- 1/3Müellif: CENGİZ KALLEKBölüme GitArapça’da “hesap etmek, saymak; yeterli olmak” anlamlarındaki hasb (hisâb) kökünden türeyen ihtisâb (sevabını umarak bir işi yapmak, akıllı ve basiret…
- 2/3Müellif: A. S. BAZMEE ANSARIBölüme GitHint Alt Kıtası. Hint-Pakistan alt kıtasında klasik anlamda hisbe teşkilâtı mevcut değildi ve bunun en önemli sebebi çoğunluğunu gayri müslimlerin olu…
- 3/3Müellif: ZİYA KAZICIBölüme GitOsmanlı Devleti. Osmanlılar’da daha ziyade “ihtisap ağası” veya “ihtisap emini” denilen muhtesip devletin kuruluşuyla birlikte ortaya çıkmıştır. Kadı …
Arapça’da “hesap etmek, saymak; yeterli olmak” anlamlarındaki hasb (hisâb) kökünden türeyen ihtisâb (sevabını umarak bir işi yapmak, akıllı ve basiretli bir şekilde yönetmek; çirkin bir iş yapanı kınamak, hesaba çekmek) masdarından isim olan hisbe kelimesi, terim olarak emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker prensibi uyarınca (Âl-i İmrân 3/104, 110, 114; et-Tevbe 9/71, 112; el-Hac 22/41) gerçekleştirilen genel ahlâkı ve kamu düzenini koruma faaliyetlerini ve özellikle bununla görevli müesseseyi ifade eder. Bu işle görevli memura muhtesip, vâli’l-hisbe, veliyyü’l-hisbe, mütevelli’l-hisbe, nâzırü’l-hisbe denir. E. V. Zambaur, kelimenin etimolojisinden hareketle hisbenin aslında “devlet muhasebesi, muhasebe dairesi” anlamına geldiğini ve “çarşı zâbıtası, ahlâk zâbıtası” mânasını sonradan kazandığını ileri sürmekte (İA, V/1, s. 540), S. M. Ebû Zeyd de bu yanlış görüşü tekrarlamaktaysa da (el-Ḥisbe fî Mıṣri’l-İslâmiyye, s. 42) hisbe kelimesinin hisâbdan farklı bir anlamda olduğu şüphesizdir (Tyan, s. 621-622). Öte yandan Taşköprizâde hisbe ilmini amelî hikmetin (pratik felsefe) dalları arasında saymakta (Mevzûâtü’l-ulûm, I, 441), Kâtib Çelebi ise medeniyetin temel unsurlarından biri kabul ettiği hisbe faaliyetinin en zor işlerden ve buna dair bilginin de en hassas ilimlerden olduğunu söylemektedir (Keşfü’ẓ-ẓunûn, I, 15).
I. FIKHÎ HÜKMÜ
Konusu dinî-örfî ilkeler ışığında ve dengeli bir şekilde fert, toplum, devlet hakları ile kamu ahlâk ve düzeninin korunması olan hisbe faaliyeti müslümanlar için farz-ı kifâye sayılmıştır. Bu hüküm, yukarıda bazıları verilen âyetlerde ve çeşitli hadislerde (meselâ Buhârî, “İstiʾẕân”, 2, “Meẓâlim”, 22; Müslim, “Îmân”, 83, 85, “Libâs”, 114, “Selâm”, 3; İbn Mâce, “Fiten”, 20; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 12; Tirmizî, “Birr”, 15) ifade edilen emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker yükümlülüğüne dayanmaktadır. Hisbe faaliyetleri genel olarak kamu hukuku çerçevesine girmekte, hisbe teşkilâtının idare hukukundaki yeri ise muhtesibin yetki ve sorumluluklarına göre değişmektedir.
Muhtesip. İslâm hukukçuları, dinî mükellefiyetlerden sayılması ve otorite tesisini, bazı durumlarda da güç kullanımını gerektirmesi dolayısıyla hisbe faaliyetini yürütmekle görevli memurun edâ ehliyeti tam (hür ve mükellef) ve müslüman olması şartları üzerinde dururlar. Bazı âlimler bunların arasına müctehidlik şartını da katarken fakihlerin çoğunluğu, sorumluluk alanına giren meselelerde meşrû olanla olmayanı (ma‘rûf, münker) ayırabilecek seviyede dinî-meslekî bilgisi bulunmasını yeterli görmüştür. Muhtesibin müslüman ve âlim olması hisbenin sıhhat şartı, edâ ehliyetinin tam olması vücûb şartıdır. Hz. Peygamber ve Halife Ömer, kadın sahâbîleri hisbe faaliyetleriyle görevlendirdikleri için kadınların da muhtesip tayin edilmesi câiz görülmüştür. Ayrıca ölçü tartı, para ayarı ve fiyat denetlemesi yapacak kadar hesap bilmesi de muhtesipte aranan şartlardandır. Bunlardan başka muhtesipte adalet, güzel ahlâk, güvenilirlik gibi faziletlerin bulunması ihtisabın âdâbından (Gazzâlî, II, 333-335; Şeyzerî, s. 6-9; Ömer b. Muhammed es-Senâmî, s. 331-342), hatta bazılarına göre şartlarındandır (Ebû Abdullah es-Sakatî, s. 5). Bir kısım âlimler, ahlâkî adaleti muhtesipte bulunması gereken vasıflar arasında saymışlarsa da bunun zaman içinde bu sıfatı taşıyan insanların azalması yüzünden şart olmaktan çıkarıldığı görülür.
Öte yandan sadece ferdî dinî sorumluluğun edası amacıyla emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker yükümlülüğünü yerine getirmek için akıl ve ilim sahibi bir müslüman olmak yeterli sayılmış, ancak kötülüklerden alıkoyma esnasında fizikî müdahalede bulunulması çatışmaya meydan verebileceğinden bu husus yetkililerin iznine yahut görevlendirmesine tâbi kılınmıştır. Ma‘rûfla münkeri ayırt edemeyecek kadar cahil olan kişilerin ise hisbe faaliyetine katılması haramdır. Münkeri engellemeye çalışırken daha kötüsüne yol açacak kadar nezaketten yoksun kimseler için de aynı şey geçerlidir.
Muhtesip, emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker yükümlülüğünü yerine getiren herhangi bir müslümandan bazı noktalarda ayrılmaktadır. Hisbe faaliyetleri, muhtesip için hukukî-resmî bir görevin icrası mahiyetinde ve dinen de farz-ı ayın niteliğinde bir sorumluluktur. Muhtesibin asıl görevi olması dolayısıyla hisbe faaliyetlerini geciktirmesi câiz değildir. Şikâyet mercii olduğu için de görev alanına giren hususlarda işlenen münkeri yahut terkedilen ma‘rûfu araştırma zorunluluğu halinde bunun için yardımcı tayin etme yetkisi vardır. Örfle ilgili konularda ictihad yapabilen muhtesip geniş bir ta‘zîr yetkisine sahiptir. Hizmetine karşılık kendisine maaş tahsis edilir. Halbuki herhangi bir müslüman için emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker yükümlülüğünü yerine getirmek farz-ı kifâyedir. Öte yandan ortadan kaldırılması gereken münker haram yahut mekruh, yaptırılması gereken ma‘rûf da farz, vâcip veya müstehap olabildiğinden ferdî ihtisap yükümlülüğü, kural olarak ihtisabın konusunu teşkil eden bu münker ve ma‘rûfun hükmüne tâbi olur. Ancak bir kimsenin ma‘rûfu yahut münkeri bilen ve gereğini yapabilecek konumda bulunan yegâne kişi olması durumunda hisbe onun için de farz-ı ayın hükmündedir. Münkeri değiştirmeye gücü yetmeyenlerin de kötülüğü kalben kınamaları farz-ı ayın kabul edilmiştir.
Muhtesiple mezâlim mahkemesi başkanı (nâzırü’l-mezâlim), kadı, şurta, müftü ve şahit arasında çeşitli benzerlik ve farklılıklar vardır. Muhtesip, kadı gibi kul hakları hususunda yapılan dava başvurusunu kabul etme yetkisine sahipse de cinayetler ve haddi gerektiren suçlar hakkında hüküm veremez. Onun yetkisi ölçü tartı alet ve birimlerindeki hileler, her türlü iktisadî muameledeki aldatmalar, vaktinde ödenmeyen borçlar, komşuluk hakkı ihlâlleri ve işçi-işveren anlaşmazlıkları gibi ticarî ve içtimaî hayatta sıkça karşılaşılan ve bir yönüyle de kamu düzeninin ihlâli sayılan çekişmeleri çözüme kavuşturmada yoğunlaşır. Bundan dolayı muhtesip kendisine intikal eden olayın mahiyetine göre bazan hakem, bazan da günümüzdeki işleviyle savcı veya sorgu hâkimi konumundadır. Muhakeme usulü açısından da kadıdan farklı olup dava açmadan yargılama ve hatta gerekirse yargılamadan hüküm verme yetkisine sahiptir (Atar, s. 173-174). Muhtesip davanın ispatı için taraflardan delil isteyemez ve yemin teklifinde bulunamaz. Sadece davalının suçunu itiraf ettiği hususlara bakabilir ve kabullendiği borçların ödenmesi için icbarda bulunabilir; çünkü borcun geciktirilmesi muhtesibin görev alanına giren bir münker doğurmaktadır. Bununla birlikte meşrû sınırlar dışında kaldığı açık olmayan hususlara yahut inkâr edilen haklara ilişkin davalara bakamaz. Kadıdan farklı olarak muhtesibin münkeri ortadan kaldırmak için bizzat cebrî müdahalede bulunma yetkisi varsa da söz konusu sınırlamalar, toplum düzenini sağlamaya çalışan hisbe teşkilâtının bir istibdat organı haline dönüşmesini engellemektedir. Muhtesip, yetki sınırları içindeki hususlarda gayri meşrû fiillerin işlenip işlenmediğini gizli yöntemlerle irdelemeksizin araştırabileceği ve gerektiğinde müdahale edebileceği halde kadı ancak kendisine getirilen davaları inceleyebilir. Bu farklar esas itibariyle hisbenin idarî, kadılığın ise kazâî bir makam olmasından doğmaktadır. Muhtesip, toplumsal suçlarla ilgili olarak caydırıcı bir rol oynadığı gibi bürokrasiyi ortadan kaldırıcı ve meselelerin çözümünü hızlandırıcı önemli bir işlevi de üstlenir. Ayrıca kendisinin bakmakla yetkili kılınmadığı kamu davalarını kadıya bildirmekle de yükümlüdür.
Kadıların yetkisiz olduğu idarî davalara mezâlim nâzırı, istinkâf ettikleri önemsiz bazı anlaşmazlıklara da muhtesip bakar. Bu sebeple mezâlim-kazâ-hisbe şeklinde yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir idarî sıra mevcuttur. Mezâlim nâzırı kadı gibi bağlayıcı kazâî hüküm verirken muhtesip buna yetkili değildir. Ancak hem mezâlim nâzırı hem de muhtesip münkeri gidermek için zor kullanmaya yetkilidir. Ayrıca her ikisi de suç duyurusu olmaksızın kamu hakkı ihlâllerini araştırıp gereğini yapabilir.
Muhtesip ile şurta (güvenlik) arasında dayanışma ve yardımlaşma münasebeti mevcuttur. Ahmed b. Saîd el-Müceylidî muhtesibin görevinin dinî özellik taşıması, bu konuda yeterli derecede bilgiye ve siyasî yaptırım gücüne sahip bulunması dolayısıyla hisbeyi önem bakımından kazâ ile şurta arasına koymaktadır (et-Teysîr, s. 42). Muhtesiple müftü arasındaki benzerlik, her ikisinin de halkı dinî konularda bilgilendirip uygulamaya teşvik etmeleri açısındandır. Muhtesiple şahit arasındaki benzerlik ise her ikisinin de hakların korunması için şüphe yahut zanna yer vermeyen kesin bilgiye dayanarak gördükleri aşırılığın giderilmesine çalışmasıdır. Şahit davanın hukuka intikaline yardımcı olurken muhtesip yetkisi dahilindeki meseleleri bizzat çözer; kendisini aşanları ise kadıya götürür ve gerektiğinde onun hükmünü infaz eder. Şahitlik başkalarının da bulunması durumunda farz-ı kifâye, aksi takdirde farz-ı ayındır. Münkerin giderilmesini sağlaması bakımından şahit hisbenin fonksiyonlarından birini üstlenmektedir.
Muhtesip göreve hıyanet, hizmette kusur veya acz gösterme, halka zulüm veya baskı yapma durumlarında, yani memuriyetini sürdürmesini imkânsız kılacak taşkınlıklarda bulunması veya zaaflar taşıması halinde -velâyeti hukuken sâkıt olacağından- derhal azledilir.
Hisbenin Konusu ve Muhatabı. Hisbe kişi, toplum ve devlet hakları ihlâllerini oluşturan fiillere yöneliktir. Hisbeye konu teşkil edecek fiil, hakkında ihtilâf bulunmayan bir münker olmalı, kişilerin özel hayatlarını irdelemeyi (tecessüs) gerektirmeyecek kadar alenî yapılmalı ve hâlihazırda gerçekleşmelidir (istikbalde vuku bulacağından şüphe edilenler bu çerçeveye girmez). Hakkındaki ictihadların farklılığı sebebiyle münkerliğinde ittifak edilemeyen hususlarda belli bir bakış açısının dayatılması ve dolayısıyla tasarruf hürriyetine kısıtlama getirilmesi câiz değildir (Gazzâlî, II, 324-327). Hisbe, münkerin önlenmesini yahut ma‘rûfun işlenmesini konu aldığından, görevin ifası için bu fiilleri işleyen kimselerin mükellef (âkıl bâliğ) olması şartı aranmaz.
Yöntem. İşlenen münker, tecessüse kaçmadan ve yalnız şüphe üzerine kişilik haklarını çiğnemeden tesbit edildikten sonra en hafifinden en ağırına doğru şu yöntemlerle giderilir: a) İşlenen fiilin gayri meşrû olduğunun anlatılması; b) Bilerek kötülük işleyene öğüt verilmesi; c) Tekdir ve tehdit; d) Kötülüğe vesile olan durumun ortadan kaldırılması veya bu tür alet, edevat ve eşyanın tahrip edilmesi; e) Ölçülü bir şekilde şu ta‘zîr cezalarından birinin uygulanması: Hapis, teşhir, darb, meslekten men, silâhlı müdahale ve sürgün. Bu son yöntem çatışmayı doğurabileceğinden yalnız görevliler tarafından icra edilebilir (Gazzâlî, II, 315; İbnü’l-Münâsıf, s. 318-325; İbnü’l-Uhuvve, s. 195). Muhtesip ta‘zîrde bulunabilir, fakat ölüm ve had cezalarına hükmetme yetkisi yoktur; ancak ilgili mercilerin verdiği bu tür cezaları uygular.
Muhtesibin münkeri gidermeye çalışırken uyguladığı cezalarda yanılıp haddi aşması durumunda mala yahut cana verdiği zararları tazmin sorumluluğu olup olmadığı hususu tartışmalıdır. Hanefî fakihleriyle bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel, muhtesibin malla ilgili tazmin yükümlülüğü bulunmadığı görüşündedirler. Mâlikî, Şâfiî ve diğer bir rivayete göre Hanbelî fakihleri ise cezanın suça uygunluk ölçüsünü aşması durumunda tazmin sorumluluğu doğurduğunu söylerler. Meselâ sarhoşluk verici içecekleri dökmek münkeri önlemeye yeteceği halde içkinin kabına zarar vermek tazmini gerektirir. Yine münker işleyen kişinin uygulanan ta‘zîr cezası sebebiyle ölmesi veya sakat kalması durumunda tazmin gerekip gerekmediği hususu da ihtilâflıdır (bk. TA‘ZÎR).
