- 1/2Müellif: CEMİL AKPINARBölüme GitSözlükte “su akıtmak; helâl kılmak, izin vermek, onaylamak, geçerli kılmak” gibi mânalara gelen cevz kökünden türeyen icâzet, İbn Fâris’e göre “su akı…
- 2/2Müellif: MEHMET ALİ SARIBölüme GitKIRAAT. Kıraat ilminde icâzet, Kur’an lafızlarının usulüne uygun bir üslûpla okunması açısından okuyucuda bulunması gereken niteliklerin mevcudiyetini…
Sözlükte “su akıtmak; helâl kılmak, izin vermek, onaylamak, geçerli kılmak” gibi mânalara gelen cevz kökünden türeyen icâzet, İbn Fâris’e göre “su akıtmak” şeklindeki anlamından hareketle “bir âlimin ilmini talebesine aktarması” mânasında terimleşmiştir. İlk defa kullanıldığı hadis alanında icâzet “hadis rivayetine sözlü veya yazılı izin vermek, rivayet hakkını devretmek” demektir. Hatîb el-Bağdâdî’ye göre de icâzet verenin, bir hadis veya haberi rivayet etmeyi öğrenciye mubah (helâl) kılmasıdır. Diğer alanlarda verilen icâzetleri hadis icâzetlerinden ayırmak için “icâzetü’l-iftâ (fetvâ), icâzetü’l-fıkh, icâzetü’t-tedrîs, icâzetü’t-tıb, icâzetü’l-ferâiz, icâzetü’l-hisâb, icâzetü’l-hat, icâzetü’t-tarîk” gibi terkipler oluşturulmuş, Osmanlılar’da ve Doğu İslâm ülkelerinde, medrese ve tekke mensuplarıyla sanat erbabından eğitim ve öğrenimlerini tamamlayanlara üstatlarının verdiği yazılı belgeye icâzetnâme denilmiştir.
İcâzet verme geleneğinin milâdî VI. yüzyılda, hicretten altmış dört sene önce başlamış olduğu kaydedilmişse de (Rifat Bey, sy. 35-36 [1311], s. 770) bu bilginin bir dayanağı bulunamamıştır. Bilindiği kadarıyla ilk defa Rebî‘ b. Süleyman el-Murâdî, hocası İmam Şâfiî’nin er-Risâle’sinden üç cüzlük bir nüshanın istinsahına Zilkade 265 (Temmuz 879) tarihinde icâzet vermiş ve bunu kendi eliyle yazmıştır (er-Risâle, neşredenin girişi, s. 17). Bu örnekte görüldüğü gibi kitabın istinsahına verilen icâzet rivayeti için de geçerlidir. Kapsamı ve üslûbu bakımından bir eğitim ve öğretim düzeni içinde edinilen bilgileri, rivayetleri veya bunların yazılı kayıtlarını nakletme yetkisi veren belgenin (akademik icâzet) ilk örneği, III. (IX.) yüzyıl sonlarına doğru Kadı İsmâil b. İshak el-Cehdamî tarafından Hanefî kadılarından İbnü’l-Bühlûl için yazılmıştır (metni için bk. Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 487-488). İcâzet verenin vasıtasız rivayet hakkına sahip olduğu iki kitapla kendisinin dört eserinin rivayetine izin verdiği bu icâzet, Âgā Büzürg-i Tahrânî ve Ahmed Şelebî’nin en eski icâzet kabul ettikleri, Muhammed b. Abdullah b. Ca‘fer el-Himyerî’nin Ebû Âmir Saîd b. Amr’a Ḳurbü’l-isnâd adlı kitabın rivayeti için Safer 304’te (Ağustos 916) verdiği icâzetten (ez-Zerîʿa, XVII, 67-68; Târîḫu’t-terbiyeti’l-İslâmiyye, s. 263-264) daha eski ve daha sistemlidir. İmâmiyye’de Selîm b. Ebû Hayye’nin, İmam Ca‘fer es-Sâdık’ın kendisine hadis rivayet etme izni verdiğine dair rivayeti icâzet konusunda en eski senedlerden biri olarak kabul edilir. Sonraki bir döneme ait olmakla birlikte icâzete dair daha açık bir örnek, Ahmed b. Muhammed b. Îsâ’nın Kûfe’de Hasan b. Ali el-Veşşâ’dan Alâ b. Rezîn ve Ebân b. Osman el-Ahmer’in kitaplarını rivayet etmek için aldığı icâzettir (DMBİ, VI, 597). Önceleri “öğretimsiz verilen izin ve izin belgesi” anlamında kullanılan icâzet terimi, medreselerin kuruluşundan sonra “belli bir öğretim disiplini içinde bilgi ve rivayet nakletme yetkisi tanıyan belge” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Hadis, siyer ve megāzî kitaplarına verilen icâzet örneği, zamanla diğer ilim dallarındaki kitaplara da müellifleri veya râvileri tarafından uygulanmıştır. Öğrenci edebiyat, tarih, fıkıh, tefsir, ferâiz ve riyâzî ilimlerde müderrisin bir telifini, emâlîsini, şerhini veya rivayet ettiği bir kitabı ondan dinleyince yahut ona okuyunca kendisinin bu derslerden yararlandığını belgelemek üzere müderris tarafından kitabın ilk veya son sayfasına icâzet yazılıyordu. Bazan icâzet, müderrisin güvendiği bir kişi veya öğrencinin bizzat kendisi tarafından kaleme alınıyor, kitabın yazarı veya müderris tarafından da onaylanıyordu. Bunun yanında öğretimsiz umumi ve fahrî icâzetler vermeyi devam ettirenler de olmuştur.
Kullanıldıkları alana ve konularına göre icâzetlerin başlıcaları şunlardır: İlmî İcâzet. Kapsamına göre hususi ve umumi olmak üzere ikiye ayrılır. Belli bir ilmin veya bir kitabın tahsilini tamamlayanlara verilen icâzete hususi icâzet denir. Hadis icâzeti, ferâiz icâzeti, Ṣaḥîḥ-i Buḫârî icâzeti, şemâil-i şerif icâzeti gibi. Bütün ilimlerin bir âlimden veya medreseden tahsilini tamamlayanlara verilen icâzet ise umumi icâzettir.
