İTİRAF

Kişinin kendi aleyhine başkasına ait bir hakkı haber vermesi, suçu kabul etmesi anlamında fıkıh terimi.

Müellif:

Sözlükte “bilmek, tanımak; kendini tanıtmak; ikrar etmek” mânalarına gelen i‘tirâf kelimesi, hukuk terimi olarak “kişinin kendisi aleyhine bir başkasına ait hakkı haber vermesi” anlamındaki ikrarla eş, inkârla da karşıt anlamlıdır. Ancak ikrar daha çok borçlar, aile, miras gibi medenî hukuk, itiraf ise ceza hukuku alanında kullanılmaktadır. İtiraf, günümüz ceza yargılama usulünde “sanığın kendisine yapılan isnadı kabul etmesi” ya da “suçun işleyen tarafından açıklanması” şeklinde tarif edilir.

Kur’an’da itiraf kelimesi, ikisi âhirette günahkârların günahlarını kabullenişi ve pişmanlıkları (el-Mü’min 40/11; el-Mülk 67/11), biri de Tebük Seferi’ne katılmamak için Hz. Peygamber’e yalan mazeret ileri sürenlerin daha sonra duydukları pişmanlığı tasvir edilirken (et-Tevbe 9/102) olmak üzere üç yerde geçmektedir. Yine Kur’an’da dürüstlük ve adalete yapılan vurgular, kişinin kendi aleyhine de olsa Allah için şahitlikte bulunması düsturu (en-Nisâ 4/135) itirafın dolaylı atıfları niteliğindedir. Hadislerde ikrar kelimesi genelde, “suç ya da borç gibi bir hakkı dünyevî sonuçları itibariyle kabullenme”, itiraf ise bu anlamların yanı sıra “işlenen bir günahı Allah huzurunda kabullenme” anlamında kullanılır. Resûl-i Ekrem’in yönetimi veya bilgisi dahilinde cereyan eden ceza yargılamasında sanığın suçunu itirafı en yaygın ispat vasıtalarından birini teşkil etmiş, cinayet ve had suçlarında sanığın itirafına dayanılarak hüküm verilmiş, ancak cezalandırmada adaleti sağlama ve sanık haklarını koruma amacıyla itirafın şekil şartlarına ilişkin olarak bir dizi tedbirden söz edilmiştir (Buhârî, “Ḫuṣûmât”, 1, “Ḥudûd”, 29-31, “Diyât”, 4; Müslim, “Ḥudûd”, 15-32; Ebû Dâvûd, “Ḥudûd”, 8-9, 23).

İslâm hukukunda itirafın şartları ve hükümleri genel hatlarıyla ikrarla aynı olmakla birlikte (bk. İKRAR), ceza hukukunda yargı kararının kesinleşmesinin sonuçları çok defa ağır ve telâfisi güç olduğu için, medenî yargılama hukukundaki ikrara göre itirafın daha ağır şartlara bağlandığı görülür. Ceza hukukunda kanunîliğin daha sıkı bir şekilde gözetilmiş olması, şüpheli durumlarda hadlerin uygulanmayıp şüpheden sanığın yararlandırılması da itirafın ispat aracı olarak kabulünde belli bir titizliği zorunlu kılmaktadır. İtirafta bulunanın ceza ehliyetine sahip olması, itirafın sözlü şekilde ve mahkeme huzurunda yapılması, her türlü baskı ve şüpheden uzak olması, itirafın belli sayıda tekrarı gibi şartlar ya da sanığın itirafından dönme imkânı üzerinde durulması ve hâkimin bu konuda re’sen araştırma yapmasının, itirafta bulunan sanığı bu açıdan da sorgulamasının istenmesi bu sebepledir.