Hisbe teşkilâtının görev alanı temelde üç ana başlık altında toplanan birçok hususu kapsamaktadır: Allah hakkı, kul hakkı, her iki yönü de bulunan haklar. Birinci grup ezanın vaktinde okunmasının, cemaatle ibadetlerin zamanında edasının, cuma ve bayram namazlarının ifasının sağlanması; ibadetlerde alenî ihlâllere ve bid‘atlara engel olunması; taşkınlık ölçüsüne varan eğlencelerin, sarhoşluk verici içki kullanımının, sınırı aşan kadın-erkek ilişkilerinin engellenmesi; muâmelâtta genelde haramların, özelde fâsid-bâtıl akidlerin, hile ve aldatmaların, ölçü tartı alet ve birimlerinde sahtekârlığın önlenmesi; ihtiyaçtan kaynaklanmayan dilenciliğin menedilmesi; ehliyetsiz din adamlarının halkı yanıltmasına fırsat verilmemesi türünden dinî-içtimaî faaliyetleri içermektedir. İkinci grup umumî ve ferdî haklar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Bunlar ihmal yahut imkânsızlık yüzünden harap olan yol, su kanalı, kanalizasyon vb. alt yapı tesisleriyle ibadethânelerin ve savunma sistemlerinin tamirinin sağlanması; işçi-işveren anlaşmazlıklarının çözümlenmesi; komşu haklarına tecavüzün, her türlü meslek ahlâkı ihlâlinin, borçluların temerrüdünün önlenmesi gibi kamu işleri; muâmelâtta kanunlara riayetin temini gibi çarşı ve pazarla ilgili hususlardır. Üçüncüsü, toplu taşıma araçlarında yahut kamuya ait alanlardaki kadın-erkek ilişkilerinde dinî-ahlâkî kurallara bağlılığın sağlanması; taşıtlarda aşırı yüklemenin engellenmesi; işçi, yetim, köle ve hayvan haklarının korunması; buluntu hayvan yahut kaybolmuş çocukların yedirilip içirilmesi; yolların temiz tutulması ve aydınlatılması; kamu yararına aykırı inşaatlara izin verilmemesi gibi faaliyetleri kapsamaktadır. Muhtesip, Allah hakkının ihlâli halinde affetme yetkisini kullanabilirken kul haklarının ihlâli durumunda böyle bir yetkiye sahip değildir.
II. TARİHÇE
Merkezî İslâm Toprakları. Hisbe kavram ve kurumunun menşei kesin biçimde tesbit edilememektedir; aynı şey, bu geniş kapsamlı işlevin memurunu ifade eden muhtesip için de söz konusudur. Teşkilâtın kuruluş aşamasında hisbe ve muhtesip yerine kaynaklarda “sâhibü’s-sûk”, “âmilü’s-sûk” (pazar zâbıtası) tabirlerine rastlanmaktadır. Ancak bu memuriyetin ne zaman doğduğu ve yerini muhtesibe ne zaman bıraktığı tartışmalıdır.
Hz. Peygamber’in, vazettiği iktisadî hükümlerin uygulanışını yerinde görmek için bizzat pazar teftişlerine çıktığı ve gayri meşrû davranışlarda bulunanlara gerekli uyarıları yaptığı çeşitli rivayetlerden anlaşılmaktadır (meselâ bk. Müslim, “Îmân”, 164; İbn Mâce, “Ticârât”, 3, 36; Ebû Dâvûd, “Büyûʿ”, 50; Tirmizî, “Büyûʿ”, 4, 72). Abdurrahman Îsâ es-Selîm tarafından kaleme alınan Ḥisbetü’n-nebî adındaki eserde (Küveyt 1413/1993) ayrıntılarıyla açıklandığı üzere Resûlullah’ın emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker faaliyetleri toplum hayatının bütün cephelerini kapsamış, ancak daha sonra ferdî mesuliyetleri çoğalınca uygun vasıflı bazı kişileri esnaf ve sanatkârların işlerini denetlemek için resmen sâhibü’s-sûk (âmilü’s-sûk) sıfatıyla görevlendirmiştir. Bu memurlardan üçü erkek, ikisi kadın olmak üzere şu beş kişinin adı kaynaklarda yer almaktadır: Mekke’de Saîd b. Âs b. Saîd el-Ümevî, Medine’de Abdullah b. Saîd b. Üsayha, Ömer b. Hattâb, Semrâ bint Nüheyk el-Esediyye ve Şifâ bint Abdullah. Bu sonuncusunun Hz. Ömer tarafından görevlendirildiği de söylenmektedir.
Hz. Ömer, Osman ve Ali’nin de bizzat şehir ve pazar denetimlerine çıktıkları, ayrıca bu işler için özel görevliler tayin ettikleri bilinmektedir (Abdülhay el-Kettânî, II, 46-49). Bu denetimler sadece pazarla sınırlı kalmamış ve toplumsal hayatın tamamını kapsamıştır. Bu görevleri yürüten kişilerin taşıdıkları kırbaçlar daha sonraki dönemlerde muhtesibin alâmetlerinden biri olmuştur. Kaynaklarda Hz. Ebû Bekir devrine ait herhangi bir bilgi bulunmamakta, buna karşılık Hz. Ömer’in Sâib b. Yezîd b. Saîd, Abdullah b. Utbe b. Mes‘ûd ve Süleyman b. Ebû Hasme’yi Medine pazarına âmilü’s-sûk olarak tayin ettiği kaydedilmektedir. Hz. Osman dönemindeki âmilü’s-sûk, 2 dirhem yevmiye ile yine Medine pazarında görevlendirilen Hâris b. Hakem’dir; ancak yetkisini kötüye kullandığı için kısa sürede görevinden alınmıştır. Gerek Hz. Peygamber gerekse Hulefâ-yi Râşidîn devrinde pazar zâbıtalarının özel bir makama sahip olup olmadıkları bilinmemektedir. Fakat, “Ali pazara gelir ve makamına otururdu …” şeklindeki rivayetten (Taberî, Tehẕîbü’l-âs̱âr, IV, 46-47), daha o dönemde halifenin hisbe faaliyetlerini yürütmek için pazarda sabit bir yer edindiği anlaşılmaktadır. Sonraki dönemlerde de halifeler bizzat pazar denetimlerinde bulunmuşlardır (Taberî, Târîḫ, VI, 496).
Bazı şarkiyatçılar tarafından sâhibü’s-sûkun işlev bakımından Grekler’in agoranomos, Romalılar’ın curule aedile ve Bizanslılar’ın praefectus dedikleri pazar zâbıtalarının taklidi olduğu ileri sürülmüş, ancak bu iddiayı ispatlayacak kayda değer bir delil gösterilememiştir (meselâ bk. Gaudefroy-Demombynes, Muslim Institutions, s. 154-155; von Grunebaum, Islam, s. 137-138; Foster, XIII/2 [1970], s. 128-144). Müslümanların fetihlerin ardından karşılaştıkları bu kurumu sahiplendikleri yönündeki iddialar da bir temele dayanmamaktadır. Her şeyden önce fetihlerden sonraki erken devirde Bizans etkisinin yoğun olduğu Suriye ve Mısır’da rastlanmayan bu kurum, sözü edilen etkinin hemen hiç hissedilmediği Medine’de faaliyet gösteriyordu. Ayrıca İslâm ülkesinde sâhibü’s-sûkun fetihlerden önce de bulunduğu ve başlangıcından itibaren dinî bir misyon taşıdığı halde Grek şehirlerindeki agoranomosun görev alanı seküler ve idarî idi. Muhtesibin Bizans’taki praefectusun taklidi olduğu tezinin dayanağını, X. yüzyılda Konstantinopolis’te neşredilen bir pazar nizamnâmesi oluşturmaktadır. Bu nizamnâmenin muhtevası incelendiğinde (Seyyid el-Bâz el-Arînî, XIX/1 [1957], s. 146-178) her iki müessesenin mahiyet ve hedeflerindeki temel farklılıklar açıkça görülür. Ayrıca İslâm ülkesinde sâhibü’s-sûkun mevcudiyeti bu tarihten üç asır öncesine dayanmaktadır. Bununla birlikte muhtesipler için el kitabı mahiyetinde yazılmış eserlerde müslümanların iktibas ettikleri bazı Bizans pazar düzenlemelerine atıflarda bulunulduğu da belirtilmelidir (meselâ bk. Şeyzerî, s. 11; İbn Bessâm el-Muhtesib, II, 326). Hisbe müessesesinin diğer medeniyetlerden alındığının ispatlanamamasına karşılık bu kurumun müslümanlarla temas halinde bulunan bazı kültürleri etkilediği, meselâ Kudüs Krallığı ile İspanya krallıklarında sâhibü’s-sûk ve muhtesibin unvan ve işlevleriyle birlikte aynen yaşatıldığı, pazar yerlerinde çavaçoque, zabazoque ve mathesseb denilen memurların görevlendirildiği bilinmektedir (Behrnauer, XVI [1860], s. 127; Chalmeta, XVIII/69-70 [1970], s. 92; Latham, XXX [1976], s. 172; bugünkü İspanyolca’da da almotacén “ölçü-tartı kontrol memuru” demektir).
Emevîler çeşitli şehirlerde sâhibü’s-sûkları görevlendirmeyi sürdürmüşlerdir. Ayrıca İbn Ebû Şeybe’nin tebeu’t-tâbiînden Dâvûd b. Sinân’a dayandırdığı bir rivayette ticarî anlaşmazlıklara da baktığı anlaşılan bir emîrü’s-sûktan bahsedilmektedir (el-Muṣannef, IV, 559). Âsım el-Ahvel’in (ö. 142/759) Kûfe pazarında ölçü tartı aletlerinin denetimiyle görevlendirildiğine dair bilgiden (İbn Sa‘d, VII, 256, 309) o dönemde artık hisbe kavramının ortaya çıktığı, fakat muhtemelen hâlâ pazar denetimiyle sınırlı olduğu anlaşılmaktadır. Emevîler devrinde pazar dışındaki hisbe faaliyetlerinin sâhibü’ş-şurta tarafından yürütüldüğüne dair ipuçları vardır. Meselâ Muâviye’nin hilâfetinde Medine’de sâhibü’ş-şurtalık yapan Mus‘ab b. Abdurrahman’ın şikâyet üzerine bir alım satım işlemini incelediği bilinmektedir (Zübeyrî, s. 289). Ömer b. Abdülazîz döneminde içki içen bazı kişiler sâhibü’ş-şurta tarafından yakalanarak halifeye getirilmiştir (Ali b. Hasan b. Ali el-Karnî, II, 527).
Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Abdullah’ın 157 (773-74) yılında Bağdat’ta hisbe görevlisi olduğundan bahseden bir kayıt (Taberî, Târîḫ, VII, 653; Hatîb, I, 79), Abbâsî halifelerinden Ebû Ca‘fer el-Mansûr devrinde (754-775) hisbe teşkilâtının varlığını göstermektedir. Sâhibü’s-sûk yerine muhtesip unvanının kullanımı ise bazı çağdaş araştırmacılara göre ilk olarak Mehdî (775-785), Hâdî (785-786) veya Me’mûn (813-833) dönemlerine rastlamaktadır; ancak bu değişimin mahiyet dönüşümü içerip içermediği açıklığa kavuşturulamamıştır (Tyan, s. 623; EI2 [İng.], III, 487). Ayrıca daha sonraki dönemlerde muhtesip unvanının genel kabul görmüş yegâne kavram olduğunu söylemek de güçtür. Özellikle Mağrib ve Endülüs başta olmak üzere muhtesibin yanı sıra “sâhibü’l-hisbe, nâzırü’l-hisbe, vâli’l-hisbe, veliyyü’l-hisbe” gibi tabirlerin de kullanıldığı bilinmektedir.
Hisbe kazâ ve mezâlimle (adalet) birlikte Abbâsî adlî teşkilâtını oluştururdu. Abbâsî devlet teşkilâtı seyfiye ve kalemiye şeklinde ikiye ayrılmıştı. Kalem erbabının görevleri de dinî ve divanî olmak üzere iki kısımdı ve muhtesibin görev alanı bunlardan birincinin kapsamına giriyordu. Halife, muhtesip dahil Bağdat’taki din işlerine bakacak kalem erbabını bizzat tayin ederdi; diğer bölgeler için tayinler, vezir veya ilgili divanların başkanları yahut kadı gibi üst düzeydeki idareciler tarafından yapılırdı. Hisbe görevi kadılara kendi vazifelerine ilâveten verildiği gibi muhtesip de hisbeyle birlikte adalet işlerini yürütürdü. Dini ihya iddiasıyla iş başına gelen Abbâsîler’in iktidarlarının ilk yıllarında hisbe faaliyetleri hususunda titiz davrandıkları anlaşılmaktadır. Meselâ Halife Ebû Ca‘fer el-Mansûr, görevini kötüye kullandığını belirlediği Bağdat muhtesibini idam ettirmiştir (Hatîb, I, 79). Abbâsî halifelerinin başlangıçta hisbeye verdikleri önemin bir başka göstergesi de bazı meşhur âlimlerin muhtesip olarak tayin edilmeleridir. Muhtesipler, cuma günü hutbede hatip tarafından bu göreve getirildikleri ilân edildikten sonra işe başlarlardı. Muhtesiplerin elbiseleri Dîvânü’n-nafakāt tarafından sağlanırdı.
