İBRÂHİM BEYEFENDİ, İvazpaşazâde

(ö. 1212/1798)

Osmanlı şeyhülislâmı.

Müellif:

İstanbul’da dünyaya geldi. Doğumu için 1132 (1720) ve 1127 (1715) gibi farklı tarihler verilmektedir. Sadrazam Hacı İvaz Paşa’nın oğludur. Vezir oğlu olduğu için “bey”, ilmiyeye mensubiyetinden ötürü “efendi” unvanını aldığından kaynaklarda Beyefendi olarak zikredilir. Tahsili konusunda bilgi bulunmamakla birlikte babasının çevresindeki hocalardan özel eğitim gördüğü anlaşılmaktadır. İlk defa 1146’da (1733-34) genç yaşta müderris olduğu bilinmekle beraber hangi medresede göreve başladığı tesbit edilememektedir. Bir süre müderrislik yaptıktan sonra kadılığa geçerek 1152’de (1739) Yenişehr-i Fenâr, 1159’da (1746) Bursa kadısı oldu. 1162’de (1749) Medine, 4 Şâban 1165’te (17 Haziran 1752) İstanbul kadılığına getirildi. Bu görevi 1167 Muharremine (Kasım 1753) kadar sürdürdü. Cemâziyelâhir 1173’te (Şubat 1760) Anadolu pâyesiyle ikinci defa İstanbul kadılığına tayin edilip on bir ay bu vazifede kaldı. 20 Muharrem 1175’te (21 Ağustos 1761) bilfiil Anadolu kazaskeri (Vâsıf, I, 202, 215), 6 Rebîülâhir 1180’de (11 Eylül 1766) Rumeli kazaskeri oldu (Çeşmîzâde, s. 53). Bu sonuncu görevinin ardından uzun bir mâzuliyet dönemi geçirdi ve 17 Ramazan 1185’te (24 Aralık 1771) tekrar Rumeli kazaskerliğine getirildi, ancak normal süresini tamamlayınca azledildi (17 Ramazan 1186 / 12 Aralık 1772). 23 Receb 1188’de (29 Eylül 1774) Dürrîzâde Mustafa Efendi’nin üçüncü defa meşihattan azli üzerine de şeyhülislâm oldu (Edib Mehmed Emin, vr. 50b). I. Abdülhamid ona büyük ilgi göstererek iltifatta bulunmuş, devlet işleri hakkında gizli görüşmeler yapmış ve Çırağan’da bir yalı ihsan etmişti. Hatta padişah tebdilen kendisini konağında ziyaret eder ve çeşitli meseleleri görüşürdü. Böyle bir ziyarette (8 Şevval 1188 / 12 Aralık 1774), Selânik kadısı olan oğlu Mustafa Efendi’ye Mekke pâyesini tevcih ederek hattını hemen orada kendi eliyle yazmıştı (Sâdullah Enverî, vr. 4b). İbrâhim Beyefendi’ye karşı gösterilen bu ilgi nüfuzunun zamanla artmasına yol açtı. Ancak 1189 Cemâziyelevvelinde (Temmuz 1775) Dolmabahçe mesiresinde Kırım delegelerine verilen ziyafet sırasında, adamlarından biri için istediği mukātaa iltizamı iltimasının Sadrazam İzzet Mehmed Paşa tarafından iltizam bedelinin az bulunarak reddedilmesiyle aralarında çıkan sert tartışmadan sonra hiddetlenerek çadırdan çıkıp gitmesi, I. Abdülhamid tarafından misafirlere karşı büyük bir saygısızlık kabul edildi; önce İzzet Mehmed Paşa, yirmi iki gün sonra da 30 Cemâziyelevvel 1189’da (29 Temmuz 1775) kendisi azledildi.