Hadis İcâzeti. II. (VIII.) yüzyılın başlarından itibaren müslümanların ilimleri sistemleştirme gayretleri esnasında (Müslim, “Muḳaddime”, 5 [I, 14-29]; Kettânî, s. 3-10) hadis öğrenme ve nakletmede başlangıçtan beri uygulanan semâ ve kıraat usulleri yanında icâzet yolu da benimsenmiştir. İbn Hayr el-İşbîlî’nin “icâzetli münâvele”yi üçüncü, icâzeti dördüncü sırada sayması (Fehrese, s. 12-14) öteki usulcülerin görüşüne aykırı değildir; çünkü icâzetle münâvelenin birleşmesi bu yönteme bir üstünlük kazandırmaktadır (Süyûtî, Tedrîbü’r-râvî, I, 450-468; ayrıca bk. MÜNÂVELE). Semâ ve kıraat yoluyla hadis öğrenimi ve rivayetinde hocanın veya talebenin dalgınlık, unutma ve uyuklama gibi sebeplerle hata etme ihtimali bulunduğu, bu yüzden semâ ve kıraat yollarının da icâzete muhtaç olduğu kabul edilmektedir (Hatîb el-Bağdâdî, el-Câmiʿ li-aḫlâḳı’r-râvî, II, 191; Kādî İyâz, s. 92). Nitekim Hatîb el-Bağdâdî, hadis öğrencisinin semâdan sonra icâzet istemesinin gerekli olduğunu belirtmiştir (el-Câmiʿ li-aḫlâḳı’r-râvî, II, 198). İlk muhaddisler, hadis öğrenimini kolaylaştırmak ve hadis kültürünün yayılmasına hizmet etmek amacıyla icâzet verme ve alma yolunu benimseyip bilgilerini zenginleştirmeye gayret etmişlerdir. Şu‘be b. Haccâc, İbrâhim el-Harbî, Ebû Nasr es-Siczî ve Ebü’ş-Şeyh gibi muhaddisler, Kādî Hüseyin b. Ahmed, Mâverdî, Ebû Bekir Muhammed b. Sâbit el-Hucendî, Ebû Tâhir ed-Debbâs ve İbn Hazm gibi fakihler icâzetle hadis rivayetine karşı çıkmışlarsa da âlimlerin büyük çoğunluğu muhtelif icâzet türlerini câiz görüp uygulamışlardır. Hatîb el-Bağdâdî, Hz. Peygamber’in bazı devlet başkanlarına ve valilere mektup göndermesini, Berâe sûresini yazdırarak önce Hz. Ebû Bekir, ardından Hz. Ali vasıtasıyla Mekke’ye ulaştırmasını, bir grup askerle birlikte Nahle mevkiine sevkettiği Abdullah b. Cahş’a mektup vermesini vb. hususları kaydederek bir hükmün tesbit edilmesinde ve uygulanmasında icâzetin de semâ gibi geçerli olduğunu belirtmekte, Hasan-ı Basrî’den İbn Huzeyme’ye kadar önde gelen kırk beş muhaddisin icâzeti kabul ettiğini, bunlardan çoğunun talebelerinin yazdıklarını tashih ettikten sonra rivayet etmelerine icâzet verdiğini söylemektedir (el-Kifâye, s. 447-450, 454-464).
Bir icâzette dört unsur aranmakta olup bunlar icâzeti veren hoca (mücîz), icâzet isteyen (müstecîz) veya kendisine icâzet verilen (mücâzün leh) öğrenci, icâzete konu olan ve rivayetine izin verilen hadis, sahîfe veya kitap (mücâzün bih), örfte rivayet, tahdîs, tahammül, ahz ve tahsile izin ve onay ifade eden bir ihbârın sözlü veya yazılı ifadesidir (Süyûtî, Tedrîbü’r-râvî, I, 467). İcâzetin sıhhati için de dört şart aranmaktadır. a) Öğrencinin kendi nüshasını icâzet verenin nüshası (asıl) ile dikkatli bir şekilde karşılaştırması; b) İcâzet veren hocanın dindar, rivayetine güvenilen, icâzete konu olan hadisleri veya kitabı iyi bilen ve ilmiyle tanınan bir kimse olması; c) İcâzet isteyenin ilim ehli olması; d) Yazılı olarak verilen icâzetin sözle de ifade edilmesi. İmam Mâlik bu şartlardan ilk üçünü özellikle arar. Verilen icâzetin geçerli sayılması için talebe tarafından kabul edilip edilmemesi aranmamakta, hocanın verdiği icâzetten dönmesi de icâzete zarar vermemektedir (Ömer b. Reslân el-Bulkīnî, s. 269-270; Süyûtî, Tedrîbü’r-râvî, I, 466-467).
Hadis rivayetinde icâzet türlerini Kādî İyâz beş, Hatîb el-Bağdâdî altı, İbnü’s-Salâh ile onu takip eden Nevevî ve diğer hadis usulcüleri yedi, Zeynüddin el-Irâkī dokuz olarak belirlemiş olup Irâkī’nin tasnifi şöyledir: 1. Muayyen icâzet. Hocanın, talebesine veya başka birine, rivayetlerinin yazılı olduğu belli bir kitabı yahut fihristinde tanıtılmış kitapları rivayet etmesi için izin vermesidir. İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu “münâvelesiz icâzet” de denen bu tür icâzeti kabul etmektedir. Meselâ İmam Şâfiî, kendisinden kitaplarını okumak isteyen Kerâbîsî’ye eserlerini istinsah etmesini söylemiş ve onları rivayet etmesine icâzet verdiğini belirtmiştir (Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 464). 2. Mücâzün bihi belirsiz olan icâzet. İcâzet veren âlimin belli bir kişiye icâzete konu olan rivayetleri veya kitabı belirtmeden, “Mesmûâtımı veya merviyyâtımı rivayet etmene icâzet verdim” demesidir (Süyûtî, Tedrîbü’r-râvî, I, 451). Aksine görüşler bulunmakla birlikte âlimlerin çoğu bu tür icâzeti de geçerli saymıştır. 3. Umumi icâzet. İcâzete konu olan hadisler veya kitaplar rivayetine izin verilen kişi veya kişiler belirtilmeden, “Zamanımda yaşayanlara, müslümanlara, icâzet isteyen herkese mesmûâtım veya merviyyâtım için icâzet verdim” şeklindeki bir ifadeyle verilen icâzettir. Ebû Abdullah İbn Mende, Ebü’t-Tayyib et-Taberî, Hatîb el-Bağdâdî ve Ebû Tâhir es-Silefî gibi muhaddisler bunu uygulamakla beraber İbnü’s-Salâh eş-Şehrezûrî, esasen zayıf olan icâzetin böyle bir genelleme ile daha da zayıflayacağını, nitekim önde gelen muhaddislerden hiçbirinin icâzetle rivayette bulunmadığını belirtmiştir (ʿUlûmü’l-ḥadîs̱, s. 266-267). Bazılarının elde ettiği icâzetlerin çokluğuyla övünmesine ve babaların çocukları için tanınmış muhaddislerden icâzet toplamasına meydan veren bu tür icâzet, prensip olarak icâzeti kabul eden âlimleri de tereddüde düşürmüş, onlar, kısıtlayıcı bir kayıtla verilen icâzetlerin genel ifadelerle verilen icâzetlerden daha makbul olduğunu söylemişlerdir (Süyûtî, Tedrîbü’r-râvî, I, 451-452). İbn Râfī‘ ve Ebû Ca‘fer Muhammed b. Hüseyin b. Bedr el-Bağdâdî gibi âlimler bu tür icâzetleri tesbit edip bir araya getirmişlerdir (Keşfü’ẓ-ẓunûn, I, 10). 