Sözlükte “dayanmak, yaslanmak, itimat etmek” mânasındaki sünûd kökünden türeyen isnâd “temellendirmek, dayamak; sözü söyleyenine kadar ulaştırmak, bir sözün, bir rivayetin geliş yolunu haber vermek, ilk kaynağa kadar götürmek” demektir. Terim olarak, “rivayet için kullanılan lafızlarla râvi veya râvileri anarak hadis metnini ilk söyleyenine ulaştırmak, hadis metnini nakleden râvileri rivayet sırasına göre zikretmek” anlamına gelir. Senedinde herhangi bir kopukluk olmaksızın Hz. Peygamber’e veya bir başkasına nisbetle rivayet edilen söze muttasıl, sadece Resûl-i Ekrem’e nisbet edilen rivayete de merfû denir. Bazı âlimlerin isnadla eş anlamlı olarak kullandıkları sened kelimesi “dayanak, destek, sağlam ve yüksek yer” mânasındadır. Terim olarak ise hadisi birbirinden rivayet ederek daha sonraki nesillere ulaştıran râvilerin alış sırasına göre ve tarih unsuru göz önünde bulundurularak zikredildiği kısımdır: Haddesenâ Muhammed b. Beşşâr kāle haddesenâ Yahyâ b. Saîd kāle haddesenâ Şu‘be kāle haddesenâ Ebü’t-Teyyâh an Enes ani’n-nebiyyi sallallāhü aleyhi ve sellem kāle: “Yessirû velâ tüassirû ve beşşirû velâ tüneffirû” gibi (Buhârî, “ʿİlim”, 11). Resûlullah’ın sözünden önce zikredilen isimler zincirinden oluşan kısım sened, bu kısmı “haddesenâ” ve “kāle” gibi rivayet sözcükleriyle birlikte anarak hadisin metnini Resûlullah’a kadar ulaştırma ve râvileri sırasıyla zikretme işi de isnaddır. Bir sözü ilk söyleyene bu yolla isnad eden kimseye müsnid, hadise müsned denilir. İsnad bazan “sened” anlamında isim, bazan “senedi zikretme” anlamında masdar olarak kullanılır. Muhaddisler, özellikle ilk dönemlerde senedle isnadı farklı mânalarda kullanarak senedin râvilerin isim veya isimlerinden ibaret olduğunu, isnadın ise râvilerin sırasıyla isimlerini “ahberenâ, haddesenâ, enbeenâ, enne, an” gibi özel lafızlarla zikretmek anlamına geldiğini söylemişler, daha sonraki âlimler ise çok defa senedle isnadı aynı mânada kullanmışlardır.
Tarik kelimesi de sened anlamında kullanılmış olup, “Bu hadis yalnız bu tarikten bilinmektedir” denirken onun bu senedle bilindiği belirtilmek istenir. Senedle tarik birlikte kullanıldığında biri ana senedin yan kolunu veya ana senedin bir râviden sonra kollara ayrılışını ifade eder. Bir hadisin muhtelif tariklerini ortaya koymak için müstakil eserler yazılmış olup bunların ortaya çıkışı tasnif döneminin başlangıcına kadar uzanır. Sünen ve câmi‘ türü eserlerin bir kısmında da bazı hadis metinlerinin çeşitli tariklerinin bir araya getirildiği görülür. Müslim’in el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ’inde bunun örnekleri çoktur. Taberânî’nin Ṭuruḳu ḥadîs̱i “men keẕebe ʿaleyye müteʿammiden”i (Beyrut 1417/1997), Ebû Nuaym el-İsfahânî’nin Ṭuruḳu ḥadîs̱i “inne li’llâhi tisʿaten ve tisʿîne ismen”i (Medine 1413) ve İbn Hacer el-Askalânî’nin Ṭuruḳu ḥadîs̱i “lâ tesübbû aṣḥâbî”si (Beyrut 1408) bu tür eserlerdendir. Sened anlamına gelen kelimelerden biri de vech olup daha çok bir sahâbîye veya tâbiîye ya da herhangi bir kaynağa ulaşan senedin ileriki tabakalarda ayrıldığı kollardan her birini ifade etmek için kullanılmıştır. Senedle ilgili bir tabir de “evvelü’s-sened”dir; bununla bir eserdeki senedin müellife yakın tarafı kastedilirse de bazan senedin sahâbe tarafına işaret edildiği de olur. Aynı şekilde “âhirü’s-sened” tabiriyle bazan senedin müellife yakın tarafı kastedilse de genellikle senedin sahâbe tarafına işaret edilir. “İntihâü’s-sened” ile senedin sahâbe tarafı, “esnâü’s-sened” ile de senedin orta kısımları anlatılmak istenir.
Tarihçe. İsnadın İslâm öncesi dönemde bazı eserlerle şiirlerin naklinde rastgele kullanıldığı anlaşılmakla beraber onun ilk defa ne zaman, nerede ve kimin tarafından uygulandığı bilinmemektedir. Ancak isnad, hadis kitaplarında kullanıldıktan sonra dinin bir rüknü kabul edilerek önem kazanmıştır (M. Mustafa el-A‘zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 191). Sahâbe döneminde, daha sonraki devirlerde gelişen şekliyle bir isnad uygulamasından söz etmek mümkün olmadığı gibi gerekli de değildi. Çünkü sahâbîler Hz. Peygamber’den duyduklarını ve gördüklerini arkadaşlarına ve kendilerinden sonraki nesle aynen aktardıkları için udûl kabul edilmiş ve hadis rivayeti açısından tenkit dışı tutulmuştur. Buna rağmen Hz. Ömer’in hadis nakleden bazı sahâbîlere onu kimden duyduklarını sorması ve o hadisi başka işitenin olup olmadığını araştırması (Tirmizî, “İstiʾẕân”, 3), Hz. Ali’nin hadis nakledenlere yemin ettirmesi (Ebû Dâvûd, “Vitir”, 26; Tirmizî, “Tefsîr”, 4) gibi uygulamaların isnad anlayışının çekirdeğini oluşturduğunu söylemek mümkündür.
Yahyâ b. Saîd el-Kattân isnad hakkında ilk araştırma yapan kimsenin Şa‘bî olduğunu söylemekte, kaynakların birçoğu isnad konusunda ilk defa İbn Sîrîn’in görüş bildirdiğini kabul etmektedir. İbn Sîrîn’in, İslâm toplumunda fitne ortaya çıkınca sened sorulmaya başlandığını söylerken fitne sözüyle neyi kastettiği tartışılmış, bunun Emevî Halifesi Muâviye’nin ölümüyle başlayan iç savaşlar olması ihtimali üzerinde durulmuştur. İbn Sîrîn’in belirttiğine göre bu olaydan sonra Ehl-i sünnet’e mensup râvilerin hadisleri kabul edilmiş, ehl-i bid‘atın rivayetleri alınmamıştır. Onun ifadelerinden fitneden önce de isnadın kullanıldığı kanaatini edinmek mümkündür. Nitekim isnadın, yalancılığı ile bilinen ve peygamberlik iddiasında bulunduğu için katledilen Muhtâr es-Sekafî (ö. 67/687) zamanında başladığı da söylenmektedir (İbn Receb, I, 52).
