İNÂYET

Allah’ın kâinat hakkındaki küllî bilgisi ve takdiri anlamında felsefe terimi.

Müellif:

Sözlükte “isteme, amaçlama, ilgilenme, önem verme” gibi mânalara gelen inâyet kelimesi Kur’an’da geçmemekle birlikte sözlük anlamıyla hadislerde yer almıştır (bk. , “ʿany” md.). İslâmî kaynaklarda inâyetin genellikle Allah’a izâfe edilerek inâyetullah şeklinde yaygın bir kullanımı bulunmakta olup bununla Allah’ın yardımı, lutfu, koruyup gözetmesi kastedilir; bu mânasıyla inâyet esasen müheymin, rezzâk, hafîz ve mukīt gibi ilâhî isimlerde mündemiçtir.

İslâm felsefesinde bir terim olan inâyet, muhtemelen Eflâtun ve Aristo’nun gayeci âlem anlayışlarının ve Yeni Eflâtunculuğun etkisiyle bu felsefeye intikal etmiştir. Genellikle sudûr doktrinini savunan İslâm filozoflarına göre inâyet, Allah’ın küllî bilgisi ve takdirinin kâinatın varlığı ve iyiliği yönünde tecelli etmesidir. Allah mutlak iyi olduğu için bilgi ve takdiri de en iyi ve mükemmel bir nizam olarak dışa vurmakta ve bu suretle varlık gerçekleşmektedir. Nitekim İbn Sînâ inâyeti, “Tanrı bilgisinin bütün varlığı kuşatması ve varlığın en güzel bir nizama göre meydana gelmesine rızâ göstermesidir” diye tarif eder (eş-Şifâʾ el-İlâhiyyât, s. 415). Aynı filozof, bir başka eserinde de Tanrı’nın yaratıcı bilgisinin dışında ayrıca bir talep ve kastı olmaksızın varlığın en güzel bir nizama göre bilinene uygun olarak meydana geldiğini söyler (el-İşârât, III, 298-299). Bu ifade, kâinatın bir taşma ve sudûr tarzında meydana gelmesi için Allah’ın ezelî bilgisinin yeter sebep olduğunu belirtmektedir. Filozof sudûrun bir inâyet olduğu görüşünü şöyle temellendirir: “Küllî nizam, planlanmış gerekli zamanla birlikte ezelî bilgide bulunur ve bu nizam O’nun mâkul feyezânı olarak tertip ve tafsilâtıyla O’ndan feyezân eder. İşte bu inâyettir” (a.g.e., III, 131, 132). Şu halde İbn Sînâ inâyeti şu şekilde anlamaktadır: Zorunlu varlık olan Tanrı’nın kendisini bilmesinin bir neticesi olan bu âlem zorunlu olarak O’ndan meydana gelir. Bu süreçte Tanrı’nın hususi bir kastı ve talebi bulunmamakla birlikte varlığın bu şekilde olması O’nun ilminin bir sonucudur ve O’nun rızâsına uygundur. Bizâtihî hayır olan Tanrı âlemdeki iyilik nizamının kaynağıdır; O, son derece yetkin ve güzel olduğu ve hiçbir şeye muhtaç bulunmadığı için âlem olabilecek en iyi, en ideal bir nizam olarak yine en mükemmel bir şekilde O’ndan feyezân eder. Her ne kadar âlemin yaratılmasında Tanrı’nın bir kastı yoksa da âlemde asla bir abes (saçmalık) yahut bir tesadüf yoktur. O’nun bu bilgisinin gereği olarak âlemin belirlenmiş plana göre O’ndan feyezân etmesi ve bir hayır düzenine göre işleyişi Tanrı’nın inâyetidir. Filozofun bu inâyet anlayışının onun kazâ ve kader görüşünün bir ifadesi olduğu söylenebilir; kazâ ve kaderle ilgili cümlelerini inâyetle ilgili cümlelerin takip etmesi de bu hususu doğrulamaktadır (eş-Şifâʾ el-İlâhiyyât, s. 414).

Fârâbî’nin görüşleri de halefi İbn Sînâ felsefesinden pek farklı değildir. Nitekim onun, “Şanı yüce Tanrı bütün âlemin yöneticisidir, bir hardal tanesi bile O’ndan uzak kalamaz. O’nun inâyeti en küçükten en büyüğe kadar bütün âleme yayılmıştır. Âlemin bütün cüzleri ve onların durumları en sağlam ve en uygun biçimde yerleştirilmiştir” (el-Cemʿ, s. 103) şeklindeki ifadesi, inâyetle Allah’ın bilgisi arasındaki sebep-sonuç ilişkisini ortaya koymaktadır.

İnâyet kavramına sisteminde en fazla ağırlık veren düşünür İbn Rüşd’dür. İbn Rüşd’ün Allah’ın varlığına dair ortaya koyduğu iki delilden biri inâyet, diğeri ihtirâ‘dır. Filozofun, Kur’an’ın üzerine dikkat çektiği ve şeriata en uygun yol olarak tavsif ettiği bu iki delilden inâyet iki esasa dayanır. Birincisi, yeryüzündeki bütün varlıkların insanın varlığına uygun bulunması, ikincisi de bu uygunluğun zorunlu olarak onu kasteden irade sahibi bir fâil tarafından meydana getirilmiş olmasıdır. Zira bu uygunluğun tesadüfen meydana gelmesi mümkün değildir. Gece ile gündüzün, güneşle ayın, mevsimlerin birbiri ardınca gelişi, dört unsur ve onlardan meydana gelen cansızlar, bitkiler ve hayvanlarla tabiat olayları insanın ihtiyacına uygunluk hususunda birer misal teşkil ederler. İbn Rüşd’e göre bir varlığın var oluşundaki hikmeti, yani onun yaratılmasını gerektiren sebeple yaratılışından kastedilen gayeyi araştıran kimse inâyet deliline daha iyi bir şekilde vâkıf olur (el-Keşf, s. 150-151).

Kelâmcılara göre inâyet, Allah’ın âlem üzerinde müessir olması ve onu belirli hedeflere yönlendirmesi gibi genel anlamının yanı sıra kullarına fiillerinde yardım edip onları başarıya ulaştırması anlamını da içerir. Kelâmcılar, filozoflar tarafından ortaya konan inâyet anlayışına ilâhî iradeyi devre dışı bıraktığı gerekçesiyle karşı çıkmışlardır (bk. TEVFÎK). Sûfîler de inâyeti Allah’ın âleme ve kullarına lutuf ve rahmeti olarak anlamışlardır.


BİBLİYOGRAFYA

, “ʿany” md.

, “ʿany” md.

el-Cemʿ beyne reʾyeyi’l-ḥakîmeyn (nşr. Albert Nasrî Nâdir), Beyrut 1968, s. 103.

Ebü’l-Hasan el-Âmirî, Resâʾil (nşr. Sahbân Halîfât), Amman 1988, s. 333.

İbn Sînâ, eş-Şifâʾ el-İlâhiyyât (2), s. 414-415.

a.mlf., , III, 131, 132, 298-299.

a.mlf., en-Necât (nşr. Mâcid Fahrî), Beyrut 1985, s. 320.

, s. 339.

İbn Rüşd, el-Keşf ʿan menâhici’l-edille (nşr. Mahmûd Kāsım), Kahire 1964, s. 150-151.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2000 yılında İstanbul’da basılan 22. cildinde, 265-266 numaralı sayfalarda yer almıştır.