İSKÂN

Genel olarak sürekli veya geçici yerleşmeyi, özel olarak da kabile ve aşiretlerin yerleştirilmesini ifade eden terim.

Bölümler İçin Önizleme
  • 1/5Müellif: YUNUS KOÇBölüme Git
    Sözlükte “sürekli oturmak üzere bir kimseyi bir yere yerleştirmek, yurt edindirmek, boş bir yeri meskûn hale getirmek” şeklinde tanımlanır. Coğrafya t…
  • 2/5Müellif: TAHSİN KOÇYİĞİTBölüme Git
    Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi. İslâm tarihinde ilk kalıcı iskân hicretin ardından Medine’de gerçekleşmiş, Hz. Peygamber’den önce Medine’ye…
  • 3/5Müellif: İSMAİL YİĞİTBölüme Git
    Emevîler ve Abbâsîler. Emevîler ve Abbâsîler’de iskân faaliyeti fethedilen bölgelerdeki kadim şehirler, Basra, Kûfe ve Fustat gibi Hulefâ-yi Râşidîn d…
  • 4/5Müellif: OSMAN GAZİ ÖZGÜDENLİBölüme Git
    Selçuklular. 426 (1035) yılında Ceyhun (Amuderya) nehrini geçerek Horasan’a giren Selçuklular, Gazneliler’e karşı kazandıkları zaferin ardından önce H…
  • 5/5Müellif: YUNUS KOÇBölüme Git
    Osmanlılar. Anadolu Selçukluları ve Beylikler döneminde parçalanan büyük boy yapılarına mensup küçük grupların ve bunların temsilcilerinin iskân sürec…

Müellif:

Sözlükte “sürekli oturmak üzere bir kimseyi bir yere yerleştirmek, yurt edindirmek, boş bir yeri meskûn hale getirmek” şeklinde tanımlanır. Coğrafya terimi olarak iskân beşerî her türlü yerleşmeyi içine alır. İnsanların doğal halde buldukları yahut yaptıkları barınaklarla göçebe kavimlerin daha uzun zaman bir yerde kalan çadır toplulukları, mevsimlere göre yer değiştiren, yazın yaylaya, kışın ovaya inenlerin yılın bir kısmında oturdukları ova, yayla ve dağ gibi eğreti yerleşmeleri, nihayet münferit mesken, çiftlik, mezra, köy, kasaba ve şehir, geçici yahut devamlı, toplu yahut dağınık, büyük yahut küçük bütün yerleşmeler, yerleşme tesisleri, münferit ev ya da ev toplulukları iskân kapsamında değerlendirilir (Tanoğlu, TM, XI [1954], s. 1). Göç ve iskân olgusu sakinlerin isteği dışında da ortaya çıkabilir. Tehcir, sürgün vb. cebrî nüfus hareketleri sonucunda gelişen pek çok yerleşim merkezi mevcuttur.

Geniş mânada iskân, insanın coğrafya ile ilişkisinin bir evresi olarak toprak üzerine sürekli ya da geçici şekilde yerleşmeyi ifade eder. Yerleşmenin sürekli veya geçici olması tamamen fizikî, coğrafî, ekonomik, iklimsel, siyasal ve beşerî sebeplere bağlıdır. Medeniyetin teşekkülü ve tekâmülü konusunda yerleşik hayata geçiş önemli bir aşama olarak görülmüştür. İnsanlık tarihinde milâttan önce 15 ile 12.000 yıl aralıklarında başlayan yerleşik hayata geçiş, uzun bir avcılık ve konar göçerlik sürecinin ardından deneme yanılma evresinden sonra gerçekleşti ve Mezopotamya’da gelişen bu ilk yerleşik topluma Natuf kültürü adı verildi (Maisels, s. 132, 133, 198). Nil, Dicle, Fırat ve İndus nehirlerinin alüvyon vadilerinde bitki yetiştirilmesi ve üretilen tahılın stoklanması yerleşik hayatın sürekliliğine yol açtı. Milâttan önce 12.000’den itibaren beslenme ve korunma amacıyla bir arada bulunan topluluklar, yavaş yavaş üretim ve organizasyon için iş bölümünü gerçekleştirdikleri bir döneme girdiler. Bu tür bir yerleşme beraberinde zamanla elde edilen ürünün depolanması, dağıtımı ve ticaretiyle uğraşan yönetici bir grubun ortaya çıkmasını sağladı. Bu gelişmelere bağlı olarak Mezopotamya, Mısır, İran, Suriye, Hint ve Irak’taki verimli nehir kıyılarıyla vadiler medeniyet merkezleri şeklinde belirmeye başladı. Anadolu’da milâttan önce 10.000’lere tarihlenen Urfa Göbeklitepe Tapınağı, milâttan önce 8000’lere ait Burdur Hacılar ve Konya Çatalhöyük’teki evcil hayvan figürleri, Ürdün’deki Erîhâ harabeleri, İran’da Susa, Suriye ve Filistin’deki eski yerleşim bölgeleri sürecin evrelerine ait işaretleri oluşturan önemli merkezlerdir (a.g.e., s. 134). Bu bölgelerde yerleşik hayatın ilk görüntüsü şeklinde meydana gelen köyler arasından merkezî özelliğe sahip, katmanlaşmış toplumsal yapısı ve sosyal organizasyon biçimiyle gelişmiş ayrıcalıklı merkezler olarak şehirler ortaya çıktı. Şehirlerin en belirgin özelliği, tarım dışı ekonominin ana damarı olan el zanaatları ile üretim ve bölgesel ticarete bağlı olarak gelişen sosyal organizasyon biçimi olmalarıdır. Şehirlerin ortaya çıkışı insanoğlunun siyasal, kültürel, ekonomik ve sosyal organizasyon bakımından bir üst katmana geçişini simgeler. Böylece yerleşik hayata geçiş düzeni ilk önce yaylak-kışlak olarak geçici iskân yerleri, ardından bunlardan bazılarının tarım devrimi ve hayvan evcilleştirmeyle paralel biçimde sürekli hale gelmesi ve köylerin ortaya çıkışı, bu köylerden bir kısmının nüfus, sosyal organizasyon, tarım dışı faaliyetler ve siyasal etkinlikle şehirlere dönüşmesi şeklinde gelişme gösterdi. Böylece avcılık-toplayıcılık kültüründen iş bölümüyle uzmanlaşmış sosyal zümrelerin yaşadığı, örgütlü, katmanlı ve kalabalık bir nüfusu barındıran şehirlere doğru bir evrim meydana geldi. Bu da adına medeniyet denilen tekâmül sisteminin son halkası olarak bugünkü modern şehirlerin teşekkülünü hazırladı.

Türk tarihinin son üç bin yıllık dönemi için de benzer süreçler geçerlidir. Milâttan önce 2000’lerde Türkler’in ilk ana yurdunun yeri tartışmalı olmakla birlikte Altay dağları civarı olduğu konusunda yaygın bir tesbit vardır. Milâttan önce 300’lere doğru Moğolistan’ın batı ve güney bölgelerini de içine alan ve adına bugün Türkistan denilen geniş coğrafya Türkler’in tarihî anayurdu olarak tanımlanmaktadır. Bu geniş coğrafyada ilk dönemlerde boylar halinde konar göçer bir hayat süren Türkler’in sınırlı da olsa toprakla meşguliyetleri vardı. Hunlar devrinde yine kendilerine mahsus yurtlarda ve otlak alanlarında konar göçer bir hayat tarzları vardı ve kısmen tarımla da uğraşmaktaydılar. Siyasî açıdan zaman zaman dağınık bir tabloda yaşayan Türk boyları birinci ve daha çok ikinci Göktürk döneminde yerleşik hayata geçtiler, bazı bölgelerde tarımla meşgul oldular. Bunun en açık göstergesi merkez olarak ortaya çıkan gelişmiş şehirlerin varlığıdır. Orhon yazıtlarında geçen “balık” ve “uluş” kelimeleri şehri ifade eder. Türkler’in kitleler halinde yerleşik bir düzene geçmelerine dair en kesin veriler ise 744’ten sonra kurulan Uygur Devleti dönemine aittir. Uygur kağanları şehirler ve yönetim merkezi şeklinde saraylar inşa ettiler. Ordubalık (Karabalasagun), Beşbalık gibi şehirler Uygur döneminde kuruldu. Turfan bölgesi geniş, verimli alanlarıyla tarım yapmaya ve yerleşik hayata uygun bir bölge olarak Uygur Türkleri’nin iskân sahasını teşkil etti. Siyasî yönden birlik altında olmasalar da küçük hanlıklar şeklinde varlıklarını sürdüren Uygurlar, yerleşik konumlarını bugünkü Doğu Türkistan bölgesinde günümüze kadar devam ettirdiler.

Diğer Türk boylarından büyük topluluklar 751 ve özellikle 840’tan sonra batıya doğru hareket etmeye başladılar. Esasen Türk tarihinin önemli olaylarından biri Uygurlar’ın Turfan bölgesinden tarıma geçmeleri ve sürekli yerleşik hayata başlamaları, diğeri de başta Oğuzlar olmak üzere Tölös, Karluk, Basmıl ve Kırgız boylarının Orta Asya’da varlıklarını devam ettirmeleri ve bu kitlelerin 900’lerden itibaren daha batıya Mâverâünnehir bölgesi ve Fergana vadisine doğru hareketlenmeleridir. Böylece bir taraftan İç Asya’da ve çevresinde yeni devletler kurulurken bu devletlerin kuruluşunda etkin rol oynayan boylardan bazıları kısmen yerleşik hayata geçti, bir kısmı da göçlerine devam ederek İran’a geldi, oradan da Suriye, Azerbaycan ve Anadolu’ya yöneldi. Karahanlı Devleti zamanında Orta Asya, Mâverâünnehir, Hârizm bölgesi ve İran stepleri Türk boylarının yoğun biçimde yayıldığı alanlardır. Bu dönemde yerleşik hayata geçenler, bulundukları bölgelerde istikrarı temin etmeye çalışırken konar göçer hayatı devam ettirerek düzen tanımaz bir vaziyette hayat süren diğer Türk boylarıyla da çatışmaya girdiler. Bu bağlamda Karahanlılar yerleşik düzene geçmeye çalışan boylarca kurulan bir devletti. Hârizmşah ülkesi zengin şehirleri, ticaret yollarının etrafında kurulan köyleriyle yerleşik bir görüntü vermekteydi. Otrar, Ürgenç, Savran bunların başında yer alır. Aynı şekilde Kâşgar, Karaçuk, Özkent, Merv, Sayram, Daşoğuz, Semerkant, Taşkent, Buhara, Yesi, Yarkent gibi çok sayıda iskân merkezi daha X. yüzyıldan itibaren birer Türk şehri haline geldi.

BİBLİYOGRAFYA :

Ali Tanoğlu, Beşerî Coğrafya: Nüfus ve Yerleşme, İstanbul 1969, s. 211; a.mlf., “İskân Coğrafyası: Esas Fikirler, Problemler ve Metod”, TM, XI (1954), s. 1-32; R. Grousset, Bozkır İmparatorluğu: Attila, Cengiz Han, Timur (trc. M. Reşat Uzmen), İstanbul 1980, s. 106-121; Ramazan Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara 1989, tür.yer.; Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri, Boy Teşkilâtı, Destanları, İstanbul 1992, tür.yer.; a.mlf., “Azerbaycan’ın Türkleşmesi Tarihine Umumî Bir Bakış”, TTK Belleten, XXI/83 (1957), s. 429-447; a.mlf., “Anadolu’ya Yalnız Göçebe Türkler mi Geldi?”, a.e., XXIV/96 (1960), s. 567-594; Ahmet Taşağıl, Gök Türkler, Ankara 1995-99, I-II, tür.yer.; Ch. K. Maisels, Uygarlığın Doğuşu: Yakındoğu’da Avcılık ve Toplayıcılıktan Tarıma Kentlere ve Devlete Geçiş (trc. Alaeddin Şenel), Ankara 1999, s. 132-134, 198; J. M. Smith, “Mongol Nomadism and Middle Eastern Geography: Qishlaks and Tümens”, The Mongol Empire and its Legacy (ed. R. Amitai-Preis – D. Morgan), Leiden 2000, s. 38-56; a.mlf., “Turanian Nomadism and Iranian Politics”, Ir.S, XI (1978), s. 57-81.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2016 yılında İstanbul’da basılan (gözden geçirilmiş 2. basım) EK-1. cildinde, 649-650 numaralı sayfalarda yer almıştır.

Müellif:

Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi. İslâm tarihinde ilk kalıcı iskân hicretin ardından Medine’de gerçekleşmiş, Hz. Peygamber’den önce Medine’ye hicret eden muhacirler çoğunlukla Kubâ köyünde, Hazrec’in kollarından Amr b. Avf, Hâris b. Hazrec ve Benî Cahcebâ’nın oturduğu mahallelerde kalmıştır. Hz. Peygamber Medine’ye gidince evvelâ muhacirlerle ensar arasında kardeşlik akdi yaparak muhacirleri ensarın evlerine yerleştirdi. Ardından şehir merkezini belirleyen ilk adım olarak Mescid-i Nebevî’nin inşaatına başlandı. Mescidin inşasında Hz. Peygamber için doğu duvarının güney kısmına bitişik iki oda (hücre) yapıldı. Bunlardan birinde hicretten bir süre önce evlendiği Hz. Sevde, diğerinde ise Medine’de evlendiği Hz. Âişe kalıyordu. Daha sonra Hârise b. Nu‘mân’dan satın alınan arsaya sayıları dokuza varan odalar yapıldı. Yine bu sırada Mescid-i Nebevî’nin giriş kısmında, kalacak yerleri olmayan yoksul muhacirlerin (ehl-i Suffe) barınması için bir gölgelik yapıldı. Hicretten önce Medine, aralarında boş araziler, bahçeler ve “harre” denilen volkanik taşlarla (lav akıntıları) kaplı kesimlerin bulunduğu dağınık mahalleler durumundaydı. Resûl-i Ekrem, Mescid-i Nebevî’nin inşasının ardından şehir planının tamamlayıcı unsurlarından biri olan pazar yerini belirledi. Bakī‘ mevkiini (Cennetü’l-bakī‘) mezarlık olarak ayırdı. Şehrin doğusundaki Harretüvâkım, batısındaki Harretülvebere ile güneydeki Âir (Ayr) ve kuzeydeki Küçük Sevr dağları arasında kalan bölgeyi de “harem” olarak belirledi.

Mescid-i Nebevî’nin çevresi şehrin gelişmesine uygundu ve bir kısmı ekilip biçilmeyen sahipsiz, bir kısmı da ensardan bazılarının özel mülkü olmakla birlikte iskân edilmemiş boş arazi durumundaydı. Hz. Peygamber, boş arazilerin bir bölümünü evlerini yapmaları için muhacirlere tahsis ederek kurulacak mahalleleri ve sınırlarını bizzat tesbit etti. Bu sırada ensar Medine’nin gelişmesinde hiçbir fedakârlıktan kaçınmadı. Muhacirlere arsa bağışlayıp onların kısa sürede ev sahibi olmalarına yardım etti. Ardından Mescid-i Nebevî’nin etrafında evler inşa edilmeye başlandı. Mahalle aralarındaki boşluklar da iskâna açıldı. Bu arada mevcut bazı yapılar korundu. Nitekim Resûlullah Medine’de daha çok yahudilerin oturduğu, kale olarak da kullanılabilecek büyüklükte, sayıları altmışa ulaşan üç katlı taş evlerin korunmasını istedi (Semhûdî, I, 110). Zilkade 2 (Mayıs 624) tarihinde Benî Kaynukā‘, Rebîülevvel 4’te (Ağustos 625) Benî Nadîr yahudileri Medine’den çıkarıldı. Şehirde kalan son yahudi kabilesi Benî Kurayza ise Resûl-i Ekrem’e ihanet ederek müşriklerle ittifak yapınca erkekleri ölüm cezasına çarptırıldı (5/627). Boş kalan yahudi mahallelerine muhacirler iskân edildi, ayrıca yeni binalar yapıldı. Yeni yerleşme düzeninde mahallelerin sayısı artarken bazı kenar semtler de şehrin bir parçası haline geldi. Önceki mahallelerle yenileri arasında yollar açıldı. Şehrin sınırları kuzeyde Benî Sâide mahallesi, güneyde Avâlî ve Kubâ, doğu tarafından Cennetü’l-bakī‘, batıdan pazar yeriyle birleşti. Bu sırada şehrin sınırlı doğal kaynaklarının tekelleşmesine veya tüketilmesine, bazı arazilerin cazip hale gelmesine karşı tedbirler alındı. Nitekim Sel‘ dağının batısındaki mahallede oturan ve kendi semtlerinden ayrılıp mescidin yakınına yerleşmek isteyen kabilelere izin verilmedi.