4. Belirsiz bir kitap için veya belirsiz bir şahsa verilen icâzet. Belli bir kişiye adı ve mahiyeti belirtilmeyen bir kitabı rivayet etmesi için verilen icâzet yahut belli bir kitabı rivayet etmesi için meçhul bir şahsa verilen icâzetin karışıklığa yol açma ihtimali bulunduğundan bir ipucu ile müphemlik giderilemediği takdirde bu tür icâzetler geçersiz kabul edilmiştir (Hatîb el-Bağdâdî, el-İcâze li’l-maʿdûm ve’l-mechûl, s. 79-80; Süyûtî, Tedrîbü’r-râvî, I, 454-455). 5. Şarta bağlı (muallak) icâzet. Belirlenen veya belirlenmeyen bir kimsenin arzusuna bağlanan bu icâzet türüne göre icâzet veren âlim, “Falanın istediğine icâzet verdim” veya, “Arzu edene icâzet verdim” diyebilir. Bazı âlimlerin bir önceki icâzet türü içinde kabul ettikleri bu icâzeti, Kadı Ebü’t-Tayyib et-Taberî belirsizlik bulunduğu ve şarta bağlı olduğu için kabul etmemiştir. 6. Doğmamış çocuğa verilen icâzet. Hatîb el-Bağdâdî, Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ ve Mâlikî fakihi İbn Umrûs bunu şâz olarak câiz görmüşlerse de Mâverdî, Ebü’t-Tayyib et-Taberî ve İbnü’s-Sabbâğ, “Ma‘dûm ve meçhule icâzetle icâzetin şarta bağlanması sahih değildir” şeklindeki görüşlerine aykırı olan bu icâzeti bâtıl saymışlardır. 7. Mümeyyiz olmayan çocuğa verilen icâzet. Ebü’t-Tayyib et-Taberî ve Hatîb el-Bağdâdî bu icâzeti geçerli saymış, bunu bir öncekiyle birlikte düşünenler de olmuştur. 8. İleride elde edilecek rivayetlere verilen icâzet. Hadis usulcüleri, kendisinde olmayanı bildirmek ve bağışlamak anlamına gelen bu icâzeti geçersiz kabul etmişlerdir. Buna göre genel ve belirsiz bir icâzet alan kimsenin şeyhinin bu icâzet tarihinden önceki rivayetlerini araştırması ve sadece onlardan rivayet etmesi gerekmektedir (Kādî İyâz, s. 105-107). 9. İcâzetle elde edilen hadisleri veya kitabı rivayet etmeye verilen icâzet. Enmâtî, icâzet yoluyla alınan bir hadisin yine icâzet yoluyla nakledilmesini câiz görmemekteyse de Dârekutnî, İbn Ukde, Ebû Nuaym el-İsfahânî, Hâkim en-Nîsâbûrî, Nasr b. İbrâhim el-Makdisî ve İbnü’l-Kayserânî gibi muhaddisler bu icâzet şeklini kabul etmişlerdir. Hatîb el-Bağdâdî, bu türde ilk yazılı icâzetlerden biri olan İbn Ukde’nin İbnü’s-Sekkā diye bilinen Abdullah b. Muhammed b. Osman el-Vâsıtî’ye verdiği Şevval 325 (Ağustos 937) tarihli icâzetin metnini kaydetmiştir (el-Kifâye, s. 500-501).
Hadis usulüne dair bütün kaynaklarda icâzet konusu geniş şekilde açıklandığı gibi bu hususta çok sayıda müstakil eser de yazılmıştır. İcâzetin gerekçesi, faydaları ve hükümleri konusunda yapılan ilk çalışma, Ebü’l-Abbas Velîd b. Bekir el-Gamrî’nin (ö. 392/1002) el-Vicâze fî ṣıḥḥati’l-ḳavli bi’l-icâze adlı eseri olup (Silefî, s. 58; Keşfü’ẓ-ẓunûn, II, 2000) bir nüshası Bağdat’ta Abbas el-Azzâvî Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Ebû Tâhir es-Silefî, Gamrî’nin eserini özetleyip kendi icâzet şeyhlerinin tanıtımı da dahil olmak üzere yeni bilgiler ilâve ederek el-Vecîz fî ẕikri’l-mücâz ve’l-mücîz adlı eserini yazmıştır. İbnü’l-Kayserânî’nin el-ʿAmel bi-İcâzeti’l-icâze ve el-İcâzât ve meẕâhibühâ adlı kitapları, Necmeddin en-Nesefî’nin el-İcâzâtü’l-müterceme bi’l-ḥurûfi’l-muʿceme’si, Şemseddin İbn Tolun ed-Dımaşkī’nin Nevâdirü’l-icâzât ve’s-semâʿât’ı, Muhammed Abdülhay el-Kettânî’nin el-İcâze ilâ maʿrifeti aḥkâmi’l-icâze’si, Muhammed Bâkır el-Meclisî’nin İcâzâtü’l-ḥadîs̱ ile (nşr. Ahmed el-Hüseynî, Tahran 1410) Kitâbü’l-İcâzât’ı (Biḥârü’l-envâr, CII, 191-298; s. 104-107’de toplam 107 icâzetin metni verilmektedir) ve Ebü’t-Tayyib el-Azîmâbâdî’nin el-Vicâze fi’l-icâze’si (nşr. Bedrüzzaman Muhammed Şefî‘ en-Nîbâlî, Karachi 1408) icâzete dair eserlerden bazılarıdır.
Muhaddisler ve diğer bazı âlimler sonraları mu‘cem, fihris, bernâmec, sebet ve icâzâtü’l-meşâyih diye adlandırılan eserlerinde hocalarından okudukları kitapları, onlardan alıp öğrencilerine verdikleri icâzetleri zikretmeyi âdet edinmişlerdir; bu tür eserler isnad ve icâzet aracı olarak kullanılmıştır. Ebü’l-Kāsım İbn Asâkir ed-Dımaşkī’nin hadis dinlediği ve icâzet aldığı şeyhlerini tanıttığı el-Muʿcem’i, İbn Hacer el-Askalânî’nin el-Mecmaʿu’l-müʾesses fi’l-muʿcemi’l-müfehres’i, İbn Hayr el-İşbîlî’nin Fehrese’si, Ebû Zeyd es-Seâlibî’nin Ġunyetü’l-vâfid ve buġyetü’ṭ-ṭâlibi’l-mâcid ve İbn Gāzî el-Miknâsî’nin et-Teʿallül bi-rusûmi’l-isnâd baʿde intiḳāli ehli’l-menzil ve’n-nâd adlı fihristleri, Abdullah eş-Şebrâvî’nin Fehrese’si (S̱ebet), Ebû Abdullah el-Mücârî’nin Bernâmec’i, Ebû Ca‘fer Ahmed b. Ali el-Belevî el-Vâdîâşî’nin S̱ebet’i ve Ebû Sâlim el-Ayyâşî’nin İtḥâfü’l-aḫillâʾ bi-icâzâti’l-meşâyiḫi’l-ecillâʾ (bi-esânîdi’l-ecillâʾ) adlı eseri bu türün bazı örnekleridir. Bu geleneğin son örnekleri, Zâhid Kevserî’nin (ö. 1952) et-Taḥrîrü’l-vecîz fîmâ yebtaġīhi’l-müstecîz isimli sebetiyle (nşr. Abdülfettâh Ebû Gudde, Halep 1413/1993) Muhammed Âşık el-İlâhî’nin Muhammed Abdurrahman el-Mar‘aşlî’ye 7 Temmuz 1994’te verdiği hadis icâzetidir.