I. (VII.) yüzyılın sonunda isnadın iyice geliştiğine dair yeterli kaynak vardır (M. Mustafa el-A‘zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 192). Özellikle fitnelerden sonra siyasî fırkaların ortaya çıkması ve taraftarlarının hadis uydurmaya başlaması âlimleri isnad üzerinde daha dikkatle durmaya, haber kaynaklarını araştırmaya, râvilerin kimlik ve kişiliklerini soruşturmaya, tenkit usulünü geliştirmeye sevketti ve isnadın kullanılması bir zorunluluk halini aldı. Tâbiîn tabakasından itibaren hadislerin isnadlarını, râvilerin cerh ve ta‘dîlini iyi bilen âlimler yetişti. İbn Ebû Hâtim’in İmam Mâlik’ten nakline göre hadise ilk defa isnad uygulayan kimse İbn Şihâb ez-Zührî’dir. Ma‘mer b. Râşid’in el-Câmiʿi ile İmam Mâlik’in el-Muvaṭṭaʾının ihtiva ettiği hadislerin senedindeki lafızlar, ilk isnad işinin Zührî ile başladığı veya onun devrine rastladığı yönündeki haberleri teyit etmektedir. Zührî isnadsız hadisleri kabul etmemiş, Ahmed b. Hanbel de hadisleri en iyi onun bildiğini ve isnadları en mükemmel şekilde onun değerlendirdiğini söylemiştir (İbn Adî, I, 138-139). Zührî’den hemen sonra gelen muhaddisler, isnadı ve râviler zincirini birbirine bağlayan lafızları hadisin sıhhati için şart koşmuşlardır. Nitekim Şu‘be b. Haccâc, senedinde “ahberenâ” ve “haddesenâ” lafızları bulunmayan hadislerin değersiz olduğunu söylemiştir (Râmhürmüzî, s. 517). İsnad uygulamasının ilk olarak Irak’ta başladığı kabul edilmekte, Râmhürmüzî isnadın Şa‘bî ile doğduğunu söylemektedir. Buna göre Rebî‘ b. Huseym, Şa‘bî’nin yanında hadis okuyunca Şa‘bî, “Bunu sana kim rivayet etti?” diye sormuş ve Amr b. Meymûn’un rivayet ettiğini öğrenmiştir. Başka bir defa yine aynı soruyu sorunca Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin rivayet ettiği cevabını almıştır. Yahyâ b. Saîd bunun isnadın ilk araştırılması olduğunu söyler (a.g.e., s. 208). Tâbiînin önde gelenlerinden Ebü’l-Âliye er-Riyâhî, bir hadisi Basra’da duymakla yetinmeyip Medine’ye giderek onu Resûlullah’ın ashabından dinlediklerini söylemekte, Ebü’z-Zinâd da Medine’de güvenilir 100 kişiye yetiştiğini, ancak hadis ehli olmadıkları gerekçesiyle onların rivayetlerinin kabul edilmediğini belirtmektedir. Nitekim İmam Mâlik de Mescid-i Nebevî’de kendilerine devlet hazinesi teslim edilebilecek derecede güvenilir yetmiş hadis râvisiyle görüştüğünü, fakat işin ehli olmadıkları için hiçbirinden hadis almadığını ifade etmiştir. İlk dönemdeki isnad soruşturmasıyla ilgili olarak kaynaklarda verilen bilgiler, I. (VII.) yüzyılın ikinci yarısı ile II. (VIII.) yüzyılın başında artık isnadın sistematik hale geldiğini ve tâvizsiz bir şekilde uygulandığını ortaya koymaktadır.
Bir sahâbî tarafından rivayet edilen hadisin tâbiîn neslinde meselâ on râvisi olabileceği gibi onlardan her birinin yirmi otuz talebesi bulunduğu görülebilir. Bunların hepsi aynı coğrafyada yaşamadıkları halde rivayet ettikleri hadislerin birbirinin aynı olması veya aralarında önemsenmeyecek küçük farklılıklar bulunması, isnad sisteminin mükemmelliğini ve seneddeki râvilerin ne derece güvenilir kişiler olduğunu gösterir. Özellikle tedvîn dönemiyle tasnif devrinin başlangıcında hadislerin isnadlarını çok iyi bilen ve ileride müstakil disiplinler halini alacak olan hadis ilimlerinin temelini atan uzman hadisçiler yetişmiştir. Ebû Dâvûd et-Tayâlisî hadisi dört kişide bulduklarını söyleyerek İbn Şihâb ez-Zührî, Katâde b. Diâme, A‘meş ve Ebû İshak es-Sebîî’nin adlarını zikretmiş, bunların her birinde ikişer bin hadis mevcut olduğunu belirtmiştir (İbn Ebû Hâtim, s. 492). Ali b. Medînî de araştırmaları sonucunda isnadın altı kişide odaklandığını söylemiş, Medine’de İbn Şihâb ez-Zührî, Mekke’de Amr b. Dînâr, Basra’da Katâde b. Diâme ve Yahyâ b. Ebû Kesîr, Kûfe’de Ebû İshak es-Sebîî ve A‘meş’in bulunduğunu, bunların tasnifi gerçekleştirenlerin kaynağı olduğunu ifade etmiş, bu âlimlerden hadisleri alıp tasnif edenleri, sonra onlardan alıp neticeye ulaştıranları zikretmiştir (Râmhürmüzî, s. 614-619; Zehebî, I, 360). II. (VIII.) asrın özellikle ikinci yarısından itibaren tasnif edilen kitaplarda isnad en mükemmel şekliyle uygulanmıştır. Bu durum, tasnif öncesi dönemde hadislerin isnadının gelişmiş şekliyle var olduğunun bir kanıtıdır. Hemen her kitapta yer alan hadis, haber ve rivayetlerin tamamı asırlar boyu inceleme konusu olmuş, her bir rivayet hem sened hem metin açısından ele alınıp değerlendirilmiştir. Bir hadis metninin metin açısından incelenmeye değer kabul edilmesi ve bir kıymet ifade etmesi için isnadının sika râvilerden meydana gelmesi gerekir. Senedlerdeki binlerce râviden hangilerinin güvenilir olduğunu tesbit etmek için de çok erken dönemlerden itibaren râvilerin biyografilerine dair eserler meydana getirilmiş ve her bir râvinin kategorisi belirlenmiştir.