İtiraf (ikrar) sanığın iradesiyle gerçekleştiği için onun hakkında tereddüt ve töhmetten uzak bir bilgi içerir ve yargılamayı sonuçlandırıcı bir role sahiptir; bu yönüyle itiraf ceza yargılamasında en kuvvetli ispat vasıtası sayılır. Ancak bu durum, itirafın isnat edilen olayın vukuu hakkında kesin bilgi içerdiği anlamına gelmez. Çünkü şahitlik gibi itiraf da ihbar grubunda yer alan bir tasarruf olduğundan kural olarak doğrulanması ya da yalanlanması mümkündür ve kesin bilgi kaynağı görülmez. Bundan dolayı itirafın herhangi bir baskı ya da yanılmadan kaynaklandığının anlaşılması, halin delâletinin ve vâkıanın itirafın doğruluğuna imkân vermemesi gibi durumlarda itirafa itibar edilmez. Meselâ sarhoşken bir suç işleyen kimsenin cezalandırılıp cezalandırılmayacağı fakihler arasında tartışmalı olmakla birlikte sarhoşun itirafı ittifakla geçersizdir. Yine zina itirafında bulunan erkeğin bu isnadını kadının yalanlaması halinde kadına ceza uygulanmayacağı gibi Hanefîler’e göre erkeğin itirafına da itibar edilmeyip kendisine zina iftirası cezası verilir (sünnetten örneği için bk. Ebû Dâvûd, “Ḥudûd”, 31). Bu son hüküm, ikrar ve itirafın üçüncü şahısları değil sadece söyleyeni bağlayan (kâsır) bir delil olmasıyla da ilgilidir. Fakihlerin çoğunluğunun itirafa binaen ceza verilebilmesi için bir dava açılmış olmasını şart görmesi, itirafın mahkeme huzurunda ve sözle yapılması şartı üzerinde durup mahkeme dışında yapılan itirafa şahitliğin ya da mahkemede işaretle yapılan itirafın delil olmayacağını belirtmesi de yine benzeri kaygılardan dolayıdır.

İtirafın şekil şartları arasında itirafın yeter sayısı (nisab) fakihleri hayli meşgul etmiş bir konudur. Esasında itiraf bir tür ihbar olduğundan aynı şahsın itirafını tekrar etmesiyle kuvveti artmış olmaz. Bununla birlikte itirafın bilinçli ve hür iradeyle yapılması, her türlü şâibeden arındırılması da gerekir. Bu iki yaklaşıma verdikleri ağırlığa göre, hatta suç ve ceza türlerini de göz önünde bulundurarak fakihlerin itirafın yeter sayısıyla ilgili farklı görüşleri savundukları, sünnetteki ve sahâbe uygulamasındaki örnekleri de buna göre yorumladıkları görülür. Meselâ hırsızlık suçunda Ebû Hanîfe, İmam Muhammed eş-Şeybânî, Mâlik, Şâfiî ve İbn Hazm bir ikrarı yeterli bulurken Hanbelî ve Zeydiyye mezhepleriyle İbn Ebû Leylâ, Ebû Yûsuf, Züfer b. Hüzeyl gibi fakihler şahitliğe kıyasla iki ayrı mecliste itirafı şart koşarlar. Sarhoşluk suçunda tek ikrarı yeterli görme eğilimi ağır basar. Suçlar arasında zina itiraf yeter sayısı açısından ayrı bir önem taşır. Ebû Hanîfe, İbn Ebû Leylâ, İshak b. Râhûye, Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere bir grup fakih, gerekli had cezasının verilebilmesi için zinanın dört defa itirafını şart koşarken Hasan-ı Basrî, Hammâd b. Ebû Süleyman, Mâlik, Şâfiî, Dâvûd ez-Zâhirî, Ebû Sevr, İbn Cerîr et-Taberî gibi fakihler bir defa itirafı yeterli görürler. Birinci grup, Mâiz’in Hz. Peygamber’in huzurunda dört ayrı mecliste zina itirafı yapmış olmasını (Buhârî, “Aḥkâm”, 19; Müslim, “Ḥudûd”, 16-19) ve bu yöndeki sahâbe görüşlerini (Serahsî, IX, 93) delil almakta, bu sayıyı ya kıyas dışı ve mânası ancak nasla bilinir bir durum olarak ya da zinanın ispatında dört şahidin gerekli olmasıyla açıklamaktadırlar. İkinci grup ise sünnetten tek itirafla zina cezasının verildiğini gösteren başka örnekleri delil alır (Buhârî, “Ṣulḥ”, 5, “Aḥkâm”, 39; Müslim, “Ḥudûd”, 23, 25; Şevkânî, VII, 109-110) ve Resûl-i Ekrem’in Mâiz’in aklî dengesini ve itirafında ciddiyetini kontrol için itirafını tekrarlattığını ileri sürerler. Zina iftirası suçunda (kazf) tek itiraf yeterli görülürken cinayetlerde itirafın yeter sayısının bir mi iki mi olduğu benzeri gerekçelerle tartışmalı kalmıştır.