Halife Tâi‘-Lillâh’ın Cemâziyelevvel 366 (Ocak 977) tarihinde Büveyhî Sultanı Fahrüddevle’ye iktidarını tasdik için yazdığı ahidnâmede onun sorumlulukları arasına hâkimiyeti altındaki vilâyetlerde hisbe düzenlenmesini de dahil etmiştir (Kalkaşendî, X, 29). Bu husus, Eyyûbî hükümdarlarından el-Melikü’l-Âdil ve el-Melikü’z-Zâhir Gāzî’nin Mısır üzerindeki hükümranlıklarını tasdik amacıyla verilen ahidnâmelerde de tekrarlanmaktadır (İbn Vâsıl, III, 305, 364, 371; Kalkaşendî, X, 102, 150). Aynı şey batı bölgeleri için de geçerlidir. Halife Kāim-Biemrillâh’ın, Murâbıtlar’dan Yûsuf b. Tâşfîn’in Mağrib ve Endülüs hükümdarlığını tasdik için yazdığı ahidnâmede onun sorumlulukları arasında emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker yapılmasından ve hisbenin düzenlenmesinden de söz edilmektedir (Kalkaşendî, X, 42). Hisbenin de öteki idarî işler gibi sultan adına mülkî âmirlik yapan valilerin nezaretine verildiği anlaşılmaktadır. Halife, sadece hilâfet merkezi Bağdat’ın muhtesiplerini bizzat tayin etmeyi sürdürmüştür. Bununla birlikte bu hususta bazı müdahalelere de mâruz kalmıştır. Meselâ 319 (931) yılında Halife Muktedir-Billâh Bağdat muhtesipliğini Muhammed b. Yâkūt’a vermiş, ancak Emîr Mûnis b. Yâkūt’un baskısı üzerine onun yerine İbrâhim b. Muhammed b. Bathâ’yı getirmişti. Halifenin aynı yıl içinde, bir hastanın yanlış tedavi yüzünden öldüğünü öğrenince bu yeni muhtesibe, hekimlerin başhekim Sinân b. Sâbit tarafından imtihana tâbi tutularak başarılı olanlara onun imzasını taşıyan birer resmî belge verilmesinin teminini ve bu mesleğin ruhsatsız icrasının engellenmesini emrettiği bilinmektedir (İbn Ebû Usaybia, s. 302). Bu bilgi, muhtesibin zaman zaman diğer mesleklerin ileri gelenleriyle iş birliği yaptığını göstermesi açısından önemlidir. Müsterşid-Billâh’ın Bağdat kādılkudâtlığına tayin ettiği Ebü’l-Kāsım Ali b. Hüseyin ez-Zeynebî’nin ahidnâmesinde sayılan sorumluluklar arasında, amme menfaatini ilgilendiren hizmetlerin en büyüğü ve önemlisi olarak fiyatların ve ölçü tartı aletlerinin denetimiyle hisbe işlerinin gözetimi de yer almaktadır (Kalkaşendî, X, 274-275). Aynı husus, Nâsır-Lidînillâh’ın kādılkudâtlığa getirdiği Ebû Abdullah Muhyiddin Muhammed b. Yahyâ b. Fadlân için düzenlenen ahidnâmede de tekrarlanmaktadır (a.g.e., X, 291). Bu durum, kadıların zaman zaman hisbe işlerinin baş yetkilisi olduklarını gösterebileceği gibi muhtesiplerle iş birliği yapmak veya onlara nezaret etmekle mükellef kılındıklarına da delil sayılabilir. Darphânelerde basılan sikkelerin ağırlık ve ayarlarının denetimi aslında kadı yahut kādılkudâtın sorumluluğunda bulunmakla birlikte bazı dönemlerde muhtesibe verilmiş, meselâ Mu‘tazıd-Billâh 279 (892) yılında Bağdat muhtesibini darphâneyi denetlemekle görevlendirmiştir (İbnü’l-Cevzî, V, 130).
İhşîdîler’in (935-969) hâkimiyetindeki Mısır’da vezir Ebü’l-Fazl İbnü’l-Furât ile görüşen meşhur edip Sîbeveyhi’nin ondan, muhtesipliğe tayin ettiği Muhammed b. Ca‘fer b. Sellâm’ın liyakatsizliği sebebiyle görevine son verilmesi talebinde bulunduğuna dair bir rivayet, bu memuriyete tayin ve azil işlerinin vezirin yetkisinde olduğunu göstermektedir (İbn Zûlâk, s. 53-54). Yine muhtemelen aynı muhtesibin bekçilerle birlikte kol gezerken görülüp hak sahiplerini korumadıkları, fiyatları denetlemedikleri ve suçluları cezalandırmadıkları yönünde şikâyetlerde bulunulduğuna dair bilgi de o dönemde hisbe teşkilâtının görevlerini ve muhtesip-bekçi ilişkisini göstermesi açısından önemlidir (a.g.e., s. 29).
Fâtımî halifelerinden Muiz-Lidînillâh’ın emriyle 358 (969) yılında Mısır’ı ele geçiren başkumandan Cevher es-Sıkıllî’nin Fustat’ın kuzeydoğusunda kurduğu Kahire’ye bir muhtesip tayin ettiği ve ertesi yıl meydana gelen kıtlık sırasında fiyatları denetlemekle onu görevlendirdiği bilinmektedir (Makrîzî, İttiʿâẓü’l-ḥunefâʾ, I, 117, 120). Bu dönemde Kahire ve Fustat’ta doğrudan halifeye bağlı iki hisbe merkezi vardı. Tayin kararnâmeleri bu iki şehrin merkez camilerinin minberlerinden okunduktan sonra muhtesiplere tayin alâmeti olarak hil‘at ve sarık giydirilirdi; eğer hisbe görevi yanında güvenlikten de sorumlu iseler bunlara bir de kılıç eklenirdi. Aynı devirde bir yandan tevkī‘lerin edebî incelikleri belirlenirken öte yandan da tayin merasimleri gittikçe debdebeli bir hal almıştı. Meselâ Fustat’ın muhtesiplik ve sâhibü’ş-şurtalığına getirilen Hâdim Bakī ağır bir hil‘at, sırma sarık ve altın işlemeli kılıç kuşanmış, yine altın işlemeli eyer ve dizginlerle bezenmiş bir at üzerinde resmigeçit yapmıştır (a.g.e., I, 217, 276). Muhtesibin hangi tarihten itibaren üniforma özelliği taşıyan kıyafetler giymeye başladığını tesbit etmek zordur. Ancak genellikle “sarıklılar” denilen ilmiye sınıfı arasından seçildiği ve çoğunlukla başa geçen kısmının üzerinde yukarıya doğru helezonik bir şekilde sarılmış ince beyaz tül sarık bulunan konik bir külâh, ayrıca kadı ve müftü gibi uzun bir hil‘at giydiği bilinmektedir.
Tevkī‘lerdeki ifadelere bakılırsa seçkin ve güvenilir kişiler arasından seçilen Kahire muhtesibi Kahire, Fustat ve taşra bölgeleri için birer nâib tayin ve azline de yetkiliydi (Kalkaşendî, III, 483). Kendisi, gün aşırı Kahire ve Fustat’taki İbn Tolun ve Amr b. Âs camilerinden birinde oturup halkın şikâyetlerini dinler, görev alanına giren davalara bakardı. Denetimleri ise nâib ve yardımcıları yapar, suçluları muhtesibin huzuruna getirirlerdi (a.g.e., III, 483; XI, 209-215). Kahire ve Fustat gibi birkaç şehrin muhtesipliğinin yahut hisbe, kazâ, şurta, hâciblik, valilik görevlerinin bir kişiye verildiği de olurdu (a.g.e., III, 487; Makrîzî, el-Ḫıṭaṭ, I, 464). Yine Mısır’da hisbenin ve Nil kıyısındaki iskelelere indirilen mallarla oralardan yükleme boşaltma yapan gemilerin denetiminden sorumlu sevâhil makamının tek bir şahısta birleştirildiği de olmuştur (Makrîzî, İttiʿâẓü’l-ḥunefâʾ, I, 277; II, 31, 135). Meselâ Muharrem 383 (Mart 993) tarihinde hisbe görevi sevâhille birlikte Vebre en-Nasrânî adlı bir kişiye verilmişti (a.g.e., I, 277). İbn Bessâm’ın ifadesinden muhtesibin sevâhil için bir nâib tayin ettiği anlaşılmaktadır (Nihâyetü’r-rütbe, II, 325).
Resmî statü itibariyle muhtesipler vali ve kadılardan sonra gelirler, görev yerlerine göre de kendi aralarında ayrı bir derecelendirmeye tâbi tutulurlardı. Meselâ Kahire, Fustat, Bağdat ve Ahvâz gibi büyük şehirlerin muhtesipleri diğerlerinden kıdemliydi (Tyan, s. 623-624). Memlük Sultanı I. Baybars zamanında 663’te (1265) Kahire muhtesibi, Dîvân-ı Mezâlim’in görev yaptığı dârüladlde dört mezhebin kādılkudâtları, Şâfiî, Hanefî ve Mâlikî kazaskerleri, dört mezhebin dârüladl müftüleri ve beytülmâl vekili sultanla birlikte aynı yerde oturabilme hakkına sahipti. Kahire muhtesibi protokolde beytülmâl vekilinden sonra gelmekle birlikte ilmî seviyesi yüksekse onun önüne geçebilirdi (Kalkaşendî, IV, 34-37). Dımaşk muhtesibi Kahire’deki meslektaşıyla aynı yetkilere sahip olduğu halde saltanat nâibinin tevkīi ile görevlendirilir ve dârüladl meclislerinde yer almazdı; Halep muhtesibi de aynı statüye tâbiydi. Ancak bunlar kendilerine nâib tayin edebilirlerdi. İskenderiye muhtesibi ise kadının tâlimatına göre davranmak zorunda olduğu gibi nâib de tayin edemezdi (a.g.e., IV, 193, 221; XI, 414).
Muhtesibin kadılık makamına vekâlet etmesi mümkündü; bazan vali ve şurta görevlisinin yardımına başvurduğu ve bazı şurta görevlilerinin onun emrine verildiği de olurdu. Zaman içinde muhtesiplerin yetkileri genişletildi ve şurta mensupları bunların kararlarını icra ve infaz etmek zorunda kaldılar. Bazan muhtesipliğe ilmiye sınıfı dışından da tayinler yapılırdı. Kaynaklarda muhtesibin ehliyetsiz kişiler arasından seçildiğine ve görevini ifada ağır kusuru veya suistimali görülenlerin sert cezalara çarptırıldığına dair örneklere rastlanmaktadır (Makrîzî, İttiʿâẓü’l-ḥunefâʾ, II, 43; Hatîb, XI, 238).
Bütün dönemlere ait tevkī‘lerde muhtesibin, ölçü tartı aletleriyle sikkeler için belirlenen standartların tebliğ ve kontrolü, bunlara uymayanların cezalandırılması sorumluluğundan bahsedilmektedir. Ölçü tartının bir yandan ticarî işlemlerin esasını oluşturması, öte yandan piyasalardaki alet ve birimlerin arasındaki çeşitli farklar sebebiyle neredeyse muhtesibin kimliğiyle özdeşleştirildiği görülmektedir (Buckley, XXXIX [1992], s. 84). Bundan dolayı standart aletlerin üretildiği, piyasada kullanılanların ayarının kontrol edildiği dârülıyârın denetimi de muhtesibe bırakılmıştır. Satıcıların belli aralıklarla buraya giderek aletlerini kontrol ettirip sağlam olanları mühürletmelerini temin etmek de muhtesibe düşmektedir. Piyasada çok çeşitli dinar ve dirhemler tedavül ettiği için sarrafların takas işlemlerinin denetimi ve gereğinde müdahale edilmesi de ona bırakılmıştı.
Özellikle kuraklığın hüküm sürdüğü yıllarda muhtesibin en önemli görevi tahıl, un ve ekmek arzının ve fiyatlarının denetimiydi. Meselâ 359 (970) yılındaki bir kıtlık sırasında muhtesip Süleyman b. Azze el-Mağribî tahıl satışlarını denetim altına almıştır (Makrîzî, İttiʿâẓü’l-ḥunefâʾ, I, 122). 415 Zilkadesinde (Ocak 1025) bir grup ekmekçi eksik gramajlı ekmek sattığı için muhtesip tarafından dövülmüş, aynı yılın zilhiccesinde de (Şubat 1025) bir tatlıcı eksik tartı sebebiyle hem dövülmüş hem de Fustat’ta deve sırtında dolaştırılarak teşhir edilmişti (Eymen Fuâd Seyyid, s. 363). Bağdat muhtesibi İbrâhim b. Muhammed b. Bathâ’nın 307 (919-20) yılında un, Fustat muhtesip ve şurtası Hâdim Bakī’nin 4 Receb 415 (11 Eylül 1024) tarihinde ekmek fiyatlarına narh koyduğu bilinmektedir. Ancak bu muhtesip durumu daha da kötüleştirdiği için göreve getirildikten iki gün sonra azledilmişti (Şeyzerî, s. 12; Makrîzî, İttiʿâẓü’l-ḥunefâʾ, II, 151). Fâtımîler devrine ait hisbe tevkī‘lerinde sürekli olarak zimmîlerin denetiminden de bahsedilmektedir; bunda, Haçlı seferleri dolayısıyla bütün dikkatlerin onların üzerine çevrilmesinin rolü olmalıdır. Eyyûbîler döneminde Taberiye kadılığı yapan Celâleddin eş-Şeyzerî de muhtemelen aynı sebeple muhtesibin görevleri arasında zimmîlerin denetiminin bulunduğunu vurgulamakta ve buna Bâtınîler’i de eklemektedir (Nihâyetü’r-rütbe, s. 106-107).
Makrîzî, Fustat’ta muhtesibin makamı konumundaki bir meclisü’l-hisbeden söz ediyorsa da (İttiʿâẓü’l-ḥunefâʾ, II, 135) burası muhtemelen cami içinde bir bölümdür. Aslında ilk devirlerde muhtesibe mahsus bir makamın mevcudiyetinden söz edilmemektedir. IV. (X.) yüzyılda vezir İbnü’l-Cerrâh Ali b. Îsâ’nın Bağdat muhtesibine evinde oturacağına pazarları teftiş etmesini emretmesinden anlaşıldığı kadarıyla o devirde hâlâ müstakil bir daire mevcut değildi (İbnü’l-Uhuvve, s. 219). Bununla birlikte müstakil bir daire olmasa da meclisü’l-hisbenin muhtesibin makamı olduğu, gerektiğinde tüccar ve esnafı buraya celbettiği, ellerindeki ölçü ve tartı aletlerini kontrol ettiği anlaşılmaktadır. İbnü’l-Cevzî, 563 Şâbanında (Mayıs 1168) meydana gelen bir olayı anlatırken muhtesibin Bâbü Bedr’deki makamında oturup suçluların te’dibini emrettiğini söyler (el-Muntaẓam, X, 223). Bu makam sonraki devirlerde müstakil bir daire halinde varlığını sürdürmüştür. Endülüs’te bu daireye “hıttatü’l-ihtisâb” deniliyordu.
Muhtesip genellikle belli bir maaş karşılığında çalışır, yardımcılarının maaşlarını da beytülmâlden tahsis edilen aynı fondan öderdi. Kendisinin ve yardımcılarının halktan bir şey almaları yasaklanmıştı. Ancak beytülmâlden maaş almıyorlarsa esnaf ve tüccardan hisbe vergisi adı altında özel bir vergi toplayabiliyorlardı. Fakat muhtesibin, toplanacak vergilere karşılık önceden belli bir meblağın devlete ödenmesini ifade eden mukātaa (damân) usulüyle görev yaptığı da olurdu (Makrîzî, İttiʿâẓü’l-ḥunefâʾ, I, 276, 277). Büveyhî Sultanı Muizzüddevle zamanında (936-967) Bağdat muhtesipliği mukātaa usulüyle verilmiş (İbn Miskeveyh, II, 189), ancak bu vergi 403 Recebinde (Ocak-Şubat 1013) kaldırılmıştı (Makrîzî, İttiʿâẓü’l-ḥunefâʾ, II, 96).
Şehirlerdeki çarşı ve pazarlara yahut meslek erbabına yardımcı mahiyetinde ayrı ayrı muhtesipler tayin edilebiliyordu. Meselâ Irak Büveyhî Sultanı İzzüddevle Bahtiyâr devrinde (967-978) Bağdat muhtesibi İbnü’l-Haccâc diye bilinen şair Ebû Abdullah Hüseyin b. Ahmed’in altı vekili vardı (İbnü’l-Cevzî, VII, 216). Muhtesip bütün işleri yalnız başına göremeyeceği için kendisine “arîf, emin, gulâm, avn, müsâid, halife, resul, ayn” denilen yardımcılar tayin edebilir ve gerektiğinde de bunların görevine son verebilirdi. Arîf veya eminler, meslektaşlarına kendileriyle ilgili ilkeleri öğretmek ve uygulatmak, aralarındaki ihtilâfları çözmek, muhtesibi de faaliyet alanlarıyla ilgili gelişmelerden haberdar etmek üzere her meslek grubunun (lonca) ileri gelenleri arasından seçilirdi. Mısır’daki bütün çarşı ve pazarlarda her meslek grubunun bir arîfi vardı. Makrîzî’nin bir rivayetinden, ekmekçiler arîfinin, kendisinden daha ucuza satış yapan birini muhtesibin yardımcılarına şikâyet ederek para cezasına çarptırılmasını sağladığı, ancak bu ekmekçinin kādılkudât Ebû Muhammed el-Yâzûrî’ye başvurduğu ve ifadesi alınan muhtesibin olayı yalanladığı, fakat incelemeler sonunda olayın doğruluğu ortaya çıkınca arîfin görevinden alındığı, ayrıca tazminat ödemeye mahkûm edildiği anlaşılmaktadır (İġās̱etü’l-ümme, s. 18-19). Fâtımîler devrinde başına “turtûr” denilen gülünç bir başlık geçirilen suçlu, üzerine ters oturtulduğu binekle şehirde dolaştırılarak rüsvâ edilirdi (Şeyzerî, s. 108-109). Muhtesibin kırbacı ve turtûr caydırma amacıyla hisbe dairesinin dışına asılırdı (İbnü’l-Uhuvve, s. 184).