Şarkiyatçılar ve İsnad. Şarkiyatçılar isnad ve sened konusuna özel bir ilgi göstermişler, muhaddislerin bütün çalışmalarını sened ve isnad etrafında yoğunlaştırdıklarını, metin tenkidine önem vermediklerini ileri sürmüşlerse de hadis ilimlerinin genel yapısına bakıldığı zaman metin etrafında geliştirilen ilim dallarına da en az isnadla ilgili olanlar kadar önem verildiği görülür. İtalyan şarkiyatçısı Leone Caetani’ye göre isnad usulünün başlangıcı Urve b. Zübeyr b. Avvâm ile (ö. 93/712) İbn İshak (ö. 151/768) arasındaki bir döneme kadar götürülebilir. İsnadın büyük bir kısmı II. (VIII.) yüzyılın sonunda ve belki III. (IX.) yüzyılda bir araya getirilmiş, sahih hadislerin önemli bir kısmında kadim metne sonradan ilâve edilmiş, dolayısıyla isnad muhaddisler tarafından uydurulmuştur. Ona göre isnad yeni medeniyetin ihtiyaçlarının bir sonucu olduğundan böyle bir sistem medenî olmayan Arap toplumunda ortaya çıkmış olamaz (Caetani, I, 72 vd.). Ancak Avrupalı tarihçilerin büyük çoğunluğu bunun aksini düşünmektedir. Çünkü müslümanlar dışında herhangi bir toplumda senedin varlığı ispat edilebilmiş değildir. Nitekim Aloys Sprenger, isnadın İslâm’a has bir sistem olduğu yönündeki görüş ve düşünceleri haklı bulmakta, bu konuda hiçbir tereddüde düşülmemesi gerektiğini ifade ederek Hz. Peygamber’in hadislerinin tedvin edilmeksizin sadece şifahî yolla rivayet edildiğine dair görüşlerin yanlışlığını ortaya koymaktadır.
Alman şarkiyatçısı Josef Horovitz isnad sistemini yahudilerdeki rivayetlerin teyit sistemine benzetmekte ve menşe itibariyle oradan geldiğini ileri sürmekte, fakat İslâmiyet’teki isnad sisteminin mükemmel oluşu sebebiyle onun sonradan yahudiler tarafından taklit edilmeye başlandığını kabul etmektedir. Bununla beraber muhaddislerin bu sistemi yahudilerden aldığına dair hiçbir delil gösteremediğinden onun görüşleri Batı’da da ciddiye alınmamıştır. Ancak Horovitz, isnadın eskiliğinden bahsederken hadis literatürüne girişinin en geç I. (VII.) yüzyılın son üçte biri olarak gösterilmesinde tereddüt edilemeyeceğini kaydeder. Yine onun verdiği bilgiye göre yahudi Talmud literatüründeki rivayet materyaline ait kronolojik sıraya göre tanzim işi ancak milâdî IX. yüzyıl sonlarında başlamıştır (Okiç, s. 8-10). Bütün bunlar İslâm’daki isnad sisteminin orijinalliğini gösteren delillerdir.
İsnadla ilgili araştırma yapanlardan biri de James Robson olup hadisler zamanla inkişaf ettiğinde yığın haline gelen materyal için isnadlar vücuda getirildiği hususunda Batılı âlimlerin ittifak ettiklerini söylemektedir. Robson’a göre isnad zor bir sistem olup gelişmesi çok yavaş bir şekilde olmuştur. Bu sebeple isnadın Urve b. Zübeyr b. Avvâm tarafından bilinmediğini ve Zührî’nin devrinde gelişmediğini iddia etmektedir. Ancak birçok şarkiyatçının görüşü onun bu tezini doğrulayıcı nitelikte değildir. Ayrıca Robson, İbn Sîrîn’in bahsettiği fitneyi İbnü’z-Zübeyr’in fitnesi olarak kabul etmeye mütemayildir. Bu kanaate varırken İbn Sîrîn’in doğum yılını ve bu döneme işaret eden İmam Mâlik’in el-Muvaṭṭaʾında yer alan dünya fitnesinin zuhurunu da dikkate almıştır (Robson, Glasgow University Oriental Society Transaction, XV [1955], s. 21-22).
Joseph Schacht’a göre isnad hadislerin en keyfî tarafı olup kendi görüş ve düşüncelerini ilk kaynaklara dayandırmak isteyenler tarafından geliştirilmiştir. Fitne tabiri Emevî Halifesi Velîd b. Yezîd’in öldürüldüğü 126 (744) yılından itibaren kullanıldığından 110’da (729) ölen İbn Sîrîn’in isnadla ilgili olarak fitneden bahseden sözünün doğru olması mümkün değildir. İsnadın devamlı kullanılması II. (VIII.) yüzyılın başından daha geriye gitmez. Schacht’ın bu iddiası, fitne kelimesini hiçbir tarihî temele istinat etmeden yorumlamasına dayanır. Çünkü Velîd b. Yezîd’in öldürülmesi İslâm tarihinde itibarî bir zaman diliminin başlangıcı veya sonu olarak görülmemiş, bu tarihten önce meydana gelen Hz. Osman’ın katledilmesi olayı, Hz. Ali ile Muâviye arasında cereyan eden hadiseler, Abdullah b. Zübeyr ile Abdülmelik b. Mervân arasındaki iç savaş bütün tarihçiler tarafından fitne diye anılmıştır. Schacht’ın “İsnadların Gelişme Nazariyesi” adını verdiği incelemelerinde hem kullandığı kaynaklar hem de seçtiği muallel rivayetler onun samimiyetsizliğinin delili olarak değerlendirilmiş (M. Mustafa el-A‘zamî, Dirâsât fi’l-ḥadîs̱i’n-nebevî, II, 394-470; a.mlf., İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 194-242), M. Mustafa el-A‘zamî On Schacht’s Origins of Muhammadan Jurisprudence (Riyad 1985) adlı eserini Schacht’ın görüş ve düşüncelerinin tenkidine ayırmıştır.
G. H. A. Juynboll, isnad müessesesinin 70’li (690) yıllardan itibaren ortaya çıktığını kabul etmekte, “müşterek râvi” teziyle ortaya koymaya çalıştığı araştırmalarında birçok senedin sonradan uydurulduğunu ileri sürmekte ve sened uydurduğunu söylediği kimseler arasında Şa‘bî ve Ahmed b. Hanbel gibi âlimleri de zikretmektedir. Onun “aile isnadları” adı verilen yöntemle Schacht’ın bazı teorilerini doğrulama gayretinde olduğu görülmektedir. Müşterek râvi olarak tanımladığı kişileri kaynaklarda güvenilir kabul edilmelerine rağmen birer hadis uydurucusu sayması onun en çok dikkat çeken yanıdır. Otto Loth, asırlar boyunca râviler silsilesinde sadece aldatanlarla aldatılanlar görülmek istendiğinde buna dair önemli sebeplerin ortada mevcut bulunması icap ettiğini, gerçekten İslâm isnad sisteminin başka hiçbir tarihî rivayetin veremediği tahkik imkânını verdiğini söylemektedir (ZDMG, XXIII [1869], s. 597). Juynboll’ün bu alandaki iki önemli makalesi (bk. bibl.) isnadla ilgili düşüncelerini en iyi yansıtan kaynaklardır. O da kendinden önceki bazı araştırmacılar gibi isnadın inceleme alanı olarak öncelikle siyer ve megāzî ile ilgili eserleri seçmiş olup siyer, İslâm hukuku veya tefsir kaynakları isnad araştırması için uygun malzemeler değildir. Nitekim Horovitz de bunları ayırmak gerektiğini vurgulamış, bu ilimlerin her biri isnadı kullanmaktaysa da tam anlamıyla isnad usulünün inceleme alanına girmediğini belirtmiştir.