Mescid-i Nebevî’nin çevresine iskân edilen muhacirlerden Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali ve Osman’ın evleri mescidin doğusunda; Hz. Ömer, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvâm’ın evleri batısında; Abdurrahman b. Avf ile Abdullah b. Mes‘ûd’un evleri kuzeyinde; Sa‘d b. Ebû Vakkās, Abbas, Temîm ed-Dârî ve Hz. Ömer’in evlâdının evleri de güney tarafında kalıyordu (M. İlyâs Abdülganî, s. 59-151). Mescidin batı tarafında Benî Mahzûm ve müttefikleri için yerler tahsis edildi. Adî b. Kâ‘b kabilesine mensup muhacirlerin evleri bayram namazının kılındığı musallâya uzanan Belâtüa‘zam yolunun üzerindeydi. Bu arada mahallelerde bir kısmının planı ve kıble tesbiti bizzat Hz. Peygamber tarafından yapılan mescidler inşa edildi. Muhacirlerden bazıları zamanla ikinci bir ev yaptırdı. Ebû Bekir’in ikinci evi Sunh’ta, Utbe b. Gazvân ve Ali b. Ebû Tâlib’nin ikinci evleri Bakī‘ mevkiinde, Ömer’in ikinci evi de Hazrec’in kollarından Benî Ümeyye mahallesinde bulunuyordu. Şehir planında yolların Mescid-i Nebevî’nin kapıları esas alınarak açıldığı söylenebilir.

Medine döneminin ilk yıllarında İslâmiyet’i kabul eden çevredeki insanların yurtlarını terkedip Hz. Peygamber’in yanına hicret etmesi bir zorunluluktu. Dolayısıyla Medine’ye hicret 8 (630) yılında Mekke’nin fethine kadar devam etti. Ancak Resûl-i Ekrem, kendisine biat etmek üzere gelen kişilerden biat için hicret etmelerini şart koşmakla birlikte (Buhârî, “Meġāzî”, 53) bazı kabilelerden kendi yurtlarında kalmalarını istiyordu. Kıtlık ve kuraklığın yaşandığı 5. yılda (626) Medine’de kabul ettiği ilk heyet olan 400 kişilik Müzeyne kabilesi mensuplarına hicret şartını yerine getirip hicret sevabı kazandıklarını söyledi ve mallarının başına dönmelerini istedi (İbn Sa‘d, I, 291, 297-298). Bu yıllarda Medine’ye hicret eden diğer Arap kabilelerine kabile esasına göre mahalleler tahsis edildi. Hazrec ve Evs kabilelerine ait boş arazilere de muhacirler iskân edildi. Müzeyne mensupları Benî Züreyḳ mahallesine, Temîm’den Benî Eslem ve kolları pazarın kuzeyine, Kudâa’nın Cüheyne ve Belî aşiretleri As‘as tepesinin sağındaki araziye, Benî Gıfâr pazarın batısından musallânın kuzeyine kadar uzanan bölgeye, Benî Mustaliḳ muhacirleri de Harretülvebere civarına yerleştirildi. Hicretten önce Medine’de 10-20.000 kişinin yaşadığı tahmin edilmektedir. Hicretten sonra şehrin nüfusu sürekli arttı. Hz. Peygamber’in vefatı sırasında (11/632) şehirde 30.000 sahâbînin bulunduğu zikredilir. Şehir ve çevresinde ise 60.000 kişinin yaşadığı tahmin edilmektedir (M. Şevkī b. İbrâhim Mekkî, s. 30).

Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi. Hulefâ-yi Râşidîn devrinde gerçekleşen fetihlerin ardından Irak bölgesinde Basra ve Kûfe, Mısır’da Fustat adıyla ordugâh-şehirler kuruldu. Bu şehirlere bölge fetihlerine katılan askerler yerleştirildi. Ayrıca buralara asker aileleri olmak üzere önemli göçler gerçekleşti. Giderek sivil şehirlere dönüşen bu ordugâhlar aynı zamanda dönemin en önemli siyasî, iktisadî ve ilmî merkezleri haline geldi. Fethedilen bölgelerde mevcut şehirlerde şehrin merkezinde camiye ve yönetim binasına yer verilmek suretiyle yeni bir yerleşim düzeni uygulanıyordu. Hulefâ-yi Râşidîn devrinde Suriye bölgesindeki şehirlere, Diyarbekir, Antep ve Maraş çevresi olmak üzere Anadolu’ya, el-Cezîre’ye, Cibâl bölgesinden Kafkaslar’a, Irak, İran ve Horasan’a, Mısır’a ve Kuzey Afrika’nın fethedilen kısmına kadar farklı bölgelere müslümanlar iskân edildi. Ancak bunların en karakteristik olanları Hz. Ömer devrinde kurulan ordugâh-şehirlerin iskânıdır.

İlk ordugâh olan Basra, Araplar’ın Hureybe adını verdikleri harabeler üzerinde kuruldu ve 14 (635) yılında bölgenin fethinde bir üs olarak kullanıldı. Utbe b. Gazvân seçilen alanda Hz. Ömer’in emriyle Basra’nın temellerini attı (16/637). Önce kamıştan bir mescid, bir hükümet binası inşa edildi. Utbe b. Gazvân’ın ordusunda Sakīf, Süleym, Adî, Belî, Mâzin ve Yeşkür kabilelerine mensup askerler bulunuyordu. Şehrin yerleşim planını ve kabilelerin iskân alanlarını 17 (638) yılında Basra valiliğine tayin edilen Ebû Mûsâ el-Eş‘arî tesbit etti (Taberî, IV, 42). Ebû Mûsâ iskân esnasında şehri kabile esasına göre beş ana bölgeye ayırdı. Ahmâs denilen bu beşli taksimde cami ve dârülimârenin bulunduğu merkezî mahalleye Kureyş, Sakīf, Huzâa, Hevâzin gibi Mudar ve Rebîa kökenli Hicazlı kabileler yerleştirildi (Sâlih Ahmed el-Alî, Ḫıṭaṭü’l-Baṣra, s. 81-87, 93). Mudar kökenli Bekir b. Vâil kabilesinin kolları ayrı bir mahalleye iskân edildi (Massignon, Ḫıṭaṭü’l-Baṣra, s. 22). Temîm kabilesine ayrılan mahallede İslâm fetihleri öncesinde Irak çöllerinde yaşayan Temîm, Zeyd Menât b. Temîm, Dârim, Mâzin, Sarîm, Suleyt, Hurmâz, Anber, Huceym, Benî Sa‘d, Mücâşi, Riyâh ve Hanzale kabileleri yerleştirildi. Burada ayrıca Esâvire ve Sayâbice gibi İran kökenli topluluklara da yer verildi. Abdülkays semtine Bahreyn’den gelen kabileler iskân edildi. Bölgenin fethine katılan az sayıdaki Ezd kabilesi mensubuna da bir mahalle tahsis edildi. Basra’ya daha sonra başka Arap kabileleri de yerleştirildi. Basra civarında yaşayan çöl Araplar’ının önemli bir kısmının şehrin içine gelmesiyle şehrin nüfusu arttı. Fars, Sicistan ve Kirman gibi doğu vilâyetlerinde yapılan fetihler sonucu kitleler halinde müslüman olan veya esir alınan İranlılar da Basra’ya getirilip yerleştirildi. Bu yıllarda müslüman olan Zutlar, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî tarafından Basra’da iskân edildi.

Hz. Osman döneminde Sûku’l-mirbed adlı çarşının yetersiz kaldığını gören Vali Abdullah b. Âmir şehrin planını yeniden gözden geçirdi. Ümmü Abdullah Kanalı’nın yanındaki bazı evleri satın alıp yıktırarak burada yeni bir çarşı yaptırdı. Aynı yıllarda Abdülkays ve Ezd kabilelerinin büyük kısmı Basra’ya yerleşti. Abdullah b. Âmir zamanında Übülle ve diğer bazı kanalların kullanılmaya başlanmasıyla şehir daha önemli bir merkez haline geldi. Ahvaz, Sîstan (Sicistan), Azerbaycan ve Horasan gibi bölgelerin idarî bakımdan Basra’ya bağlanması şehrin idarî ve iktisadî yönden gelişmesine, nüfusunun artmasına zemin hazırladı. 36 (656-57) yılında şehrin nüfusu 50.000’i geçmişti. Hz. Ali devrinde “ahmâs” sistemi kısmî düzenlemelerle birlikte devam ettirildi (Nasr b. Müzâhim, s. 117; Belâzürî, Ensâb, III, 79). Bu dönemde Ezdliler’in Basra’ya göçü devam etti. Hz. Ali devrinde Basra divanından atıyye alanların sayısının 60.000 olduğu bildirilmektedir. Şehirde en nüfuzlu kabileler Temîm ve Bekir b. Vâil’in çeşitli kollarıydı. Hicaz’dan gelen Kureyş, Kinâne ve Kays Aylân’ın sayısı bunlara göre daha azdı. Doğu Arabistan ve Uman’dan göç edip buraya yerleşen Abdülkays ve Ezd sonraki yıllarda aktif rol oynadı. İran, Hindistan ve Malezya’dan gelenlerle Zencîler de Basra’ya yerleşmeye başladı.

Hz. Ömer, 17 (638) yılında Sa‘d b. Ebû Vakkās tarafından kurulan ordugâh-şehir Kûfe’nin yerleşim planını hazırlama görevini Ebü’l-Heyyâc Amr b. Mâlik el-Esedî ve Sâib b. Akra‘ es-Sekafî’ye verdi. Şehrin merkezi diğer İslâm şehirlerinde olduğu gibi cami, dârülimâre ve pazar yerine tahsis edildi; ana yollar bu merkeze ulaşacak şekilde düzenlendi. Sa‘d b. Ebû Vakkās, onlu askerî sisteme göre düzenlediği mahalleleri kura ile belirledi. Kûfe’de caminin yanında Künâse adı verilen pazar kuruldu. Hazırlanan plana göre Kûfe dört ana kesime ayrıldı ve buralara giden 40, 30, 20 ve 7 arşın genişliğinde on beş ana yol yapıldı. Kuzey tarafı beş, güney tarafı dört, doğu ve batı tarafları üçer caddeye bölünerek her kabile kendisine ait bir mahalle oluşturacak şekilde yerleştirildi. Sa‘d b. Ebû Vakkās’ın uyguladığı onlu sistemde nesep birliğinin esas alınmamış olması ve ilk yerleşmeden kısa bir süre sonra gerek şehir nüfusunda gerekse şehre göç edenlerin sayısında meydana gelen artış üzerine bazı sıkıntılar ortaya çıktı. Hz. Ömer, kabileler arasındaki dengeleri korumak ve nüfus dağılımını eşit biçimde yapmak için kabileleri yedi gruba ayırıp yerleşmeyi yeniden düzenledi ve şehir yedi ana mahalleye ayrıldı. Bu düzenlemeye “sübu‘/esba‘” adı verildi (Taberî, IV, 48). Yedili sisteme göre nesep bağıyla birbirine bağlı olan kabileler aynı mahallelerde iskân edildi. Bu sistem sayesinde atıyye ve erzak dağıtımıyla cihad hazırlıkları daha kolay hale geldi. Buna göre Kinâne, Ehâbiş ve müttefikleri, Cedîle, Benî Amr b. Kays Aylân ve Ehlü’l-Âliye adlı kabileler birinci; Temîm, Rebîa’ya bağlı diğer kabileler ve Mudar’ın bazı kolları ikinci; Kudâa ve buna bağlı Gassân b. Şebâm, Becîle, Has‘am, Kinde, Hadramut, Ezd ve diğer Yemen kökenli kabileler üçüncü; Esed, Gatafân, Muhârib, Nemir, Dübey‘a, Tağlib, diğer Rebîa ve Nizâr kabileleri dördüncü; Mezhic, Himyer, Hemdân ve müttefikleri, Tay ve diğer Yemen kabileleri beşinci; İyâd, Ak, Abdülkays, Hicr halkı ve Hamrâ halkı altıncı grubu oluşturuyordu. Kaynaklarda yedinci mahalleye iskân edilen kabilelerin adları zikredilmemektedir. Taberî, Kûfe’nin kuruluşu sırasında buraya yerleşen Yemenli kabilelerin (Kahtânîler) 12.000, Kuzey Arapları’nın (Adnânîler) 8000, Deylemliler’in 4000 kişi olduğunu kaydeder. Yâkūt ise ilk kurulduğu dönemlerde nüfusunun 40.000’e ulaştığını söyler (Muʿcemü’l-büldân, IV, 491). Kûfe’nin kuruluşunda hazır bulunan askerlere Ehlü’l-Kādisiyye, Ehlü’l-Eyyâm ya da Nâzile denilirken şehre kuruluşunun ardından gelip yerleşenlere Nâbite, şehre daha sonra göç edenlere ise Revâdif isimleri verildi (Taberî, IV, 279). Hz. Ömer’in son yıllarında Kûfe’ye gayri Arap unsurlar da iskân edildi. İranlılar’dan müslüman olan bazı gruplar şehre yerleştirildi. İranlılar’ın buraya yoğun yerleşimi ise Emevîler devrinde büyük bir kısmı Mecûsî olan grupların gelmesiyle gerçekleşti (Söylemez, s. 160). Hz. Ömer zamanında sürgün edilen Necran hıristiyanlarından bir kısmı ve onlarla birlikte olan yahudiler de Kûfe’ye geldi. Bunlar, önce İranlılar’ın oturduğu Hamrâü Deylem mahallesine yerleşmişken Hz. Ömer’in vefatından sonra Nehrüebân denilen bölgeye geçtiler. Kûfe’de iskân edilen yahudiler arasında Hîre, Enbâr ve Hicaz bölgesinden gelenler de vardı (Donner, s. 52-53). Hz. Ali’nin yedili yerleşim planını kısmen değiştirdiği bildirilmektedir. Yerleşim planında Muâviye’nin Kûfe valisi Ziyâd b. Ebîh döneminde yenilik yapıldı.