Eyyûbîler’de hisbe teşkilâtı esas itibariyle önceki dönemlerin özelliklerini korumuş, Kahire ve İskenderiye muhtesipliklerinin konumu değişmemişti. Bu döneme ait bir tayin sicilinden anlaşıldığına göre kapsamı genişleyen hisbe faaliyetleri, ölçü tartı aletlerinin denetlenmesi yanında pazarcıların vakit namazlarını düzenli biçimde kılmalarının sağlanması, başta ribâ ve karaborsacılık olmak üzere gayri meşrû muamelelerin önlenmesi, kılık kıyafet ve eğlence âdâbına riayetin teminini, gıda maddeleriyle çarşı ve sokakların temizliği, cenaze defin işleri, zimmîlerin durumu, halk arasında yaygınlaşan bid‘atların düzeltilmesini de içermektedir (Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, II, 420 vd.). Eyyûbî Veziri İbn Memmâtî’nin verdiği bilgiden dârülıyârın da muhtesip tarafından denetlendiği anlaşılmaktadır (Ḳavânînü’d-devâvîn, s. 333). Muhtesibin görevleri arasında hocaların öğrencileri fazla dövmelerini önlemek de vardı (Makrîzî, el-Ḫıṭaṭ, I, 464).
Memlükler döneminde muhtesip ilmiye sınıfından tayin edilirdi. Ancak bazı kaynaklara göre, kılıç ehlinden Emîr Seyfeddin Mengliboğa’nın Şeyh el-Mahmûdî tarafından (1412-1421) muhtesip olarak tayininden sonra hisbe memuriyeti ilmiye mensuplarının inhisarından çıkmıştır (Kalkaşendî, XI, 210). Daha önce de Fâtımîler döneminde Hâdim Gayn başkumandanlığın yanı sıra şurta ve hisbe görevini de üstlenmişti (Makrîzî, İttiʿâẓü’l-ḥunefâʾ, II, 91, 100). Fâtımîler’de olduğu gibi Memlükler’de de kazâ ve iftâ ile birlikte dinî görevler arasında yer alan hisbe, dârüladldeki devlet protokolünde beşinci sırada bulunmaktaydı (İbn Teymiyye, XXVIII, 66, 68). Divanda sultanın sağ tarafında dört mezhebin başkadıları oturur, onların alt yanında beytülmâl vekili ve Kahire muhtesibi yer alırdı. Ancak sonraları bu düzen değişti ve sultanın sağ tarafına Şâfiî ve Mâlikî kadıları, Mâlikî kadılarının alt yanına Şâfiî, Mâlikî ve Hanefî kazaskerleri, onların aşağısına bu üç mezhebin dârüladl müftüleri ve hepsinden sonra da beytülmâl vekili ile hisbeyi temsilen Kahire muhtesibi oturmaya başladı (Kalkaşendî, IV, 34-37, 44-45). Memlükler’de de Kahire, Fustat ve İskenderiye muhtesiplikleri varlıklarını sürdürmüş, ayrıca bunlara Dımaşk muhtesipliği eklenmişti. Kahire ve Fustat muhtesipleri bizzat sultan tarafından tayin edilirken Dımaşk’takinin tayini saltanat nâibine aitti. Kazasker ve dârüladl müftüsünden sonra üçüncü sırada gelen Dımaşk muhtesibi de Halep, Trablus, Hama, Safed, Ba‘lebek gibi taşra şehirlerine nâib tayin edebilmekteydi.
Makrîzî, Memlükler döneminde Kahire’de bir hisbe dairesinin varlığından söz etmektedir (el-Ḫıṭaṭ, I, 463). Muhtesip (nâzırü’l-hisbe) lokantaları denetler, deniz taşıtlarına ve hayvanlara fazla yük yüklenmesine engel olur, sakaların su tanklarını örtülü tutmasını sağlardı. Öğretmenleri çocuklara sert davranmamaları, yüzme hocalarını da talebelerinin can güvenliğini temin etmeleri hususunda uyarırdı. Muamelelerde hilekârlık yapılmasına fırsat vermezdi. Ölçü tartıları ve dârülıyârı denetler (Makrîzî, a.g.e., I, 463-464), ayrıca diğer İslâm devletlerinde muhtesiplerin yaptığı pek çok işi yapardı (Abdülmün‘im Mâcid, I, 114-130). Muhtesibin maaşı devlet başkanı yahut nâibi tarafından tahsis edilirdi (İbnü’l-Uhuvve, s. 222). Ancak Makrîzî, yüksek memuriyetlerin rüşvet karşılığı dağıtılmaya başlanması yüzünden bu göreve gelebilmek için çok büyük meblağlar ödeyen muhtesiplerin daha sonra halktan rüşvet alıp haksız vergi topladıklarını yazmaktadır (İġās̱etü’l-ümme, s. 43). Memlükler’in bazı dönemlerinde hisbe teşkilâtı gözden düşmüş ve muhtesipliğe tayin edilenler daha sonra istifa etmişlerdir (Abdülmün‘im Mâcid, I, 130).
Anadolu Selçukluları’nda bir dîvân-ı hisbenin (dîvân-ı muhtesib) mevcut olduğu ve başkanına “hâkim-i dîvân-ı hisbe” denildiği o döneme ait bir ihtisap takririnden anlaşılmaktadır. Aynı belgeden anlaşılan bir başka husus da muhtesibin (melikü’l-hisbe) tevkī-i hümâyun ile tayin edildiği ve maaşını esnaf ve tüccardan mukātaa usulüyle ihtisap resmi olarak topladığıdır. Görev alanı içinde ticaretin teşviki, gayri müslimlerin gözetimi, esnafın, fiyatların, ölçü tartı aletlerinin ve dirhem ayarlarının denetimi ve muâmelât kurallarının uygulanmasının sağlanması gibi hususlar sayılmaktadır (Kemâleddin Konevî, s. 43-44; ayrıca bk. Turan, s. 35). Bu metinden muhtesibin sadece pazarlardan sorumlu olduğu gibi bir izlenim edinilmektedir. Halbuki aynı döneme ait bir başka inşâ mecmuasındaki ihtisap ve ummâl takririnde “seyyidü’l-hisbe” adıyla anılan muhtesibin (Mevlânâ’nın torunu Ârif Çelebi 1316’da Sivas’a uğradığında kendisini karşılayanlar arasında seyyidü’l-hisbe de vardı; bk. Eflâkî, II, 856) görev alanı içinde yukarıdakilere ilâveten “ehl-i füsûk”un te’dibi de yer almaktadır (Abdülmü’min el-Hûyî, s. 33-34). Anadolu Selçukluları’nda da muhtesibin emrinde bizzat kendisi tarafından seçilen arîf, emin ve reis denilen yardımcılar vardı. Selçuklular devrine ait bazı vakfiyelerde vakıf şartnâmesine riayet edilmesinin sağlanması için muhtesibin dikkatinin çekilmesi görev alanının kapsamını göstermesi açısından önemlidir. Bir ordu muhtesibinden (muhtesibü’l-asâkir) bahseden Karatay vakfiyesi, bu memuriyetin askerî teşkilât içinde de bulunduğunu ortaya koyar. Bu dönemde muhtesibin makamı olarak bir dârü’l-muhtesibin varlığından da söz edilmektedir (Turan, s. 37).
Mağrib ve Endülüs. İfrîkıye’de pazar denetimlerinin önce kadıya, ardından özel bir memura intikalinin Ağlebîler döneminde Mâlikî âlimi Sahnûn’un Kayrevan kadılığı zamanına (849-854) rastladığı kabul edilmektedir. Kadı Sahnûn pazar yeri denetimlerini uhdesine almış, daha sonra da Habîb b. Nasr’ı velâyetü’s-sûk ile görevlendirmiştir. Onun biyografisiyle ilgili bazı ifadelerden, ülkenin diğer bölgelerine tayin edilecek pazar zâbıtalarını emîre muhtesibin önerdiği anlaşılmaktadır. Sahnûn’un kadılıktan bağımsız bir hisbe teşkilâtının varlığını eğitim için gittiği doğu İslâm dünyasında tanıdığı düşünülebilir. Ağlebîler hânedanının sonlarına doğru İfrîkıye’ye yerleşen Sahnûn’un öğrencilerinden Kurtubalı âlim Yahyâ b. Ömer el-Kinânî (ö. 289/902), pazar konusuyla ilgili günümüze ulaşmış ilk eser olarak bilinen en-Naẓar ve’l-aḥkâm fî cemîʿi aḥvâli’s-sûḳ’unda, pazar denetimi ve aralarındaki çeşitli farklılıklar yüzünden halkın şikâyetlerine sebep olan ölçü tartı alet ve dirhemlerinin eşitliğini sağlama sorumluluğunu valiye yüklemektedir. Vali de şehrin en güvenilir adamını bu işlerle görevlendirirdi. Bu kişi hilekârlık yapanları cezalandırabileceği gibi tövbekâr oluncaya kadar ticaretten menedebilir ve dirhemlerle dinarların ayarı ile oynayanları pazarlarda teşhir edip hapis cezasına çarptırabilirdi (s. 31-34). Kinânî’nin, valinin bulunmadığı yerlerde bu görevi halkın ileri gelenlerinin üzerine almasını istemesinden (s. 39-40), o dönemde pazar denetimi mekanizmasının henüz bütün İfrîkıye’ye yayılmadığı sonucu çıkmaktadır. Ancak narh hakkındaki görüşlerini açıklarken çeşitli yerlerdeki haksız fiyat artış veya indirimlerinin vali, kadı yahut nâzırü’s-sûk tarafından engellenmesi gerektiğini belirtmesi (s. 47, 73) bazı bölgelerde pazar zâbıtalarının varlığını göstermekte, yine Kayrevan’dan başka Sûse için de “sâhibü sûkı Sûse” şeklinde onlardan bahsetmesi bunu ayrıca desteklemektedir (s. 96, 98). Pazar görevlilerinin maişetlerini satıcılardan temin etmeleri hususunda bir başlık açan müellif bunun haram, helâl ve mekruh sayıldığı yönündeki çeşitli görüşleri sıraladıktan sonra ihtiyacı yoksa haram, varsa helâl olduğunu, ancak geçimini tamamen onlara yüklememesi gerektiğini belirtmekte (s. 131-132) ve bu ifadelerden, o dönemde söz konusu kişilere belirli ve düzenli bir maaş verilmediği anlaşılmaktadır. Fâtımîler Mısır’daki uygulamalarını idareleri altındaki Mağrib’e de taşımışlardır. Mısır’da olduğu gibi burada da muhtesip umumiyetle bağlı bulunduğu kadı tarafından tayin edilirdi (İbn Haldûn, II, 636-637). Murâbıtlar iktidara gelince Fâtımî idaresinin mecbur tuttuğu İsmâilî mezhebi yerine tekrar Sünnî Mâlikî mezhebi benimsenmiş ve bu çerçevede hisbe faaliyetlerine önem verilmiştir. Öyle ki Murâbıtlar Devleti “Mâlikî fakihleri, kadılar ve muhtesipler idaresi” olarak anılmaya başlanmıştır. Murâbıtlar’ın kurucusu Abdullah b. Yâsîn, aynı zamanda bid‘atlara karşı mücadelesiyle meşhur bir muhtesipti (Ali b. Hasan b. Ali el-Karnî, II, 570-571).
Kuzey Afrika’da Murâbıtlar’ın hâkimiyetinin sonları yahut Muvahhidler iktidarının başlarında artık bir hisbe literatürü de oluşmaya başlamıştır. O dönemde eser veren Merakeşli âlim Ömer b. Osman el-Cersîfî’nin ifadelerinden bir hisbe divanının varlığı anlaşılmaktadır. Muhtemelen bu tür eserler dîvân-ı hisbenin iç tüzüğünü ihtiva ediyordu ve muhtesipler için hazırlanmıştı. Yine onun bildirdiğine göre Tunus ve Merakeş’te kazâ müessesesinden sonra en şerefli kurum din işlerine baktığı için hisbe idi (Risâle fi’l-ḥisbe, s. 119). Muvahhidler’in idaresindeki İfrîkıye’de muhtesip, kādı’l-cemâa ve mezâlim dairesi başkanı ile birlikte kalemiye sınıfını oluştururdu (Kalkaşendî, V, 140). Cumartesi günleri askerî işler veziri, malî işler veziri, emniyet yetkilisi ve adalet dairesi başkanı ile beraber sultanın huzuruna çıkardı (a.g.e., V, 145; Hasan el-Bâşâ, III, 1039). Muhtemelen bu yapılaşmada da Fâtımî etkisi söz konusudur. Ancak Muvahhidler döneminde Merakeş ve Tunus’ta yaşayan İbnü’l-Münâsıf, iyice yaygınlaştığından şikâyetçi olduğu münkerin giderilmesi için vali ve kadıları iş başına davet etmekte, kadıyı çarşı ve pazarlar için emin görevlendirmeye çağırmaktadır (Tenbîhü’l-ḥükkâm, s. 325, 329, 340, 344, 345). Bu husus, hisbe teşkilâtının en azından bazı bölgelerde hâlâ bir idarî bağımsızlığa kavuşmadığını göstermektedir. Ayrıca eserin söz konusu hânedanın sonlarına doğru kaleme alındığı düşünüldüğünde burada devlet kurumlarında bir yozlaşmanın yaşandığı anlaşılmaktadır.
Endülüs’te İbn Beşküvâl, Ebü’l-Mutarrif Abdurrahman b. Muhammed b. Ahmed er-Ruaynî’nin biyografisini verirken onun velâyetü’s-sûk diye anılan ahkâmü’l-hisbe ile görevlendirildiğini ifade etmektedir (eṣ-Ṣıla, II, 464). Nübâhî de sâhibü’l-hisbeye Endülüs’te sâhibü’s-sûk denildiğini, bunun ise faaliyetlerinin büyük bir kısmının pazara mahsus olmasından kaynaklandığını söylemekte, ayrıca İbn Sehl’e atfen sâhibü’s-sûkun hüküm verme konumundaki altı makamdan birini meydana getirdiğini belirtmektedir (Târîḫu ḳuḍâti’l-Endelüs, s. 5). Chalmeta’ya göre Endülüs’te, denetimleri toplum hayatının tamamını kapsayan bir hisbe teşkilâtının kurulması yanında hisbe ve muhtesip terimlerinin kullanılmaya başlanması Murâbıtlar’ın hâkimiyetindeki döneme rastlamaktadır (Les Cahiers de Tunisie, XVIII/69-70 [1970], s. 90-92).