Önemi. Dinin temelini oluşturan naklî ilimler tamamen, diğer ilimler de çoğunlukla isnada dayandığı için İslâm âlimleri isnadın vazgeçilmezliği üzerinde görüş birliğine varmış, onu başta hadis olmak üzere ilimlerin ayrılmaz bir parçası kabul etmiştir. İlk dönem âlimleri isnadı ilmin sünnetlerinden saymış, meşhur muhaddislerin de aralarında bulunduğu birçok âlim isnadın müekked sünnet, hatta farz-ı kifâye olduğunu belirtmiştir (Abdülfettâh Ebû Gudde, s. 30). Matar el-Verrâk, “Haydi, bundan önce indirilmiş bir kitap yahut bir bilgi kalıntısı getirin” (el-Ahkāf 46/4) âyetindeki bilgi kalıntısından maksadın hadisin isnadı olduğunu, İmam Mâlik de, “Bu Kur’an sana ve kavmine bir öğüttür” (ez-Zuhruf 43/44) âyetinin isnada delâlet ettiğini söylemiştir. “Ümmetimin son dönemlerinde birtakım insanlar çıkacak, size sizin ve babalarınızın duymadığı hadisler nakledecekler, onlardan sakının” (Müslim, “Muḳaddime”, 4) gibi hadisler de isnada delil sayılmıştır. Bu sebeple hadis kitaplarının tasnifinden önce yazılan siyer ve megāzî kitapları başta olmak üzere çeşitli eserlerde isnada yer verilmiştir. İsnad sadece tefsir, hadis, fıkıh, kelâm gibi dinî ilimlerle ilgili kitaplarda değil din ilimleri için alet vazifesi gören edebiyat, tarih, lugat, nahiv, şiir vb. ilimlerle hikmetli sözlerin, atasözlerinin naklinde de kullanılmıştır. Hadislerdeki en küçük hata, tashif ve tahrifin Resûlullah’a yalan isnadı sayılacağı inancında olan ilk dönem muhaddisleri isnadın önem ve gereğini belirtmiştir. İbn Sîrîn isnadın dinden olduğunu söylemiş ve dinin kimden alındığına dikkat edilmesini istemiştir (Müslim, “Muḳaddime”, 5). Süfyân es-Sevrî’ye göre isnad müminin silâhıdır; silâhı olmayan düşmanla savaşamaz. Abdullah b. Mübârek isnadın din olduğunu, isnad olmazsa herkesin dilediğini söyleyebileceğini, isnadı sormanın yalan söylemeye engel olacağını ifade etmiştir. İmam Şâfiî de isnadsız hadis öğrenmeye kalkışanı geceleyin odun toplayana benzetmiş, odun diye yılanı da eline alabileceğini söylemiştir. Muhaddisler, rivayet ettikleri hadisleri kendi zamanlarının en iyi bilinen ve en güvenilen râvilerinden almışlar, bir hadisin çeşitli isnadlarından en sahih olanını seçmişlerdir; diğer rivayetler de sağlamlık derecesi belirlenmek suretiyle kitaplara kaydedilmiştir. İsnadın kullanımıyla uydurma hadislerin ortaya çıkması arasında doğrudan bir ilişki bulunmamakta, ancak hadis uydurma faaliyetinin isnada daha çok dikkat edilmesine ve râvilerin güvenilirlik yönünden daha sıkı takibe alınmasına hız kazandırdığı bilinmektedir. Hadislerin tedvin ve tasnif edildiği özellikle I. (VII.) yüzyılın ikinci yarısı ile II. yüzyıl ve en geç III. (IX.) yüzyılın ikinci yarısına kadar olan devrede isnada son derece önem verilmiştir. Bütün isnadların değerlendirildiği, en güvenilir râvilerin rivayetlerinden oluşan hadis eserlerinin meydana getirildiği III. yüzyıl “hadisin altın çağı” olarak kabul edilmiştir (DİA, XV, 32-33). Daha sonraki yüzyıllarda hadis ilimlerinin gelişim seyrinde bu dönem büyük bir öneme sahip olmuştur.
Hadis alanı, isnadın başlaması ve isnad tetkiki için birinci kaynak teşkil etmesi bakımından önemli olmakla beraber ilk dönemde diğer birçok alanda da sened kullanılmıştır. Nitekim ilk müfessirler arasında sayılan Abdürrezzâk es-San‘ânî, Abd b. Humeyd, İshak b. Râhûye, Ebû Bekir b. Ebû Şeybe, İbn Ebû Hâtim gibi âlimlerin tefsirleri tamamen senede dayanmaktadır. Taberî’nin Câmiʿu’l-beyân’ı bunun en güzel örneğidir. Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm’ın Kitâbü’l-ḳırâʾât’i, İbn Ebû Dâvûd’un Kitâbü’l-Meṣâḥif’i, Ebû Bekir İbnü’l-Enbârî’nin Kitâbü Îżâḥi’l-vaḳf ve’l-ibtidâ’sı da isnada dayalı eserlerdir. Meşhur tabip Ebû Bekir er-Râzî el-Ḥâvî’de bazı sözleri senedleriyle birlikte nakletmiş, böylece sened hemen bütün ilimlerde kullanılmıştır. Asırlar boyunca yazılan kitapların hemen hemen tamamının baş tarafında o eserin hangi isnad silsilesiyle, hangi yolla ve nereden alındığını gösteren bir liste yer almış, böylece bir eserin güvenilir bir tarikle gelip gelmediğini anlama imkânı sağlanmıştır.
İsnadla ilgili önemli bir konu da herhangi bir hadis veya haberin senediyle rivayet edilmesinin onun sıhhatine delil olamayacağıdır. Bir rivayetin râvileri sika, adâlet ve zabt sıfatlarına sahip, senedi muttasıl, şâz ve illetten arınmış olmadıkça herhangi bir değeri yoktur. Bütün rivayetler bu temel ölçüler içinde ele alınıp değerlendirilmiş, Kütüb-i Sitte öncesi dönemde meydana getirilen câmi‘, müsned, musannef, sünen ve kitap türü eserlerdeki hadisler isnadlı olmasına rağmen doğrudan delil kabul edilmemiş, bu eserlerdeki rivayetlerin hadisleri incelenmek suretiyle alınabileceği belirtilmiştir (Cemâleddin el-Kāsımî, s. 239-243). İslâm âlimleri, muhtelif kitaplardaki hadislerin tamamını inceleyerek onların sağlamlık derecesini ortaya koyan tahrîc kitapları meydana getirmişlerdir (DİA, XV, 52-53).