Mısır’da Babilon şehrinin ardından İskenderiye’yi fetheden Amr b. Âs, Hz. Ömer’e İskenderiye’nin Mısır’ın askerî ve idarî merkezi olarak kalmasını önermişti. Ancak Medine ile ordugâh-şehirler arasında nehir gibi bir engelin bulunmasını istemeyen Ömer’in emriyle Amr b. Âs, eski Babilon civarında Nil deltasının güneyinde bölgede ilk İslâm şehri olarak Fustat’ı kurdu (22/643). Şehrin kuruluşunda başta Medine olmak üzere Basra ve Kûfe örnek alındı. Amr b. Âs Camii ve dârülimârenin çevresindeki arazi Amr b. Âs’ın ordusunda yer alan 15.500 asker arasında kabilelerine göre taksim edildi. Kuruluşundan itibaren ordu kumandanlarının, devlet memurlarının, Amr b. Âs ile birlikte görev yapmış seçkin kimselerin yerleştiği Ehlü’r-Râye hıttası Fustat’ın merkezî mahallesi durumundaydı. Burada daha ziyade Kureyş, Ensar, Eslem, Huzâa, Gıfâr ve Müzeyne gibi Hicaz kökenli kabileler oturuyordu (Sâlih Ahmed el-Alî, Ehlü Fusṭâṭ, s. 39). Bu semtin Emevîler devrine kadar özel konumunu koruduğu, siyasî ve askerî güçlerin başarısı için inşa edilmiş uydu şehir niteliğini devam ettirdiği söylenir (Kubiak, s. 161). Amr b. Âs, aralarında Hemdân ve Himyerîler’in de bulunduğu bazı kabile mensuplarını şehrin güvenliği açısından önem taşıyan Nil nehrinin batısındaki Cîze’ye (Gize) yerleştirdi ve burayı kalelerle tahkim ettirdi. Piramitleriyle meşhur olan Cîze, denizden Nil yoluyla gelebilecek saldırılara karşı Ravza adasıyla birlikte bir savunma hattı oluşturuyordu. Geniş bir alana yayıldığı anlaşılan Hamrâ hıttası şehrin kuzeybatısında yer alıyor ve Ehlü’r-Râye’nin kuzeyine bitişik olan Hamrâü’d-dünyâ, Hamrâü’l-vüstâ, şehrin kuzey sınırı boyunca uzanan Hamrâü’l-kusvâ olarak üç bölüme ayrılıyordu. Belî, Fehm, Udvân, Murâd, Selâmân, Yeşkür b. Lahm, Hüzeyl b. Müdrik, Yenne, Benî Erzak ve Rûbeyl gibi Mudarî yahut Yemenî Arap kabilelerinin yanı sıra (a.g.e., s. 161) bölgede gayri Arap müslümanlar da (mevâlî) iskân edildi, ayrıca hıristiyan Kıptî unsuru da muhafaza edildi. Lefîf hıttasına Yemen asıllı Ezd, Hicr, Gassân, Şücâa, Cüzâm, Lahm, Vahaf ve Tenûh kabileleri yerleştirildi (Makrîzî, I, 296). Fustat’ın nüfusu ilk yirmi otuz yıl içinde birkaç kat arttı. Hz. Osman devrinde semtler arasındaki boş alanların çoğu dolmuş (İbn Abdülhakem, s. 128), Muâviye döneminde şehrin merkezî kısmında neredeyse boş arazi kalmamıştı. Fetihten sonra iskân amacıyla gelen Lahm, Murâd, Benî Kilâb ve Benî Aclân kabileleri kendi istekleri doğrultusunda Mısır’ın Feyyûm bölgesine yerleştirildi. Hz. Ömer, 20 (641) veya 16 (637) yılında fethedilen Musul’a Arap kabilelerini iskân ederek burayı da bir ordugâh-şehir haline getirdi ve ortasına büyük bir cami yaptırdı (Belâzürî, Fütûḥ, s. 327). Hz. Osman Musul’a Ezd, Kinde, Tay, Abdülkays kabilelerinden 4000 kişi iskân etti. Mardin’in, Tûr Abdîn ve Dârâ ile beraber 19 (640) yılında İyâz b. Ganm tarafından fethedildiği ve ardından bölgede yoğun bir Arap iskânının gerçekleştirildiği zikredilir. Hz. Osman zamanında 25’te (645-46) Tiflis’e bir garnizon yerleştirilip emniyet sağlandı ve bölgeye müslüman topluluklar yerleştirildi.

32 (653) yılında fethedilen Kālikālâ’ya (Erzurum) 12.000 kişilik muhafız birliği yerleştirilerek kendilerine iktâ araziler verildi. Hz. Ali’nin Azerbaycan Valisi Eş‘as b. Kays, Hz. Ömer devrinde fethedilen Erdebil’e Kûfe’den gelen bir grup Arap asker yerleştirmiş ve burayı büyük bir şehir haline getirmişti. Ardından Suriye, Basra ve Kûfe’den bu askerlerin mensup olduğu kabilelerden pek çok göçmen buraya geldi.

BİBLİYOGRAFYA :

Buhârî, “Meġāzî”, 53; Nasr b. Müzâhim, Vaḳʿatü Ṣıffîn (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1365, s. 117; İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, I, 291, 297-298; İbn Abdülhakem, Fütûḥu Mıṣr (Torrey), s. 98, 128, 161; Belâzürî, Fütûḥ (Rıdvân), s. 77, 275-276, 327; a.mlf., Ensâb, III, 79; Taberî, Târîḫ (Ebü’l-Fazl), III, 488-489; IV, 42, 44-45, 48, 279; V, 368; Yâkūt, Muʿcemü’l-büldân, IV, 264, 491-492; Cemâleddin el-Matarî, et-Taʿrîf bimâ enseti’l-hicre min meʿâlimi Dâri’l-hicre (nşr. Saîd Abdülfettâh), Mekke 1997; Makrîzî, el-Ḫıṭaṭ, I, 296-297; Semhûdî, Vefâʾü’l-vefâ bi-aḫbâri dâri’l-Muṣṭafâ (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Beyrut 1404/1984, I, 110; Ali Tanoğlu, Beşerî Coğrafya: Nüfus ve Yerleşme, İstanbul 1969, s. 211; a.mlf., “İskân Coğrafyası: Esas Fikirler, Problemler ve Metod”, TM, XI (1954), s. 1; a.mlf., “The Geography of Settlement”, Review of Geography University of Istanbul, sy. 1, İstanbul 1954, s. 1; Sâlih Ahmed el-Alî, et-Tanẓîmâtü’l-ictimâʿiyye ve’l-iḳtiṣâdiyye fi’l-Baṣra fi’l-ḳarni’l-evvel el-hicrî, Beyrut 1969; a.mlf., İmtidâdü’l-ʿArab fî ṣadri’l-İslâm, Bağdad 1981, tür.yer.; a.mlf., Ḫıṭaṭü’l-Baṣra ve mınṭaḳatüh, Bağdad 1986, s. 9, 81-87, 93; a.mlf., Ehlü Fusṭâṭ, Kahire 2000, s. 39, 237; a.mlf., “Ḫıṭaṭü Baṣra”, Sumer, VIII, Bağdad 1952, s. 281-303; a.mlf., “Mınṭaḳatü Kûfe”, a.e., XXI (1965), s. 229-252; a.mlf., “Tanẓîmâtü’r-Resûli’l-idâriyye fi’l-Medîneti’l-münevvere”, MMİIr., XVII (1969), s. 50-69; a.mlf., “Meṣâdirü dirâseti târîḫi’l-Kûfe fi’l-ḳarni’l-İslâmi’l-ûlâ”, a.e., XXIV (1974), s. 137-171; a.mlf., “Ḫıṭaṭü’l-Medîneti’l-münevvere”, el-ʿArab, XII, Riyad 1978, s. 1057-1121; F. McGrew Donner, The Arab Tribes in the Muslim Conquest of Iraq (doktora tezi, 1975), Princeton University, s. 52-53; L. Massignon, Ḫıṭaṭü’l-Baṣra ve’l-Baġdâd (trc. İbrâhim es-Sâmerrâî), Beyrut 1981, s. 22, 53; W. Kubiak, Al-Fustat: Its Foundation and Early Urban Settlement, Varşova 1982, s. 123-125, 127, 161, ayrıca bk. tür.yer.; M. Şevkī b. İbrâhim Mekkî, Sükkânü’l-Medîneti’l-münevvere, Riyad 1405/1985, tür.yer.; Abdülbâsıt Bedr, et-Târîḫu’ş-şâmil li’l-Medîneti’l-münevvere, Medine 1414/1993, I, 248-251, ayrıca bk. tür.yer.; G. T. Scanlon, “Al-Fustât: The Riddle of the Earlist Settlement”, The Byzantine and Early Islamic Near East (ed. G. R. D. King – A. Cameron), New York 1994, II, 170-179; Mehmet Mahfuz Söylemez, Bedevîlikten Hadarîliğe Kûfe, Ankara 2001, s. 95, 160, 169, 291; Hüseyin Arslan, XVI. Yüzyıl Osmanlı Toplumunda Yönetim, Nüfus, İskân, Göç ve Sürgün, İstanbul 2001, s. 253, 317; M. İlyâs Abdülganî, Büyûtü’ṣ-ṣaḥâbe ḥavle’l-Mescidi’n-nebevî, Medine 1424/2003, s. 59-151, ayrıca bk. tür.yer.; Tahsin Koçyiğit, İslâm Tarihinin İlk Yıllarında İskân (doktora tezi, 2007), Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, tür.yer.; a.mlf., “Hz. Peygamber’in Şehir Tasavvuru Hakkında Bazı Değerlendirmeler”, Süleyman Demirel Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 31, Isparta 2013, s. 73-88.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2016 yılında İstanbul’da basılan (gözden geçirilmiş 2. basım) EK-1. cildinde, 650-653 numaralı sayfalarda yer almıştır.

Müellif:

Emevîler ve Abbâsîler. Emevîler ve Abbâsîler’de iskân faaliyeti fethedilen bölgelerdeki kadim şehirler, Basra, Kûfe ve Fustat gibi Hulefâ-yi Râşidîn devrinde kurulan şehirler ile Emevîler ve Abbâsîler döneminde Vâsıt, Kayrevan, Bağdat, Sâmerrâ gibi idarî veya askerî maksatlarla tesis edilen yeni şehirlerde olmak üzere üç farklı eksen etrafında gelişti. İlk İslâm fetihleriyle birlikte uygulanmaya başlanan tehcir ve iskân siyaseti, Emevîler ve Abbâsîler döneminde bazı noktalardan farklılık gösterse de sistemli bir şekilde sürdürüldü. Fethedilen bölgelerde hâkimiyet kurmak ve kalıcı olmak için buralarda yerleştirilecek kabilelere geniş araziler ve köyler iktâ edildi. Tehcir ve iskân siyaseti sadece askerî amaçlara yönelik olmayıp hâkimiyet altına alınan yerlerin İslâmlaşması da hedefleniyordu. Emevîler zamanında iktâ yoluyla Akdeniz sahil şeridine, Bizans sınır boylarına ve yeni kazanılan Orta Asya topraklarına göçebe Arap kabileleri yerleştirildi. Abbâsîler devrinde ise iktâlar devletin siyasal öncelikleriyle bağlantılı biçimde verildi ve genellikle şehirleşmeye paralel iskân amaçlı bir politika izlendi.

Müslüman Araplar, fethedilen bölgelerin güvenliği için ilk olarak sınır boylarında kurulan ordugâhlara iskân edildi. Fetihlerin alanı genişleyince ülke içinde kalan ve bir kısmı “dârülhicre” sayılan bu ordugâhlar sivil merkezlere dönüştü ve yeni yerleşim alanları ortaya çıktı. Fethedilen bölgelerdeki kadim şehirlerin eski düzenleri ve özellikleri korunurken yeni unsurlarla desteklenerek tekrar yapılandırıldı. Dımaşk, Humus ve Taberiye’de olduğu gibi bunların da şehir planları değiştirilmedi ve bu şehirlerin civarında askerî karargâh şeklinde kullanılan mahalleler oluşturuldu. Dımaşk gibi tarihî şehirler dinî ve etnik yapılarına göre mahallelere bölündü, şehrin merkezî kısmında cami ve hükümet binasının çevresinde hânedan mensuplarıyla idareci sınıfın oturduğu küçük bir müslüman mahallesi teşekkül ederken Arap kabileleri, şehrin dışında oluşturulan ve zamanla şehrin büyümesine paralel olarak merkezle bütünleşen yeni mahallelere iskân edildi (Abdülazîz ed-Dûrî, s. 253-254).

Emevîler döneminde Kayrevan ile Vâsıt, Abbâsîler döneminde Sâmerrâ gibi askerî, Remle ve Bağdat gibi idarî amaçlı şehirler kuruldu. Bu şehirlerde de mahalleler cami, dârülimâre ve çarşı ekseninde kabile esasına göre birbirinden ayrı birimler halinde düzenlendi. Ayrıca sınırlarda askerî maksatla tesis edilen Münestîr, Sûse, Rabat gibi hisarlar zamanla önemli miktarda sivil yerleşimin görüldüğü şehirlere dönüştü.

İlk Emevî Halifesi Muâviye döneminde Irak Valisi Ziyâd b. Ebîh kabilecilik faaliyetlerini ortadan kaldırmak için Basra ve Kûfe’deki kabilelerin yerleşimiyle ilgili yeni bir düzenleme yaptı, Basra’da Arap kabilelerinin oturduğu mahalleleri “humus” denilen beş bölgeye ayırdı. Kûfe’de ise yedili sistemi (esbâ‘) terkedip dörtlü (erba‘) yerleşim sistemini uygulamaya koydu. Nizârî ve Yemenî kabileleri aynı mahallelerde bir araya getirdi ve her mahallenin başına bir sorumlu tayin etti. Bu sisteme göre Ehlü’l-Medîne (Ehlü’l-Âliye, Hicazlılar) birinci, Temîm ve Hemdân (Nizârî ve Yemenî) ikinci, Rebîa ve Kinde (Nizârî ve Yemenî) üçüncü, Mezhic ve Esed (Yemenî ve Nizârî) dördüncü rub‘u teşkil ediyordu (Taberî, V, 268). Emevîler devrinde aralarında Mecûsîler’in de bulunduğu kalabalık İranlı gruplar da Kûfe’ye yerleşti.

Valilik merkezi Kûfe’ye getirdiği Suriyeli askerî birlikleri Kûfeliler’e ait evlerde iskân eden Haccâc b. Yûsuf, askerlerin halkı rahatsız etmesi üzerine bu birlikleri yerleştireceği bir ordugâh-şehir kurmaya karar verdi. Askerî bir merkez şeklinde düşünülen ve etrafı Kûfe, Basra, Fustat’tan farklı olarak bir surla çevrilen Vâsıt’ın mahallelerine şehre yerleşen kabileler veya onların geldiği şehirlerin adlarının yanı sıra meşhur kişilerin, “mahalletülverrâkīn” gibi meslek mensuplarının yahut “mahalletüşşarkıyye” gibi şehirde bulunduğu mevkiye göre adlar verildi. Suriyeli birliklerin yanı sıra şehre iskân edilenler arasında Kûfe ve Basra’dan gelen Araplar da önemli bir yekün tutuyordu. Kesker bölgesinde yaşayan İran asıllıların ve Nabatîler’in Vâsıt’a yerleşmesini yasaklayan Haccâc, Ubeydullah b. Ziyâd’ın Buhara seferinin ardından beraberinde getirip Basra’ya yerleştirdiği Türkler’den bir kısmını Vâsıt’ta adlarını taşıyan bir mahalleye iskân etti. Belâzürî (ö. 279/892) bu Türkler’in soyundan gelen önemli bir topluluğun Vâsıt’ta yaşadığını ve İbn Markulî diye tanınan Hâlid eş-Şâtır’ın bunlardan biri olduğunu belirtmektedir (Fütûḥu’l-büldân, s. 524). Abbâsîler döneminde daha da büyüyen Vâsıt’a yoğun bir Türk göçü oldu ve Türkler burada önemli bir unsur haline geldi.

İkinci Abbâsî halifesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr tarafından başşehir olarak inşa ettirilen Bağdat’ın planında her mahalle belirli bir etnik veya meslekî gruba tahsis edilmişti. Askerler genellikle surların dışında şehrin kuzey ve batısında, tüccar ve zanaatkârlar Kerh’te Sarât’ın güneyinde oturuyordu. Halife Mu‘tasım-Billâh’ın, Bağdat halkı ile Türk askerî birlikleri arasında başlayan gerginliğin tehlikeli boyutlara ulaşması üzerine Türk askerî birliklerini yerleştirmek için 221 (836) yılında kurdurduğu Sâmerrâ’nın merkezinde câmi-i kebîr ve etrafında çeşitli mesleklere ait çarşılar vardı. Mahallelerin tanziminde ise kabilevî temelin aksine Türk kumandanları ve onların birlikleri esas alınarak Afşin, Eşnâs ve Hâkān Urtûc’un birliklerine tahsis edildi. İçinde camisi, hamamı, çarşısı ve pazar yerleri bulunan mahalleler geniş yollar ve boş alanlarla birbirinden ayrılıyordu. Halife Türkler’e ait mahalleleri diğer mahallelerden ayırıp komşu mahallelere sadece Ferganalı birlikleri yerleştirdi (Ya‘kūbî, s. 59).