Genellikle Emevîler’in idaresindeki Endülüs’te sâhibü’s-sûk, kādı’l-cemâa veya sâhibü’l-medîneye bağlı idi ve hukuku iyi bilen fakihler arasından seçilirdi. Onun esas itibariyle pazardaki işlem ve ilişkileri düzenlediği, ancak görev alanının sadece bununla sınırlı olmadığı anlaşılmaktadır; çarşı pazar etrafında dönen günlük hayatı da denetlediği ileri sürülebilir. Meselâ II. Hakem’in şurta ve pazar zâbıtalarına muhtaç, yoksul ve yolda kalmışlara ihtiyaç maddelerinin dağıtımı gibi hayır işlerini de yüklediği bilinmektedir (İbn Hayyân, s. 77). Öte yandan İbn Cülcül’ün bildirdiğine göre II. Hişâm da Ahmed b. Yûnus el-Harrânî isimli bir tabibi Kurtuba’nın emniyet ve pazar zâbıtası teşkilâtlarının başına getirmişti (Ṭabaḳātü’l-eṭıbbâʾ, s. 113). Bu göreve bir tabibin seçilmesi özelde eczacı ve attarların, genelde hıfzıssıhha şartlarının kontrolünü sağlamak için olmalıdır. Ayrıca söz konusu bilgi, muhtesibin en azından başşehirde bizzat halife tarafından tayin edildiğini, dinî ilimler dışındaki bir alanın uzmanları arasından seçilebildiğini ve hisbe ile şurta görevlerinin tek bir kişide birleştiğini göstermesi bakımından önemlidir. Aslında Mağrib ve Endülüs’te hisbe ve kazâ yahut hisbe ve şurta vazifelerinin tek bir şahısta toplanması sık görülen bir şeydi (meselâ bk. İbn Hayyân, s. 71-72; İbn Beşküvâl, II, 464). II. Abdurrahman tarafından şurta ve pazar zâbıtası kurumlarının birbirinden ayrılmasına rağmen sonraki dönemlerde bu iki vazifeyi şahsında birleştiren kişilere sık sık rastlanmaktadır (EI2 [İng.], IX, 511).
Eserini Murâbıt hâkimiyetinin sonları yahut Muvahhid iktidarının başlarında kaleme alan İbn Abdûn et-Tücîbî’nin verdiği bilgilerden, Endülüs’te hisbe faaliyetlerinin kadının gözetiminde yürütüldüğü ve muhtesibi tayin ve azil yetkisiyle beytülmâlden maaş takdirinin ona ait olduğu sonucu çıkmaktadır. Yine onun ifadelerinden, her sanat koluna mensupları arasındaki anlaşmazlıkların halli için birer hakem tayin etme yetki ve sorumluluğunun da kadıya verildiği anlaşılmaktadır. Bununla birlikte muhtesip kadının yardımcısı gibi görülür ve kadının yerine onun muhakeme usulüne göre davalara bakabilirdi (Risâle fi’l-ḳaḍâʾ ve’l-ḥisbe, s. 20, 24). Aslında Endülüs’te hiyerarşik olarak kadı ile muhtesip arasında sulh hâkimi gibi vazife yapan ve her ikisinin görevlerinin bir kısmını yüklenen bir yetkilinin mevcut olduğu görülmektedir (a.g.e., s. 11-13). İbnü’l-Faradî’nin Ahmed b. Hilâl b. Zeyd el-Attâr hakkında verdiği biyografik bilgide onun Kurtuba’da müfti’s-sûk olarak istihdam edildiğine dair kayıttan, pazarlarda zâbıtalardan başka müftülerin de görevlendirildiği anlaşılmaktadır (Târîḫu ʿulemâʾi’l-Endelüs, I, 46). Muhtemelen bu müftüler, alıcı ve satıcılara muamelâtla ilgili fetva vermek yanında pazar zâbıtalarına danışmanlık yapmaktaydılar.
Muhtesip başta ekmek olmak üzere çeşitli maddeler için standartlar tesbit eder, bunlardan inşaat malzemesi gibi dayanıklı olanların kendisinde ve ilgili meslek erbabında birer örneği bulunurdu; hatta halkın bilmesi için cami duvarlarına birer örnek asılabilirdi. Aynı şey ölçü tartı alet ve dirhemleri için de geçerliydi. Endülüs’te kasapların etlerine etiket koymaları mecburi idi. Denetimler sırasında pahalı satış yapanları tesbit eden muhtesipler ceza uygularlardı. Muhtesipten habersiz fiyat arttıran yahut eksik tartan satıcı bu suçu tekrarlarsa darb ve pazarlarda teşhir cezasından sonra gerekirse sürgüne gönderilirdi (Makkarî, I, 218). Makkarî, muhtesipler arasında elden ele dolaşan ve fıkhî ahkâm gibi öğrenilen ihtisap kanunnâmelerinin varlığından bahsetmektedir ki bunlar bütün ticarî muamelelerle ilgili ayrıntıları kapsamaktadır (a.g.e., I, 219).
İran ve Mâverâünnehir. Deylem-Taberistan Zeydîleri’nin üçüncü imamı Hasan el-Utrûş’a (ö. 304/917) ait olan ihtisap kanunnâmesi özelliğindeki bir el kitabında hisbe faaliyetlerinin kazâ müessesesini tamamladığı ve her şehre bilgili ve tecrübeli birer muhtesip tayin edilmesi gerektiği belirtilmektedir. Çeşitli esnaf ve sanatkârların uymakla mükellef oldukları meslek ilkeleri sayılarak muhtesibin her sabah yapması gereken denetimlerle bunların tatbikini sağlaması istenmektedir. Muhtesibin görevleri arasında ölçü tartı alet ve dirhemlerini kayıtlardaki standartlara uygun olarak mühürlemek, sikkelerin ayarının bozulmasını önlemek, gayri meşrû ticarî muamelelere izin vermemek, düşmana ve âsilere savaş aletleri satılmasını, düşmanın aldığı köle ve câriyeleri yurt dışına çıkarmasını engellemek de sayılmaktadır. Bunlardan sonra camilerle ilgili mimari, tezyinat, temizlik kurallarının kontrolü, halkın cami âdâbına, din görevlilerinin iç hizmet kurallarına uymasının sağlanmasına dair hususlar gelmektedir (Kitâbü’l-İḥtisâb, s. 27). Ayrıca muhtesibin sorumlulukları arasında özetle şunlar sayılmaktadır: Faizli işlemlerin, karaborsacılığın, aşırı fiyat artışlarının, içki ve diğer haram kılınmış maddelerle bunlardan mâmul ilâçların, kumarın, müzik aletlerinin, putperestliği yeniden canlandıracak resim ve heykellerin kullanımı ve alım satımının yasaklanması, ele geçirilenlerin tahrip edilmesi; İslâm’ın kılık kıyafete ve kamuya ait yerlerde kadın-erkek ilişkilerine dair kurallarının ihlâline, müslümanların gayri müslimlere benzemelerine engel olunması; esir, köle ve hayvan haklarının korunması; zimmîlerin hukukuna riayet edilmesinin ve onların da yükümlülüklerini yerine getirmelerinin, özellikle kimliklerinin anlaşılmasını mümkün kılacak giyim kuşam esaslarına göre giyinmelerinin temini; cenaze defni, bayram namazı ve Arafat vakfesi gibi toplu ibadet ve törenlere has kurallara uyulmasının sağlanması; hamamlara ilişkin temizlik, tesettür ve halvet kaidelerini, pazar yerleriyle cadde ve sokakların imar düzenini bozacak, çevreyi kirletecek her türlü girişimin önüne geçilmesi; tamire muhtaç yollarla mescid ve diğer kamu binalarının tesbit edilerek kadı ve devlet başkanına bildirilmesi; hastahanelerin kontrolü ve hekim, baytar, hacamatçı, sünnetçi gibi sağlık personelinin, attarların imtihan ettirilerek belgeye bağlanmaları ve dükkânlarının teftişi; şehid yetimlerinin, buluntu çocukların korunması. Bunların yerine getirilmesi sırasında uygulanacak cezalar arasında suçluların te’dib, darb ve hapsi, suç vasıtalarının imhası sayılmaktadır (a.g.e., s. 11-32).
Muhtesip tayinleri, aslında Abbâsîler döneminden itibaren tevkī‘ yahut sicil adı verilen bir kararnâme ile yapılmışsa da bunların ilk örnekleri Büveyhîler’e aittir. Büveyhî iktidarının başlarında yazıldığı tahmin edilen Siyâsetü’l-mülûk adlı anonim bir eserde vezir veya sâhibü’ş-şurtanın güvenilir, emin, ağır başlı, dindar, tok gözlü, mallarda ve ölçü tartılardaki hileleri bilen, fıkıhtan anlayan, kadı, mezâlim nâzırı ve fakihlerle irtibatı bulunan birini muhtesip olarak görevlendirmesi ve hem kendisine hem de yardımcılarına maaş takdir etmesi gerektiği belirtilmektedir (Sadan, IX [1979], s. 372-373). Bu kaynağa göre muhtesip her pazara oranın mensupları içinden, bütün esnaf ve zanaatkârlar üzerine de yine kendi aralarından seçeceği güvenilir bir kişiyi arîf tayin ederek meslek ilkelerinin uygulanmasını denetlemelidir. Muhtesip, âmillerin yardımıyla başta ölçü ve tartılar olmak üzere çarşı ve pazarlardaki her türlü muameleyi kontrol etmekle, vekilinin vasıtasıyla köle pazarındaki fitne fesadın önüne geçmekle mükelleftir. Gece bekçilerinin maaşlarının bölge halkı tarafından düzenli bir şekilde ödenmesini, her dükkânda yangın söndürme gereçlerinin bulunmasını, bu arada nehir ve limanların güvenliğinin sağlamasını, ihracat, ithalât ve nakliyat kurallarının uygulanmasını denetlemeli, kamuya açık alanlarda tesettür ve halvet kurallarının ihlâlini önlemelidir. Bu eserden anlaşılan bir başka husus da muhtesibin bilmesi gereken bir nevi hisbe nizamnâmesinin varlığıdır (a.g.e., IX [1979], s. 373-376). Abbâsî hilâfeti üzerindeki Şiî-Büveyhî hâkimiyetinin zayıflamaya başladığı bir dönemde yaşayan Mâverdî hisbe müessesesinin saygınlığını yitirmesinden ve ehliyetsiz bayağı kişilerin muhtesip tayin edilmesinden şikâyetçi olmaktadır (el-Aḥkâmü’s-sulṭâniyye, s. 258).
Yûsuf Has Hâcib’in 462 (1069-70) yılında tamamladığı meşhur eseri Kutadgu Bilig’deki ifadelerinden anlaşıldığı üzere muhtesip içtimaî huzuru sağlayan unsurlardan biridir. Güçlü kişilerden seçilmesi gereken muhtesibin görevleri arasında ayak takımını inzibat altında tutmak, halkı cemaatle namaz kılmaya teşvik etmek yanında tüccar, zanaatkâr ve çiftçileri denetleyip huzurlu bir ortam oluşturarak verimli bir şekilde çalışmalarını sağlamak da vardır (s. 398, 400; ayrıca bk. Genç, s. 276-277). Özellikle muhtesibin çiftçileri ve hayvan yetiştiricilerini üretimi arttırmaları için denetlediğine dair bilgi ilgi çekicidir.
Gazneliler ile uzun süre savaş halinde olan Büyük Selçuklular’ın veziri Nizâmülmülk’ün Mahmûd-ı Gaznevî devrindeki bir muhtesibin hikâyesini övgüyle aktarması o dönemde hisbe faaliyetlerine verilen önemi göstermektedir. Türk soyluları arasından seçilen bu muhtesip, Mahmûd-ı Gaznevî’nin meşhur kumandanı Ali Nûştegin’i avanesiyle birlikte pazardan sarhoş olarak geçerken yakalayıp onlara had cezası uygulamıştır (Siyâsetnâme, s. 47-48). Bu bilgi, fakihlerin yukarıda geçen teorik yaklaşımlarının aksine muhtesibin had cezalarına hükmedip uygulayabildiğini göstermesi açısından önemlidir. Nizâmülmülk, Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’a sunduğu meşhur eserinde her şehre ölçüleri, fiyatları ve ticarî işlemleri denetleyip hileleri engelleyecek, emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker yapacak bir muhtesip tayin edilmesi gerektiğini belirtmektedir. Sultan ve diğer devlet erkânı, devletin ve adaletin temellerinden birini oluşturan hisbe teşkilâtını desteklemelidir; aksi takdirde fakirler sıkıntıya düşecek, pazarcılar diledikleri gibi alıp satacak, ölçü tartıda hilekârlık yaygınlaşacak, yolsuzluklar çoğalacak ve şeriat hükümsüz kalacaktır. Ayrıca görevlerini kötüye kullanması ihtimaline karşı muhtesibin de gözetim altında tutulması lâzımdır (Siyāsatnāma, s. 46-47, 49). Bu dönemde de hisbe şer‘î memuriyetlerden sayılmaktaydı. Muhtesip, kapsamı değişebilen memuriyet alanı içinde pazar sistemini ve genel ahlâkı kontrol ederdi. Bu memuriyet ekseriya güvenilir hadım ağalarına, tarafsızlıklarıyla bilinen kişilere, Türk büyüklerine ve âlimlere verilirdi.
Büyük Selçuklu Sultanı Sencer tarafından Mâzenderan muhtesipliğine tayin edilen Evhadüddin adlı bir kişi için çıkarılan ihtisap menşurunda, emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker temeline dayalı olarak muhtesibin genelde fısk ve fesadın, özelde ise ölçü tartı ve ticarî işlemlerdeki her türlü hilenin önlenmesi gibi bilinen görevleri sayıldıktan sonra camiler ve mezarlıklar civarında içki alışverişinin engellenmesi, zimmîlerin kendilerine has kılık kıyafet kurallarına uymalarının sağlanması, kadınların ilim ve vaaz meclislerinde erkeklerle karışık oturmalarının önüne geçilmesi hususları da belirtilmiştir (Müntecebüddin Bedî‘, s. 82-83; Turan, s. 36; Horst, s. 161). Burada Evhadüddin’den “hoca imam” diye söz edilmesi, hisbenin takvâ ve diyanet temeline dayanan önemli dinî görevlerden olduğunun belirtilmesi, bu makama getirilenlerin Sünnî din âlimleri arasından itinayla seçildiğini göstermektedir. Ayrıca mahallî idareciler olan reisler de diğer görevleri yanında meskûkâtı, fiyatları, ölçü tartıları kontrol eder, muhtesibi ve pazar zâbıtalarını denetlerdi. Sultan Sencer’in Mâzenderan reisliğine tayin ettiği Ebü’l-Mekârim Tâceddin Ahmed b. Abbas b. Ahmed ve Esterâbâd kadı ve hatipliğine getirdiği Ziyâeddin Mecdülislâm için çıkarılan iki ayrı menşurda reis ve kadıya ihtisap sorumluluğu yüklendiği görülmektedir (Müntecebüddin Bedî‘, s. 28, 52; Horst, s. 129-130).