İsnadın müslümanlar tarafından icat edilip geliştirildiği görüşünü tarih boyunca pek çok âlim ve modern araştırmacı önemle vurgulamıştır. Ebû Hâtim er-Râzî ve İbn Hazm gibi âlimler, Hz. Peygamber’in hadislerini ve sünnetini korumak için güvenilir râvilerin kesintisiz bir senedle hadis nakletmelerinin Allah’ın sadece müslümanlara verdiği bir nimet olduğunu, diğer milletlerde böyle bir rivayet şeklinin bulunmadığını belirtirler. Yahudilerde mürsel ve mu‘dal türü bazı nakiller görülmekteyse de Hz. Mûsâ ile rivayetin başlangıcı arasında otuz asırlık bir zaman dilimi bulunmaktadır. Hıristiyanlarda ise talâkın haramlığı konusundaki muttasıl olmayan bir haber dışında senedli hiçbir rivayet yoktur (Rahmetullah el-Hindî, I, 101). Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, yahudi ve hıristiyanların yoluna uyarak isnadsız rivayette bulunmamak gerektiğini, Takıyyüddin İbn Teymiyye isnadın sadece İslâm ümmetinin değil İslâm’ın, hatta Ehl-i sünnet’in bir özelliği olduğunu, zira isnada en az riayet eden Râfizîler’in kendi arzularına uyan rivayetleri doğrulayıp uymayanları yalanladıklarını söylemektedir (Minhâcü’s-sünne, VII, 37). Şîa, kendi hadislerinin mâsum imama dayandığına ve katiyet ifade ettiğine inandığı için onlara göre muttasıl isnad önemli değildir (Abdullah el-Mâmekânî, I, 177; Abdullah Feyyâz, s. 140, 158). Bazı İmâmiyye âlimleri hadislerin otuz kadar çeşidi olduğunu söylese de çoğunluğun inancına göre sonradan ortaya çıkan bu duruma göre hareket etmek haramdır. Şîa mezhebinin dört temel kitabındaki (Kütüb-i Erbaa) hadisler, mâsum imamlardan geldiği kesin karînelerle bilinen hadisler olup bunlarla amel hususunda icmâ vardır (Feyz-i Kâşânî, I, 11 vd.; İbn Usfûr el-Bahrânî, I, 15-24; Muhyiddin el-Mûsevî el-Gureyfî, s. 15-25).
İsnadın Çeşitleri. İsnadın genel olarak âlî ve nâzil olmak üzere iki çeşidi vardır. Âlî isnad (ulüvvü’l-isnâd), bir hadis metninin iki veya daha çok isnadından yahut metinleri farklı da olsa birkaç isnaddan ilk kaynağa en az râvi ile ulaşanına verilen addır. Bunun zıddına nâzil isnad (nüzûlü’l-isnâd) denir. Ancak bunların da kendi içlerinde dereceleri bulunmakta, bazan bir metnin onlarca ayrı isnadı olabilmektedir. En üstün isnadı tesbit etmek kolay olmadığından objektifliği sağlamak için çeşitli ölçüler ortaya konulmuştur. Otorite olan muhaddisler, bir hadisin bütün isnadlarını bir araya getirip değerlendirdikten sonra onun sıhhatine hükmetmişlerdir. Hadis metinlerinin güvenilirliğine birinci derecede tesir eden unsur isnad olduğundan muhaddisler ve râviler hayatları boyunca âlî isnadı elde etmek için her türlü fedakârlığa katlanmışlardır. Ahmed b. Hanbel’in dediği gibi âlî isnadı araştırmak selefin sünneti olmuş, başta sahâbîler olmak üzere ilk nesiller âlî isnadı elde etmek için adına “rihle” denilen ve uzak mesafeleri de kapsayan ilim yolculuklarına çıkmışlardır. Yahyâ b. Maîn’in, ölüm döşeğinde son arzusunun ne olduğu sorulunca, “Beytün hâlî ve isnâdün âlî” (boş bir ev ve âlî bir isnad) cevabını verdiği rivayet edilmiştir (İbnü’l-Mülakkın, II, 421).
Âlî isnad beş kısma ayrılır. 1. Resûlullah’a en kısa yoldan ulaşan isnad olup senedde bulunan bütün râvilerin en üstün vasıflara sahip olması aranır. Bu vasıflar bulunmadan seneddeki râvilerin az olması bir önem taşımaz. Abdullah b. Mübârek’in belirttiği gibi hadisin üstünlüğü isnadın kısalığında değil râvilerin sağlam oluşundadır (Hatîb el-Bağdâdî, el-Câmiʿ, II, 139). Hadis imamlarının âlî isnadları araştırılmış ve bunlar “Avâlî” adı verilen eserlerde toplanmıştır. İki senedden birinin diğerine nisbetle ilk kaynağa daha kısa ve daha güvenilir yoldan varmasına “hakiki (mutlak) ulüv”, iki senedden birinin râvileri daha çok olsa bile bu râvilerin daha fakih, daha sika oluşu gibi nitelikleri dolayısıyla diğerine üstünlüğüne “mânevî ulüv” denir. 2. Sahih olmak şartıyla A‘meş, Evzâî ve Mâlik gibi hadis imamlarından birine ulaşan isnad. Bu imamlar râvileri tanıdıkları, sahih isnadları sahih olmayanlardan ayırdıkları için Resûlullah ile bu imamlar arasında râvi sayısının çok olması isnadın âlî olmasına engel değildir. 3. Kütüb-i Sitte sahipleriyle güvenilir kitapların musanniflerine nisbetle âlî olan isnad. Sonraki dönemlerde yaşayanların daha çok aradığı bu isnaddaki ulüv hakiki olmayıp nisbîdir. Çünkü iki senedden birinin bir imama veya güvenilir bir hadis kitabı musannifine yakınlığı dolayısıyla ilk kaynağa hükmen yakın olduğu anlamına gelir. Burada râvi adedinin çokluğu önemli değildir. İsnadın bu mertebesinin muvâfakat, bedel, müsâvât ve musâfaha diye adlandırılan kısımları vardır (İbnü’s-Salâh, s. 232-235; Süyûtî, II, 165-168). 4. Râvi sayısı aynı olduğu halde râvilerden birinin önce vefat etmesi sebebiyle âlî olan isnad. Meselâ Ebû Dâvûd’un es-Sünen’ini İbn Taberzed’den (ö. 607/1210-11) Abdülazîm el-Münzirî, Necîb el-Harrânî ve İbn Hatîb el-Mizze alıp nakletmişlerdir. Abdülazîm’in (ö. 656/1258) vefatı Necîb’den (ö. 672/1273-74), Necîb’in vefatı İbn Hatîb’den (ö. 687/1288) daha önce olduğu için önce vefat edenin isnadı sonrakinden daha âlîdir. Bu çeşide “ulüvvü kıdemi’l-vefât” denilir. 5. Râvi sayısı eşit bile olsa iki senedden birinin râvisinin hadisi aynı hocadan daha önce duyması sebebiyle âlî olan isnad (ulüvvü kıdemi’s-semâ). Nâzil isnad da bunun zıddı olarak aynı şekilde beş gruba ayrılmaktadır.