İlk iskânın Hz. Osman döneminde başladığı Horasan’da Muâviye dâimî ordugâhlar kurmak için aileleriyle birlikte çok sayıda askeri bölgeye iskân etti (Khalil Athamina, sy. 2 [2000], s. 204). Irak Valisi Ziyâd b. Ebîh tarafından 45 (665) yılında gönderilen Umeyr b. Ahmer, Araplar’ı Merv’e iskân eden ilk kumandan olarak zikredilir. Ziyâd 51’de (671) Horasan valiliğine tayin ettiği Rebî‘ b. Ziyâd’ın emrine verdiği, Basra ve Kûfe’deki Araplar’dan 50.000 civarında askeri aileleriyle birlikte iskân için Merv’e gönderdi (Belâzürî, s. 576-577). Ziyâd ayrıca Şiîler ve Hâricîler gibi muhalif unsurlardan bir kısmını Irak dışındaki bölgelerde mecburi iskâna tâbi tuttu. Bunların yanı sıra Irak’tan kendi istekleriyle gelenler ve kendileri için güvenli yer arayan bazı Şiî ve Hâricî gruplar da Horasan’a gelip çeşitli merkezlere yerleşti. Emevî halifelerinden Abdülmelik döneminde isyan eden İbnü’l-Eş‘as’ın başarısız olmasından sonra ordusunun büyük kısmı Horasan’da çeşitli merkezlere dağıldı. Belh civarındaki Bilâdülarab diye adlandırılan Hulm şehri ve çevresi fetih yıllarında Esed, Temîm ve Kays kabilelerine iskân amacıyla iktâ edildi. Küçük bir şehir olan Hulm’ün köyleri, bahçeleri, vadileri ve tarıma elverişli geniş arazileri vardı (Yâkūt, II, 285). Kabilelere iktâ edilen ve kabile düzenine göre hizmet veren köylerin bölgeye Arap iskânı açısından büyük önem taşıdığı düşünülmektedir (Khalil Athamina, sy. 2 [2000], s. 205). Horasan ve Mâverâünnehir’deki büyük şehirler I. (VII.) yüzyılın ikinci yarısından sonra başlayan süreç içinde Araplar’ı cezbeden merkezler arasında yer alıyordu.

Emevîler ve Abbâsîler zamanında önemli iskân merkezlerinden biri de İran’dı. Emevîler, Hûzistan’ın merkezi Ahvaz’ı bölgedeki Hâricîler’e karşı bir üs olarak kullandılar. Haccâc b. Yûsuf’un kumandanı Mükrem b. Mutarrif’in Ahvaz yakınlarında kurduğu ordugâh daha sonra Askerimükrem adıyla bir şehir haline geldi. Azerbaycan sınırındaki İran şehirlerinde ordugâhlar kuruldu ve buralara Arap kabileleri iskân edildi. Önce Basra ve Kûfe’ye yakın şehirlere, ardından Kâşân, Kazvin ve Rey gibi Orta İran şehirlerine Arap göçmenleri yerleştirildi ve bunlar doğuda Sîstan’a kadar ulaştı. Kabileler halinde göç eden Araplar’ın yanı sıra cihad için sınır boylarına giden gaziler ve Irak’ta tutunamayan bazı Hâricî ve Şiî gruplar da İran’a gelip yerleştiler. Benî Temîm’den Hâricî lideri Urve b. Üdeyye’nin taraftarları İstahr ve civarına gitmişti. Arap göçüne rağmen bölgede Kum dışındaki şehirlerde Araplar küçük bir azınlık durumundaydı (a.g.e., sy. 2 [2000], s. 207). İsfahan da Emevîler döneminde önemli göç merkezlerinden biriydi. I. Mervân zamanında Hüzeyl b. Kays el-Anberî’nin vali tayin edilmesinin ardından Anber kabilesi başta olmak üzere Emevîler döneminde çoğunluğunu İranlılar’ın teşkil ettiği İsfahan’a Kûfe ve Basra’dan gelen Sakīf, Temîm, Dabbe, Huzâa, Hanîfe, Abdülkays kabileleri yerleştirildi. İran’ın güneyindeki Şîraz’ın bugünkü yerleşim alanının 74 (693) yılında Muhammed b. Yûsuf es-Sekafî veya daha sonra amcasının oğlu Muhammed b. Kāsım tarafından kurulduğu kaydedilmektedir (DİA, XXX, 182). Diğer taraftan Haccâc b. Yûsuf’un Sind’in fethine yolladığı Muhammed b. Kāsım, Şîraz’dan hareket ederek bazı merkezlerin ardından Deybül’ü fethetti (93/712). Orada bir cami yaptırdı ve merkezden gönderilen 4000 kişiyi iskân edip Sind’deki diğer şehirlere yöneldi ve Sind topraklarının tamamını ele geçirdi.

İlk iskânın Hz. Osman zamanında gerçekleştiği Azerbaycan ve İrmîniye, Emevîler ve Abbâsîler zamanında önemli göç merkezlerinden biri haline geldi. Kālîkālâ’yı (Erzurum) fetheden birlikleri desteklemek için Suriye Valisi Muâviye tarafından gönderilen 2000 Suriyeli askerin yerleştirilmesi ve bazı toprakların Arap birliklerine iktâ edilmesiyle başlayan iskân (Belâzürî, s. 278) şehrin zaman zaman Bizanslılar’ın eline geçmesine rağmen sürdü. 137’de (754) yeniden Bizanslılar tarafından işgal edilen, halkının bir kısmının öldürülüp bir kısmının esir alındığı Erzurum üç yıl sonra Abbâsî Halifesi Mansûr tarafından tekrar alındı ve fidye ile kurtarılan esirlerin yanı sıra şehre yeni birlikler gönderildi (a.g.e., s. 280). Mehdî-Billâh zamanında ise buraya Türk birlikleri yerleştirildi. Ancak daha sonra Malazgirt zaferinin ardından Emîr Saltuk’un Erzurum’u fethetmesine kadar şehir iki taraf arasında birkaç defa el değiştirdi.

Hz. Osman zamanında fethedilen Arrân’ın merkezi Berdea, Debîl, Beylekān gibi diğer askerî merkezler bir ara Hazarlar’ın eline geçtiyse de tekrar hâkimiyet altına alındı ve yeniden iskân edildi. Muâviye b. Yezîd’in halifelikten çekilmesinin (64/684) ardından başlayan iç savaşlar esnasında bağımsızlığını kazanan bölge halkı Abdullah b. Zübeyr’in bertaraf edilmesinden (73/692) sonra itaat altına alındı ve şehirler yeniden iskân edildi. Mesleme b. Abdülmelik Bâbülebvâb (Derbend) Kalesi’ne 24.000 muhafız yerleştirdi (a.g.e., s. 291). Abbâsî Halifesi Mansûr, Erciş es-Suğrâ ve Erciş el-Kübrâ adlı merkezleri kurarak Filistin’den getirilen askerleri buralara yerleştirdi (a.g.e., s. 295). Hz. Ali döneminde Erdebil’e yerleşen kabilelerin çoğu Emevîler döneminde iktâ sahibi idareciler ve kabile liderlerinin himayesine girdi. Neticede iktâ sahipleri hukuken geniş arazilere sahip oldu (a.g.e., s. 460-461). Ayrıca Ezd’in ve Hemdân’ın bazı kolları ile Tay ve Kinde’den birer grup bölgeye gelerek yerleşti.

İslâm’dan önce buraya yerleşen Kaysî Arap kabilelerine göre merkezi Musul olan Diyârırebîa, merkezi Rakka olan Diyârımudar ve merkezi Âmid olan Diyârıbekir olmak üzere üç tarihî bölgeye ayrılan ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminde büyük göç alan el-Cezîre’ye Emevîler zamanında da Arap yerleşimi sürdü. Hz. Osman’ın Suriye Valisi Muâviye her kabileye şehir merkezinin uzağında bir bölge ayırdı. Temîm, Kays ve Esed’e mensup bazı kabileleri de Habur’un batısında Diyârımudar’a iskân etti (a.g.e., s. 245; Dûrî, s. 99-102). Yemenliler’in ve özellikle Kelbîler’in sadakatinin devamını sağlamak isteyen Emevî yönetiminin Suriye’de Kaysî iskânına izin vermemesi bu kabileleri el-Cezîre’ye yönlendirdi (Khalil Athamina, sy. 2 [2000], s. 212).

Yemenli bazı Arap kabileleri İslâm’dan çok önce Suriye’ye gelmişlerdi. İslâmî fetihler Arap kabilelerinin bölgede iskânına yeni bir hız kazandırdı. Bizans sınırında stratejik bölge olan Suriye sahillerindeki ziraata elverişli araziler Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren iskân amacıyla iktâ edilmeye başlandı. Hz. Osman’ın emriyle Suriye Valisi Muâviye sahillerdeki askerî mevzileri yeniden inşa veya tahkim ederek birlikler yerleştirdi, askerlere maaş bağladı (Belâzürî, s. 245). Bu birliklerin yanı sıra kendi istekleriyle bölgeye gelen kabileler daha ziyade eski merkezlere iskân edildi. Kelbîler’e dayanan gücünü gittikçe arttıran Muâviye Benî Temîm, Kays, Esed gibi kabileleri Suriye’nin çeşitli bölgelerine iskân etti. Bölgede Kaysîler’in ilk merkezi ise Karkīsiya idi. Emevî dönemi başlarından itibaren Kınnesrîn cündü ve Halep kırsalında Bâlis cihetinde Fırat’a kadar Tenûh kabilesi yayıldı. Kınnesrîn’in merkezinde ekseriyeti Kilâb ve diğer boylardan olmak üzere Adnânî Tağlib kabilesi teşkil ediyordu. Humus Yemenî Kudâa, Kinde, Tay, Tenûh, Himyer ve Kelb kabilelerinin merkezi durumundaydı. Ancak burada İyâd ve Kays’tan da küçük gruplar vardı. Dımaşk cündünde Gassânîler en kalabalık grubu oluştururken orada Kudâa, Kinde ve Kaysî kabileler de bulunuyordu. Tedmür, Benî Kelb kabilesinin merkeziydi. Ürdün cündünde Kudâa, Hemdân, Gassân, Mezhic, Has‘am; Filistin cündünde Lahm, Cüzâm, Kinâne, Kays, Âmile, Belkayn, Kinde kabileleri ve az sayıda Kelbî yerleşmişti. Bölgede çoğunluğu Yemenî kabileler oluşturuyordu. Abbâsîler’in iktidara geçmesi, Suriye’de iskân edilmiş başta Tenûhîler olmak üzere pek çok Arap kabilesi için düşüşü temsil etti. Bu dönemde Benî Rebîa ve Benî Hanîfe gibi Arap kabilelerinden de bölgeye gelenler oldu.

Bazı İranlı kabileler, yahudiler, Kıptîler, Hindistan kökenli Zut ve Seyâbice de Beyrut, Sûr ve Sayda şehirlerine yerleştirildi (Khalil Athamina, sy. 2 [2000], s. 213). Muâviye döneminde Zutlar’ın bir kısmı Çukurova ve Antakya kıyılarına iskân edildi. Irak Valisi Ziyâd b. Ebîh’in Kûfe’den gönderdiği İranlılar’dan bir grubun ise Antakya’ya yerleştirildiği bilinmektedir. Abdülmelik b. Mervân döneminde iktâ yoluyla Akdeniz sahil şeridine ve Bizans sınır boylarına göçebe Arap kabileleri iskân edildi (Belâzürî, s. 196, 199, 504). I. Velid zamanında Muhammed b. Kāsım es-Sekafî’nin İndus vadisinden getirdiği, Batîha’ya yerleştirilen Zutlar mandalarıyla birlikte Massisa’ya (Misis) yollandı. Bu arada Bizans gazâlarıyla meşgul olan ve kendilerine “zühhâdü’s-sugūr” denilen dervişler sahil bölgelerinde iskân edildi. Aynı dönemlerde Bizans kökenli hıristiyanlardan Mârûnîler ve sık sık isyan çıkaran Cerâcime de (Merdeîler) bölgeye yerleşti. Çok sayıda Arap kabilesi Filistin’de iskân edildi. Halife Abdülmelik b. Mervân buraya ve özellikle Kudüs’e büyük önem verdi. Kendisinin başlattığı, daha sonra devam eden imar ve iskân faaliyetleri neticesinde Kudüs’te Arap nüfusu giderek arttı.

Abbâsîler döneminde valilerin görevlerinin başında orduları hazırlamak ve mensuplarını stratejik yerlerde iskân edip ihtiyaçlarını sağlamak geliyordu. Halife Mansûr’un emriyle Malatya ve Adana tahkim edilerek her iki şehre Horasanlı birlikler yerleştirildi. Sınır şehirlerini tahkim ettiren Hârûnürreşîd müstahkem noktalara gönüllü savaş birlikleri yerleştirdi. Hilâfetinin son yıllarında 215-218 (830-833) arasında Bizans’a karşı bizzat kendisinin de katıldığı üç sefer düzenleyen Halife Me’mûn fethedilen Orta Anadolu’daki Tyana’ya (Tuana) müslüman nüfus iskân etti. Abbâsîler sadece askerî tedbirlerle yetinmedi, sınır bölgelerinde kalabalık bir nüfus bulundurarak boşalmış olan yerleşim birimlerini canlandırdı ve İslâmlaşmalarını hedef aldı. Beyrut, Sayda, Trablus gibi sahil şehirlerini hedef alan Bizans saldırıları ve iç kesimlerdeki isyanları önlemek üzere bölgeye Tenûh ve Kilâb gibi Arap kabileleri yerleştirildi. Aynı şekilde Arap kabileleri Lübnan’ın dağlık bölgesinde iskâna ve halkı tarafından terkedilmiş yerleşim birimlerine gitmeye teşvik edildi. Bu sırada Tenûhîler, Arslânîler dağlık bölgeye göç ettiler. Daha sonra Benî Âmile, Kaysîler ve Yemenîler’den bazı kabileler buraya gelerek sahil ve dağlık kesimde bazı bölgelere yerleşti.

Hz. Ömer zamanında Suriye ve el-Cezîre fetihlerinden sonra Herakleios’un sınır bölgelerinde yaşayan halkı iç kısımlara çekmesiyle oluşan geniş saha Emevîler devrinde iskâna açıldı. Ayrıca sınırdaki şehirlerin iskân edilmesiyle ortaya çıkan ve Sugūrüşşâm, Sugūrülcezîre olmak üzere ikiye ayrılan sınır bölgesi, Tarsus’tan başlayıp Adana-Misis-Maraş-Malatya hattını takip ederek Fırat’a kadar uzanıyordu.

Hz. Ömer devrinde müslümanların hâkimiyeti altına giren Mısır, Emevîler zamanında da göç almaya devam etti. Muâviye döneminde 27.000 civarında bir askerî birlik İskenderiye’ye yerleştirildi (Makrîzî, el-Ḫıṭaṭ, I, 168), Esed kabilesinden bir grup da Basra Valisi Ziyâd b. Ebîh tarafından buraya gönderildi. Ayrıca Ziyâd, Ezd kabilesinden Hâricîler’e mensup bir grubu Mısır’da iskân etmişti. Ziyâd’ın oğlu Ubeydullah zamanında Hz. Hüseyin taraftarlarının bir kısmı diğer bölgelerin yanı sıra Mısır ve İfrîkıye’ye gönderildi. 107’de (725) meydana gelen Kıptî isyanı yüzünden Mısır’ın haraç âmili İbnü’l-Habhâb’ın Mısır divanına asker kaydı teklifi üzerine Halife Hişâm’ın izniyle bazı kabileler Fustat’ta iskân edildi. Yaklaşık 3000-5000 Kaysî aile Suriye çöllerinden deltanın doğu tarafına, Havfüşşarkī diye bilinen bölgeye nakledildi (a.g.e., I, 80, 83). Fustat’ın 670’li yıllarda 70.000 civarında olan nüfusunun Emevîler’in yıkılış yıllarında 100.000’e ulaştığı tahmin edilmektedir. Kuruluş sırasında gayri müslimlere kısmen sınırlama getirildiyse de zamanla hıristiyanların sayısının arttığından ve kırsal kesimlerden çok sayıda Kıptî’nin şehire yerleştiğinden bahsedilmektedir (Kubiak, s. 123-125, 127). Diğer taraftan İbnü’l-Habhâb, Bâceliler’le bir anlaşma yaptı, ardından aralarında Cüheyne, Himyer ve Hevâzin’den kabilelerin de yer aldığı Arap kabileleri Kızıldeniz ile Nil arasındaki Bâce bölgesine yerleşti. Abbâsîler zamanında Benî Nasr, Benî Âmir b. Sa‘saa, Hevâzin ve Süleym’den aileler aralıklarla bölgeye geldiler. Mansûr döneminde bunların sayısı 5000’e ulaştı. Mu‘tasım-Billâh devrinde ordudaki güçlerini kaybeden Arap asıllı askerler kitleler halinde Nil vadisine göç ettiler. Ceâfire, Cüheyne ve Belî kabilelerinden gelenler çeşitli merkezlere yerleşti. Mütevekkil-Alellah döneminde göç ettirilen Adnânîler’e mensup Kenzîler, Fâtımîler devrinden itibaren Saîd bölgesinin (Yukarı Mısır) tarihinde etkili oldular.