Sadrazamla aralarında geçen bu olayın kendisinin ve dolayısıyla sadrazamın gerçek azil sebebi olmadığına dair kayıtlar mevcuttur. Nitekim İbrâhim Beyefendi, Ahmed Vâsıf Efendi’nin belirttiği gibi iffet ve takvâ sahibi olması yanında şer‘î hükümlerin siyasette de geçerli kılınması hususunda hassasiyet göstermekte ve sadrazamı da daima devleti hayırlı işlere sevketmesi için bilgilendirip uyguladığı siyasete müdahale etmekteydi. Bu husus, Rusya ile olan ilişkilerde ve özellikle Kırım’a dair meselelerde kendini belli etmekteydi. İbrâhim Beyefendi, Küçük Kaynarca Antlaşması’nın bu konudaki maddelerine dikkati çekmekte ve problemlerin çözümüne çalışmakta, ancak etkili olamamaktaydı. Sadrazamın, Kırım meselesinin tam anlamıyla çözülememesi ve yeni bir savaşa sebebiyet verebileceği endişesiyle tâvizkâr bir politika izlemekte olduğunu gören İbrâhim Beyefendi’nin, Rus taleplerine karşı yumuşak bir tutum sergileyen siyaseti sert bir şekilde eleştirip Kırım’a dair “diyanet” işlerini dikkatle takip ederek bu hususta sadrazamla anlaşmazlık içinde bulunduğu ve bundan dolayı padişaha şikâyet edildiği anlaşılmaktadır. Her ikisinin de azilleriyle sonuçlanacak olan bu son tartışmanın, serbestiyet maddesinin reddi ve tekrar Osmanlı Devleti’ne bağlanma istekleriyle Kırım’dan gelen heyetin ağırlanması sırasında meydana gelmesi mânidardır.

Azledildikten sonra önce Çırağan Yalısı’nda ikamete mecbur edilen ve ardından uzun süre Beykoz’da ikamet eden İbrâhim Beyefendi, saraydaki gelişmeleri yakından takip ettiği gibi dönemin siyasetinde de faal rol oynadı. Özellikle Halil Hamîd Paşa’nın I. Abdülhamid’i tahttan indirme teşebbüsü sırasında bu durumu Esmâ Sultan vasıtasıyla padişaha duyurması (, IV/2, s. 496) kendisine tekrar meşihat makamı yolunu açtı. Halil Hamîd Paşa yanında bu olaydan sorumlu tutulan Şeyhülislâm Dürrîzâde Mehmed Atâullah Efendi’nin de azli üzerine 20 Cemâziyelevvel 1199’da (31 Mart 1785) ikinci defa şeyhülislâm oldu. Fakat kaynaklara göre, “irtikâp ve irtişâsı” yüzünden padişahın kendisine güveni sarsıldığı için seksen üç gün sonra 14 Şâban 1199’da (22 Haziran 1785) azledildi (Edib Mehmed Emin, vr. 51a).

