İSTİDRÂC

İkna sanatı.

Müellif:

Sözlükte “merdiven, yol” anlamındaki derec ve “merdiven basamağı” demek olan derece ile aralarında etimolojik ilgi bulunan derc (dürûc/derecân) kelimesi “merdiven basamaklarını çıkar gibi yavaş yavaş yürümek, merdiven çıkmak” gibi mânalara gelir. Bu kökten türeyen istidrâc ise “bir kimseyi bir şeye adım adım, derece derece yaklaştırmak, onu kurduğu tuzağa yaklaştırıp düşürmek, aldatmak” anlamındadır. A‘râf sûresinde geçen kelime (7/182) “Allah’ın, âyetlerini yalanlayanları derece derece, sezdirmeden azaba doğru çekmesi, her yeni hata ve günahta yeni nimet ve imkânlar vererek azdırması, yavaş yavaş helâke götürmesi” gibi mânaları ifade eder. Bunun ardından gelen imlâ’ (mühlet ve fırsat verme) ve keyd (tuzak, tuzak kurma) kelimeleri de istidrâcın tefsiri mahiyetindedir. Belâgat ilminde muhatabı incitmeden, reddedilmez mantık dokusu içerisinde aklını çelerek bir fikri kabul etmesini sağlayan söze ve bu üslûba istidrâc denir.

Ziyâeddin İbnü’l-Esîr (ö. 637/1239), bu edebî sanatı ilk defa kendisinin Allah’ın kitabından bulup ortaya çıkardığını söyler. Ona göre bu tür sözden amaç, ince nükteler ve söz ustalıkları ile muhatabı bir şeyi kabule zorlamaktır. Dolayısıyla belli bir amaca hizmet etmeyen parlak sözlerin bir yararı yoktur. Bu tür üslûpta kıyas ve mantık oyunları kadar gönül çelen hitap şekillerinin de büyük önemi vardır (el-Mes̱elü’s-sâʾir, II, 68). İbnü’l-Esîr istidrâcı “söz sahibinin ince, yumuşak ve gönül alıcı ifadelerle muhatabına görüşünü kabul ettirmesi” şeklinde tanımlar ve kompozisyon sanatının esasının da buna dayandığını belirtir (el-Câmiʿu’l-kebîr, s. 235).

İstidrâc, Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî (ö. 626/1229) ve onun ekolüne mensup belâgat âlimlerinin “kelâm / hitap munsıf” adını verdikleri üslûba yakındır. Sekkâkî bu konuya ta‘rizin anlamını açıklarken temas etmiştir. Ona göre, “Ben, beni yaratana niçin ibadet etmeyeyim?” (Yâsîn 36/22) ifadesi ta‘riz üslûbuyla, “Siz, sizi yaratana niçin ibadet etmiyorsunuz?” demektir. Âyetin devamındaki, “Üstelik dönüşünüz de yalnız O’nadır” ifadesi de buna delâlet etmektedir. Eğer âyet ta‘riz belirtmeseydi öncesine uygun olarak, “Üstelik dönüşüm de yalnız O’nadır” ifadesiyle sona ererdi. Buradaki ta‘riz üslûbunun güzelliği, söz sahibinin inkârcı muhataplarının öfkesini üzerine çekmeden gerçeği kabul etmelerine yardımcı olacak şekilde onlara bunu duyurmayı sağlamış olmasındadır. Zira inkârcılara açık bir dille bâtıl yolunda olduklarını söyleseydi öfkelerini üzerine çekmiş, tebliğ davasını baştan kaybetmiş olurdu. Ayrıca bu üslûpta söz sahibi insaf ölçüleri içinde hareket ederek muhatapları için istediğini kendisi için de istemiş ve nasihatindeki samimiyeti ortaya koymuştur. Bu sebeple bu tür üslûba “kelâm munsıf” denilir.

Sekkâkî ekolüne mensup olan Teftâzânî ta‘riz esasına dayanan türe istidrâc adı da verilebileceğini, çünkü bu tür sözün muhatabı tedrîcî bir surette kabul ve teslime yaklaştırdığını, bu üslûbun Kur’an’da, şiir ve muhâverelerde çok geçtiğini söyler. Tehânevî, İbnü’l-Esîr anlayışının bir yorumu olarak istidrâcı “ta‘riz içersin veya içermesin, muhatabı incitip öfkelendirmeden hakkı ve hakikati ona duyurma imkânı veren söz” olarak tanımlar.

Şu âyetler kaynakların çoğunda istidrâca örnek gösterilmektedir: “Kitapta İbrâhim’i de an. Zira o sıdkı bütün bir peygamberdi. Bir zaman babasına dedi ki: Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Gerçekten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki seni düz yola çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme, çünkü şeytan çok merhametli olan Allah’a âsi oldu. Babacığım! O yüce merhamet sahibi Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum” (Meryem 19/41-45). İnce bir nezaket ve yumuşaklık, sıcak ve içten bir yaklaşım, yüksek bir edep ve güzel ahlâk, onur yücelten bir tevazu içermesi, akıl ve mantığa hitap eden yönleriyle bu âyetler istidrâc üslûbunun en güzel örneklerindendir. Söze putlara tapmanın sebebinin sorulmasıyla başlandıktan sonra akıl ve mantığa hitap edilerek ilâhlığın en önemli vasıfları olan “işitme-görme, fayda-zarar” bakımından putlara dikkat çekilmiş, muhatabı gaflet ve cehaletle suçlamadan ondan farklı olarak sadece bir parça ilme sahip olunduğu ifade edilmiştir. “Seni kurtarayım” yerine “Sana doğru yolu göstereyim” ifadesi muhatabın onurunu okşayan engin bir tevazuu gösterir. Şeytana tapmaktan nehyederken şeytanın Âdem’e ve onun soyuna düşmanlığı değil Allah’a âsi olduğunun ifade edilmesi iman ve ihlâs bütünlüğünü anlatmaktadır. Muhatabın kötü âkıbeti dile getirilirken onu korkutmak yerine “korkuyorum” denilmesi, belli bir azap yerine belirsiz bir azabın anılması, azaba çarpılmak, ateşte yanmak gibi sert ve ürkütücü ifadelerin yerine “azabın dokunması” şeklinde daha yumuşak bir sözün seçilmesi, her nasihate “babacığım” diye sevgi ve merhamet dolu hitapla başlanması, Allah’ın isimleri arasında O’nun engin sevgi ve merhametini belirten “rahmân” sıfatının tercih edilip iki defa zikredilmesi sevdiren, ısındıran, samimiyet ve tevazu dolu ifadelerdir. Buna rağmen İbrâhim’in babasının inatla küfrüne devam etmesi, oğlunun “babacığım” şeklindeki sevgi dolu hitabına “İbrâhim” diye soğuk bir hitapla karşılık vermesi her şeye rağmen hidayetin Allah’ın elinde olduğunu göstermektedir.