Diğer Alanlar. Müslümanların ihtiyaç duyduğu fakih ve müftülerin yetiştirilmesi işi İslâmî eğitim ve öğretimin hedeflerinden biri olduğu için ilk zamanlardan itibaren devletin bağımsız yargı sistemi içinde veya dışında bulunan fakih ve âlimler, şer‘î fetva verme ehliyetini kazanan ilim tâliplerine sözlü olarak icâzet veriyorlardı. Mezhep imamı âlimlerin de fetva verme iznini böyle elde ettiği bilinmektedir. Fıkıh öğretiminin zamanla medreselerde sistemleşmesi üzerine bu geniş kapsamlı sahanın ihtiyacı hadisteki icâzetle karşılanamaz duruma gelince fıkıh tedrisine izin verildiğini belgeleyen icâzet ortaya çıktı. Ancak iftâ ve tedris görevlerinden birine verilen icâzet uygulamada diğerini de kapsamına aldığı için ikisi birleştirilerek “iftâ ve tedris icâzeti” diye ifade edilmesi âdet olmuştur. Genellikle öğrencinin tahsilini tamamlamasının ardından yapılan bir imtihandan sonra verilen bu icâzeti alan kişi müderris olarak tedris, iftâ ve münâzara görevlerini yürütme hakkını elde etmiş oluyordu (Makdisî, s. 167-171, 305). Kalkaşendî, üstadı İbnü’l-Mülakkın’ın kendisine verdiği Şâfiî mezhebine göre iftâ ve tedris icâzeti örneğini kaydetmiştir (Ṣubḥu’l-aʿşâ, XIV, 364-369). Hanefî fakihi Şemsüleimme el-Kerderî’nin Sirâcüddin Muhammed b. Ahmed el-Karnebî el-Buhârî’ye verdiği 15 Zilkade 632 (1 Ağustos 1235) tarihli icâzet de bu türden sayılabilir (Süleymaniye Ktp., Damad İbrâhim Paşa, nr. 432/2, vr. 349a).
Nasîrüddîn-i Tûsî’nin Merâga Medresesi’nde başlattığı aklî ve riyâzî ilimler öğretiminin diğer İslâm memleketlerindeki eğitim ve öğretime etkisinden sonra talebelere bu ilimlerde de icâzetler verilmeye başlandı. Kutbüddîn-i Şîrâzî’nin Necmeddin Abdürrahîm b. Nasr İbnü’ş-Şahhâm el-Mevsılî’ye verdiği Rebîülâhir 708 (Eylül 1308) tarihli icâzet (Arberry, IV, 124) bunlar arasında yer alır. Daha sonra Tebriz, Şîraz ve Semerkant medreselerinden Anadolu’ya taşınan bu ilim ve eğitim anlayışı Osmanlı Devleti’nin son dönemine kadar etkisini sürdürdü. Bursa Kadısı Mahmud Çelebi’nin torunu Kadızâde’nin (Mûsâ Paşa) Fethullah eş-Şirvânî’ye verdiği aklî ve riyâzî ilimler icâzetiyle (DİA, XII, 464-465) Celâleddin ed-Devvânî’nin Müeyyedzâde Abdurrahman Amâsî’ye verdiği 888 (1483) tarihli icâzet (Râgıb Paşa Ktp., nr. 570, vr. 315a-317b) bu etkinin en belirgin örnekleridir. Hâce Muhammed Pârsâ, Orta Asya’nın Ûş şehrindeki Hümâmiyye Medresesi’nde aklî ve naklî ilimler tahsilini tamamlayan Şemseddin Muhammed b. Hüsâmeddin b. Şâdî Hâce el-Ûşî’ye 796 yılı Rebîülâhir sonlarında (1394 Mart başı) verdiği umumi icâzetnâmeyi (Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 538/5, vr. 209b-210b) “tezkire” diye nitelendirmiştir.
Uygulamada umumi ilmî icâzetlerin farklı şekilleri vardır. Ders programına dahil ilimlerin tamamını bir âlim öğrettiği takdirde tek bir icâzet veriliyor, çeşitli ilimler ayrı ayrı müderrislerden okununca ayrı ayrı icâzetler düzenleniyor (bazı örnekler için bk. Süleymaniye Ktp., Lâleli, nr. 3747/12, vr. 174b-175b, 192b-193a) veya birkaç âlimden ayrı ayrı umumi icâzetler alınarak birleştiriliyor (Şemseddin Muhammed b. Necmeddin Muhammed es-Sâlihî’ye [ö. 1012/1603] farklı hocalar tarafından verilen dört ayrı icâzeti ihtiva eden bir yazma Köprülü Ktp., I. Kısım, nr. 1258, vr. 158a-166b’de bulunmaktadır), umumi ilmî icâzete özel icâzetin eklendiği de oluyordu (bir örnek için bk. MÜİF Ktp., Şişli Camii, nr. 1106). Umumi ilmî icâzet Mısır’da 1872 yılında resmîleştirilerek “âlimiyye” diplomasına dönüştürüldü (bk. ÂLİMİYYE). Osmanlı Devleti’nde ise 1914’te İstanbul’da düzene konulan Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye medreselerinin âlî kısmı şubelerinde “icâzetnâme” adıyla resmîleştirildi. Bu medreselerde hadis, tefsir, fıkıh ve kelâm şubelerinde öğretilen ilimlerde “ikmâl-i nüsah” eden öğrencilere, silsile ile gelen ilim senedini korumak ve öğrencinin ilmî liyakatini onaylamak amacıyla imtihandan sonra başarı dereceleri yazılıp icâzetnâme düzenlenmesi yoluna gidildi. Bu icâzetnâmeyi alanlar müderris, fıkıh icâzeti alanlar da kadı ve müftü olarak ruûs-i hümâyûna nâil oluyorlardı (Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi, s. 10-11, 32-34; Şevketî, s. 35-38; Atay, s. 128-129). Medreselerin kapatılmasıyla birlikte geleneksel icâzet uygulaması Türkiye’de rağbetini kaybetmiştir.
Fennî İcâzet. Bilginin yanında deney ve tecrübeye de dayanan tıp, eczacılık ve riyâzî ilimler konusunda verilen icâzetlerdir (geniş bilgi için bk. İzgi, I, 203, 347; II, 28; Has, IV/27 [1995], s. 22-23; DİA, XVII, 160).
Tarikat İcâzeti. Şeyh veya mürşid kabul edilen tasavvuf ve tarikat önderlerinden birinin kendi usulünü devam ettirmeye ehil gördüğü bir müridine verdiği irşad iznidir (bk. HALİFE). İlk zamanlarda sözlü ve sembollere bağlı olarak verilen bu iznin yazılı şekline tarikat icâzeti yanında “tarikata sülûk icâzeti” ve “hilâfetnâme” de denir. Taç veya hırka giydirmekle tamamlanması gelenek olan bu icâzetin zikir telkini icâzeti ve hırka giydirme icâzeti diye çeşitleri vardır. Mutasavvıfların isnad ve silsile arayışlarının ancak V. (XI.) yüzyılda başladığı kabul edilmekte olup tarikatlarda icâzet uygulaması da bu tarihten sonra, muhtemelen VI. (XII.) yüzyılın sonlarından itibaren başlamıştır (Âişe Yûsuf el-Menâî, s. 33). Kübreviyye tarikatı kurucusu Necmeddîn-i Kübrâ’nın 598-616 (1201-1219) yılları arasında öğrencilerine verdiği beş ayrı icâzetin nüshaları Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki bir mecmua içerisindedir (Şehid Ali Paşa, nr. 2800/5-8, 11, vr. 21a-25a, 29b-30b). Aynı mecmuada (vr. 25a-28b) Mecdüddin el-Bağdâdî tarafından verilen iki tarikat icâzeti daha vardır. Yemenî nisbeli Şeyh Necmeddin Hasan b. Muhammed b. Bahâdır es-Sünbülî’nin Adlüddin Hasan b. Muhammed el-Halvetî’ye verdiği mufassal icâzetnâmenin sonunda tarikatın silsilesi de kaydedilmiştir (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1761/3, vr. 36a-41b).