Genelde seleflerinin uygulamalarını sürdüren Hârizmşah Atsız b. Muhammed veya oğlu İlarslan dönemine ait bir ihtisap menşurunda da muhtesipten “şeyh imam” diye söz edilmekte, Kur’an ve Sünnet’e bağlı kalmasının gereği vurgulandıktan sonra sorumlulukları sayılıp imamların, âlimlerin ve halkın kendisine hürmet göstermesi istenmektedir. Bu belgeye göre, fiyatların ve ölçü tartıların kontrolü yanında müezzinlerin ezanları vaktinde okumalarının, ibadethâne ve mezarlıkların kutsiyetlerini muhafaza etmelerinin, zimmîlerin sarı kumaştan yapılmış elbise giymelerinin temini muhtesibin göreviydi. Yetkilerini kötüye kullanarak hemşerilerinin mülküne ve ailesine sataşan veya avamın tecavüzlerine göz yuman bir muhtesibin davranışı şirke eşdeğer sayılmaktadır (Horst, s. 162).
İlhanlılar devrinde hisbe teşkilâtının korunduğu anlaşılmaktadır. Ölçü ve tartı birimlerinde standardizasyona giden Gāzân Han bunun kontrolünde muhtesibe görev vermiştir. O dönemde diğer bazı devlet erkânı gibi muhtesip de yerli eşraf arasından seçilir, hisbe görevi umumiyetle babadan oğula geçerdi (Petrushevsky, V, 510). Muhtesipler maaşlarını her ay veya her hafta muhtesiplik adı altında esnafa konan vergiden alırlardı (Uzunçarşılı, s. 256).
Timurlular’ın idaresinde muhtesibin işlevleri ve taşıması gereken vasıflar esas itibariyle Selçuklu dönemindekinden pek farklı değildir. O devrin müelliflerinden Hüseyin Vâiz-i Kâşifî, muhtesibin varlığını toplum hayatının İslâmî kurallara uygunluğunun teminatı gibi görmektedir. Ona göre şeriatı ikame ve dinî hükümleri icra etmek isteyen her sultan yeryüzünde Allah’ın nâibi ve gölgesidir. Ancak bu hususla bizzat ilgilenmeye güç yetiremeyeceğinden ülkenin her tarafına muhtesipler tayin etmelidir. Muhtesip dinde sebatkâr ve hamiyetperver olmalı; iffet, takvâ, emanet, doğruluk ve tokgözlülük vasıflarını taşımalı; her işinde dinin güçlenmesini gözetmeli; başkaları üzerinde etkili olabilmek için garaz, riya, hevâ ve nefsânî arzulardan arınmalıdır (Aḫlâḳ-ı Muḥsinî, s. 128). Aynı döneme ait bir ihtisap menşurundan Herat muhtesipliğinin iki kişi arasında paylaştırıldığı anlaşılmaktadır (EI2 [İng.], III, 491).
Safevî idaresinin ilk dönemlerinde hemen her şehirde hisbe faaliyetlerini yürüten, ancak seleflerinden farklı olarak daha çok İsnâaşeriyye mezhebi mensupları arasından seçilen bir muhtesip vardı. 1072 (1662) tarihli Tebriz muhtesipliği tayin kararnâmesinde içki ve kumar gibi haramların işlenmesini engelleyerek kamu ahlâkını korumak, esnaf teşkilâtlarını denetlemek, ölçü tartıda hileyi önlemek, humus ve zekât gelirlerini toplayarak hak sahipleri arasında dağıtmak, cami, medrese ve vakıfların bakım ve onarımını sağlamak, görevlilerini gözetim altında tutmak, yolların nizam ve intizamını temin etmek gibi sorumluluklar sayılmaktadır. Bu kararnâmeden anlaşılan bir başka husus da muhtesibin ihtisap resmi topladığıdır (a.g.e., III, 490-491). Başmuhtesibe ise “muhtesibü’l-memâlik” adı verilmektedir. Bu döneme ait Teẕkiretü’l-mülûk’te belirtildiğine göre muhtesibü’l-memâlikin tesbit ettiği fiyatların üstünde satış yapan yahut ölçü tartıda hileye sapan tüccar başına bir tahta külâh geçirilerek teşhir edilirdi. Muhtesibü’l-memâlik diğer eyaletlere de birer nâib tayin ederdi. Buralarda fiyatlar her ay nâibler tarafından belirlenirdi. Bazı mallar için esnaf kethüdâlarının her ay düzenli olarak ulaştırdıkları fiyatların listelerini hazırlayan muhtesibü’l-memâlik gerektiğinde bunları nâzırü’l-büyûtâta (saray ihtiyaçlarının temininden sorumlu ağa) sunardı (Tadhkirat al-Mulūk, s. 48-49, 67, 83, 149-150; ayrıca muhtesibin maaşı ve çeşitli şehirlerden elde ettiği rüsûmat gelirlerinin bir listesi için bk. a.g.e., s. 90). XVII. yüzyıla kadar muhtesibin konumu önemli bir değişikliğe uğramamakla birlikte Safevîler’in son dönemlerinde görev alanı daralmış ve fonksiyonlarının bir kısmını daruga ve kelânterler yüklenmeye başlamıştır (Floor, XIII/3-4 [1971], s. 222-223).
Kaçarlar’ın idaresi altındaki İran pazarlarında vali tarafından genellikle mahallî eşraf arasından seçilen ve “dârûga-i bâzâr” adı verilen zâbıtaların görevlendirilmesine başlanmıştır. En azından bazı bölgelerde muhtesibin bu kişilerin idaresi altına girdiği düşünülebilir. Nâsırüddin Şah devrinde (1848-1896) bu kurumun ihya edilmeye çalışıldığı görülmektedir. Tahran’da ihtisâbü’l-mülk tarafından yürütüldüğü anlaşılan idâre-i ihtisâbiyyede nâib-i ihtisâb, müşrif-i ihtisâb ve amele-i ihtisâb hizmet vermeye başlamıştır. Ancak görev alanı itibariyle laikleşen bu kurumun sadece belediyecilik faaliyetleri yaptığı anlaşılmaktadır. Tebriz ve Şîraz gibi şehirlerde de benzer bir yapı vardır (a.g.e., XIII/3-4 [1971], s. 223-229; ayrıca bk. EI2 [İng.], III, 491). Hisbe müessesesi bütün İslâm ülkelerinde genel olarak XIX. yüzyılın sonları ile XX. yüzyılın başlarında ilga edilmiştir.
BİBLİYOGRAFYA
Lisânü’l-ʿArab, “ḥsb” md.
Fîrûzâbâdî, el-Ḳāmûsü’l-muḥîṭ, “ḥsb” md.
Buhârî, “İstiʾẕân”, 2, “Meẓâlim”, 22.
Müslim, “Îmân”, 83, 85, 164, “Libâs”, 114, “Selâm”, 3.
İbn Mâce, “Fiten”, 20, “Ticârât”, 3, 36.
Ebû Dâvûd, “Edeb”, 12, “Büyûʿ”, 50.
Tirmizî, “Birr”, 15, “Büyûʿ”, 4, 72.
İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, V, 58; VII, 256, 309.
İbn Ebû Şeybe, el-Muṣannef (nşr. Kemâl Yûsuf el-Hût), Beyrut 1409/1989, IV, 559.
Zübeyrî, Nesebü Ḳureyş, s. 289.
Belâzürî, Ensâb, V, 47.
Yahyâ b. Ömer, en-Naẓar ve’l-aḥkâm fî cemîʿi aḥvâli’s-sûḳ (nşr. Hasan Hüseynî Abdülvehhâb), Tunus 1975.
Hasan el-Utrûş, Kitâbü’l-İḥtisâb (nşr. R. B. Serjeant, RSO, XXVII [1957] → Studies in Arabian History and Civilisation içinde), London 1981, bl. VII, s. 11-32.
Taberî, Târîḫ (Ebü’l-Fazl), VI, 496; VII, 653.
a.mlf., Tehẕîbü’l-âs̱âr (nşr. Mahmûd M. Şâkir), Kahire 1982, IV, 46-47.
İbn Cülcül, Ṭabaḳātü’l-eṭıbbâʾ ve’l-ḥukemâʾ (nşr. Fuâd Seyyid), Beyrut 1405/1985, s. 113.
İbn Zûlâk, Aḫbâru Sîbeveyhi el-Mıṣrî (nşr. M. İbrâhim Sa‘d – Hüseyin ed-Dîb), Kahire 1352/1933, s. 29, 53-54.
İbnü’l-Faradî, Târîḫu ʿulemâʾi’l-Endelüs, Kahire 1966, I, 46.
İbn Miskeveyh, Tecâribü’l-ümem, I, 209; II, 189.
Sâbî, Rüsûmü dâri’l-ḫilâfe, s. 24.
Mâverdî, el-Aḥkâmü’s-sulṭâniyye, s. 83, 240-259.
a.mlf., Ḳavânînü’l-vezâre (nşr. Fuâd Abdülmün‘im Ahmed – M. Süleyman Dâvûd), İskenderiye 1398/1978, s. 119-122.
İbn Hazm, el-Faṣl, IV, 171-176.
Ebû Ya‘lâ, el-Aḥkâmü’s-sulṭâniyye, s. 78, 284-308.
Hatîb, Târîḫu Baġdâd, I, 79; XI, 238.
İbn Abdülber, el-İstîʿâb, II, 65, 106.
İbn Hayyân, el-Muḳtebes (nşr. Abdurrahman Ali el-Haccî), Beyrut 1965, s. 71-72, 77.
Yûsuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig (trc. Reşid Rahmeti Arat), Ankara 1985, II, 398, 400.
Nizâmülmülk, Siyāsatnāma: The Book of Government or Rules for Kings (trc. Hubert Darke), New Haven 1960, s. 46-49.
Îsâ b. Sehl, Ves̱âʾiḳ fî şuʾûni’l-ḥisbe fi’l-Endelüs müstaḫrece min maḫṭûṭi’l-aḥkâmi’l-kübrâ (nşr. M. Abdülvehhâb Hallâf), Kahire 1985.
Gazzâlî, İḥyâʾ (Beyrut), II, 306-357.
Müntecebüddin Bedî‘, ʿAtebetü’l-ketebe (nşr. Muhammed-i Kazvînî – Abbas İkbâl), Tahran 1329 hş., s. 28, 52, 82-83.
Ebû Abdullah es-Sakatî, Kitâb fî Âdâbi’l-ḥisbe (nşr. G. S. Colin – E. Lévi-Provençal), Paris 1931, s. 1-72, ayrıca bk. neşredenlerin önsözü, s. I-XIII.
İbn Beşküvâl, eṣ-Ṣıla (nşr. İbrâhim el-Ebyârî), Beyrut 1410/1989, II, 464.
İbnü’l-Cevzî, el-Muntaẓam, V, 130; VI, 70; VII, 216; VIII, 2, 323; X, 29, 223.
İbn Memmâtî, Ḳavânînü’d-devâvîn (nşr. Aziz Suryal Atiya), Kahire 1943, s. 333.
İbnü’l-Münâsıf, Tenbîhü’l-ḥükkâm ʿalâ meʾâḫiẕi’l-aḥkâm (nşr. Abdülhafîz Mansûr), Tunus 1988, s. 309-354.
İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ġābe, II, 321, 449.
Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, el-Mes̱elü’s-sâʾir (nşr. Ahmed el-Havfî – Bedevî Tabâne), Riyad 1403/1983, II, 420-432.
İbn Ebû Usaybia, ʿUyûnü’l-enbâʾ, s. 302.
İbn Abdûn et-Tücîbî, Risâle fi’l-ḳaḍâʾ ve’l-ḥisbe (nşr. E. Lévi-Provençal, S̱elâs̱ü resâʾil Endelüsiyye fî âdâbi’l-ḥisbe ve’l-muḥtesib içinde), Kahire 1955, s. 1-61.
İbn Abdürraûf, Risâle fî âdâbi’l-ḥisbe ve’l-muḥtesib (a.e. içinde), s. 67-115.
Ömer b. Osman el-Cersîfî, Risâle fi’l-ḥisbe (a.e. içinde), s. 119-128.
İbn Vâsıl, Müferricü’l-kürûb fî aḫbâri mülûki Benî Eyyûb (nşr. Cemâleddin eş-Şeyyâl), İskenderiye 1379/1960, III, 305, 364, 371.
İbn Bessâm el-Muhtesib, Nihâyetü’r-rütbe fî ṭalebi’l-ḥisbe (Fi’t-Türâs̱i’l-iḳtiṣâdiyyi’l-İslâmî içinde), Beyrut 1990, II, 317-482.
Kemâleddin Konevî, Teḳārîrü’l-menâṣıb (nşr. Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar içinde), Ankara 1958, s. 43-44.
Abdülmü’min el-Hûyî, Rüsûmü’r-resâʾil ve nücûmü’l-feżâʾil (nşr. Adnan Sadık Erzi, Ġunyetü’l-kâtib içinde), Ankara 1963, s. 33-34.
Ömer b. Muhammed es-Senâmî, Nisâbü’l-iḥtisâb (nşr. Merîzen Saîd Merîzen Asîrî), Mekke 1406/1986.
İbn Teymiyye, el-Ḥisbe (Mecmûʿu fetâvâ içinde), XXVIII, 60-178.
İbnü’l-Uhuvve, Meʿâlimü’l-ḳurbe fî aḥkâmi’l-ḥisbe (nşr. Reuben Levy), Cambridge 1938.
İbn Fazlullah el-Ömerî, et-Taʿrîf (nşr. Semîr ed-Dürûbî), Kerek 1413/1992, s. 178-180.
Eflâkî, Menâḳıbü’l-ʿârifîn, II, 856.
Tâceddin es-Sübkî, Muʿîdü’n-niʿam ve mübîdü’n-niḳam, Beyrut 1407/1986, s. 56.
Muhammed b. Ahmed et-Tilimsânî, Tuḥfetü’n-nâẓır ve ġunyetü’ẕ-ẕâkir fî ḥıfẓi’ş-şeʿâʾir ve taġyîri’l-menâkir (nşr. Ali eş-Şennûfî, BEO, XIX [1967] içinde), s. 160-344.
İbn Cemâa, Taḥrîrü’l-aḥkâm fî tedbîri ehli’l-İslâm (nşr. Abdullah b. Zeyd Âl-i Mahmûd – Fuâd Abdülmün‘im Ahmed), Katar 1408/1988, s. 91-93.
Şeyzerî, Nihâyetü’r-rütbe fî ṭalebi’l-ḥisbe (nşr. Seyyid el-Bâz el-Arînî), Kahire 1365/1946.
Şems-i Münşî, Destûrü’l-kâtib (nşr. Abdülkerim Alioğlu Alizâde), Moskova 1964, I/1, s. 311-317, 372-374; I/2, s. 298-299, 477-479.
Huzâî, Taḫrîcü’d-delâlâti’s-semʿiyye, s. 296-300.
Nübâhî, Târîḫu ḳuḍâti’l-Endelüs, Beyrut 1403/1983, s. 5.
İbn Haldûn, Muḳaddime, II, 636-637.
Kalkaşendî, Ṣubḥu’l-aʿşâ, bk. İndeks.
Makrîzî, el-Ḫıṭaṭ, I, 463-464.
a.mlf., İttiʿâẓü’l-ḥunefâʾ (nşr. Cemâleddin eş-Şeyyâl – M. Hilmî M. Ahmed), Kahire 1416/1996, I, 117, 120, 122, 144-145, 217, 276, 277; II, 31, 43, 73, 83, 91, 96, 100, 135, 150-151, 165; III, 55, 342.
a.mlf., İġās̱etü’l-ümme bi-keşfi’l-ġumme (nşr. M. Mustafa Ziyâde – Cemâleddin eş-Şeyyâl), Kahire 1957, s. 13-14, 15-16, 18-19, 43.
a.mlf., es-Sülûk (Ziyâde), II/2, s. 414-415.