İtiraftan dönmenin (rücû) cevazını konu alan tartışmalar da esasen kişinin kendi ikrarıyla bağlı olması, itirafın hür iradeyle ve bilinçli olarak yapılması, üçüncü şahısların kişilik haklarının ihlâlinin de önlenmesi gibi ilkelerin uzantısı niteliğindedir. İslâm hukukçularının çoğunluğu kul hakkı alanına giren suçlarda, meselâ zina iftirasında itiraftan dönmenin câiz olmadığı görüşündedir. Çünkü böyle bir itirafla ilgili şahıs yeterince mağdur olmuş sayılır ve iftirada bulunanın cezasını çekmesi istenir. Sarhoşluk, eşkıyalık, zina gibi Allah hakkı (kamu hakları) kapsamına giren suçlarda itiraftan vazgeçmeye gelince İslâm hukukçularının çoğunluğu, Hz. Peygamber’in Mâiz’in cezasının infazı sırasında kaçtığının haber verilmesi üzerine, “Keşke onu bıraksaydınız” demesini, ayrıca şüphenin bulunması halinde haddin düşürülmesi emrini (Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 114; Tirmizî, “Ḥudûd”, 3) delil alarak itiraftan rücûun câiz olduğunu, hatta hâkimin sanığa itirafından dönmesini telkin ve tavsiyesinin müstehap olduğunu, ceza infazına başlandıktan sonra ya da tamamlanmadan önce rücû ederse infazın durdurulması gerektiğini belirtmişlerdir. Saîd b. Cübeyr, Hasan-ı Basrî, Osman el-Bettî, İbn Ebû Leylâ, Ebû Sevr ve İbn Hazm gibi hukukçular ise hangi hakla ilgili olursa olsun itiraftan geri dönüş olmayacağı görüşündedir.


BİBLİYOGRAFYA

Buhârî, “Aḥkâm”, 19, 39, “Ḫuṣûmât”, 1, “Ḥudûd”, 16-19, 29-31, “Diyât”, 4, “Ṣulḥ”, 5.

Müslim, “Ḥudûd”, 15-32.

Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 114, “Ḥudûd”, 8-9, 23, 31.

Tirmizî, “Ḥudûd”, 3.

, VIII, 250-257; XI, 141-143.

, IX, 37, 46, 91-98, 102, 182-185; XVII, 191-192, 197; XVIII, 171.

Kâsânî, Bedâʾiʿ, Beyrut 1974, VII, 47-51, 61, 209-212, 232-233.

İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, Beyrut 1978, II, 438-439, 445.

İbn Kudâme, el-Muġnî, Riyad, ts. (Mektebetü’r-Riyâdi’l-hadîse), V, 150, 164.

Burhâneddin İbn Ferhûn, Tebṣıratü’l-ḥükkâm (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Kahire 1406/1986, II, 256, 259.

Alâeddin et-Trablusî, Muʿînü’l-ḥükkâm, Bulak 1300, s. 122.

, VI, 454, 475.

, VII, 109-110, 116, 151.

Ahmed Fethî Behnesî, el-Mevsûʿatü’l-cinâʾiyye fi’l-fıḳhi’l-İslâmî, Beyrut 1412/1991, I, 173-206.

Celal Erbay, İslâm Ceza Muhakemesi Hukukunda İspat Vasıtaları, İstanbul 1999, s. 178-217.

Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıḳhü’l-İslâmî ve edilletüh, Dımaşk 1405/1985, VI, 52-55, 88, 125-127, 387, 528, 781.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2001 yılında İstanbul’da basılan 23. cildinde, 461-462 numaralı sayfalarda yer almıştır.