Fâtımî Halifesi Azîz-Billâh, 368’de (978) Karmatîler’i destekleyen Suriye ve Irak’taki Benî Hilâl’in büyük bir kısmını cezalandırmak için Saîd bölgesine göç ettirdi. Bu yağmacı bedevîler sadece ziraatla meşgul olmaları için mecburi iskâna tâbi tutuldu. Ancak Benî Hilâl ile Benî Süleym’in bölge için zararlı hale gelmesi üzerine isyancılarla başa çıkmakta zorlanan Fâtımî halifeleri, 441’den (1049-50) itibaren onları devlete itaatten ayrılan Zîrî hânedanını cezalandırmak amacıyla Kuzey Afrika’ya göç ettirmeye başladılar. Bunların gelişi Mağrib’in siyasî ve iktisadî durumunun bozulmasına sebep oldu. Öte yandan Fâtımîler, Üşmûneyn’deki Cüheyneliler’i Asyût’a sürüp yerlerine Şiî Ceâfire kabilesini yerleştirdiler.

İfrîkıye valiliğine tayin edilen Ukbe b. Nâfi‘, 50 (670) yılında Mağrib seferlerine çıkışında üs olarak kullanmak üzere Kayrevan şehrini kurdu. Bir cami ve hükümet konağı yaptırarak başlattığı inşaatı beş yılda tamamlanan şehre Teym, Evs, Hazrec, Ezd, Tenûh, Kinde, Kinâne gibi Arap kabileleri mensupları ile Horasan’dan gelen göçmenler ve yerli Berberîler iskân edildi. Kayrevan, Abdülmelik b. Mervân zamanında dönemin büyük şehirleri arasına girdi. İfrîkıye ve Mağrib Valisi Mûsâ b. Nusayr, 89 (708) yılında Tanca valiliğine tayin ettiği Târık b. Ziyâd’ın emrine 17.000 Arap, 12.000 Berberî askeri verdi. Atlas Okyanusu ile Cebelitârık sahillerinin temas sahasındaki ilk askerî üs olan Tanca, bu tarihten itibaren özellikle Endülüs fethini gerçekleştirecek birliklerin toplanma noktası oldu.

Abbâsî Halifesi Hârûnürreşîd’in İfrîkıye Valisi Herseme b. A‘yen, Akdeniz’den gelecek Bizans saldırılarına karşı Hammâmet körfezinin güney sahilinde Münestîr Ribâtı’nı yaptırdı. Kendilerini cihada ve ibadete adayan binlerce murâbıt buradaki evlerde kalıyordu. III. (IX.) yüzyılda Ağlebî hâkimiyetinde gelişen Sûse bu dönemde bölgenin Kayrevan’dan sonra en önemli şehirlerindendi. Abbâsîler zamanında Cezayir’de hüküm süren bir hânedan olan Rüstemîler, Ağlebîler’le sürekli mücadeleden kurtulmak için İbâzî kabileleri Trablus ve Güney Tunus’ta iskân ettiler. Midrârî Emîri I. Elyesa‘, 199 (814-15) yılında Sicilmâse’yi genişletip kabileleri belirli mahallelere yerleştirdi. Sahrâ’da yaşayan bazı kabileler de Sicilmâse’de iskân edildi. Bir ulucami ile köşkler ve idarî binaların inşa edildiği Sicilmâse, İslâm mimarisinin önemli merkezlerinden biri haline geldi.

Murâbıtlar’ın başşehri Merakeş, Lemtûneliler’in yerleştirildiği bir ordugâh-şehir olarak kuruldu. Muvahhidî Hükümdarı Ebû Yûsuf el-Mansûr, İfrîkıye ve Trablusgarp’ta yaşayan Benî Hilâl ve Benî Süleym kabilelerine mensup binlerce bedevî Arap’ı Atlas Okyanusu sahillerine yerleştirdi. 649’da (1251) Merînî hâkimiyetine geçen Rabat ve Selâ, Endülüs’ten gelen bazı grupların iskân edildiği askerî bir bölge haline getirildi. Özellikle 1609-1614 yıllarında Endülüs’ten sürgün edilen müslümanların önemli bir kısmı bu iki şehre yerleştirildi.

Mûsâ b. Nusayr, Endülüs’te fethedilen toprakları askerleri arasında dağıttı. Önemli bir bölgeyi devletin denetimi altında tutup “humus” olarak adlandırılan bu bölgedeki arazileri toprağın işlenmesi şartıyla kumandanlarına taksim etti. Arazileri çocuklarına miras bırakma hakkına da sahip olan kumandanlar “ehlü’l-ahmâs”, oğulları ise “ebnâü’l-ahmâs” diye adlandırıldı. Ancak Mûsâ’nın Dımaşk’a çağrılması yüzünden fethedilen toprakların tamamını dağıtamadığı da söylenir (Halîl İbrâhim es-Sâmerrâî v.dğr., s. 65, 454-455). Doğu İslâm devletlerindeki atâ sisteminin yerine uygulanan bu sisteme göre askerler atâ yerine üründen pay alıyorlardı (Khalil Athamina, sy. 2 [2000], s. 217). Humusa dahil edilen Arap askerleri fethedilen bölgelerdeki şehir merkezlerine ve kalelere dağıtıldı. Bununla beraber askerî birliklerin çoğunluğu idarî merkez Kurtuba’da (Córdoba) toplanmıştı (İbnü’l-Ebbâr, I, 61). Müslümanlar 93 (712) yılında Gırnata’yı fethedince diğer bölgelerde yaptıkları gibi başta Benî Kilâb olmak üzere bazı Arap kabilelerini ve civardaki yahudileri toplayarak buraya yerleştirdiler, şehrin güvenliğini de az sayıdaki müslüman muhafızla birlikte onlara bıraktılar. Fetihten itibaren başlayan iskân politikası neticesinde Endülüs’te IX. yüzyıla gelindiğinde Berberî ve Arap nüfusu yarım milyonu aşmıştı (Özdemir, s. 186). Bu arada Endülüs’ün fethinde önemli rol oynayan Berberîler’in idarecilerin kendilerine gereken değeri vermediğini, kıraç ve dağlık arazilerde yaşamak zorunda bırakıldıklarını ileri sürerek ayaklanmaları (DİA, XI, 212) onların daha ziyade dağlık bölgelerde, verimsiz topraklarda iskân edildiğini göstermektedir.

123 (741) yılında isyancı Berberîler karşısında zor durumda kalınca Kuzey Afrika’dan Endülüs’e geçen yaklaşık 10.000 kişilik Suriyeli birlikler sebebiyle Kurtuba’nın nüfusu çok fazla artmıştı. 125’te (743) Endülüs valiliğine getirilen Ebü’l-Hattâr bu askerleri çeşitli bölgelere dağıttı. Dımaşk cündünü İlbîre (Elvira) vilâyetine, Humuslular’ı İşbîliye’ye (Sevilla), Kınnesrînliler’i Ceyyân’a (Jaén), Ürdünlüler’i Reyye’ye (Raiyo), Filistinliler’i Şezûne’ye (Sedona) ve Mısırlı askerleri Tüdmîr’e iskân etti. Onların yerleştirildiği merkezlere gelmiş oldukları Dımaşk, Humus, Kınnesrîn gibi cündlerin isimleri verildi (İbnü’l-Ebbâr, I, 61; İbnü’l-Esîr, V, 491). Bu tarihlerde Yemenli kabilelere mensup bazı aileler de aynı bölgede iskân edildi. Eski şehirlerde yeni düzenlemelerin yapıldığı Endülüs’te müslümanların kenar mahallelere yerleştirildiği görülmektedir. IV. (X.) yüzyılda yedi kapıyla dışarıya açılan başşehir Kurtuba’nın içinde yirmi bir mahalle varken şehrin kenarında çoğunluğunu yerli müslümanların oluşturduğu mahallelerin sayısı da yirmi birdi (DİA, XXVII, 324).

BİBLİYOGRAFYA :

İbn Abdülhakem, Fütûḥu Mıṣr ve’l-Maġrib (nşr. Ali M. Ömer), Kahire 1415/1995, s. 115, 156, 169; Belâzürî, Fütûḥu’l-büldân (nşr. Abdullah Enîs et-Tabbâ‘ – Ömer Enîs et-Tabbâ‘), Beyrut 1407/1987, s. 160-161, 195, 196, 199, 245, 263, 278, 280-282, 291-292, 295, 322, 460-465, 504, 524, 576-577; Ya‘kūbî, el-Büldân (nşr. M. Emîn Dannâvî), Beyrut 1422/2002, s. 25-29, 57-65, 158, 185-188; Taberî, Târîḫ (Ebü’l-Fazl), V, 268; İbnü’l-Kūtıyye, Târîḫu iftitâḥi’l-Endelüs (nşr. İbrâhim el-Ebyârî), Kahire-Beyrut 1989, s. 43-44; Makdisî, Aḥsenü’t-teḳāsîm, s. 137-138; Yâkūt, Muʿcemü’l-büldân, II, 285; IV, 261-266, 490-493; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V, 491; İbnü’l-Ebbâr, el-Ḥulletü’s-siyerâʾ (nşr. Hüseyin Mûnis), Kahire 1985, I, 61, 67-68; Makrîzî, el-Ḫıṭaṭ, I, 80, 83, 168; a.mlf., el-Beyân ve’l-iʿrâb ʿammâ bi-arżi Mıṣr mine’l-ʿArab (nşr. Abdülmecîd Âbidîn), Kahire 1989, s. 66, 69; W. Kubiak, Al-Fustat: Its Foundation and Early Urban Settlement, Varşova 1982, s. 123-125, 127; Sabrî Fâris el-Heysî, “el-Medînetü’l-İslâmiyye ve ḫaṣâʾiṣühâ”, Buḥûs̱ü’l-müʾtemeri’l-coġrâfiyyi’l-İslâmiyyi’l-evvel, Riyad 1404/1984, V, 47-74; Ömer Abdüsselâm Tedmürî, Lübnân mine’l-fetḥi’l-İslâmî ḥattâ suḳūṭi’d-devleti’l-Ümeviyye, Trablus 1410/1990, s. 89-106; Yılmaz Can, İslâm Şehirlerinin Fizikî Yapısı, Ankara 1995, s. 31-95, 102-146; M. Azeb Desûkī, el-Ḳabâʾilü’l-ʿArabiyye fî Bilâdi’ş-Şâm, Kahire 1998, s. 5-45; Halîl İbrâhim es-Sâmerrâî v.dğr., Târîḫu’l-ʿArab ve ḥaḍâratühüm fi’l-Endelüs, Beyrut 2000, s. 65, 454-455; Abdülazîz ed-Dûrî, Evrâḳ fi’t-târîḫ ve’l-ḥaḍâre: Evrâḳ fi’t-târîḫi’l-iḳtiṣâdî ve’l-ictimâʿî, Beyrut 2009, s. 97-112, 241-262; Mehmet Özdemir, Endülüs, Ankara 2014, s. 185-207; Khalil Athamina, “Emevî Hilafeti Döneminde Arap İskânı” (trc. Saim Yılmaz), Sakarya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 2, Adapazarı 2000, s. 203-226.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2016 yılında İstanbul’da basılan (gözden geçirilmiş 2. basım) EK-1. cildinde, 653-657 numaralı sayfalarda yer almıştır.

Müellif:

Selçuklular. 426 (1035) yılında Ceyhun (Amuderya) nehrini geçerek Horasan’a giren Selçuklular, Gazneliler’e karşı kazandıkları zaferin ardından önce Horasan, ardından İran coğrafyasının büyük bir bölümünü ele geçirdiler. Selçuklular’ın başarısı yeni Türkmen boylarının kalabalık kitleler halinde İran coğrafyasına girmesine vesile oldu. Dandanakan Savaşı’nı (431/1040) takip eden yıllarda Selçuklu hâkimiyeti Orta ve Batı İran’da hızla yayılırken Türkmen boylarının Horasan üzerinden batıya akışı da devam etmekteydi. Bu geniş kapsamlı göç hareketi yerleşik İran coğrafyasında ciddi rahatsızlıklara yol açtı. Göçebe Türkmen boyları, kadim bir ziraat kültürü ve gelişmiş bir şehir hayatının bulunduğu İran coğrafyasında kalabalık hayvan sürüleri için gerekli otlakları sağlamakta sıkıntı çekmekteydi. Hayat tarzlarından dolayı sürekli göç etmek zorunda kalan bu kitleler, zaman zaman göç yolları üzerinde mevcut yerleşik unsurlara ait tarla ve bahçelere büyük zararlar vermekteydi. Göçebe Türkmenler’den duyulan rahatsızlık, bizzat Abbâsî Halifesi Kāim-Biemrillâh tarafından Türkmen reislerine ve Sultan Tuğrul Bey’e bildirildi (İbnü’l-Esîr, IX, 349-350). Kendi boy beylerinin yönetiminde son derece hareketli ve dinamik bir yapıya sahip olan Türkmenler, aynı zamanda isyan eden veya taht mücadelelerine giren Selçuklu hânedan üyelerini desteklemekteydi. İbrâhim Yinal, Kutalmış ve Arslan Argun gibi hânedan üyelerinin Türkmenler’den güç ve destek aldığı bilinmektedir. Nizâmülmülk’ün Siyâset-nâme’sindeki bazı kayıtlar Türkmenler’in Selçuklu Devleti’ne verdiği rahatsızlığı açık bir şekilde ortaya koymaktadır (s. 139). Selçuklu Devleti’ni ciddi biçimde meşgul eden bu rahatsızlıklar Selçuklu idarecilerini Türkmenler’e karşı tedbir almaya zorladı. Selçuklu devri İran şairi Am‘ak-ı Buhârî, Sultan Alparslan için kaleme aldığı bir methiyede İran’ın Türkmenler tarafından harap edildiğine dikkat çekerek şimdi “iyi talihli şah” tarafından yeniden bayındır hale getirildiğini belirtmektedir (Dîvân, s. 188-189).

Selçuklu sultanları soydaşlarını ya Horasan’ın doğusunda tutmaya ya da imparatorluk ekonomisine ve şehir kültürüne en az zarar verecek şekilde Azerbaycan yoluyla Bizans üzerine yönlendirmeye çalıştılar. İbnü’l-Esîr’in 440 (1048-49) yılı olaylarıyla ilgili bir kaydına göre İbrâhim Yinal, Mâverâünnehir’den kendi yanına gelen Oğuzlar’a burada kalmalarının ve ihtiyaçlarını burada karşılamalarının ülkeyi büyük bir sıkıntıya soktuğunu, Bizans’a doğru gazâya çıkıp cihad etmelerinin daha doğru olacağını, böylece ganimet elde edeceklerini, kendisinin de onların peşinden gidip yardımcı olacağını söyledi (el-Kâmil, IX, 415). Neticede Dandanakan Savaşı’nı izleyen on yıl içerisinde Türkmen boylarından önemli bir kitlenin Azerbaycan’a, el-Cezîre’ye ve Doğu Anadolu’ya ulaştığı anlaşılmaktadır. Yine Doğu Horasan’da bulunan kalabalık bir Türkmen kitlesi de yerleşik hayata zarar vermesine engel olmak düşüncesiyle Belh ve çevresinde tutuldu (Özgüdenli, s. 94, 280). Bizans üzerine yönlendirilen kalabalık göç dalgası ve bu göç dalgasının önünü açmak için yapılan akınlar Selçuklu-Bizans ilişkilerinin şekillenmesinde etkili oldu. Tuğrul Bey, İbrâhim Yinal ve Kutalmış gibi Selçuklu hânedan üyelerini Bizans Devleti’nin direncini kırmak ve Azerbaycan coğrafyasında toplanan Türkmenler’in önünü açmakla görevlendirdi. Tuğrul Bey’in siyasetini devam ettiren Sultan Alparslan Artuk, Dânişmend, Saltuk, Mengücük, Çavlı ve Çavuldur gibi Türkmen beylerini Anadolu’da gazâ yapmaya teşvik ederek Azerbaycan coğrafyasında yığılan kalabalık Türkmen boylarının önünün açılmasını sağladı (Reşîdüddin Fazlullāh-ı Hemedânî, Câmiʿu’t-tevârîḫ, II/5, s. 37-38). Selçuklu sultanlarının bu uzak görüşlü siyaseti, bir yandan Türkmenler’in İran coğrafyasında yarattığı rahatsızlığın önüne geçerken diğer yandan onlara hayat tarzları için son derece elverişli yeni yurtlarının kapılarını açtı.