İbnü’l-Mibred, Kitâbü’l-Ḥisbe (nşr. Habîb Zeyyât, el-Meşriḳ, XXXV/3 içinde), Beyrut 1937, s. 384-390.
Hüseyin Vâiz-i Kâşifî, Aḫlâḳ-ı Muḥsinî, Bombay 1312, s. 128.
Taşköprizâde, Mevzûâtü’l-ulûm, I, 441.
Makkarî, Nefḥu’ṭ-ṭîb, I, 218-219.
Ahmed b. Saîd el-Müceylidî, et-Teysîr fî aḥkâmi’t-tesʿîr (nşr. Mûsâ Lekbâl), Cezayir 1970, s. 42.
Tadhkirat al-Mulūk: A Manual of Ṣafavid Administration (trc. ve nşr. V. Minorsky), Cambridge 1980, s. 48-49, 67, 83, 90, 149-150.
M. N. Desvergers, Arabie, Paris 1847, s. 374.
C. Zeydân, Medeniyyet-i İslâmiyye, I, 225-226.
M. Gaudefroy-Demombynes, Muslim Institutions (trc. J. P. Macgregor), London 1950, s. 154-155.
a.mlf., “Sur quelques ouvrages de hisba”, JA, CCXXX (1938), s. 449-457.
G. E. von Grunebaum, Medieval Islam, Chicago-London 1953, s. 217-218.
a.mlf., Islam: Essays in the Nature and Growth of a Cultural Tradition, London 1955, s. 137-138.
Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, Ankara 1958, s. 35-37, 179-180.
E. Tyan, Histoire de l’organisation judiciaire en pays d’Islam, Leiden 1960, s. 617-650.
İbrâhim Desûkī eş-Şihâvî, el-Ḥisbe fi’l-İslâm, Kahire 1382/1962.
N. Ziyâde, el-Ḥisbe ve’l-muḥtesib fi’l-İslâm, Beyrut 1963.
Mafizullah Kabir, The Buwayhid Dynasty of Baghdad: 334/946-447/1055, Calcutta 1964, s. 148, 164, 183.
H. Horst, Die Staatsverwaltung der Grosselğūqen und Ḫōrazmšāhs: 1038-1231, Wiesbaden 1964, s. 45, 55, 56, 96, 97, 112, 129-130, 150, 161, 162.
Hasan el-Bâşâ, el-Fünûnü’l-İslâmiyye ve’l-veẓâʾif ʿale’l-âs̱âri’l-ʿArabiyye, Kahire 1965, III, 1014, 1027-1039, 1200-1201.
A. K. S. Lambton, “The Internal Structure of the Saljuq Empire”, CHIr., V, 270-272, 278-279.
a.mlf., “Ḥisba (Persia)”, EI2 (İng.), III, 490-491.
Petrushevsky, “The Socio-economic Condition of Iran under the Il-Khans”, CHIr., V, 510.
Yusuf Ziya Kavakcı, Hisbe Teşkilâtı, Ankara 1975, s. 11-141.
Hasan-ı Enverî, Iṣṭılâḥât-ı Dîvânî: Devre-yi Ġaznevî ve Selcûḳī, Tahran 2535 şş., s. 226-229.
Abdülmün‘im Mâcid, Nüẓumü devleti Selâṭîni’l-memâlîk ve rüsûmühüm fî Mıṣr, Kahire 1979, I, 114-130.
Fahreddin Atar, İslâm Adliye Teşkilâtı, Ankara 1979, s. 170-175.
Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilâtı, İstanbul 1981, s. 276-277.
Muhammad Akram Khan, “Al-Ḥisba and the Islamic Economy”, Public Duties in Islam (ed. Khurshid Ahmad), Northampton 1402/1982, s. 135-151.
Sami K. Hamarneh, Health Sciences in Early Islam, Texas 1403/1983, I, 113-125.
Ramazan Şeşen, Salâhaddîn Devrinde Eyyûbîler Devleti: 569-589/1174-1193, İstanbul 1983, s. 120-121.
Sihâm Mustafa Ebû Zeyd, el-Ḥisbe fî Mıṣri’l-İslâmiyye, Kahire 1986.
Ali Abdülkādir, “el-Fıḳhü’l-İslâmî: el-kaḍâʾ ve’l-ḥisbe”, Mevsûʿatü’l-ḥaḍâreti’l-ʿArabiyyeti’l-İslâmiyye içinde, nşr. Hasan Hanefî), Beyrut 1986, II, 87-103.
Adî Zeyd el-Kîlânî, Teʾṣîl ve tanẓîmü’s-sulṭa, Amman 1407/1987, s. 185-191.
L. I. Conrad, “Muhtasib”, Dictionary of the Middle Ages (ed. J. R. Strayer), New York 1989, VIII, 526-528.
Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye (Özel), II, 43-49, 267.
Y. Lev, State and Society in Fatimid Egypt, Leiden 1991, s. 160-161, 167, 170.
Cengiz Kallek, Hz. Peygamber Döneminde Devlet ve Piyasa, İstanbul 1992, s. 96-121.
a.mlf., Asr-ı Saâdet’te Yönetim-Piyasa İlişkisi, İstanbul 1997, s. 175-212.
Eymen Fuâd Seyyid, ed-Devletü’l-Fâṭımiyye fî Mıṣr, Kahire 1413/1992, s. 315-316, 362-363.
Fazl İlâhî, el-Ḥisbe, Riyad 1413/1993.
Abdurrahman Îsâ es-Selîm, Ḥisbetü’n-Nebî, Beyrut 1413/1993.
Ali b. Hasan b. Ali el-Karnî, el-Ḥisbe fi’l-mâżî ve’l-ḥâżır, I-II, Riyad 1415/1994.
Hayreddin Karaman, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul 1996, II, 306-335.
Mustafa S. Küçükaşçı, “Emeviler Dönemi Şehir ve Yerel Yönetim Hizmetleri”, İslam Geleneğinden Günümüze Şehir ve Yerel Yönetimler (haz. Vecdi Akyüz – Seyfettin Ünlü), İstanbul 1996, I, 134-136.
W. Behrnauer, “Sur les institutions de police chez les Arabes, les Persans et les Turcs”, JA, XVI (1860), s. 118-190.
H. F. Amedroz, “The Hisba in the Ahkam Sultaniyya of Mawardi”, JRAS (1916), s. 77-101, 287-314.
Gorgis Avvâd, “el-Ḥisbe fî ḫizâneti’l-kütübi’l-ʿArabiyye”, MMİADm., XVIII/9-10 (1943), s. 417-428.
M. Meyerhof, “La surveillance des professions médicales et para-médicales chez les Arabes”, BIE, XXVI (1944), s. 119-134.
Seyyid el-Bâz el-Arînî, “Kitâb ʿani’l-ḥisbe fî Bîzanṭa fi’l-ḳarni’l-ʿâşir el-mîlâdî ev Kitâbü Vâli’l-Medîne: The Book of the Prefect”, Mecelletü Külliyyeti’l-âdâb, XIX/1, Kahire 1957, s. 135-187.
S. M. Imamuddin, “al-Hisbah in Muslim Spain”, IC, XXXVII/1 (1963), s. 25-29.
Ishaq Musa al-Husaini, “Hisba in Islam”, IQ, X/3-4 (1966), s. 69-83.
Hasan Hasanî Abdülvehhâb, “Aṣlü’l-ḥisbe bi-İfrîḳıyye: taḥlîlü Kitâbi Aḥkâmi’s-sûḳ”, Ḥavliyyâtü’l-Câmiʿati’t-Tûnisiyye, sy. 4, Tunus 1967, s. 5-21.
B. R. Foster, “Agoranomos and Muhtasib”, JESHO, XIII/2 (1970), s. 128-144.
P. Chalmeta, “La Hisba en Ifriqiya et Al-Andalus: Étude Comparative”, Les Cahiers de Tunisie, XVIII/69-70, Tunus 1970, s. 87-105.
Eşref Eşrefoğlu, “İslâmiyetde İhtisâbın Prensipleri”, TD, sy. 25 (1971), s. 99-104.
W. M. Floor, “The Marketpolice in Qājār Persia”, WI, XIII/3-4 (1971), s. 212-229.
J. D. Latham, “Pedro Chalmeta Gendrón: El ‘señor del zoco’ en España: edades media y moderna, contribución al estudio de la historia del mercado”, BSOAS, XXX (1976), s. 168-172.
J. Sadan, “A New Source of the Būyid Period”, IOS, IX (1979), s. 372-376.
Ahmed I. Omer, “The Institution of al-Hisba in the Islamic Legal System”, Journal of Islamic and Comparative Law, X, Nijerya 1981, s. 63-75.
B. Shoshan, “Fātimid Grain Policy and the Post of the Muhtasib”, IJMES, XIII (1981), s. 181-189.
M. Osman Sâlih, “Ḥikmetü meşrûʿiyyeti’l-iḥtisâb ve ḥükmühû ve vaẓîfetühû ve envâʿühû ve derecâtühû ve ṭuruḳuh”, Mecelletü’l-buḥûs̱i’l-İslâmiyye, sy. 23, Riyad 1408-1409/1988, s. 265-279.
Ivad Muhammed Ivad, “Mûcibü’l-ḥisbe fi’l-fıḳhi’ş-şerʿî”, Mecelletü’l-Müslimi’l-muʿâṣır, XIII/51-52, Safat 1988, s. 19-67.
Fazl Şelek, “el-Ḥisbe ve dirâse fî şerʿiyyeti’l-müctemaʿ ve’d-devle”, el-İctihâd, sy. 2, Beyrut 1989, s. 15-89.
İhsan Sıdkī el-Amed, “Nuṣûṣ türâs̱iyye ḥavle vücûdi muḥtesib fi’l-müctemaʿi’l-Ḳureşî ḳable’l-İslâm”, MMLAÜr., XV/41 (1991), s. 55-77.
R. P. Buckley, “The Muhtasib”, Arabica, XXXIX, Leiden 1992, s. 59-117.
E. Garcia, “Les Traités de Hisba Andalous: Un Exemple de Matière Médicale et Botanique Populaires”, Arabica, XLIV, Leiden 1997, s. 76-93.
E. V. Zambaur, “Hisbe”, İA, V/1, s. 540.
R. Lévy, “Muhtesib”, a.e., VIII, 532-533.
Cl. Cahen – M. Talbi, “Ḥisba”, EI2 (İng.), III, 485-489, 490-491.
Manuela Marin, “S̲h̲urta”, EI2 (İng.), IX, 511.
“Ḥisbe”, Mv.F, XVII, 223-269.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1998 yılında İstanbul’da basılan 18. cildinde, 133-143 numaralı sayfalarda yer almıştır.
Hint Alt Kıtası. Hint-Pakistan alt kıtasında klasik anlamda hisbe teşkilâtı mevcut değildi ve bunun en önemli sebebi çoğunluğunu gayri müslimlerin oluşturduğu toplumun yapısıydı. Şeriatı belli bir dereceye kadar uygulamaya çalışan Balaban, Fîrûz Şah Tuğluk, İskender-i Lûdî ve Evrengzîb dahil hiçbir hükümdar, ya Hindular’ın tepkisinden korktuğu veya siyasî düşüncesinden ötürü şeriatı eksiksiz biçimde uygulamaya teşebbüs etmedi.
İslâm ülkelerinde daha baştan itibaren, her yerleşim merkezine hemen bir muhtesip ve kadı tayin edilmiştir (Utbî, s. 288; Cûzcânî, s. 175). Hindistan’da Balaban (1266-1287), seleflerinin aksine iyi bir yönetim için çok önemli saydığı hisbe teşkilâtını en küçük yerleşim birimlerine dahi götürmeyi ihmal etmedi. İltutmış’ın da halkı kozmopolit bir nüfustan oluşan birkaç yüz hânelik Ambâla’ya kadı tayin ettiği bilinmektedir (Kādî Takī Müttakī, s. 2 vd.).
Delhi Sultanlığı döneminde muhtesiple kadının işlevleri ve aralarındaki münasebetler İslâm dünyasının merkez bölgelerinden farklı değildi. Sultanlar zaman zaman, muhtesibin yetkilerini aşan kötü âdet ve bid‘atlarla mücadele için bizzat müdahalelerde bulunmuşlardır. Meselâ Fîrûz Şah Tuğluk dine aykırı saydığı birçok şeyi yasaklamıştı (Fütûḥât-ı Fîrûz Şâhî, s. 6-11). Emîr Hüsrev, Alâeddin Halacî’nin özellikle piyasaya mal sürümünü ve yiyecek fiyatlarını kontrol altında tutan hisbe teşkilâtından sitayişle bahseder. Alâeddin Halacî, toplumun ahlâkını bozan şeyleri ortadan kaldırmadıkça erdemli bir cemiyet oluşturmak için sadece hukukî yaptırımlar uygulamanın yeterli olmayacağına inanmış ve bu amaçla içki gibi kötü alışkanlıklarla mücadele etmişti. Berenî, Sultan Gıyâseddin Tuğluk Şah’ın hisbeyi çok iyi uyguladığını belirtir (Târîḫ-i Fîrûz Şâhî, s. 441). Gıyâseddin Tuğluk Şah’ın oğlu Muhammed Tuğluk da sarayda ibadetlerin ihmal edilmesini hoş karşılamıyor ve bu yüzden sık sık cezaî müeyyideler uyguluyordu. İhtisap konusunda çok hassas olan hükümdar muhtesiplik görevini bazan kendisi yapar ve müslümanları dinin temel esaslarından imtihan ederdi. Onun zamanında muhtesip çok itibarlı bir memur konumuna yükselmişti (İbn Fazlullah el-Ömerî, s. 32; Kalkaşendî, V, 94). Aynı şekilde İskender-i Lûdî hisbenin uygulanması hususunda çok titiz davranmış ve Fîrûz Şah Tuğluk’un kadınların türbe ve mezarlıkları ziyaretini yasaklayan fermanına yeniden işlerlik kazandırmıştı. Muhtesipler, özellikle bid‘at ve hurafelere karşı bizzat mücadele veren sultanlardan güç alarak bu konuları titizlikle takip ediyorlardı. Dinî konularda hisbeyi hassasiyetle uygulayan sultanlardan biri de İslâm Şah’tı. Bu hükümdar, bid‘at ehli kabul ettiği Seyyid Muhammed Cavnpûrî’nin takipçisi olan Mehdevîler’e karşı tedbirler almış ve bunlardan Abdullah Niyâzî Sirhindî’yi had, Şeyh Alâî’yi de ölüm cezasına çarptırmıştı.
Bazı modern tarihçiler, Delhi Sultanlığı devrinde hisbe için bir devlet politikasının bulunduğunu söylemenin teoride doğru olduğunu, fakat uygulamada bunun her zaman gerçekleşmediğini ileri sürmektedir. Berenî de müslümanlara verilen cezaların bazan dinî hükümlere aykırı düştüğünü kaydetmektedir. Emîr Hüsrev-i Dihlevî’nin, kendi zamanında faizin mevcut olduğunu ve taraflar arasında yazılı bir anlaşma yapıldığı takdirde kadının bunu tanımak zorunda kaldığını söylediği rivayet edilir (Habibullah, s. 349). Fakat bunların münferit hadiseler olduğunu belirtmek gerekir.