Aşağıdaki âyet de sıcak yaklaşım, yüksek edep, kendini muhatabının yerine koyma ve tam insaf, aklî delil, mantıkî hüccet içermesi yönleriyle istidrâc sanatının en güzel örnekleri arasında yer alır: “Firavun ailesinden olup imanını gizleyen mümin bir kişi şöyle dedi: Siz bir adamı rabbim Allah’tır dediği için öldürecek misiniz? Halbuki o size rabbinizden apaçık mûcizeler de getirmiştir. Eğer o yalancı ise yalanı kendisinedir; eğer doğru söylüyorsa sizi tehdit ettiği azabın bir kısmı olsun gelip size çatar. Şüphesiz Allah haddi aşan, yalancı kimseyi doğru yola eriştirmez” (Gāfir 40/28). Bu âyette, getirdiği açık mûcizelerle onların hayrına çalışan bir kimsenin (Hz. Mûsâ) sırf farklı inanç ve kanaatte olduğu için öldürülmesinin akla aykırılığı ve çirkinliği inkâr sorusuyla sorgulanıp ortaya konduktan sonra akıl ve mantık yoluyla yarar ve zarar açısından Hz. Mûsâ’nın muhtemel iki durumu (doğru söylemesi veya yalancı olması) irdelenmektedir. Anlatımda nezaket, edep, sübjektiflik ve duygusallıktan uzaklık, tam bir insaf ve tarafsızlık, kendini muhatabının yerine koyma özellikleriyle istidrâc sanatının mükemmel bir uygulaması görülmektedir. Âyette konuşan mümin kişi, Hz. Mûsâ’nın doğru söylediğine kesin olarak inandığı halde sırf muhataplarının kanaatine saygı için muhtemel yalancılığını önce zikretmiş, doğruluğunu farz ve takdir üslûbuyla anlatmış, inanmadıkları takdirde Hz. Mûsâ tarafından tehdit edildikleri şeylerin hepsinin başlarına geleceğine kesin biçimde inanmakla birlikte bu husus “bunların bir kısmına çarpılmakla” ifade etmiştir.


BİBLİYOGRAFYA

, “İstidrâc” md.

, I, 463.

Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, el-Mes̱elü’s-sâʾir, Kahire 1358/1939, II, 68-69.

a.mlf., el-Câmiʿu’l-kebîr (nşr. Mustafa Cevâd – Cemîl Saîd), Bağdad 1375/1956, s. 235.

İbnü’l-Esîr el-Halebî, Cevherü’l-Kenz: Telḫîṣu Kenzi’l-berâʿa fî edevâti ẕevi’l-yerâʿa (nşr. M. Zağlûl Sellâm), İskenderiye 1977, s. 156.

Şürûḥu’t-Telḫîṣ, Beyrut, ts. (Dârü’s-sürûr), II, 66-68.

Yahyâ b. Hamza el-Alevî, eṭ-Ṭırâẓü’l-müteżammin li-esrâri’l-belâġa (nşr. M. Abdüsselâm Şâhîn), Beyrut 1415/1995, s. 337-344.

Ebû Amr Muhammed b. Muhammed et-Tenûhî, el-Aḳṣa’l-ḳarîb fî ʿilmi’l-beyân, Kahire 1327, s. 103.

İbn Kayyim el-Cevziyye, el-Fevâʾidü’l-müşevviḳ ilâ ʿulûmi’l-Ḳurʾân, Kahire 1327, s. 212.

Teftâzânî, el-Muṭavvel, İstanbul 1309, s. 164-165.

İsâmüddin el-İsferâyînî, el-Eṭval, İstanbul 1284, I, 183-184.

Abdünnâfi İffet, en-Nef‘u’l-muavvel, İstanbul 1290, I, 208-209.

Mecdî Vehbe – Kâmil el-Mühendis, Muʿcemü’l-muṣṭalaḥâti’l-ʿArabiyye fi’l-luġa ve’l-edeb, Beyrut 1979, s. 18.

Bedevî Tabâne, Muʿcemü’l-belâġati’l-ʿArabiyye, Beyrut 1402/1982, I, 271.

Ahmed Matlûb, Muʿcemü’l-muṣṭalaḥâti’l-belâġıyye ve teṭavvürüh, Bağdad 1403/1983, I, 120-123.

Mîşâl Âsî – Emîl Bedî‘ Ya‘kūb, el-Muʿcemü’l-mufaṣṣal fi’l-luġa ve’l-edeb, Beyrut 1987, I, 86.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2001 yılında İstanbul’da basılan 23. cildinde, 328-329 numaralı sayfalarda yer almıştır.