Anadolu’ya gitmeyip İran coğrafyasında kalan Türkmenler bu coğrafyada kendileri için en elverişli bölgeleri aradılar. Oldukça sıcak ve kuru bir iklime sahip olan Güney İran, Asya bozkırlarının sert iklimine alışmış olan göçebe Türkmenler için cazip değildi. Kirman Selçuklu Hükümdarı Kavurd Bey şöyle diyordu: “Ben Türk’üm, sıcak iklim benim ve askerlerimin yaratılışına uymaz” (Muhammed b. İbrâhim, s. 333). Bunun yanında rutubetli havası, bol yağışı ve ormanlık bitki örtüsüyle yine göçebe hayat tarzına uymayan Hazar deniziyle Elburz dağları arasında kalan Taberistan, Mâzenderan, Rûyân ve Gîlân bölgeleri de Türkmenler için elverişli sayılmazdı. Neticede Türkmenler, İran coğrafyasında Horasan’ın doğusu ve kuzeyi, Elburz dağlarının güney etekleri, Irâk-ı Acem’in kuzeybatısı ve Azerbaycan bölgelerinde toplandılar. Bu coğrafyada hiçbir bölge serin yaylalar, gür akarsular ve geniş otlaklar peşinde koşan göçebe Türkler için Azerbaycan coğrafyası kadar çekici değildi.

Selçuklu sultanlarının İran coğrafyasında kalan Türkmen kitlelerini yerleşik hayata geçirmeye çalıştıklarına dair kaynaklarda herhangi bir bilgi yoktur. Bununla birlikte özellikle VI. (XII.) yüzyıl sonları ile VII. (XIII.) yüzyılın başlarına ait bazı onomastik ve toponimik deliller, göçebe Türkmenler’den bir kısmının çok yavaş da olsa yerleşik hayata geçtiğini göstermektedir. I. P. Petruşevsky’nin bir tetkiki, XII. yüzyıl ortalarında Horasan’daki Sebzevâr şehrinde bulunan kırk bir aristokrat aileden yirmi dördünün Arap, on ikisinin İran, birinin Türk asıllı olduğunu ortaya koymuştur (Petruşevsky, V [1948], s. 88). Yine 604 (1207) yılında Erdebil’de kaleme alınan bir tarla alım satım senedinde Uygur Türkü olduğu anlaşılan Beglik tarafından Uygur harfleriyle yazılan bir şahitlik kaydı, bu tarihlerde Azerbaycan coğrafyasında yerleşik hayata geçen Türkler’in varlığını göstermektedir (Doerfer, XIII [1981], s. 154, 159-160). XII. yüzyılın sonları ve XIII. yüzyılın başlarına ait bazı tarla alım satım senetlerinde geçen Türkçe şahıs adları da bu durumu desteklemektedir (Gronke, s. 533-546). Reşîdüddin Fazlullāh-ı Hemedânî tarafından 709 (1309) yılında Tebriz yakınlarında kurulan Rab‘ıreşîdî Külliyesi’ne ait vakfiyede Ak-bulak, Alıncak, Tekme-daş, Cebelü, Davşan tepesi, Karacalu, Kızılca, Kuruçay gibi onlarca Türkçe köy ve mezra adına rastlanması (Vaḳfnâme-yi Rabʿ-i Reşîdî, s. 318-329) Azerbaycan coğrafyasında yerleşik hayata geçen Türkmenler’in VIII. (XIV.) yüzyıl başlarında artık ciddi bir orana ulaştığını ortaya koymaktadır. Van gölündeki Lim (Adır) adasında bulunan bir Ermeni manastırına ait 705 (1305) tarihli Arapça vakfiyede yer alan Hazar Beg, Emîr Beg, Köl, Tuzcu, Kanlı, Yokuş, Şay-geldi, Yulduzhac gibi Türkçe yer adları, bu dönemde benzer bir dönüşümün Doğu Anadolu’da da yaşanmış olabileceğini düşündürmektedir (Papazian, I/1, s. 408-411). Bütün bu kayıtlar, her ne kadar planlı bir iskân siyasetinin sonucu olmasa da İran coğrafyasındaki Türkmenler’in özellikle Azerbaycan ve Horasan gibi kendi hayat tarzlarına uygun bölgelerde yavaş yavaş yerleşik hayata geçmeye başladığını göstermektedir. 442 (1050) yılından itibaren Bizans sınırı önünde yığılan kalabalık Türkmen kitleleri Malazgirt zaferinin (463/1071) ardından kısa sürede Anadolu’nun içlerine doğru yayıldılar. Kendi boy beylerinin idaresinde yarı göçebe bir hayat tarzına sahip olan bu Türkmenler başta Anadolu Selçuklu Devleti olmak üzere Dânişmendliler, Saltuklular, Mengücüklüler ve Artuklular gibi siyasî teşekküllerin kuruluşunda ve gelişmesinde önemli rol oynadılar.

Türkmenler kısa süre içerisinde yaylak-kışlak havasına sahip olan Doğu Anadolu’nun yanı sıra Güney, Kuzey ve Batı Anadolu’daki uç bölgelerinde yerleştiler. Selçuklu hâkimiyetinde Doğu Anadolu yeniden iskân edilmeye başlandı. Daha sonraki tarihlerde bu bölgeye Türkmenia denilmiştir (Baykara, Atsız Armağanı, s. 61-66). XI. yüzyıldan sonra Anadolu’ya gelen Türkmenler yaylalara ve dağ eteklerine iskân edildiler. Dağ eteklerine yerleştirilenler çoğunlukla kışlamaya gelen Türkmenler’di. Bu sebeple Anadolu’da “Ağıl” adlı yerleşim merkezleri bir hayli çoktur. Bunlara Selçuklular dönemindeki vakfiyelerde de rastlanmaktadır. Malazgirt zaferini takip eden yüzyıl içerisinde ne Anadolu Selçuklu sultanları ne de Dânişmendliler, Mengücüklüler ve Saltuklular gibi beyliklerin kendilerine tâbi olan göçebe Türkmen boylarını yerleşik hayata geçirmeye çalıştıklarına ya da planlı bir iskân siyaseti takip ettiklerine dair elde bilgi bulunmamaktadır. Bununla birlikte daha XII. yüzyılın hemen başlarından itibaren kaynaklarda zaman zaman köylerde yerleşmiş bulunan Türkmenler’le ilgili kayıtlara rastlanmaktadır (Anadolu’da ilk Türkmen köyü kabul edilen Sağudai/Söğüd için bk. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 156). Anadolu’da Türk iskânının öncüleri olan bu Türkmenler’in Orta Asya’da yerleşik hayata geçmiş Türkler olması muhtemeldir. Anadolu Selçuklu sultanları Türkmenler’i ve hıristiyan ahaliyi ülkenin menfaatlerini göz önüne alarak iskân etmiştir. Meselâ II. Kılıcarslan hıristiyan çiftçileri tarımı geliştirmek amacıyla ülkesine yerleştirmişti. Pazar yeri ve cuma namazı ihtiyacı yeni yerleşim merkezlerinin kurulmasında etkili oluyordu. Özellikle İç Anadolu’da yeni iskân yerlerinin belirlenmesinde ve bazı şehirlerin oluşmasında bu ihtiyacın büyük rolü olmuştur. Pazar ihtiyacı için gidilen yerde cuma namazının da kılınabilmesi iskânda önemli bir tercih faktörü idi (Baykara, Anadolu’nun Selçuklular Devrindeki Sosyal ve İktisadî Tarihi, s. 36-37). Selçuklu sultanları, aynı düşüncelerle Anadolu’da VI. (XII.) yüzyılın son çeyreğinde istikrarlı bir idarenin kurulmasının ardından göçebe Türkmenler’i yerleşik hayatın ve ticaret yollarının yoğunlaştığı Orta Anadolu’dan uzak tutmaya çalıştı ve onları uçlara gitmeye teşvik etti. Siyasî ve coğrafî şartların yanı sıra muhtemelen bu siyasetin de etkisiyle Türkmenler özellikle XIII. yüzyılın başlarından itibaren Anadolu’nun uç bölgelerinde yoğunlaşmaya başladı.

Anadolu’da daha XII. yüzyıldan itibaren Aksaray, Alaşehir, Burgulu, Gölhisar, Ilgın, Karahisar gibi Türkçe adlar taşıyan yerleşim yerlerinin kurulduğu veya pek çok eski yerleşim yerinin artık Türkçe adlarla anılmaya başlandığı bilinmektedir. XIII. yüzyıla ait vakfiyelerde Ay-tekin, Gün-doğdu, Arpa-çimen, Kozludere, Turgut, Emîr, İnançini gibi Türkçe köy ve mezra adlarına rastlanmaktadır (Turan, TTK Belleten, XI/42 [1947], s. 225-226; Temir, Kırşehir Emiri Caca Oğlu, s. 113; Polat, s. 93). Vakfiye ve resmî belgelerde sık sık karşılaşılan Türkçe yer adları, Türkmenler’in artık bu tarihlerde daha yoğun biçimde yerleşik hayata geçtiğini göstermektedir. Tuncer Baykara tarafından tesbit edilen, bu döneme ait yirmi iki köy adından sadece beşinin Selçuklu öncesi köy isimlerinin devamı niteliğinde oluşu, on yedi köyün ise yeni isimler taşıması, XIII. yüzyılda Anadolu’da iskân hareketlerinin yanı sıra demografik yapının nasıl geliştiğini ortaya koymaktadır (Anadolu’nun Selçuklular Devrindeki Sosyal ve İktisadî Tarihi, s. 76). Türkmenler şüphesiz sadece kendi kurdukları yeni köy ve mezralara değil yerli halk tarafından terkedilmiş ya da nüfusu oldukça azalmış eski köy, kasaba ve şehirlere de yoğun biçimde yerleşmişlerdir. XIV. yüzyıl başlarına ait resmî belgelerden Türkçe köy ve mezra adlarının çoğalmaya devam ettiği görülmektedir (Temir, WZKM, LVI [1960], s. 238-239; Açıkel – Sağırlı, I, 67-89). Bütün bu gelişmeler neticesinde, Anadolu’da Selçuklu fetihlerini takip eden yaklaşık iki buçuk asır içerisinde yerli halkın yanı sıra müslüman-Türk göçebe, köylü ve şehirlilerinden oluşan dengeli bir içtimaî yapı teşekkül etmiştir.

XIII. yüzyılın ortalarından itibaren Moğol istilâsının önünden kaçan yeni göçebe Türkmen boyları Anadolu’ya girdi. Selçuklu idaresi bu büyük göç hareketini düzenli biçimde yönlendirebilecek güce ve imkâna sahip değildi. Yeni gelen kitle içerisinde daha önce Orta Asya ve İran coğrafyasında yerleşik hayata geçmiş bulunan Türkmenler Anadolu’da da köy, kasaba ve şehirlere yerleşmeyi tercih ederken göçebe kitlenin büyük bölümü uçlara doğru çekildi. Göçebe Türkmenler’in uçlarda toplanmasında Selçuklu sultanlarının telkinlerinin yanı sıra otlak, su kaynakları ve gazâ ruhu gibi sebeplerin de etkili olduğu anlaşılmaktadır. Yine Baycu Noyan ile birlikte Anadolu’ya giren Moğol boylarının Orta Anadolu’daki otlak ve yaylakları tercih etmesi, 676 (1277) yılı sonrasında Anadolu’daki Moğol baskısının iyice artması ve XIII. yüzyılın son çeyreğinde Orta Anadolu’da yaşanan karışıklık, isyan ve savaşlar da Türkmenler’in uçlara çekilmesinde önemli rol oynamış görünmektedir.

BİBLİYOGRAFYA :

Nizâmülmülk, Siyerü’l-mülûk: Siyâsetnâme (nşr. H. Darke), Tahran 1372/1994, s. 43, 139; Müntecebüddin Bedî‘, ʿAtebetü’l-ketebe (nşr. Mirza Muhammed Kazvînî – Abbas İkbâl), Tahran 1329 hş., s. 74-85; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil (trc. Abdülkerim Özaydın), İstanbul 1987, IX, 291-301, 349-350, 415; İbn Bîbî, el-Evâmîrü’l-Alâiyye: Selçukname (trc. Mürsel Öztürk), Ankara 1996, tür.yer.; Reşîdüddin Fazlullāh-ı Hemedânî, Vaḳfnâme-yi Rabʿ-i Reşîdî (nşr. Müctebâ Mînovî – Îrec Efşâr), Tahran 2536 şş./1977, s. 318-329; a.mlf., Câmiʿu’t-tevârîḫ (nşr. Ahmed Ateş), Ankara 1960, II/5, s. 37-39; Aksarâyî, Müsâmeretü’l-aḫbâr, tür.yer.; Muhammed b. İbrâhim, Selcûḳiyân ve Ġuz der Kirmân (nşr. Bâstânî-yi Pârîzî), Tahran 1373/1994, s. 333; A. D. Papazian, Persidskie dokumenty Matenadarana, Erevan 1956, I/1, s. 405-415; A. K. S. Lambton, “Aspects of Saljûq-Ghuzz Settlement in Persia”, Islamic Civilisation: 950-1150 (ed. D. H. Richards), London 1973, s. 105-125; a.mlf., “The Internal Structure of Saljuq Empire”, CHIr., V, 203-282; Tuncer Baykara, “Doğu Anadolu = Türkmenia (Türkmen Ülkesi)”, Atsız Armağanı (haz. Erol Güngör v.dğr.), İstanbul 1976, s. 61-66; a.mlf., Anadolu’nun Selçuklular Devrindeki Sosyal ve İktisadî Tarihi, İzmir 1990, s. 36-37, 71-88; M. Gronke, Arabische und persische Privaturkunden des 12. und 13. Jahrhunderts aus Ardabil (Aserbeidschan), Berlin 1982, s. 121, 176, 216, 262, 272, 523, 533-546; Ahmet Temir, Kırşehir Emiri Caca Oğlu Nur el-Din’in 1272 Tarihli Arapça-Moğolca Vakfiyesi, Ankara 1989, s. 113; a.mlf., “Die Arabisch-uigurische Vakf-Urkunde von 1326 des Emirs Şeref el-Din Ahmed bin Çakırca von Sivas”, WZKM, LVI (1960), s. 232-240; S. G. Agacanov, Selğukiden und Turkmenien im 11.-12. Jahrhundert (trc. R. Schletzer), Hamburg 1990, s. 27-57; a.mlf., Oğuzlar (trc. Ekber N. Necef – Ahmet Annaberdiyev), İstanbul 2002, s. 137-140, 340; Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri, Boy Teşkilâtı, Destanları, İstanbul 1992, tür.yer.; a.mlf., “Azerbaycan’ın Türkleşmesi Tarihine Umumî Bir Bakış”, TTK Belleten, XXI/83 (1957), s. 429-447; a.mlf., “Anadolu’ya Yalnız Göçebe Türkler mi Geldi?”, a.e., XXIV/96 (1960), s. 567-594; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1996, s. 112, 146, 156, 540, 617; M. Sait Polat, Moğol İstilasına Kadar Türkiye Selçukluları’nda İçtimaî ve İktisadî Hayat (doktora tezi, 1997), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 84-95; J. M. Smith, “Mongol Nomadism and Middle Eastern Geography: Qishlāqs and Tümens”, The Mongol Empire and its Legacy (ed. R. Amitai-Preiss – D. O. Morgan), Leiden 2000, s. 38-56; a.mlf., “Turanian Nomadism and Iranian Politics”, Ir.S, XI (1978), s. 57-81; Ali Açıkel – Abdurrahman Sağırlı, Osmanlı Döneminde Tokat Merkez Vakıfları-Vakfiyeler, Tokat 2005, I, 66-89; Mustafa Uyar, “İlhanlı (İran Moğolları) Devleti’nin Önemli Yaylak ve Kışlakları”, Prof. Dr. Erdoğan Merçil’e Armağan (ed. Emine Uyumaz v.dğr.), İstanbul 2013, s. 244-257; Osman Gazi Özgüdenli, Selçuklular: Büyük Selçuklu Devleti Tarihi (1040-1157), İstanbul 2013, tür.yer.; Osman Turan, “Selçuk Devri Vakfiyeleri I: Şemseddin Altun-aba, Vakfiyyesi ve Hayatı”, TTK Belleten, XI/42 (1947), s. 197-235; I. P. Petruşevsky, “Gorodskaya znati v gosudarstve Khulaguidov”, SV, V (1948), s. 85-110; Kosuke Shimizu, “Ibrahim Yinal and Yināliyān-Turkmans in the Early Days of the Great Saljūqs”, Isuramu Sekai, sy. 10, Tokyo 1975, s. 15-32; G. Doerfer, “Ein uigurischer Text aus Iran vom Jahre 1207”, Turcica, XIII, Paris 1981, s. 153-169; A. C. S. Peacock, “Nomadic Society and the Seljuq Campaigns in Caucasia”, Iran and the Caucasus, IX/2, Tehran 2005, s. 205-229; D. Durand-Guédy, “The Türkmen-Saljūq Relationship in Twelfth Century Iran: New Elements Based on Contrastive Analysis of Three Inshā’ Documents”, Eurasian Studies, IX/1-2 (2011), s. 11-66; Zeki Velidi Togan, “Azerbaycan”, İA, II, 91-118.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2016 yılında İstanbul’da basılan (gözden geçirilmiş 2. basım) EK-1. cildinde, 657-659 numaralı sayfalarda yer almıştır.