Sanat ve Meslek İcâzeti. Bilgiden çok iş, sanat ve beceriye dayalı üretim ve hizmet erbabı arasında kendi özel eğitimleri sonunda verilen icâzetler olup Ahîlik ve hat icâzetleri bu türün örnekleridir (Tombuş, sy. 38 [1943], s. 3-9, 345-347; ayrıca bk. HATTAT).
İcâzetlerin Muhtevası. Bütün icâzet metinleri genellikle şu unsurlardan oluşur: İcâzetin başında besmele, Allah’a hamd, Hz. Peygamber’e salât ve selâm, ashabına dua ve kelime-i şehâdetten sonra konunun önemi ve ciddiyeti vurgulanır; ilmin, öğretme ve öğrenmenin, irşad ve senedin ehemmiyetine dikkat çekilir. Öğrencinin adı kaydedilerek elde ettiği ehliyet tanıtılır. Üstat kendi adını belirtip okuttuğu kitabı, öğrettiği ilim veya sanatı, verdiği irşad hizmetini kimden ve hangi yolla aldığını ortaya koyar, sened veya silsileyi zikreder; kazandığı ehliyeti yürütmesi için öğrenciye izin verdiğini ifade eder, devrettiği hakkı nasıl kullanacağına dair yol gösterir, kendisine dua etmesini ister. Hocanın imza veya mührü ile icâzet tamamlanır. Bazı sanat ve meslek icâzetleri dışında bütün icâzetler Arapça olarak yazılmıştır.
İcâzet çeşitlerinin başlangıçtan beri diğer bir ortak özelliği kurumsal ve resmî değil şahsî ve sivil olmalarıdır. Aslında bu durum, İslâmî eğitimde genel olarak diploma değeri taşıyan belgelerin en büyük özelliğidir. Belki de bundan dolayı hukukî yönü olan ve resmîliği çağrıştıran “şehâdet” kelimesi icâzet yerinde kullanılmamıştır. Ancak ilk defa 1872 yılında Mısır’da, 1914’te Osmanlı Devleti’nde Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye medreselerinin tâli kısmını bitirenlere şehâdetnâme, âlî kısmını bitirenlere de icâzetnâme verilmesinin kanunlaşmasıyla icâzetin resmîleştiği görülür. Esasen İslâm âlimlerinin başlangıçtan beri eğitim ve öğretimin sivil yapısının korunması yönünde bir duyarlılık taşıdığı bilinmektedir. Nitekim Bağdat’ta resmî medreselerin kurulduğunu duyan Mâverâünnehir âlimlerinin ilim adına matem tutması da (İbnü’l-Ekfânî, s. 7) böyle bir anlayışın sonucudur. Bu sebeple kuruldukları dönemden itibaren İslâm eğitim müesseselerinin yetkilileri öğrencilerine diploma vermekle ilgilenmemiş, konuyu ilmî sorumluluk alanında ve âlimlerin serbest kanaat ve değerlendirmelerine bırakarak onlara sadece imkân sağlamakla yetinmiştir. İlim adamları, belli bir konunun öğretimi sonunda öğrencilerine kapasitelerine göre o alanla sınırlı olarak icâzet verebilir, fakat icâzette hocanın ders okuttuğu kurumun onayı aranmazdı. İslâm tarihinin en resmî karakterli eğitim ve öğretim kurumlarından biri olan Semerkant’taki Uluğ Bey Medresesi’nde de başhoca Kadızâde-i Rûmî’nin verdiği icâzette (DİA, XII, 464, 465) resmîliği andıran hiçbir unsur yer almamıştır.
İcâzetler umumiyetle nesirle yazılmakla birlikte ilk zamanlardan beri şiirle yazılmış örnekleri de görülür. Nitekim ilk hadis usulcüleri eserlerinde bu tür icâzetler için özel bölümler açmışlardır. Yazmalar arasında, lugat, edebiyat ve tarih kitapları içinde çok sayıda manzum icâzet örneğine rastlanır. Hatta icâzet talebinin ve bu talebe verilen icâzetin de şiirle yapıldığı görülür. Bilinen ilk manzum icâzet, Ebü’l-Eş‘as Ahmed b. Mikdâm el-İclî (ö. 252/866) tarafından öğrencilerine okuttuğu bir kitabın zahrına yazılmıştır (Râmhürmüzî, s. 456; Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 501-502; Kādî İyâz, s. 96-97). İbn Hallâd er-Râmhürmüzî, kendi eserlerinden birinin rivayeti için eser üzerine yazdığı on bir beyitlik manzum icâzetin metnini verir (el-Muḥaddis̱ü’l-fâṣıl, s. 545). Hatîb el-Bağdâdî de Muhammed b. Cehm es-Simmerî’den bir manzum icâzet metni zikreder (el-Kifâye, s. 502-503; diğer bazı örnekler için bk. Tâcü’l-ʿarûs, “zḳʿa” md.; İbnü’l-Adîm, X, 4342; Kureşî, IV, 105). Bu tür özel manzum icâzetler yanında Kutbüddin en-Nehrevânî el-Hanefî’nin, Şemseddin Muhammed b. Necmeddin Muhammed es-Sâlihî ed-Dımaşkī’ye verdiği 961 (1554) tarihli ve altmış beyitlik icâzet gibi (Köprülü Ktp., I. Kısım, nr. 1258, vr. 165a-166b) akademik manzum icâzet örnekleri de vardır (bazı manzum icâzetler için bk. Silefî, s. 139-140; Safiyyüddin el-Hillî, s. 481-483; İbnü’l-Ahmer, s. 51-56; Ayyâşî, s. 91, 133-134, 148-149).
İslâmî gelenekte öğrenimi sonunda ilmî ehliyeti görülen kimseye icâzet verilmesi dinî ve ahlâkî bir vecîbe, verilmemesi ise bir hak ihlâli olarak telakki edilmiş, bu sebeple icâzet verme karşılığında para almak câiz görülmemiştir. Teorik olarak birinin insanları eğitmesi ve aydınlatması için icâzet sahibi olması zorunlu görülmemekle birlikte uygulamada icâzet, öğretme ehliyeti hususunda güven verici bir belge sayılmıştır (Süyûtî, el-İtḳān, II, 289). Bir kimsenin bir konuda öğrenci iken başka bir konuda veya ilim dalında icâzetli öğretici olması da mümkündür.