İsnad, Resûlullah ile son râvi (bir hadis kitabının musannifi) arasındaki sayıya göre de derecelendirilmektedir. Râvileri sika olmak şartıyla musannifler için en âlî isnad bunlardır. Resûl-i Ekrem ile son râvi arasında bir kişi yani sadece bir sahâbî bulunursa buna “vuhdâniyyât” denir. Ebû Ma‘şer et-Taberî, Ebû Hanîfe’nin vuhdâniyyâtını bir kitapta toplamıştır. Ebû Hanîfe’nin herhangi bir sahâbîden rivayeti bulunmadığından onun isnadları zayıf, dolayısıyla rivayetleri değersiz sayılmıştır. Resûlullah ile son râvi arasında biri sahâbî, diğeri tâbiî olmak üzere iki kişi olursa “sünâiyyât” adını alır. İmam Mâlik’in el-Muvaṭṭaʾındaki hadislerin çoğu böyledir. Resûl-i Ekrem ile son râvi arasında üç kişinin bulunduğu isnadlar “sülâsiyyât”tır. Ahmed b. Hanbel’in el-Müsned’indeki 337 sülâsiyyâtı Seffârînî Nefes̱âtü’ṣ-ṣadri’l-mükmed ve ḳurretü ʿayni’l-müsʿad li-şerḥi s̱ülâs̱iyyâti Müsnedi’l-İmâm Aḥmed adlı eserinde toplamıştır (I-II, Dımaşk 1380). Buhârî’nin el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ’inde yirmi iki sülâsiyyâtı vardır. Bunlar onun en âlî isnadıdır; en nâzil isnadı ise tüsâiyyâttır. Buhârî’nin sülâsiyyâtına dair birçok eser yazılmış olup Abdüşşekûr Abdüttevvâb’ın İnʿâmü’l-münʿimi’l-bârî fî s̱ülâs̱iyyâti’l-Buḫârî’siyle (Kahire 1358) Radıyyüddin Ebü’l-Hayr’ın Muʿallimü’l-ḳārî fî s̱ülâs̱iyyâti’l-Buḫârî’si (Agra 1261) bu eserlerdendir. Eşref Abdürrahîm, es̱-S̱ülâs̱iyyât fi’l-ḥadîs̱i’n-nebevî: el-Kütübü’s-sitte ve Müsnedü Aḥmed adlı eserinde (Beyrut 1407/1987) hadis edebiyatı içinde sülâsiyyât konusunda bilgi vermektedir. Abdülhamîd Şânûha’nın Taḫrîcü S̱ülâs̱iyyâti’l-Buḫârî, et-Tirmiẕî, İbn Mâce, ed-Dârimî adlı eseri de (Beyrut 1405/1985) burada zikredilebilir. Resûl-i Ekrem ile son râvi arasında dört kişi bulunan isnadlara “rubâiyyât” denmektedir. Buhârî’nin Yûsuf el-Kettânî tarafından derlenen Rubâʿiyyâtü’l-İmâm el-Buḫârî (Rabat 1404/1984) ve Abdülganî el-Ezdî’nin er-Rubâʿî fi’l-ḥadîs̱ (nşr. Ali Hasan Ali Abdülhamîd, Amman 1408) bu konudaki eserlerden ikisi olup Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce başta olmak üzere birçok muhaddisin rubâiyyâtı bulunmaktadır. Hz. Peygamber ile musannif arasındaki beş râvili isnadlar da “humâsiyyât” adını almaktadır. İbnü’n-Nâkūr diye anılan Ebü’l-Hüseyin Ahmed b. Muhammed el-Bezzâr’ın Ḫumâsiyyât’ı (Dârü’l-kütübi’z-Zâhiriyye, Mecmua, nr. 106, 132) bunun örneğini teşkil eder. Hz. Peygamber’le son râvi arasında altı râvi bulunan isnadlar ise “südâsiyyât” adını alır. Ebû Abdullah İbnü’l-Hattâb Muhammed b. Ahmed er-Râzî’nin Südâsiyyât’ı (Dârü’l-kütübi’z-Zâhiriyye, Mecâmî‘, nr. 73) bu türün örneğidir. Resûl-i Ekrem’den yedi râvi ile rivayet edilen hadislere “sübâiyyât”, sekiz râvi ile rivayet edilenlere “sümâniyyât”, dokuz râvi ile rivayet edilenlere “tüsâiyyât”, on râvi ile rivayet edilenlere de “uşâriyyât” denmektedir. İbnü’l-Mibred’in es-Sübâʿiyyâtü’l-vâride ʿan seyyidi’s-sâdât’ı (Dârü’l-kütübi’z-Zâhiriyye, Edeb, nr. 45), İzzeddin Ebü’l-Kāsım Ahmed b. Muhammed b. Abdurrahman el-Hüseynî’nin es̱-S̱ümâniyyât’ı (Köprülü Ktp., Fâzıl Ahmed Paşa, Mecmua, nr. 371/4), Zeynüddin el-Irâkī’nin et-Tüsâʿiyyât’ı (Köprülü Ktp., Fâzıl Ahmed Paşa, Mecmua, nr. 371/2) ve İbn Hacer el-Askalânî’nin 1000’e yakın âlî isnadlı hadisi bir araya getirdiği el-ʿUşâriyyât’ı (el-ʿAşeretü’l-ʿUşâriyye; bk. el-Hizânetü’t-Teymûriyye, Hadis, nr. 189, 399) bu türlerin örneklerini oluşturur.
İsnad en sahih ve en zayıf oluşu bakımından da değerlendirilmiş, senedinde yer alan râvileri en sika olanlarına “esahhü’l-esânîd”, en zayıf olanlarına da “evhe’l-esânîd” denmiştir. Esahhü’l-esânîd, âlimlere göre değişik olabileceği gibi herhangi bir sahâbîye veya beldeye göre de farklılık arzeder. Meselâ Buhârî’nin en sahih isnadı “Mâlik an Nâfi‘ an İbn Ömer”; Hz. Ömer’in en sahih isnadı “Zührî an Sâlim an Ömer”; Mekkeliler’in en sahih isnadı “Süfyân b. Uyeyne an Amr b. Dînâr an Enes b. Mâlik” şeklinde olanıdır (İbnü’s-Salâh, s. 12-13; İbnü’l-Mülakkın, I, 49-52; Süyûtî, I, 76-88). En zayıf râvilerden oluşan ya da râvileri arasında çok zayıf biri bulunan evhe’l-esânîd ise zayıf hadislerin en alt mertebesi kabul edilir. Meselâ Hz. Ömer’e varan isnadın en zayıfı “Muhammed b. Abdullah an Abdullah b. Kāsım an Kāsım b. Abdullah b. Ömer”; Mekkeliler’in en zayıf isnadı da “Abdullah b. Meymûn an Şihâb b. Hırâş an İbrâhim b. Yezîd an İkrime an İbn Abbas” şeklindedir.
Hadisler seneddeki râvilerin azlığına veya çokluğuna göre mütevâtir ve âhâd (haber-i vâhid); senedde kopukluk olmamasına göre muttasıl, mevsûl ve müsned; kopukluk olması halinde mürsel, münkatı‘, mu‘dal, müdelles ve muallak râvilerin kusuruna göre musahhaf, muharref, muztarib, maklûb, müdrec, muallel (ma‘lûl), şâz, mahfûz, münker, ma‘rûf ve metrûk kısımlarına ayrılır (DİA, XV, 36-38).
İsnadda bir muhaddisin hadisi usulüne uygun olarak başkasına nakletmesi (edâ), talebenin de belli sîgaları kullanarak hadisi alması (tahammül) önem taşımaktadır. Sekiz geçerli usulü bulunan edâ ve tahammül sîgalarının yerli yerinde kullanılması hadislerin hangi yolla alındığını gösterir. Bu kurallara uymayan râvinin rivayeti kabul edilmez. Râvinin bir rivayeti hocasından aldığını kesin bir dille ifade etmek için kullandığı tabirlere “cezim sîgası”, hadisi hocasından geçerli bir yolla aldığını göstermeyen tabirlere de “temrîz sîgası” denir ve bunlar daha çok “beleganî, ruviye, yürvâ, yuhkâ, zükire” gibi meçhul fiillerle ifade edilir.