Müellif:

Osmanlılar. Anadolu Selçukluları ve Beylikler döneminde parçalanan büyük boy yapılarına mensup küçük grupların ve bunların temsilcilerinin iskân süreci Osmanlılar döneminde Anadolu coğrafyasında giderek daha da genişledi. Bu dönemde Horasan erenleri ya da Rum abdalları diye anılan, çoğu bir kabileye mensup, hatta bir obanın/boyun önde gelen temsilcisi niteliğindeki baba ve abdal lakaplı dervişlerin Anadolu sathına yayılmış vaziyette kendi inşa ettikleri tekke ve zâviyeler aracılığı ile yerleşik hayata geçişleri dikkati çeker. Hacı Bektâş-ı Velî, Emirci Sultan, Barak Baba, Dede Garkın, Saru Saltık gibi dervişler daha çok yol güzergâhlarına ve geçitlerin yakınlarına konarak tekke inşa edip gelen geçenlere dinî ve sosyal hizmetler sunarken gayri müslim komşuların da İslâmlaşmasında önemli rol üstlendiler. Bunlar XIV. yüzyıldan itibaren Balkanlar’da da faaliyet yürüttüler. Orta Asya geleneğinde yetişen dervişler kendi boylarından olan veya olmayan, Anadolu’da büyük kitlelerden kopup küçük gruplar halinde ayrılan obaların veya ailelerin tekkelere yakın bölgelerde yerleşmesine ve toprakla uğraşmalarına ön ayak oldular. Nureddin Cacaoğlu Vakfiyesi gibi Anadolu Selçukluları ve Beylikler döneminden kalma vakıflarda vakıf akarları arasında çok sayıda köyün bulunması bu yerleşmenin erken dönemlerine dair bir fikir verir. Ancak yerleşik hayata geçen küçük grupların yanında daha büyük gruplar olarak konar göçer hayat tarzı ve boy teşkilâtı içerisinde yaşamlarını sürdüren gruplar da vardır. Yapılan tahminlere göre bunların sayısı XIII. yüzyılda en az 3 milyon civarındaydı. Ayrıca 1 milyona yakın Türkmen nüfusu da köy ve kasabalarda yerleşik durumdaydı.

Selçuklu ve Beylikler dönemi toplumsal yapısında görülen konar göçer eksen ilk dönem Osmanlı toplumunda de etkili oldu ve Rumeli’nin iskânı bu çerçevede gerçekleşti. Beylikler döneminde sınırların belirgin olduğu yerlerde konar göçer kitlelerin hareketleri de sınırlanmaktaydı. Halbuki Anadolu platosu bu türden siyasal bölünmüşlük ve sınırlamalara imkân vermemekteydi. Sonuçta sosyal ve kültürel birliğin doğal uzantısı şeklinde siyasal birlik zorunlu hale geldi ve farklı beyliklerde yaşayan zümreler hızla gelişmekte olana katılma konusunda tereddüt göstermedi. Anadolu’da siyasal birliği zorunlu kılan husus, bu türden geçici sınırların hem konar göçerlerin hareketi hem de ticarî hayat ve pazar için engel teşkil etmesidir. Siyasal birlik sağlanınca Anadolu platosu üzerinde hareket eden konar göçerler kışın Suriye topraklarına inmeye, yazın Sivas bölgesine çıkmaya imkân veren bir esnekliğe kavuştular. Bu zümreler yaylak ve kışlaklarda kısmî ziraatla da uğraşmaktaydı. Osmanlı yönetimi bu türden yatay hareketlere bir statü vererek düzen getirdi, onlara kontrollü bir hareket imkânı sağladı. Bu yapılırken de konar göçer hayatın ekonomik bütünleyiciliği ve toplumsal işlevi göz önünde bulunduruldu. Yaylak-kışlak bölgelerinin sınırları ve göç güzergâhları belirlendi, topluluğun devletle ilişkilerinde aracı olan bir boy beyi, voyvoda ya da kethüdâ, kazâî işler için de bir kadı vardı. XVI. yüzyılın ortalarına gelindiğinde konar göçer teşekküllerin varlıklarını büyük ölçüde sürdürmekle birlikte bunların kayıt altına alındığı, vergilendirildiği ve hayatlarının bir düzene sokulmaya çalışıldığı görülür. Bu tesbiti doğrulayacak veriler tahrir defterlerinde mevcuttur ve hemen her bölgeye ait defterlerde konar göçerlerle ilgili kayıtlar vardır. Sivas, Bozok, Karaman, Adana, İçel, Hamid, Suriye, Batı Anadolu ve Rumeli’deki birçok kazada yerleşik olmayan ahali yerleşiklerle iç içe, yaylak ve kışlaklarda kaydedildi. Sivas sancağı gibi bazı bölgelerin konar göçerleri ise yoğunlukları dolayısıyla ayrı defterlere yazıldı (Yörükân-ı Sivas Defteri, TK, TD, nr. 16).

XVI. yüzyıldaki büyük yörük teşekkülleri ve bulundukları bölgeler şöyledir: Dulkadırlı ve Halep Türkmenleri adıyla da anılan Yeni İl Türkmenleri, Halep ve Sivas arasında Dulkadırlı boyları Maraş, Elbistan, Kayseri ve Bozok bölgelerinde; Boz-ulus XVI. yüzyılda Diyarbekir yöresinde iken XVII. yüzyılda Karaman, Ankara, Kütahya ve Aydın kesiminde; Ulu-yörük, Sivas’ın kuzey ve doğusundaki bölgelerle Samsun-Ankara hattında, Üçoklu’dan Ramazanlı ulusu ise İskenderun’dan Alanya’ya kadar uzanan alanda idi. Bu grupların yerleşik hayata geçiş süreçleri yavaş ve kendiliğinden oldu. Bu sürecin en açık şekilde izlendiği bölgelerden biri Bozok sancağıdır. 924’ten (1518) itibaren Osmanlı ülkesine dahil edilen Dulkadıroğulları Beyliği’nin bir uzantısı olan bölge, Osmanlı idaresi tarafından bölgede yaşayan Türkmen kitlelerinin üst adına izâfeten Bozok sancağı diye tasnif edildi. İlhaktan sonraki ilk tahrir 931 (1525) yılı dolaylarındadır. Bu tahrirde bölgede yaşayan ahali henüz yerleşik hayata geçmediğinden konar göçer sistemine göre, yani “cemâat-i Halillü, an kabîle-i Ağcakoyunlu, Kızılcain mezrasında yaylarlar/otururlar” şeklinde kaydedilmişken 962 (1555) yılı kayıtlarında yazım şekli bu defa “Mezra-ı Kızılcain, Ağcakoyunlu’dan Halillü cemaati mütemekkindir” şekline dönüşmüştür. Daha sonraki tahrir döneminde ise yerleşim merkezi artık köy (karye) olarak ve klasik tahrir düzenine göre adlandırılmıştır: “Karye-i Kızılcain, an kabîle-i Ağcakoyunlu.” Yerleşen ahalinin cemaat ve kabile adının zikredilmesi durumu ise yarı yarıya azaldı. Konar göçer kabile ve cemaat düzeninde kışlak ve mezralarda yavaş yavaş toprağa yerleşmeye çalışan gruplar 978’lere (1570) gelindiğinde artık köylerde yerleşik halde kaydedilirken aynı zamanda statü değişimi de yaşandı. Devlet nezdinden, yörük ya da Türkmen olarak nitelendirilen konar göçer karakterleriyle adlandırılmaktan çıkıp raiyyet statüsüne geçtiler. Devlet bu dönemde sürece yalnız dolaylı biçimde müdahale etti; yeni yeni toprağa alışan bu halka eskiden beri köy/raiyyet yazılanların tâbi olduğu vergileri aynen uygulamak yerine resm-i çift gibi düzenli ve nakdî vergilerde kısmî indirimlere gitti. Yine Bozok Sancağı Kanunnâmesi’nde yer alan bir ibare bunu açıkça göstermektedir. Buna göre Bozok’ta yeni yeni yerleşmeye başlayan ahalinin, ekip biçmek üzere ya da sürüleri için bir ya da iki çiftlik (70 ile 150 dönüm) miktarı bir yeri tutmakta iken genelde yarım çift (bennâk), yani yarım çiftlik yerden daha az bir alanı tasarruf ettiğini bildirdiği ve deftere de bu şekilde yazıldığı anlaşılmaktadır. Bundan dolayı resm-i çift ödemesi konusunda “uhdelerinde kaydolunana itibar olunageldiği” kanunnâmede açıkça belirtilmiştir. Bu da devletin dolaylı olarak bazı vergi indirimleriyle iskân sürecini kolaylaştırmak istediği şeklinde yorumlanabilirse de bu dönem için herhangi bir iskân politikasından söz etmeye imkân vermez. Kıbrıs’ın fethi gibi bir iki istisnaî sürgün emrinin dışında devletin konar göçerleri iskâna zorladığından ve bunu bir politika halinde uyguladığından bahsetmek XVII. yüzyılın sonlarına kadar mümkün değildir. Aynı şekilde erken Osmanlı döneminde konar göçer gruplardan bazıları Rumeli’ye nakledilme konusunda bazı zorlamalara tâbi tutulsa da yerleşmeleri için önemli bir baskı ve girişim yapılmadı. Bunun yerine daha çok yerleşik hayata kendiliğinden geçmeleri beklendi. Hatta konar göçer kitlelerin hayat tarzlarına göre vergiler tahsis edilip durum tasdik edildi ve mevcut durumlarından çıkıp toprağa yerleşmeleri bir feragat olarak adlandırıldı. Bu sebeple Osmanlı Devleti’nin başlangıçtan itibaren sistemli bir iskân siyaseti güttüğünü ileri sürmek tam olarak doğru değildir. Aynı şekilde Rumeli’de böyle yapıldı. Rumeli’ye yönelik ilk sürgün, Batı Anadolu’da tuz yasağına uymayan ya da daha sonraları Safevî taraftarı olmakla itham edilen bir kısım konar göçer zümrelere uygulandı. Rumeli’ye aktarılan yörük taifesi aynı hayat tarzını devam ettirdi. 979 (1571) sonrasında Kıbrıs gibi dar bir bölgeye iskân edilmek üzere Karaman ve Bozok’tan seçilen ahali de daha çok kendi bölgelerinde yerleşik halk ile geçinme konusunda sorun yaşayan kitlelerdir. Devlet bu durumlarda iki yönlü düşünüp sürgünle iskân metodunu uyguladı. Uygulanan bazı sürgünler dışında devlet, XVI. yüzyılın sonlarına kadar konar göçerleri iskân konusunu onların kendi seçimlerine bırakmayı tercih etti. Ancak Celâlî isyanları yüzünden özellikle XVII. yüzyılın sonlarından itibaren meseleye doğrudan müdahale etti ve iskân siyaseti gündeme geldi. Aşiretlerin yerleşik hayata geçmeye zorlanması da bu dönemde başladı.

Osmanlı Devleti’nin konar göçerlerin iskânına yönelik tavrı XVII. yüzyılın son çeyreğinden itibaren daha netleşmeye başladı. Bu dönemde devlet konar göçer ahaliyi uygun bulduğu yerlere yerleştirmek için hükümler çıkardı, özel görevliler tahsis etti. Bu politikanın temelinde asayiş konuları ve konar göçer ahalinin hareketi esnasında köylere verdiği zararı önleme çabası vardır. Zira artık Anadolu’da nüfusun % 80’i yerleşik bir düzende yaşamakta, konar göçerler ise bu ana tabloda azınlık ve yerleşik ahaliye sıkıntı verecek bir konumda bulunmaktaydı. Aslında XVII. yüzyılda yaşanan Celâlî isyanları yerleşme sürecini de kesintiye uğratmıştı. Bazı bölgelerde köyler ve diğer iskân mahalleri boşaldı, ahali yeniden konar göçer hayata döndü. XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren önceden beri konar göçerlerin yanında köyünü yurdunu terkedip yaylak-kışlak hayatına dönenlerin etrafa verdiği zarar artmaya, güvenlik bakımında da sorunlar çıkmaya başlayınca iskân konusu devletin önemli bir meselesi haline geldi. Devlet önce bu grupları kontrol altına almaya, bunları eskiden yerleşip de terkettikleri ya da yaylak-kışlak olarak kullandıkları mahallere iskân etmeye çalıştı. İskân için görevli tayini, kontrol, kefâlet, cebir ya da başka yöntemler bu iskân siyasetinin uygulamaya yönelik taraflarıydı. Bu türden bir iskân uygulaması düzenli ve sistematik biçimde yürütüldüğü ölçüde sistemli bir siyaset kavramına uygun bir süreçten bahsedilebilir. XVII. yüzyılın sonlarından XX. yüzyılın ortaları, hatta son Bulgaristan, Irak ve Suriye olaylarına kadar uzanan bir süreçte iskânla ilgili böyle bir politik tutumdan bahsetmek mümkündür. Konu hem Osmanlı Devleti’nin son iki yüzyılını hem de Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin yüzyılını meşgul etmiştir. İskânın bir politika olarak gündemde yer alması ve uygulanması son üç yüzyılın konusudur. Bu üç asır boyunca hükümetler güvenliği sağlamak, konar göçerlerin yerleşik halka ve arazilerine zarar vermesinin önüne geçmek, düzenli vergi toplamak, harap ve boş alanları ziraata açıp ekonomiye kazandırmak amacıyla konar göçerleri iskân etmeye çalıştı. Cumhuriyet döneminde ise bu politika ülke dışından Türkiye sınırları içerisine zorunlu göç sonucunda uygulandı.

Osmanlı döneminde iskân siyasetinde vali, kadı, sancak beyi, alay beyi, defterdar ya da mutasarrıf, iskân kâtibi, iskân mübâşiri, iskân başı, iskân beyleri veya kethüdâları ile Halep civarında varlığı dikkat çeken çöl hâkimleri görev almıştır. İskân yerleri ise daha çok bu ahalinin yaylak ya da kışlak olarak kullanageldiği bölgelerle su ve iklim şartlarının uygun olduğu boş alanlardır. Köyler meydana getirilirken oymaklar şeklinde ayrılanlar genelde yirmi otuz hânelik gruplar halinde yerleştirilir, bu hânelere nadaslı ziraat ve hayvancılık için yeterli olabilecek yüzölçümde bir arazi çevresiyle birlikte tahsis edilirdi. Köy yerleşmeleri ortalama çapı 10 km. olan bir arazinin merkezinde idi. Basit taş ve kerpiçten evler inşası ile hayvanlar için barınak ve ağıl yerleşimin ilk unsurlarıydı. Avlu vb. müştemilât da bunlara ekleniyordu. Temel meşguliyet alanı tarımla beraber, hatta ondan daha yoğun biçimde hayvancılıktı. Bu çerçeve tarımda traktör devrimine kadar Anadolu’nun her bölgesinde yaklaşık aynıdır. İskânın uygulanmasında özellikle iskân mübâşirleriyle iskân kethüdâsı veya her bir köyde bulunan asesler kontrol ve politikanın yürütülmesinden sorumludur. XVII. yüzyılın sonlarında iskân politikasının en yoğun uygulandığı bölgeler Bozok, Urfa, Harran, Sivas, Hama, Humus, Rakka, Kütahya, Karahisârısahib, Urla, Hamid, Adana, Kayseri, Aydın ve Denizli’dir.