İslâm eğitim ve öğretim geleneğine has bir tecrübe olarak ortaya çıkan icâzet metinleri ilim, irfan, sanat ve meslek hareketlerinin güvenilirliği ve sağlıklı gelişmesine katkısı yanında tarih boyunca ilim, kültür ve medeniyet hareketlerinin yerini, zamanını, türünü ve seviyesini tesbit etmede, içtimaî ve siyasî ilişkileri yorumlamada kaynak değeri olan belgelerdir. Bilhassa gerekli kayıtları tam olan icâzetnâmeler eğitim kurumları, bunların sistemleri, kadroları, işlevleri, başarı veya başarısızlıkları konusunda bilgi ihtiva eder. Bu belgeler, onları düzenleyen üstatların ve öğrencilerinin ilmî, edebî, ahlâkî şahsiyetlerini ve dünya görüşlerini yansıtan kısmî veya tam otobiyografiler olması bakımından da ayrı bir önem taşır.
X. yüzyıldan itibaren Batı eğitim kurumlarının daha çok İspanya üzerinden İslâmî birikim ve tecrübeden faydalandığı bilinmekle beraber eğitim kurumları arasındaki ilişkiler yeterince incelenmiş değildir. Alfred Guillaume bu ilişkinin aydınlatılmasında, Batı dillerinde en alt kademede üniversite derecesini ifade etmek üzere ilk defa 1231’de kullanılan “baccalareus” (baccalaureus) kelimesinin etimolojisinin bir başlangıç olabileceğini düşünmüş ve bu terimin, İslâmî akademik sistem içinde kullanılan Arapça bir tabirden alınmış olması gerektiğini, bunun da “bi-hakkı’r-rivâye” şeklindeki icâzet tabiri olabileceğini ileri sürmüş, ancak bu tabirin kullanıldığı herhangi bir Arapça icâzet metni göstermemiştir. Ebied ve Young “New Light on the Origin of the Term ‘Baccalaureate’” başlıklı ortak makalelerinde (IQ, XVIII/1-2 [1974], s. 3-7), bi-hakkı’r-rivâye tabirinin, “öğretme hakkı veren diploma, icâzet” anlamında kullanıldığı beş icâzet metni yayımlayarak Guillaume’un görüşünün tutarlı olduğunu ispatlamışlardır. Daha önce Hastings Rashdall’ın da kabul ettiği gibi bi-hakkı’r-rivâye tabirinin ilk defa İspanya’da sözlü gelenek içinde kullanılmaya başlandığını düşünen bu iki yazar, bunun Arapça’dan Latince’ye geçerken uğradığı değişimi “bi-ḥaqq al-rivāya > b-ḥaqq ulūrea > baccalure [a] > baccalareus” şeklinde göstermiştir.
Yukarıdaki icâzet çeşitlerinin dışında, Hz. Peygamber’i rüyasında gören sûfîlerin ondan aldıklarını söyledikleri bir icâzet türünden daha söz edilmekte olup buna da “mânevî icâzet” denmiştir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Dımaşk’ta gördüğü bir rüyada Fuṣûṣü’l-ḥikem’le ilgili olarak Resûl-i Ekrem’in kendisine icâzet verdiğini söylemiştir (DİA, XIII, 231). İmâm-ı Rabbânî’nin de rüyasında gördüğü Resûlullah’tan kelâm ilminde müctehidlik icâzeti aldığı söylenir (Kāsım Ahmed es-Sâmerrâî, II/2 [1981], s. 282). Nevşehirli Halil Efendi, 1225 (1810) yılında Antakya’da Habib Neccar Camii’nde rüyasında gördüğü Hz. Peygamber’den Delâʾilü’l-ḫayrât adlı salavât mecmuasını okuması için icâzet aldığını iddia etmiştir (Ahmed Fevzî, İcâzetnâme-i Delâil-i Hayrât, Millî Kütüphane, nr. A-2291/1). Abdülganî b. İsmâil en-Nablusî, vereni tarafından yazılmış bir metni bulunmayan bu icâzet türüne dair Ravżü’l-enâm fî beyâni’l-icâzeti fi’l-menâm adıyla bir eser yazmıştır (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 3606/27, vr. 164a-175b).
BİBLİYOGRAFYA
İbn Fâris, Mücmelü’l-luġa (nşr. Züheyir Abdülmuhsin Sultân), Beyrut 1404/1984, I, 202-203.
Lisânü’l-ʿArab, “cvz” md.
Tâcü’l-ʿarûs, “cvz”, “zḳʿa” md.leri.
Müslim, “Muḳaddime”, 5 (I, 14-29).
Şâfiî, er-Risâle, neşredenin girişi, s. 17.
Râmhürmüzî, el-Muḥaddis̱ü’l-fâṣıl (nşr. M. Acâc el-Hatîb), Beyrut 1391/1971, s. 163-181, 363-369, 456-458, 542.
Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye (nşr. Muhammed el-Hâfız et-Ticânî), Kahire 1972, s. 446-450, 454-466, 487-488, 500-503.
a.mlf., el-Câmiʿ li-aḫlâḳı’r-râvî ve âdâbi’s-sâmiʿ (nşr. Muhammed Acâc el-Hatîb), Beyrut 1414/1994, II, 191-198.
a.mlf., el-İcâze li’l-maʿdûm ve’l-mechûl (nşr. Safvân Adnân Dâvûdî), Dımaşk 1418/1997, s. 79-80, 211.
Kādî İyâz, el-İlmâʿ (nşr. Seyyid Ahmed Sakr), Kahire 1398/1978, s. 92-93, 96-97, 103, 105-107.
İbn Hayr, Fehrese, s. 12-17.
Silefî, el-Vecîz fî ẕikri’l-mücâz ve’l-mücîz (nşr. Muhammed Hayr el-Bikāî), Beyrut 1414/1991, s. 54-58, 139-140.
İbnü’s-Salâh, ʿUlûmü’l-ḥadîs̱ (nşr. Âişe Abdurrahman), Kahire 1974, s. 262-277.
İbnü’l-Adîm, Buġyetü’ṭ-ṭaleb (Zekkâr), X, 4342.
Nevevî, İrşâdü ṭullâbi’l-ḥaḳāʾiḳ (nşr. Nûreddin Itr), Beyrut 1411/1991, s. 129-133.
İbnü’l-Ekfânî, İrşâdü’l-ḳāṣıd (nşr. Muhammed Fâhûrî), Beyrut 1998, s. 7.
Safiyyüddin el-Hillî, Dîvân, Dımaşk 1298, s. 481-483.
Kureşî, el-Cevâhirü’l-muḍıyye, II, 389; III, 405; IV, 105.
İbnü’l-Mülakkın, el-Muḳniʿ fî ʿulûmi’l-ḥadîs̱ (nşr. Abdullah b. Yûsuf el-Cüdey‘), Ahsâ 1413/1992, I, 314-324.
Ömer b. Reslân el-Bulkīnî, Meḥâsinü’l-ıṣṭılâḥ (nşr. Âişe Abdurrahman), Kahire 1974, s. 262, 269-270.
Zeynüddin el-Irâkī, el-Elfiyye (nşr. Muhammed b. Hüseyin el-Irâkī el-Hüseynî), Fas 1354, II, 60-89.