Bu olaydan seksen beş gün sonra ziyaretçilerinin çokluğu ve kendisine bağlı adamları vasıtasıyla faal olarak siyasî gelişmelere müdahalede bulunduğu, dolayısıyla devlet işleri hakkında birtakım dedikoduların çıkmasına yol açtığı gerekçesiyle İstanbul’dan uzaklaştırılıp arpalığı olan Ankara’ya gönderildi. 1200 Cemâziyelâhirinde (Nisan 1786) kendisinin isteği doğrultusunda ikamet yeri Bursa’ya çevrildi ve I. Abdülhamid’in vefatına kadar orada kaldı. III. Selim’in tahta çıkışıyla beraber sahilhânesinde oturmak ve dışarı çıkmamak şartıyla İstanbul’a dönmesine izin verildi (a.g.e., vr. 51a-b, 53b, 60b). Ancak III. Selim ona karşı mesafeli davrandı. Zira padişahın, Halil Hamîd Paşa olayında, “Vezirin hünkâra kastı var” diyerek durumu Esmâ Sultan’a haber vermek suretiyle belirli bir rol oynayan İbrâhim Beyefendi’yi neticede paşanın idamı ve Şeyhülislâm Dürrîzâde Mehmed Atâullah Efendi’nin azli ve sürgüne giderken şüpheli ölümüne yol açması yanında şehzadeliği sırasında kendisini de güç duruma sokan gelişmelerin müsebbipleri arasında gördüğü anlaşılmaktadır (Kethüda Said Efendi Tarihi, vr. 29a; Uzunçarşılı, , V [1936], s. 239, 247, 249, 250). III. Selim’in, ilk icraatından olmak üzere olayın bu şekilde gelişmesinde başlıca etken olanlardan Cezayirli Gazi Hasan Paşa’yı kaptan-ı deryâlıktan azledip tahta çıktığı sırada tersane emini olan Selim Ağa ile orduda sadrazam kethüdâsı olarak bulunan oğlu Ahmed Nazif Efendi’yi idam ettirirken İbrâhim Beyefendi’nin çeşitli münasebetlerle dile getirdiği ricalarını devamlı olarak geri çevirmesi bu olaylardaki rolünü unutmadığını göstermektedir. Nitekim İstanbul’a geldiğinde ikamet etmekte olduğu İstavroz’daki (Beylerbeyi) yalısından taşınmak üzere Kuruçeşme’de (Ortaköy) Çelebi Mustafa Reşid Efendi’nin yalısını satın alması ve buraya yerleşmesi ayrı ayrı izin başvurularına konu olmuş, nihayet İstavroz’da ikametiyle ilgili emrin kaldırılması üzerine Kuruçeşme’ye taşınması mümkün olabilmişti (, nr. 15414). İbrâhim Beyefendi’nin oğlu Mustafa Efendi ise 16 Cemâziyelevvel 1204’te (1 Şubat 1790) Anadolu, 19 Şevval 1204’te (2 Temmuz 1790) Rumeli kazaskerliğine getirilmiş, İstavroz’da emsalsiz bir yalıya sahip olmasına rağmen, idam edilen Ahmed Nazif Efendi’nin “meş’um” yalısını da satın almak istemiş, bu durum III. Selim’i kızdırmış ve Rumeli kazaskerliğinden azledilerek Kıbrıs’a sürülmüş (24 Zilhicce 1204 / 4 Eylül 1790), Lefkoşe’nin havasıyla imtizaç edemediğinden bir yıl sonra ölmüştür. Mustafa Efendi’nin oğlu bundan dolayı dedesi İbrâhim Beyefendi’nin yanında yaşamaktaydı. İbrâhim Beyefendi, yaşça küçük olduğu anlaşılan torununa müderrislik ruûsu verilmesi için ricada bulunmuşsa da III. Selim tarafından kabul edilmemiştir (, nr. 11279). Yine onun, İstanbul kahve rüsûmu mukātaasından mutasarrıf olduğu eshamına ait beratın cülûs sebebiyle gereken yenilenmesi yapılmamış, dörtte bir hisse ile mutasarrıf olduğu diğer mukātaadan devlete teslim edilen 1150 kuruşun bakiyesi olan 5625 kuruş mahsubunun on bir aylık taksitler halinde ödenmesi için yaptığı müracaata da olumlu cevap verilmemiştir (, nr. 15570). Hatta vaktiyle, mâzul olarak oturduğu Bursa’da iken Tırnova kazasına nâib tayin ettirdiği Ferâizî Ali Efendi’nin kötü idaresinden şikâyette bulunulması üzerine geçirdiği teftiş sırasında, daha önce bu göreve tayinine yol açtığı gerekçesiyle sorgulandığı ve kendisini savunmak zorunda kaldığı da tesbit edilmektedir (, nr. 16114). Bu olaylardan az sonra 2 Zilkade 1212’de (18 Nisan 1798) vefat etti. Mezarı Beyazıt Camii hazîresindedir.

Vak‘anüvis Halil Nûri’ye göre İbrâhim Beyefendi ilim ve maariften yoksun, sert mizaçlı, pervasız ve garazkâr olmakla beraber kibar tavırlı bir zat idi. Vâsıf da onun özellikle ikinci meşihatı esnasında birçok kimseyi haksız yere zor durumda bıraktığını belirtir. Ancak eserlerini III. Selim’e takdim etmiş olan bu iki vak‘anüvisin yargılarının padişahın İbrâhim Beyefendi’ye karşı olan tutumundan ötürü ihtiyatla karşılanması gerekir.


BİBLİYOGRAFYA

, nr. 11279, 15414, 15570, 16114.

Çeşmîzâde, Târih (nşr. Bekir Kütükoğlu), İstanbul 1959, s. 53.

, I, 145-146, 162; II-B, 87, 90; III, 30-31, 67.

Halil Nûri, Târih, İÜ Ktp., TY, nr. 5996, vr. 258a, 258b.

Sâdullah Enverî, Târih, İÜ Ktp., TY, nr. 5994, vr. 4b.

Edib Mehmed Emin, Târih, İÜ Ktp., TY, nr. 3220, vr. 50b-51a, 51b, 53b, 60b, 74a, 76b, 77a, 92a.

Kethüda Said Efendi Tarihi (haz. Ahmet Özcan, yüksek lisans tezi, 1999), Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, vr. 29a.

, I, 202, 215; a.e. (İlgürel), s. 126, 234-235, 264, 287-288, 335-336.

, s. 105-106.

, III, 130, 150, 262; IV, 271-272, 273.

, I, 143.

, s. 542.

, IV/2, s. 495-496.

a.mlf., “Sadrâzam Halil Hamid Paşa”, , V (1936), s. 239, 247, 249, 250.

, V, 104, nr. 107, 113.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2000 yılında İstanbul’da basılan 21. cildinde, 290-291 numaralı sayfalarda yer almıştır.