etmişlerdir (bk. HALVET; HALVETHÂNE).

Vaktiyle dağın tepesinde bulunan bir kubbe daha sonra yıkılmış, mağaranın biraz yukarısında Osmanlılar zamanında yaptırılan su sarnıcının kalıntıları ise günümüze ulaşmıştır. Hira dağının etekleri bugün büyük bir yerleşim merkezi halini almıştır. Mekke’den Tâif’e giden ikinci yol da bu dağın önünden geçer.


BİBLİYOGRAFYA

, III, 112; V, 346; VI, 17.

Buhârî, “Tefsîr”, 96/1, “Bedʾü’l-vaḥy”, 3, “Taʿbîrü’r-rüʾyâ”, 1, “Bedʾü’l-ḫalḳ” 7, “ʿUmre”, 11, ““Tevḥîd”, 32, “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”, 15, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 36.

Müslim, “Îmân”, 252, 257-258, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 69, 71-78.

Tirmizî, “Menâḳıb”, 18.

, I, 50, 51, 53, 203, 236, 246, 249-253, 292; II, 381.

, II, 204.

Fâkihî, Aḫbâru Mekke (nşr. Abdülmelik b. Abdullah), Mekke 1407/1986, IV, 85-96.

, I, 115-118, 129.

, II, 298-306.

, II, 207, 233-234.

Muhibbüddin et-Taberî, el-Ḳırâʾ li-ḳāṣıdi ümmi’l-ḳurâ (nşr. Mustafa es-Sekkā), Kahire 1390/1970, s. 665.

Tücîbî, Müstefâdü’r-riḥle ve’l-iġtirâb (nşr. Abdülhafîz Mansûr), Tunus, ts., s. 357-362.

Âmirî, Behcetü’l-meḥâfil ve buġyetü’l-emâs̱il, Kahire 1330, I, 57-65.

Ayyâşî, Muḳteṭafât min Riḥleti’l-ʿAyyâşî (nşr. Hamed el-Câsir), Riyad 1984, s. 53-54.

Gazzâvî, Mekke el-Mükerreme (nşr. Abdülazîz Sakr el-Gāmidî v.dğr.), Mekke 1405, s. 183.

: Mir’ât-ı Mekke, I/2, s. 1152, 1154-1159.

, I, 56 vd.

, VI, 404, 470, 501, 510; IX, 716.

M. Zekâi Konrapa, Peygamberimiz, İstanbul, ts., s. 72-74.

Hikmet Tanyu, Dinler Tarihi Araştırmaları, Ankara 1973, s. 15, 16, 24.

, III, 5-17.

, I, 72-78, 134, 142; II, 813, 867.

a.mlf., el-Ves̱âʾiḳu’s-siyâsiyye, Beyrut 1405/1985, s. 273-275.

Câbir Hamza Ferec, “Menâbiʿu’n-nûr fî ġārī Ḥirâʾ”, , LII (1980), s. 1098-1111.

, X, 1935.

, II, 59.

T. H. Weir, “Hirâ”, , V/1, s. 536.

a.mlf. – [W. Montgomery Watt], “Ḥirāʾ”, , III, 462.

Emin Işık, “Alak Sûresi”, , II, 333.

Fuat Günel, “Hira Dağı”, İslam’da İnanç, İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İstanbul 1997, II, 280-281.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1998 yılında İstanbul’da basılan 18. cildinde, 121-122 numaralı sayfalarda yer almıştır.