Kalkaşendî, Ṣubḥu’l-aʿşâ (Şemseddin), XIV, 364-377.
İbn Hacer el-Askalânî, Fetḥu’l-mennân bi-Muḳaddimeti Lisâni’l-Mîzân (nşr. Muhammed Abdurrahman el-Mar‘aşlî), Beyrut 1415/1995, s. 528.
Süyûtî, el-İtḳān (Ebü’l-Fazl), II, 289.
a.mlf., Tedrîbü’r-râvî (Ebû Kuteybe Nazar Muhammed el-Fâryâbî), Beyrut 1415, I, 447-468.
Keşfü’ẓ-ẓunûn, I, 10; II, 2000.
Ayyâşî, İtḥâfü’l-aḫillâʾ bi-icâzâti’l-meşâyiḫi’l-ecillâʾ (nşr. Muhammed ez-Zâhî), Beyrut 1999, s. 91, 133-134, 148-149.
Meclisî, Biḥârü’l-envâr, Beyrut 1403/1983, CII, 191-298.
Şebrâvî, Fehrese (nşr. Muhammed ez-Zâhî, el-Mevrid içinde), XI/4, Bağdad 1403/1982, s. 89-112.
Şevketî, Medâris-i İslâmiyye Islâhât Programı, İstanbul 1329, s. 35-38.
Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi: Nizamnâme, Ders Cedveli, Sûret-i Tedrîs ve Kitablar, Ta‘lîmâtnâme, İstanbul 1330-33, s. 10-11 (md. 13), 32-34 (md. 54-73).
A. J. Arberry, The Chester Beatty Library, A Handlist of the Arabic Manuscript, Dublin 1959, IV, 124; VII, 182.
Kettânî, er-Risâletü’l-müsteṭrafe, s. 3-10.
Ahmed Şelebî, Târîḫu’t-terbiyeti’l-İslâmiyye, Kahire 1973, s. 260-269.
Âgā Büzürg-i Tahrânî, eẕ-Ẕerîʿa ilâ teṣânîfi’ş-Şîʿa, Beyrut 1403/1983, V, 246; XVII, 67-68.
Hüseyin Atay, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, İstanbul 1983, s. 101-130.
Âişe Yûsuf el-Menaî, Ebû Ḥafs ʿÖmer es-Sühreverdî, Devha 1412/1991, s. 33.
Muhammed Zâhid Kevserî, et-Taḥrîrü’l-vecîz fîmâ yebtaġīhi’l-müstecîz (nşr. Abdülfettâh Ebû Gudde), Halep 1413/1993.
G. Makdisi, Neşʾetü’l-külliyyât: Meʿâhidü’l-ʿilm ʿinde’l-müslimîn ve fi’l-Ġarb (trc. Mahmûd Seyyid Muhammed), Cidde 1414/1994, s. 159-165, 167-172, 305-312.
Cevat İzgi, Osmanlı Medreselerinde İlim, İstanbul 1997, I, 203, 347; II, 28.
Rifat Bey, “Kāmûsü’l-bedâyi‘”, Ma‘lûmât, sy. 35-36, İstanbul 1311, s. 770.
Nazmi Tombuş, “Ahîler: İcâzetnâme ve Fütüvvet Şeceresi”, Çorumlu, sy. 38, Çorum 1943, s. 3-9, 345-347.
Selâhaddin el-Müneccid, İcâzâtü’s-semâʿ fi’l-maḫṭûtâti’l-ḳadîme, MMMA (Kahire), I/2 (1955), s. 232-251.
R. Y. Ebied – M. J. L. Young, “New Light on the Origin of the Term ‘Baccalaureate’”, IQ, XVIII/1-2 (1974), s. 3-7.
Kāsım Ahmed es-Sâmerrâî, “el-İcâzât ve teṭavvürüha’t-târîḫî”, ʿÂlemü’l-kütüb, II/2, Riyad 1981, s. 278-285.
Hisham Nashabî, “The IJAZA: Academic Certificate in Muslim Education”, HI, VIII/1 (1985), s. 7-13.
Sâlih Ma‘tûk, “el-İcâzetü’l-ʿâmme ve istiʿmâlü’l-muḥaddîs̱îne lehâ”, Mecelletü Külliyyeti’d-dirâsâti’l-İslâmiyye ve’l-ʿArabiyye, V, Dübey 1992, s. 92-118.
Polat Has, “Tarihte Batı Tıbbının Doğudan Aldıkları”, Yeni Ümit, IV/27, İzmir 1995, s. 22-23.
Pakalın, II, 19-20.
G. Vajda – I. Goldziher [S. A. Bonebakker], “Id̲j̲āza”, EI2 (İng.), III, 1020-1022.
Kâzım Müdîr Şâneçî, “İcâze”, DMBİ, VI, 596-598.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2000 yılında İstanbul’da basılan 21. cildinde, 393-400 numaralı sayfalarda yer almıştır.
KIRAAT. Kıraat ilminde icâzet, Kur’an lafızlarının usulüne uygun bir üslûpla okunması açısından okuyucuda bulunması gereken niteliklerin mevcudiyetini belirten yazılı yeterlilik belgesi anlamındadır. Aranan niteliklerin varlığının sözle ifade edilmesi “şefehî (şefevî) icâzet” olup Kur’an’ın tamamını veya bir bölümünü üstada okumak (arz) ve/veya onu üstattan dinlemek (semâ) suretiyle kıraat imamlarından birinin kıraatine yahut birden fazla kıraate uygun olarak okumada yeterli seviyeye gelmekle elde edilir.
Vahiylerin telaffuz özellikleri, Arap dili lehçeleriyle biçimlenen ve Hz. Peygamber’in icra ve onayı ile vücut bulan farklı kıraatlerle onların edâ keyfiyetleri, sonraki nesillerin öncekilerden öğrenme zorunluluğunu getirmiş olduğundan (İbn Mücâhid, s. 49-52), Resûl-i Ekrem’den itibaren kıraatte icâzetin yazılı olmasa da şefehî olarak uygulandığı ve hadis terimleri arasına girmeden önce kullanılmaya başlandığı söylenebilir. Nitekim Hz. Peygamber’in, “Kur’an’ı dört kişiden öğrenin” (Buhârî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 8) diyerek Abdullah b. Mes‘ûd, Sâlim Mevlâ Ebû Huzeyfe, Muâz b. Cebel ve Übey b. Kâ‘b’ın adlarını anmasını, Sâlim Mevlâ Ebû Huzeyfe’yi Kur’an okurken duyduğunda Allah’a hamdetmesini, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’yi güzel okuyuşu sebebiyle övmesini (Buhârî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 30; İbn Mâce, “İḳāmetü’ṣ-ṣalât”, 176), bu sahâbîlerin ehliyetlerini belirten şefehî icâzet olarak değerlendirmek mümkündür. Hz. Osman’ın, çoğaltılan Kur’an nüshalarını belli başlı merkezlere gönderirken Übey b. Kâ‘b ve Zeyd b. Sâbit’i Hicaz bölgesinde, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’yi Basra’da, Ali b. Ebû Tâlib ve Abdullah b. Mes‘ûd’u Kûfe’de, Muâz b. Cebel ve Ebü’d-Derdâ’yı Dımaşk’ta muallim olarak görevlendirmesi de (Ebû Şâme, s. 149-150) Kur’an öğretimiyle ilgili şefehî icâzetin diğer örnekleri sayılmalıdır. Kur’an’ın “tertîl” ile okunması Allah’ın emri olduğundan (el-Müzzemmil 73/4) gerek Resûl-i Ekrem’in gerek sahâbîlerin Kur’an öğreticisinin ehliyeti konusunda titiz davrandıklarında şüphe yoktur. Hişâm b. Hakîm’in namazda Furkān sûresini kendisinin öğrendiğinden farklı okuduğuna şahit olan Hz. Ömer’in nerede ise onu namazdan çekip alacak kadar tepki göstermesi, Kur’an’ın doğru okunması hususunda ashabın ne kadar duyarlı olduğunu göstermektedir (Buhârî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 5).