İskân sürecinin düzenli yürüdüğü, iskân edilenlerin durumlarından memnun olarak yerleşik hayata geçtiklerini düşünmek doğru değildir. İskân politikası aynı zamanda konar göçerlerin kontrolü, bazı derbend ve geçitlerin muhafazası, zorunlu ziraat hayatı, vergi ve daha da önemlisi düzen gerektirdiği için iskâna zorlanan aşiretlerin bunu pek de istekli kabul etmedikleri, yerleştirildikleri yerleri ve köyleri kısa zamanda terketme eğilimi gösterdikleri, buna karşı devletin de iskânda ısrarcı bir tutum izlediği görülmektedir (BA, MAD, nr. 9965). Birçok durumda iskân edilmenin getirdiği yükümlülükten ya da yeni hayat tarzından memnun olmayan bir kısım ahali, yerini yurdunu terketme konusunda hiçbir baskı ve taahhüde aldırmadan yeniden konar göçerliğe dönebilmektedir. Ancak devlet de işin peşini bırakmamakta ve bir şekilde bu konar göçerlerin iskânı için tedbirler almaktadır. Bu süreçte alışageldikleri hayat tarzından kopmanın verdiği psikolojik etkenler, yerleşilen bölgenin su, toprak ve iklim özelliklerinin bazan uygunsuz olması, hayvancılığa elverişsizliği, yerel yöneticilerin olumsuz tavırları gibi sebeplerle yeni yerleşen ahali tekrar yerlerini terketmeye meyletmektedir. Buna karşı hükümet de zaman zaman kefâlet ve kolluk güçleriyle tedbir almakta, iskân mahallini kısmen ya da tamamen değiştirmektedir. İskân politikasında aşiret önde gelenleriyle müzakere, ikna, kefâlet, vergi indirimi gibi yöntemler uygulanırken derbend, han, geçit bölgeleri ve daha ziyade konar göçerlerin yaylak ve kışlak şeklinde kullandıkları alanlar iskân yeri olarak tercih edilmekteydi. Bazan bu türden uygulamalar için sürgün emri de çıkarılmaktaydı.

İskânda süreklilik konusu, Anadolu gibi son iki binyılda önemli göç hareketlerine ve siyasal olaylara sahne olmuş bir coğrafya için önemli sorundur. Roma ve Bizans dönemi yerleşim yerlerinden günümüze intikal eden çok sayıda iskân mahalli vardır. Şehir merkezleri, bazı kasaba merkezleri ve köyler, üzerinde yaşayan nüfusun niteliği değişse bile aynı ya da benzer bir adla XX. yüzyıla kadar varlığını korudu. İskân yerlerinde Bizans’tan devralınan adlar biraz değişmiş haliyle varlıklarını devam ettirdi ya da bazan yeni adlar alarak mekânsal devamlılığa sahne oldu. Ankara, Konya, Tarsus, Sivas, Erzurum, Bursa, Kayseri, Tokat, Amasya, Niksar, Merzifon, Isparta, Urfa, Bilecik ve daha birçokları antik dönemde taşıdıkları isimlerin Türkçeleşmiş haliyle anılarak yerleşimlerini sürdürdüler. Benzer bir durum Sivrihisar, Safranbolu, Ermenek, Tirebolu, Ereğli gibi kasabalar için de geçerlidir. Köy, mezra, yaylak, kışlak ve diğer iskân mahalleri açısından ise durum biraz farklıdır. Günümüzde bu türden yerleşim merkezlerinin adları % 90 ölçüsünde değişti. Kırsal kesim daha XII. yüzyıldan itibaren konar göçer Türk boylarının yoğun biçimde kontrolüne geçtiği ve yerli ahali de zaten bölgede çok az sayıda bulunduğu için köy ve mezra adları çoğunlukla değişikliğe uğradı. Hem erken Türk yerleşim yerlerinde hem daha XVII. yüzyıl sonrası köy adlarında görülen “viran, ören, höyük” kelimelerinin sayısı az değildir. Bu durum iskân yerlerinde en azından mekânsal devamlılığın açık bir göstergesidir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun bazı bölgelerinde Bizans döneminden beri varlığını sürdüren, Osmanlı döneminde adı kayda geçen ve nüfusu kısmen de olsa devam eden köylerin Ermenice adları günümüze kadar geldi. Esasen bu sürekliliğin coğrafya ile yakından alâkası vardır. Bitlis, Bingöl, Erzincan, Muş, Siirt, Diyarbakır bölgelerinde Ermenice köy ve mezra adı taşıyan iskân yerlerinde XVI. yüzyıldan bugüne kadar süreklilik oranı en az % 80’dir. Nüfus kompozisyonu zamanla değişse de iskân yerindeki sürekliliğin esas sebebi coğrafîdir. Bölgenin sarp ve engebeli arazisi, değişen ve farklılaşan ahalinin başka bir yere yerleşerek orayı yeni bir adla köy haline getirmesine uygun değildir. Engebeli arazide zaten uygun olan yere milâttan önceki dönemden itibaren yerleşme gerçekleşti. Savaş, kıtlık, deprem, eşkıyalık ya da başka unsurların baskısıyla yerini terkeden ahalinin konacağı, yeni bir köy inşa edeceği uygun yer yoktu. İskân yeri aynı mekânda bilinen adıyla, fakat değişen nüfusuyla varlığını korudu. Halbuki Anadolu’nun Bozok, Amasya, Çorum, Sivas, Karaman gibi iç kesimlerinde erken dönemde oluşan Türk iskânı XVI. yüzyılın sonlarında Celâlî isyanları yüzünden sekteye uğradı ve köyler ortadan kalktı. Bu bölgelerde köylerdeki isim ve mekânsal süreklilik oranı XVI. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadar neredeyse % 40’lara kadar düştü, yani Orta Anadolu köy iskânında mekânsal devamlılığı bozan değişim daha katı oldu. XVI. yüzyılda terkedilen köylerin yerine XVII. yüzyıl sonlarından itibaren yenileri kurulurken coğrafyanın nisbeten uygun olması sebebiyle yeni yerleşilen mekân değiştiği gibi doğal olarak iskân yerinin adı da değişti. Bu sebeple XVI. yüzyılda varlığı tahrir defterleri üzerinden belirlenen köylerin tesbiti Orta ve Batı Anadolu’da Doğu ve Güneydoğu’dan daha fazladır. Ancak XVII. yüzyılın sonlarından başlayarak devlet tarafından uygulanan iskân politikaları sayesinde köyleşme oranı artmaya başladı. Anadolu’daki köy sayısı XVI. yüzyılın son çeyreğindeki sayısına ancak XIX. yüzyılın sonlarında yeniden ulaşabildi. Devlet tarafından yürütülen iskân politikası ve dönüşüm evreleri yoğun biçimde XVIII ve XIX. yüzyıllarda da sürdürüldü. XIX. yüzyılda daha çok değişen sınırlar sonucu ülke dışında kalan ve içeriye doğru göç eden nüfusun iskânı ile son olarak Doğu ve Güneydoğu’daki bazı Kürt aşiretlerin iskânı neticesinde süreç tamamlandı.

Nüfus ve yerleşik hayat bakımından önemli bir toparlanmaya işaret eden bu gelişme, yüzyılın ortalarına gelindiğinde başka faktörlerin de etkisiyle arazi rejiminde köklü bir değişimi zorunlu kıldı. 1858’de kabul edilen Arazi Kanunnâmesi bütün imparatorluk döneminin toprak ve iskân rejimindeki en dikkate değer safhalarından biridir. Toprak meşguliyetinin hukukî bir çerçeveye kavuşması, köylerdeki arazi rejiminin düzene sokulması, mülkiyet konusunun ilk defa kullanıcılar lehine çözüme kavuşturulması önemli bir dönüşümdür. İskân süreci bu değişimle başka bir nitelik kazandı ve geniş tarım arazileri üzerinde oturanlara ellerindeki toprağın mülkiyet hakkının verilmesi önemli bir teşvik oldu. İskân politikasının bir diğer yönü içe doğru yaşanan göçlerdir. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması sonrasında gelişen siyasî olaylar, Rusya ve Avusturya karşısında alınan yenilgiler, nihayet Yunan ve Sırp bağımsızlık hareketlerinin doğurduğu nüfus hareketlenmesi bu anlamda belirtilebilir. Buralardan kaçıp gelen ahali daha güvenli olabilecek yerlere yerleştirildi. XIX. yüzyılın ikinci yarısında görülen Bulgaristan ve Romanya’nın bağımsızlık süreçleri bu iskân politikasının devam etmesine yol açtı. Bu şekilde Anadolu içlerine güneyden, Suriye topraklarındaki aşiretlerin iskânı sağlanırken Rumeli’den zorunlu olarak göç eden ahali de Anadolu’nun batı ve iç kesimlerine iskân edildi. Bu gelişmeleri Cumhuriyet döneminde nüfus mübadelesi, bütün Balkanlar’dan gelen göçmen nüfusun ülke sathında iskâna tâbi tutulması süreci izledi. Buna benzer bir durum, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından Kafkasya’dan özellikle Karadeniz bölgesine ve İç Anadolu’ya intikal eden nüfusun iskânıyla yüzyılın sonlarında yaşandı. Bütün bu gelişmeler Osmanlı merkez ve taşra bürokrasisini en çok meşgul eden konulardır. Savaşlar ve terörden kaçarak sınır boylarına veya elden çıkan topraklardan içe doğru yapılan göçler, bu göçerlerin yarattığı sıkıntılar ve göçmenlerin iskânı devletin en önemli gündemini oluşturdu.

XX. yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti’nin uyguladığı bir diğer politika da tehcirle iskândır. I. Dünya Savaşı başında Anadolu’nun Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde cephedeki düşmanla iş birliği halinde, cephe gerisinde birtakım örgütlü terör ve saldırı eylemleri ve etnik temizlik yapmaya çalışan Ermeni (Daşnak ve Hınçak) gruplarına karşı devlet güvenlik gerekçesiyle, savaş ortamında bu gruplarla bağlantılı olabilecek bütün ahaliyi yerlerinden kaldırıp yine kendi ülkesi olan Suriye topraklarına iskân amacıyla tehcir kararı aldı. Anadolu’nun ortasında savaş halindeki devletlerle ittifak edip etnik temizlik yapan Daşnak ve Hınçak örgütlerinin bu hatası bütün bir ahalinin tehcirine yol açan olayları başlattı. İskân politikası ülke içinde bu şekilde yürütülürken ülke dışından Rusya, Bulgaristan, Yunanistan gibi komşu ülkelerin baskısı sonucu Türkiye’ye sığınan yüz binlerce göçmen de yine iskân uygulamasıyla ülkenin uygun bölgelerine dağıtılıp yerleştirildi. Bu dönemde daha düzenli biçimde oluşturulan iskân defterleri bu sürecin en önemli kanıtlarıdır. Hem Balkanlar’dan hem Kafkasya’dan bugünkü Türkiye sınırları içine doğru yapılan göçler, göçmenlerin iskân süreçleri ve uygulanması gereken politikalar önemli bir bürokratik birikim ve tecrübenin kazanılmasına imkân verdi. İskân konar göçerler ve göçmenlere barınak, ev bark, ekmek, toprak meşguliyeti, iş, kimlik ve bir vatan kazandırma şeklinde modern bir anlam kazandı.

BİBLİYOGRAFYA :

BA, TD, nr. 223; TK, TD, nr. 16, 30, 31; M. Tayyib Gökbilgin, Rumeli’de Yürükler, Tatarlar ve Evlâd-ı Fâtihân, İstanbul 1957; Ali Tanoğlu, Beşerî Coğrafya: Nüfus ve Yerleşme, İstanbul 1960; Necdet Tunçdilek, Türkiye İskân Coğrafyası, İstanbul 1967; Cevdet Türkay, Başbakanlık Arşivi Belgeleri’ne Göre Osmanlı İmparatorluğu’nda Oymak, Aşiret ve Cemaatler, İstanbul 1979; Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğunda Aşiretlerin İskânı, İstanbul 1987; Zeki Arıkan, XV-XVI. Yüzyılda Hamit Sancağı, İzmir 1988; Yusuf Halaçoğlu, XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İskân Siyaseti ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi, Ankara 1988; a.mlf., Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453-1650), Ankara 2009; Ahmet Temir, Kırşehir Emiri Caca Oğlu Nur el-Din’in 1272 Tarihli Arapça-Moğolca Vakfiyesi, Ankara 1989; Feridun M. Emecen, XVI. Asırda Manisa Kazâsı, Ankara 1989, s. 110-221; a.mlf., “Osmanlılar’da Yerleşik Hayat Şehirliler ve Köylüler”, Osmanlı, Ankara 1999, IV, 91-97; a.mlf., İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu Beylikler Dünyası, İstanbul 2012, s. 37-44, 73-113; Yunus Koç, XVI. Yüzyılda Bir Osmanlı Sancağının İskân ve Nüfus Yapısı, Ankara 1989; a.mlf., “Bozok Türkmenleri”, Anadolu’da ve Rumeli’de Yörükler ve Türkmenler Sempozyumu Bildirileri (haz. Tufan Gündüz), Ankara 2000, s. 195-209; a.mlf., “Anadolu Selçukluları Döneminde Türkiye’de Yerleşme ve Nüfus”, Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı (ed. Ahmet Yaşar Ocak), Ankara 2006, I, 241-248; a.mlf., “Selçuklular Döneminde Anadolu’da Köyler ve Köylüler”, a.e., s. 293-298; a.mlf., “XVI. Yüzyılın İlk Yarısında Kiğı Sancağı’nda İskân ve Toplumsal Yapı”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sy. 16, Konya 2004, s. 129-156; Mehmet Eröz, Yörükler, İstanbul 1991; Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, İstanbul 1994, VII, tür.yer.; Ch. K. Maisels, Uygarlığın Doğuşu: Yakındoğu’da Avcılık ve Toplayıcılıktan Tarıma Kentlere ve Devlete Geçiş (trc. Alaeddin Şenel), Ankara 1999, s. 132-134, 198; İlhan Şahin, “Göçebeler”, Osmanlı, Ankara 1999, IV, 132-141; Nedim İpek, Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri, Ankara 1999, tür.yer.; Osman Gümüşçü, XVI. Yüzyılda Larende (Karaman) Kazasında Yerleşme ve Nüfus, Ankara 2001; M. Sait Polat, Selçuklu Göçerlerinin Dünyası, İstanbul 2004; Tufan Gündüz, XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda Danişmendli Türkmenleri, İstanbul 2005; a.mlf., Anadolu’da Türkmen Aşiretleri: Bozulus Türkmenleri (1540-1640), İstanbul 2008; a.mlf., “Konar Göçer”, DİA, XXVI, 160-162; Ömer Lutfi Barkan, “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler”, VD, sy. 2 (1942), s. 279-386; a.mlf., “Osmanlı İmparatorluğu’nda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Sürgünler”, İFM, XI/1-4 (1949-50), s. 524-569; Faruk Sümer, “XVI. Asırda Anadolu, Suriye ve Irak’ta Yaşayan Türk Aşiretlerine Umumi Bir Bakış”, a.e., II/1-4 (1952), s. 511-522; İsenbike Arıcanlı, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Yörük ve Aşiret Ayırımı”, Boğaziçi Üniversitesi Dergisi: Beşeri Bilimler, VII, İstanbul 1979, s. 29-34; Ferhat Berber, “19. Yüzyılda Kafkasya’dan Anadolu’ya Yapılan Göçler”, Karadeniz Araştırmaları, sy. 31, Çorum 2011, s. 17-49; Şenol Çelik, “Osmanlı Devleti’nde Reaya (Köylü-Çiftçi)-Yörük (Göçebe) Ayrımı ve İçel Sancağı Örneği”, History Studies: Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, IV/4, Samsun 2012, s. 91-108.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2016 yılında İstanbul’da basılan (gözden geçirilmiş 2. basım) EK-1. cildinde, 659-662 numaralı sayfalarda yer almıştır.