İsnadın tarifi, çeşitleri, önemi ve senedin yapısı gibi bilgiler daha çok hadis usulü kitaplarında, muhaddislerin bu konularla ilgili görüş ve düşünceleri de hadis ricâliyle ilgili eserlerde yer almakla beraber isnad konularıyla ilgili müstakil eserler de yazılmıştır. Bu eserlerden yayımlanan bazıları şunlardır: Ebü’l-Kāsım İsmâil b. Ahmed es-Semerkandî, Mâ ḳarube senedühû mine’l-ḥadîs̱ (nşr. Atâullah b. Abdülgaffâr b. Feyz Ebû Mutî‘ es-Sindî, Kahire 1414); İbnü’l-Kayserânî, Mesʾeletü’l-ʿulüv ve’n-nüzûl fi’l-ḥadîs̱ (nşr. Selâhaddin Makbûl Ahmed, Küveyt 1401, 1403/1983); Cemâleddin Abdullah b. Sâlim el-Basrî, el-İmdâd bi-maʿrifeti ʿulüvvi’l-isnâd (Haydarâbâd-Dekken 1328); Muhammed Yâsîn b. Muhammed Îsâ el-Fâdânî, Tenvîrü’l-baṣîre bi-ṭuruḳi’l-isnâdi’ş-şehîre (Dımaşk 1403); Âsım b. Abdullah el-Karyûtî, el-İsnâd mine’d-dîn ve min ḫaṣâʾiṣi ümmeti seyyidi’l-mürselîn (Küveyt 1406); Muhammed Abdülbâkī b. Molla Ali Muîn el-Ensârî, Neşrü’l-ġavâlî mine’l-esânîdi’l-ʿavâlî (Mekke 1356); Ebü’l-Abbas Abdullah b. Ca‘fer el-Himyerî, Ḳurbü’l-isnâd (Beyrut 1413/1993); İbn Hacer el-Askalânî, ʿAvâlî Müslim (nşr. Kemâl Yûsuf el-Hût, Beyrut 1405/1985); Ali b. Muhassin et-Tenûhî, el-Fevâʾidü’l-ʿavâli’l-müʾerreḫa mine’ṣ-ṣıḥâḥ ve’l-ġarâʾib (nşr. Ömer Abdüsselâm et-Tedmürî, Beyrut 1406); Kāsım b. Kutluboğa, ʿAvâli’l-Leys̱ b. Saʿd (nşr. Abdülkerîm Bedr el-Mevsılî en-Nâîmî, Cidde 1408/1987); Necm Abdurrahman Halef, ʿUlûmü’l-isnâd mine’s-Süneni’l-kübrâ (Riyad 1409/1989); Mahmûd et-Tahhân, Uṣûlü’t-taḫrîc ve dirâseti’l-esânîd (Halep 1398); Abdülfettâh Ebû Gudde, el-İsnâd mine’d-dîn (Halep 1412/1992); Muhammed b. Ali eş-Şevkânî, İtḥâfü’l-ekâbir bi-isnâdi’d-defâtir (Haydarâbâd-Dekken 1328); Muhammed Abdülbâkī el-Ensârî el-Leknevî, el-İsʿâd bi’l-isnâd (Kahire 1356); Füllânî, Ḳatfü’s̱-s̱emer fî refʿi esânîdi’l-muṣannefât fi’l-fünûn ve’l-es̱er (nşr. Âmir Hasan Sabrî, Cidde 1405); Abdülvâsi‘ b. Yahyâ el-Vâsiî, ed-Dürrü’l-ferîd el-Câmiʿ li-müteferriḳāti’l-esânîd (Kahire 1357/1938); Ekrem Abdülvehhâb, el-İmdâd bi-şerḥi manẓûmeti’l-isnâd (Musul 1405/1985, 1988).
BİBLİYOGRAFYA
Tehânevî, Keşşâf, I, 641.
Buhârî, “ʿİlim”, 11.
Müslim, “Muḳaddime”, 1-6.
Ebû Dâvûd, “Vitir”, 26.
Tirmizî, “Tefsîr”, 4, “İstiʾẕân”, 3.
İbn Ebû Hâtim, Taḳdimetü’l-Cerḥ ve’t-taʿdîl, Haydarâbâd 1371/1952, s. 127, 129, 232 vd., 292 vd., 314 vd., 492.
Râmhürmüzî, el-Muḥaddis̱ü’l-fâṣıl (nşr. M. Acâc el-Hatîb), Beyrut 1391/1971, s. 208, 517, 614-619.
İbn Adî, el-Kâmil (nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd – Ali M. Muavvaz), Beyrut 1418/1997, I, 21-266.
Hatîb el-Bağdâdî, el-Câmiʿ li-aḫlâḳı’r-râvî ve âdâbi’s-sâmiʿ (nşr. M. Acâc el-Hatîb), Beyrut 1412/1991, I, 171-188; II, 139.
a.mlf., Şerefü aṣḥâbi’l-ḥadîs̱ (nşr. M. Saîd Hatîboğlu), Ankara 1971, s. 37-45.
İbnü’l-Esîr, Câmiʿu’l-uṣûl (nşr. Abdülkādir el-Arnaût), Beyrut 1403/1983, I, 106-115, 154-155.
İbnü’s-Salâh, ʿUlûmü’l-ḥadîs̱, tür.yer.
Takıyyüddin İbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne (nşr. M. Reşâd Sâlim), Riyad 1406/1986, VII, 37-38.
Bedreddin İbn Cemâa, el-Menhelü’r-revî fî muḫtaṣarı ʿulûmi’l-ḥadîs̱i’n-nebevî (nşr. Muhyiddin Abdurrahman Ramazan), Dımaşk 1406/1986, s. 63-78.
Zehebî, Teẕkiretü’l-ḥuffâẓ, I, 360.
İbn Receb, Şerḥu ʿİleli’t-Tirmiẕî (nşr. Nûreddin Itr), [baskı yeri yok] 1398/1978 (Dârü’l-mellâh), I, 52.
Burhâneddin el-Ebnâsî, eş-Şeẕe’l-feyyâḥ min ʿUlûmi İbni’ṣ-Ṣalâḥ (nşr. Salâh Fethî Helel), Riyad 1418/1998, II, 419-433.
İbnü’l-Mülakkın, el-Muḳniʿ fî ʿulûmi’l-ḥadîs̱ (nşr. Abdullah b. Yûsuf el-Cüdey‘), İhsâ 1413/1992, I, 44, 49-52, 109-110; II, 421-425.
Heysemî, Mecmaʿu’z-zevâʾid, I, 153.
İbn Hacer el-Askalânî, en-Nüket ʿalâ kitâbi İbni’ṣ-Ṣalâḥ (nşr. Rebî‘ b. Hâdî Umeyr), Medine 1404/1984, I, 250-262, 495-500.
Şemseddin es-Sehâvî, Fetḥu’l-muġīs̱ (nşr. Ali Hüseyin Ali), Beyrut 1412/1992, III, 331-364.
Süyûtî, Tedrîbü’r-râvî (nşr. Abdülvehhâb Abdüllatîf), Kahire 1385/1966, I, 76-88; II, 165-168.