Kur’an’ın naklinde yazılı sayfalardan çok hâfızalarda saklanana güvenildiği gibi (İbnü’l-Cezerî, en-Neşr, I, 6) kıraat rivayetlerinde hadiste olduğu üzere salt anlam veya sadece lafız yeterli kabul edilmeyerek edâ (seslendirme, tilâvet) boyutu da dikkate alınmış (Bennâ, s. 3), bu cihetin bir üstat (fem-i muhsin) ağzından elde edilmesi gerekli görülmüştür. Ebü’l-Alâ el-Hemedânî, kıraat icâzeti için hocadan bizzat okumuş olmayı zorunlu görmüş, hadisteki gibi semâ veya arz olmaksızın icâzetle rivayeti büyük hata saymış, İbnü’l-Cezerî de kıraati üstattan bizzat almayanın ondan rivayette bulunamayacağını, diğer bir ifadeyle mücerret icâzetle kıraat rivayet edilemeyeceğini belirtmiştir (Müncidü’l-muḳriʾîn, s. 3), Kastallânî ise tâlibin ehil olması durumunda bunun mümkün olacağı görüşündedir (Leṭâʾifü’l-işârât, s. 181-182). Öte yandan icâzet, kişinin ehliyetinin kanıtlanması veya mensubiyetinin bilinmesi açısından gerekli sayılmış, ancak Kur’an öğretmek için icâzeti olmasa da kişinin kendini ehliyetli görmesi yeterli kabul edilmiştir (Süyûtî, I, 321-322).
Kıraat icâzetinin ilk yazılı örnekleriyle ilgili genel kanaat şekil, üslûp ve kapsam olarak III. (IX.) yüzyılın sonlarında diğer icâzet türleriyle birlikte görülmeye başlandığı yolundadır. Sonraları Kitâbü’s-Sebʿa, Şâṭıbiyye, et-Teysîr gibi tedrisi vesilesiyle bu eserlerin müelliflerine varan rivayet zinciri zikredilerek icâzetler tertip edilmiştir. İbnü’l-Cezerî, Kur’an kıraatinde Hz. Peygamber ile kendi arasında on dört râvinin bulunduğunu belirtir (en-Neşr, I, 193-194). Kastallânî de bu sayının kendisi için on beş olduğunu söylemiş, kıraatini Resûl-i Ekrem’e ulaştıran ve İbnü’l-Cezerî ile başlayan isnad zincirindeki isimleri zikretmiştir (Leṭâʾifü’l-işârât, I, 174-176). Günümüzde düzenlenen icâzetnâmeler incelendiğinde bir o kadar kıraat râvisi eklenerek bu zincirin zamanımıza ulaştırıldığı görülmektedir.
Şekil ve muhteva bakımından farklı da olsa bazan muhtasar, bazan geniş olarak yazılan kıraat icâzetlerinin tertibi şöyledir: Besmele, hamdele ve salveleden sonra Kur’an okuma ve okutma ile kıraatlerin önemi belirtilerek ilgili hadislere yer verilir. Ardından icâzeti verecek üstat (mücîz), tâlibin (mücâzün leh) Kur’an’ı hangi eserleri esas alarak hangi kıraate veya kıraatlere göre okuduğunu belirtir, icâzet almaya ehil olduğuna işaret eder. Daha sonra kendi üstadından başlayarak İbnü’l-Cezerî’ye kadar kıraat zincirini zikreder. Bazı icâzetnâmelerde bu zincir Hz. Peygamber’e kadar götürülür. Bu arada yer yer kıraat râvilerine ait biyografik bilgiler verilir ve icâzeti alacak tâlibe dua eden ve ondan dua bekleyen cümlelerle icâzet metni bitirilir.
Kıraat icâzeti genelde bir merasimle verilir. Bu merasimler Osmanlılar’da zaman içinde gelişerek belli bir şekil almış ve gelenek günümüze kadar devam etmiştir. Buna göre Camide öğleden önce cemaat huzurunda yapılan bu törende reîsü’l-kurrâ mihrabın önüne konan kürsüye oturur. En yaşlı kıraat üstatlarından başlanarak reîsü’l-kurrânın sağında ve solunda hilâl şeklinde bir oturma düzeni oluşturulur. Hilâl uçlarındaki genç okuyuculardan başlanarak sağlı sollu tilâvet edilir; reîsü’l-kurrânın bitirilmesini istediği âyetin sonunda eliyle kürsüye vurması üzerine âyetin son cümlesi birlikte okunarak diğer okuyucuya geçilir. Sağdan ve soldan birer veya ikişer yaşlı üstat da indirâc (cem‘) metoduyla birkaç âyet kıraat ettikten sonra sıra icâzet verilecek kişiye gelir. Huzura gelip reîsü’l-kurrânın elini öperek yüzü ona dönük şekilde oturan tâlip, İhlâs sûresinden başlayıp Nâs sûresinin sonuna kadar kırâat-i aşereye göre ve indirâc usulüyle tilâvet eder. Önceden hazırlanan icâzetnâme metni mücîz veya onun uygun göreceği bir kişi tarafından yüksek sesle okunduktan sonra yapılan bir dua ile merasim sona erer.
BİBLİYOGRAFYA
Buhârî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 5, 8, 30.
İbn Mâce, “İḳāmetü’ṣ-ṣalât”, 176.
İbn Mücâhid, Kitâbü’s-Sebʿa (nşr. Şevkī Dayf), Kahire 1972, s. 49-52.
Ebû Şâme, el-Mürşidü’l-vecîz (nşr. Tayyar Altıkulaç), Beyrut 1395/1975, s. 149-150.
İbnü’l-Cezerî, en-Neşr, I, 6, 7, 9-10, 17, 38, 40, 193-194.
a.mlf., Müncidü’l-muḳriʾîn, Beyrut 1980, s. 3.
Süyûtî, el-İtḳān (Bugā), I, 321-322.
Kastallânî, Leṭâʾifü’l-işârât (nşr. Âmir es-Seyyid Osman – Abdüssabûr Şâhîn), Kahire 1392/1972, I, 174-176, 181-182.
Bennâ, İtḥâfü fużalâʾi’l-beşer, Kahire 1289, s. 3-4.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2000 yılında İstanbul’da basılan 21. cildinde, 400-401 numaralı sayfalarda yer almıştır.