Şîr Şah’ın ölümünden sonraki kargaşa döneminde hisbe müessesesi çökmüş görünmektedir. Bâbürlü hükümdarları, siyasî sebeplerden dolayı bu kurumu yeniden canlandırmanın uygun olmadığını kabul ettiler. Bununla birlikte Şah Cihan, Gucerât bölgesinde bazı Hindular’ın müslüman kadınlarla evlendiğini öğrenince bu evliliklerin iptal edilerek kadınların ailelerine verilmesini emretmişti. Hisbenin katı bir şekilde uygulanmasını sağlayan tek Bâbürlü hükümdarı Evrengzîb’dir. Din konusundaki hassasiyetiyle tanınan Evrengzîb ceza kanununa içki ve uyuşturucu kullananlar için özel bir madde koydurmuştu (Ahmad, s. 6-7).
Bâbürlüler’de muhtesip yerine “kûtvâl” adı verilen bir memur istihdam edilmiştir. Görevleri aslında birbirine benzeyen muhtesip ile kûtvâl arasındaki tek fark muhtesibin her türlü suç veya saldırıyla, kûtvâlin ise daha çok İslâm hukuku ihlâlleriyle ilgilenmesiydi.
BİBLİYOGRAFYA
Utbî, Târîḫ-i Yemînî (trc. J. Reynolds), London 1838, s. 288.
Fahreddin Mübârek Şah, Âdâbü’l-ḥarb ve’ş-şecâʿa, India Office, nr. 647, vr. 45a-46a.
Hasan Nizâmî, Tâcü’l-meʾâs̱ir, A. S. Bazmee Ansari’nin özel koleksiyonu, vr. 85a.
Cûzcânî, Ṭabaḳāt-ı Nâṣırî, s. 175.
Sîret-i Fîrûz Şâhî, Aligarh Âzâd Library, vr. 128, 180.
Emîr Hüsrev-i Dihlevî, Ḫazâʾinü’l-fütûḥ (nşr. S. Muînü’l-Hak), Aligarh 1927, s. 17-19.
İbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlik (trc. Abdürreşîd), Aligarh 1944, s. 32, 38, 52.
Berenî, Târîḫ-i Fîrûz Şâhî (nşr. Seyyid Ahmed Han), Kalküta 1862, s. 35, 41, 72, 285, 441.
İbn Battûta, er-Riḥle (nşr. Ali el-Müntasır el-Kettânî), Beyrut 1401/1981, bk. İndeks.
Fîrûz Şah Tuğluk, Fütûḥât-ı Fîrûz Şâhî (nşr. Abdürreşîd), Aligarh 1944, s. 2 vd.
Kalkaşendî, Ṣubḥu’l-aʿşâ, V, 94.
Aynülmülk Mâhrû, İnşâ-yı Mâhrû (nşr. Abdürreşîd), Lahore 1965, mektup nr. 7.
Abdullah, Târîḫ-i Dâvûdî (nşr. Abdürreşîd), Aligarh 1954, s. 36-38.
Kādî Takī Müttakī, Sefernâme, Bicnor 1909, s. 2 vd.
P. Saran, The Provincial Government of the Mughals, Allahabad 1941, s. 381-382, 394, 398-399.
M. B. Ahmad, The Administration of Justice in Mediaeval India, Aligarh 1941, s. 6-7.
I. H. Qureshi, The Administration of the Sultanate of Dehli, Karachi 1958, s. 162, 164-169.
A. B. M. Habibullah, The Foundation of Muslim Rule in India, Allahabad 1961, s. 325, 330, 332, 348-350.
A. S. Bazmee Ansari, “Sayyid Muḥammad Jawnpūrī and his Movement”, IS, II/1 (1963), s. 41-74.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1998 yılında İstanbul’da basılan 18. cildinde, 143 numaralı sayfada yer almıştır.
Osmanlı Devleti. Osmanlılar’da daha ziyade “ihtisap ağası” veya “ihtisap emini” denilen muhtesip devletin kuruluşuyla birlikte ortaya çıkmıştır. Kadı tayin edilen her yerde üstlendiği sorumluluklarla onun yardımcısı durumunda olan bir de muhtesip bulunuyordu. İstanbul’da ayrıca şehrin büyüklüğünden dolayı Galata, Üsküdar ve Eyüp kadılıklarında da birer muhtesip vardı. Muhtesiplerin görev ve yetkileri ihtisap kanunnâmelerinde etraflıca belirtilmiştir. Meselâ Fâtih Sultan Mehmed devrine (1451-1481) ait İstanbul’un ihtisap kanunnâmesinde, Allah’ın yarattığı her şeyin hukukunun görülüp gözetilmesinde muhtesibin sorumlu olduğuna dair kayıt (Barkan, I/5 [1942], s. 340) bu kişilerin ne kadar geniş yetkilerle donatıldığını göstermektedir. Gerek ilgili kanunnâmelerden gerekse Şevval 884’te (Aralık 1479) Edirne’ye ihtisap ağası tayinine dair bir hükümden anlaşıldığına göre bu görevlilerin bakacakları işler içtimaî, iktisadî, adlî ve dinî alanları kapsıyordu.
Bağlı olduğu kadının emirlerini yerine getiren ihtisap ağası zaman zaman sadrazamın maiyetinde şehirde dolaşır, narhlarla ilgilenir ve esnafın kanunlara uyup uymadığını denetler, bu gibi yetkileriyle halk-esnaf münasebetlerini düzenleyerek ekonomik ve sosyal hayatın önemli bir rüknünü meydana getirirdi. Özellikle iktisadî konularda kadının yardımcısı olarak vazife gören muhtesibin esnafı denetlerken aynı zamanda onların loncalarını ve bütün haklarını da koruması sebebiyle üzerlerinde büyük bir nüfuzu vardı. Yeni iş yerlerinin açılması, mürur tezkiresi verilmesi, yerli mallarla rekabet edebilecek ithal eşyadan ve esnaftan “ihtisâbiyye” adı altında vergi alınması, ihtisap gelirlerinin gerekli yerlere dağıtılması ve kıyafet konusu onun görev alanına girerdi. İhtisap ağasının bir başka faaliyet sahası da şehirlerde asayişi sağlamak ve halka iâşe temin etmekti. İktisadî şartlar, başta İstanbul olmak üzere şehirlerin nüfus bakımından fazla büyümesine uygun değildi. Esasen dünyanın en kalabalık şehirlerinden biri olan İstanbul’un daha da kalabalıklaşması asayiş kadar sosyal düzenin de bozulmasına yol açıyordu. Kanûnî Sultan Süleyman döneminden (1520-1566) itibaren Anadolu’dan ve Rumeli’den pek çok kimsenin ziraatı bırakarak İstanbul’a gelmeye başlaması üzerine bu akını önlemek için çeşitli tedbirlerin alınmasına çalışılmıştır. Bu münasebetle ihtisap ağası zaman zaman mahallelerde dolaşarak denetlemelerde bulunur ve sonradan gelip yerleşenleri memleketlerine geri gönderirdi.
Başkalarını sürekli kontrol altında tutma gibi önemli bir görevi yüklendiği için muhtesipte müslüman ve erkek olma, mükellefiyet, adalet, kudret, ilim, ilmiyle amel etme gibi vasıfların bulunması, ayrıca dinî ve ahlâkî vazifelerini hakkıyla yerine getirebilmesi için de bu konularda bilgili olması gerekiyordu. Bundan dolayı ihtisap işlerinin başına ilmiye sınıfına mensup kişilerden veya en azından medreselerin eski mezunlarından tayinler yapılırdı. II. Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmasının ardından 1242 yılı Muharrem ayı sonlarında (Ağustos-Eylül 1826) çıkarılan İhtisap Ağalığı Nizamnâmesi’nde, İslâmiyet’in özellikle namazla ilgili şartlarını yerine getirmeyen imamların ve ezanı zamanında okumayan müezzinlerin kontrolünden sorumlu olan muhtesibin şer‘î hukuktan anlamasının gerektiği belirtilmiştir. İhtisap ağası her ne kadar bağlı olduğu kadının emrinde çalışıyor ve onun beledî işlerdeki yardımcısı gibi görünüyorsa da âmirinin yoğun işleri yüzünden ilgilenemediği konularda tam yetki sahibiydi. Nizamnâmede muhtesibin dinî ve ahlâkî görevleri namaz kılmayanları ve oruç tutmayanları mahalle imamları vasıtasıyla belirleyip bunlara tembihte bulunmak, dinlemeyenleri ve bu davranışlarını sürdürenleri kadının huzuruna çıkararak suçu sabit görülenlere takdir edilen cezayı uygulamak şeklinde belirtilmiştir. Muhtesip nizamnâmenin verdiği yetkilere, bazan da geleneklere dayanarak çarşı pazar kontrolü sırasında suçu tesbit edilen esnafı maiyetindeki yardımcıları vasıtasıyla cezalandırırdı. Diğerlerine ibret olması, bu arada kendi gücünü ortaya koyması için de bu cezayı herkesin gözü önünde suçluyu falakaya yatırmak şeklinde uygulatırdı. Yine bu nizamnâmeden anlaşıldığına göre muhtesibin adlî görev ve yetkileri dayak, hapis ve sürgün şeklinde üçe ayrılmıştır. Bunlardan hapis ve sürgün cezalarını gerektiren suçları Bâbıâli’ye bildirirdi. Nitekim 1831 yılında Sofya ihtisap nâzırına gönderilen bir hükümde kola çıkıp esnafı denetlemesi, ayarı bozuk tartı aleti kullananlara, özellikle sattığı malı eksik ölçenlere sopa atması, daha büyük ceza hak edenleri ihtisap hapishanesine sevketmesi ve ağır suçluları da kadı huzurunda duruşmaları yapıldıktan sonra uzak kalelere göndermesi emredilmiştir. Geniş yetkilere sahip bulunan muhtesibin “huddâm-ı ihtisâb” denilen yardımcıları vardı. Bunlar arasında “yevmiyye-i dekâkîn” vergisini toplayanlara “kol oğlanları” adı verilirdi; bir başka grubu da “terazicibaşı”ya bağlı olanlar teşkil ederdi.
Söz konusu nizamnâme ile müessesenin unvanı İhtisap Nezâreti’ne, ihtisap ağasının unvanı da ihtisap nâzırına çevrildi (Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, I, 335). Tanzimat’ın ilânının ardından ihtisap nâzırlarının önem ve itibarları daha da arttı; Meclis-i Vükelâ ve Meclis-i Âlî-i Umûmî üyeliklerine kadar yükseldiler. Öte yandan görev alanlarına bazı yeni konular dahil edildi ve bu arada sayıları gittikçe çoğalan Osmanlı uyruklu Protestanlar’ın devlet bünyesinde bağlı bulundukları bir makamın olmaması bu mezhep mensuplarını sıkıntıya soktuğundan onlarla ilgili işlerin yürütülmesi görevi çıkarılan bir irade ile İhtisap Nezâreti’ne verildi (BA, A.MKT, nr. 133/47). Fakat Receb 1267’de (Mayıs 1851) yapılan bir düzenlemeyle İhtisap Nezâreti ortadan kaldırılarak gördüğü işler zabtiye müşirliğine devredildi; üç ay kadar sonra da zahire, odun, kömür vb. maddelerde narhı tesbit etmek, mallarını belirlenen fiyatların üstünde satanlar veya ölçü tartılarını eksik tutanlar hakkında yapılacak işlemleri görüşmek ve bunlara karşı gereken önlemleri almak üzere zaptiye müşirliğine bağlı bir es‘âr meclisi kuruldu. Bu meclisin üyeleri arasında esnaf ve tüccar temsilcileri de bulunmaktaydı. Ertesi yılın 17 Muharreminde (11 Kasım 1851) zaptiye müşirliğinde gerçekleştirilen köklü bir değişiklikle es‘âr ve esnaf konuları ve dolayısıyla es‘âr meclisi, gördüğü işlerle daha yakından ilgili olduğu gerekçesiyle Ticaret Nezâreti’ne nakledildi. Bu düzenlemeden yaklaşık beş ay sonra ise İhtisap Nezâreti yeniden kuruldu (13 Cemâziyelâhir 1268 / 4 Nisan 1852) ve arkasından es‘âr meclisi buraya bağlandı; ancak birkaç ay sonra ihtisap nâzırının isteği üzerine çıkarılan bir iradeyle dağıtıldı. Üç yıl sonra da İhtisap Nezâreti kaldırılarak (10 Zilkade 1271 / 25 Temmuz 1855) görevleri yeni kurulan şehremanetine (belediye) devredildi (BA, Cevdet-Belediye, nr. 4917). Bugün özelde ölçü tartı aletleri, fiyatlar ve karaborsacılığın, genelde meslekî ilkelerin/standartların denetimi Başbakanlık Türk Standartları Enstitüsü’nün tesbitleri doğrultusunda Maliye, Ticaret, Sanayi ve Sağlık bakanlıkları ile belediyelerin, çevre temizliği ve imar inşaat işlerinin denetimi İmar ve İskân Bakanlığı ile belediyelerin, dinî hizmetler ve görevlilerinin denetimi Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, eğitim kurum ve görevlilerinin denetimi Millî Eğitim Bakanlığı’nın ve kalpazanlık ile fuhşun önlenmesi de İçişleri Bakanlığı’nın sorumluluğu altındadır.
BİBLİYOGRAFYA
BA, A.MKT, nr. 133/47.
BA, Cevdet-Belediye, nr. 4917, 5247, 5475, 6350.
BA, Cevdet-Maliye, nr. 290, 3264.
BA, Cevdet-Zabtiye, nr. 369, 941.
BA, KK, Başmukātaa Kalemi, nr. 5026.
BA, İhtisap Defteri, nr. 31, s. 22.
TSMA, nr. E. 1399.
Kitâbü Mesâlihi’l-müslimîn ve menâfii’l-mü’minîn (nşr. Yaşar Yücel), Ankara 1980, s. 94.
Nisâbü’l-ihtisâb, Isparta Halil Hamîd Paşa Ktp., nr. 1702, vr. 90b-91b.
Cevdet, Târih, IV, 131.
Lutfî, Târih, III, 204-207; IX, 50-52, 68, 119.
Abdurrahman Vefik, Tekâlif Kavâidi, İstanbul 1328, I, 172.
Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, I, 309-392.
Uzunçarşılı, Medhal, s. 10, 256, 375, 388.
Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, İstanbul 1974, I, 404-406.
R. Mantran, Istanbul dans la seconde moitié du XVIIe siècle, Paris 1962, s. 299 vd.
a.mlf., “Ḥisba”, EI2 (Fr.), III, 505-507.
Yusuf Ziya Kavakcı, Hisbe Teşkilâtı, Ankara 1975, s. 42-43.
Ziya Kazıcı, Osmanlılarda İhtisab Müessesesi, İstanbul 1987.
Ali Akyıldız, Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilâtında Reform: 1836-1856, İstanbul 1993, s. 287-289.
Takvîm-i Vekāyi‘, sy. 529, 2 Zilhicce 1271.
Mehmed Galib, “İhtisab Ağalığı”, TOEM, sy. 9 (1329), s. 569-584; sy. 10 (1329), s. 640-648.
Abdurrahman Şeref, “İstanbul’da Me’kûlât Muzâyakası. 1179 Senesine Aid Vesâik”, a.e., sy. 40 (1332), s. 193-204.
Ömer Lütfü Barkan, “XV. Asrın Sonunda Bazı Büyük Şehirlerde Eşya ve Yiyecek Fiyatlarının Tesbit ve Teftişi Hususlarını Tanzim Eden Kanunlar I: Kanunnâme-i İhtisab-ı İstanbul el-mahrûsa”, TV, I/5 (1942), s. 326-340.
Pakalın, II, 40-43.
R. Levy, “Muhtesib”, İA, VIII, 532-533.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1998 yılında İstanbul’da basılan 18. cildinde, 143-145 numaralı sayfalarda yer almıştır.