Ali el-Kārî, Şerḥu Şerḥi Nuḫbeti’l-fiker (nşr. M. Nizâr Temîm – Heysem Nizâr Temîm), Beyrut, ts. (Dârü’l-Erkam), s. 157-160, 259-261, 543-545, 614-632.
Feyz-i Kâşânî, el-Vâfî, Tahran 1324, I, 11 vd.
Emîr es-San‘ânî, Tavżîḥu’l-efkâr (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Medine, ts. (el-Mektebetü’s-Selefiyye), I, 28-32, 234-235; II, 395-401.
İbn Usfûr el-Bahrânî, el-Ḥadâʾiḳu’n-nâżıra, Necef 1377-78, I, 15-24.
Leknevî, el-Ecvibetü’l-fâżıla (nşr. Abdülfettâh Ebû Gudde), Halep 1414/1994, s. 20-26.
Rahmetullah el-Hindî, İẓhârü’l-ḥaḳ, Katar 1400, I, 101-145.
Cemâleddin el-Kāsımî, Ḳavâʿidü’t-taḥdîs̱ (nşr. M. Behcet el-Baytâr), Dımaşk 1353/1935, s. 239-243.
Tâhir el-Cezâirî, Tevcîhü’n-naẓar (nşr. Abdülfettâh Ebû Gudde), Beyrut 1416/1995, I, 88-90, 393-396, 420-422, 468-470, 500-501, 509; II, 578-579, 751-752.
L. Caetani, İslâm Târihi (trc. Hüseyin Câhid), İstanbul 1924, I, 72 vd.
M. Zübeyr Sıddîkī, es-Siyerü’l-ḥas̱îs̱, Haydarâbâd-Dekken 1358, s. 43-55.
a.mlf., Hadîs Edebiyatı Tarihi (trc. Yusuf Ziya Kavakcı), İstanbul 1966, s. 120-130.
Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâʿis̱ü’l-ḥas̱îs̱, Kahire 1377/1958, s. 159-164.
M. Tayyib Okiç, Bazı Hadis Meseleleri Üzerinde Tetkikler, İstanbul 1959, s. 4-12.
Abdullah el-Mâmekânî, Tenḳīḥu’l-maḳāl fî ʿilmi’r-ricâl, Necef 1381, I, 177.
Elbânî, Maḫṭûṭât, s. 50, 74.
Abdullah Feyyâz, Târîḫu’l-İmâmiyye, Beyrut 1395/1975, s. 140, 158.
Rif‘at Fevzî Abdülmuttalib, Tevs̱îḳu’s-sünne fi’l-ḳarni’s̱-s̱ânî el-hicrî, Kahire 1400/1981, s. 36-37, 57-58, 72 vd.
Fuat Sezgin, “Ehemmiyyetü’l-isnâd fi’l-ʿulûmi’l-ʿArabiyye ve’l-İslâmiyye”, Muḥâḍarât fî târîḫi’l-ʿulûmi’l-ʿArabiyye ve’l-İslâmiyye, Frankfurt 1404/1984, I, 130-145.
a.mlf., “İslâm Tarihinin Kaynağı Olmak Bakımından Hadisin Ehemmiyeti”, İTED, II/1 (1957), s. 19-36.
a.mlf., “İsnâdın Arap Dili ve İslâmî İlimlerdeki Önemi” (trc. Hüseyin Kahraman), UÜ İlâhiyat Fakültesi Dergisi, V/5, Bursa 1993, s. 301-316.
Muhyiddin el-Mûsevî el-Gureyfî, Ḳavâʿidü’l-ḥadîs̱, Beyrut 1406/1986, s. 15-25.
M. Lokmân es-Selefî, İhtimâmü’l-muḥaddis̱în bi-naḳdi’l-ḥadîs̱, Riyad 1408/1987, s. 152-163, 249-257.
a.mlf., “el-İsnâd ve ehemmiyyetühû fî naḳdi’l-ḥadîs̱i’n-nebevî”, Mecelletü’l-buḥûs̱i’l-İslâmiyye, sy. 13, Riyad 1405/1985, s. 221-232.
Abdülfettâh Ebû Gudde, el-İsnâd mine’d-dîn, Dımaşk-Beyrut 1412/1992.
M. Mustafa el-A‘zamî, Dirâsât fi’l-ḥadîs̱i’n-nebevî, Beyrut 1413/1992, II, 391-470.
a.mlf., İlk Devir Hadis Edebiyatı (trc. Hulûsi Yavuz), İstanbul 1993, s. 191-242.
a.mlf., İslâm Fıkhı ve Sünnet (trc. Mustafa Ertürk), İstanbul 1995.
a.mlf., Hadis Metodolojisi ve Edebiyatı (trc. Recep Çetintaş), İstanbul 1998, s. 55-74.
Subhî es-Sâlih, Hadîs İlimleri ve Hadîs Istılahları (trc. M. Yaşar Kandemir), İstanbul 1996, s. 196-200, 230-241, 268-270, 315-319, 323-326.
Velîd b. Hasan el-Ânî, Menhecü dirâseti’l-esânîd ve’l-ḥükmü ʿaleyhâ, Ürdün 1418/1997, s. 202-211.
O. Loth, “Ursprung und Bedeutung der Tabaqāt, Vornehmlich der des Ibn Sa’d”, ZDMG, XXIII (1869), s. 593-614.
J. Horovitz, “Alter und Ursprung des Isnād”, Isl., VIII (1918), s. 39-47.
J. Robson, “The Isnād in Muslim Traditions”, Glasgow University Oriental Society Transaction, XV, Hartford 1955, s. 15-26.
a.mlf., “İbn İshak’ın İsnad Kullanışı” (trc. Talât Koçyiğit), AÜİFD, X (1962), s. 117-126.
Talât Koçyiğit, “İslâm Hadisinde İsnad ve Hadis Ravilerinin Cerhi”, a.e., IX (1961), s. 47-57.
Sâlih Ahmed el-Alî, “er-Rivâye ve’l-esânîd ve es̱eruhümâ fî teṭavvüri’l-ḥareketi’l-fikriyye fî ṣadri’l-İslâm”, MMİIr., XXXI/1 (1400/1980), s. 11-33.
J. Shaukat, “The Isnād in Hadith Literature”, IS, XXIV/4 (1984), s. 445-454.
Ibrahim b. Abu Bakar, “Some Remarks on Isnād and Matn of the Tradition”, Islāmiyyāt, VII, Bangi 1986, s. 73-86.
Abdürraûf Zafer, “Ehemmiyyetü dirâseti’l-isnâd ʿinde’l-müslimîn”, ed-Dirâsâtü’l-İslâmiyye, XXV/4, İslâmâbâd 1990, s. 75-93.
G. H. A. Juynboll, “The Role of Mu‘ammarūn in the Early Development of the Isnād”, WZKM, sy. 81 (1991), s. 155-175.
a.mlf., “Early Islamic Society As Reflected in Its Use of Isnāds”, Le Muséon, CVII/1-2, Louvain 1994, s. 151-194.
M. Yaşar Kandemir, “Hadis”, DİA, XV, 32-33, 52-53.
Ahmed Pâketçî, “İsnâd”, DMBİ, VIII, 709-711.
Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2001 yılında İstanbul’da basılan 23. cildinde, 154-159 numaralı sayfalarda yer almıştır.