KALYONCU

Osmanlılar’da yelkenli gemilerin savaşçı neferlerine verilen ad.

Müellif:

Osmanlı donanmasında kalyon denilen yelkenli tipi savaş gemilerinde görevlendirilen denizciler için kullanılan kalyoncu tabiri XVII. yüzyılın sonlarından itibaren ortaya çıkmıştır. Kalyoncular klasik dönemin denizci azeb neferleri gibi dâimî ordu mensubu (gedikli/kadrolu sınıftan) değildi ve ordudaki eyalet askerleri yahut taşra neferleri zümresine dahildi. Donanmada kürekli çektiri (kadırga) tipi gemilerin yerini 1682’den sonra yelkenliler alınca kalyoncu neferleri muharip bir unsur olarak ön plana çıktı. Kalyoncular kaptan-ı deryâ ve tersane yetkililerinin her yıl için belirledikleri ihtiyaç nisbetinde, ücret (mevâcib) karşılığı ve belirli bir süre ile istihdam edilmekteydi. Bayrak askerleri diye de tanımlanan bu neferler, imparatorluğun çeşitli eyaletlerinden ve mümkün olduğunca sahil kesimlerinden yazılırdı. Kalyoncu neferlerin maaş, iâşe, barınma ve silâh dahil masrafları için merkezî hazinede özel bir tahsisat yoktu. Sistemin bütün finansmanı asker yazılan bölgelerden hâne başına tahsil edilen kalyoncu bedeliyesi adlı bir vergi ile karşılanmaktaydı. Kalyoncular, her yıl donanmanın mayıs-kasım arasında altı ay süre ile Akdeniz ve Karadeniz’de yaptığı muhafaza seferleri için İstanbul’da toplanırlardı. Savaş durumunda sayıları ve istihdam süreleri artardı. Kendilerine has kıyafetleri bulunan neferler, kadırga döneminin denizci leventleri gibi zaman içinde İstanbul başta olmak üzere disiplin, asayiş ve ahlâkla ilgili sorunlara yol açıyorlardı.

Osmanlı donanmasından önce Garp ocaklarına ait korsan gemilerinde kalyoncu istihdamı yaygındı. Hatta devletten izin almak şartıyla ocak gemileri her yıl İzmir ve civarı ile Aydın, Saruhan ve Menteşe sahillerinden kalyoncu yazmaktaydı. Osmanlılar’da kalyon cinsi gemilere geçiş Girit savaşları esnasında (1645-1669) gündeme geldi. Kesin geçiş ise IV. Mehmed’in emriyle Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ve Kaptanıderyâ Bozoklu Mustafa Paşa’nın gayretleriyle oldu. 1682’de inşa emri verilen kalyonlar 1684’te denize indirildi. Kalyoncu neferlerinin donanmadaki ilk önemli başarıları 1695’te Sakız adasının Venedik’ten geri alınması sırasındaki deniz savaşlarında görüldü.

Kalyonlar, kadırgaların aksine yüksek bordalı gemilerdi ve çok daha fazla savaşçı taşıyabiliyordu. Personel sayısı 300-1450 arasında değişiyordu. Kalyonlar çoğaldıkça kalyonculara olan ihtiyaç arttı. Böylece kürek devrinin disiplin altına alınma ümidi kalmayan leventlerinin yerini kalyoncular almaya başladı. Levent lafzı I. Abdülhamid’in emriyle 1775’te kaldırıldı, fakat resmî kayıtlarda bir süre daha kalyon leventleri (levendât-ı kalyonhâ) tabiri kullanıldı. Kalyoncular, donanmada mevcut yelkenli savaş gemilerinden sadece kalyon türünün değil firkateyn, korvet, brik, gulet/golet, şalope, şehtiye, barca, karavele, uskuna ve koter/kotra gibi gemilerin de mürettebatını teşkil ediyordu. Tüfekli kalyoncular, hem gemi muharebelerinde hem de ihtiyaç duyulduğunda günümüz deniz piyadeleri gibi kara savaşlarında yer almaktaydılar. Bazı kalyoncular ordudaki görevleri sona erince eyaletlerde âyan, mütegallibe ve tüccar gemilerinde tayfa olarak görev yaparlardı. Donanmanın kalyoncu ihtiyacı duruma göre 5000 ile 12.000 arasında değişmekteydi. Eyaletlerden kalyoncu yazımı organizasyonunun planlayıcısı ve en üst makamı kaptan-ı deryâlıktı. Neferlerin tesbiti, donanmada bulunacakları süre zarfındaki muameleleri tersane emini nezaretindeki kalyoncu kâtipleri ve yardımcılarınca yürütülürdü. Kalyoncular çoğunlukla müslümanlardan yazılırdı. Donanma için aynı usulle yazılan gayri müslimler mellâh, Arnavutlar ise topçu statüsünde istihdam edilirdi.

Kalyoncu yazımında yaş sınırı on altı idi. Nefer yazılacakların kalyonculuk için gerekli vasıflara sahip (cenk ve harbe kadir, deniz seferi görmüş, derya fennine vâkıf, mahir, genç/tuvâna ve silâhlı) olmaları istenirdi. Donanma sefere hazırlanırken tersanede Kalyoncu Rûznâmçeliği Kalemi’nde ihtiyaç duyulan nefer miktarıyla yazımı yapılacak kazaların defterleri hazırlanır, bu defterler kaptanpaşa tarafından sadârete takdim edilirdi. Onayın ardından eyaletlerin vali, kadı, nâib, voyvoda ve diğer idarecilerine hükümler yazılırdı. Bu hükümler kalyoncu yazımında görevlendirilen, çoğunlukla kaptanpaşa hizmetlileriyle devlet işlerini bilen Dîvân-ı Hümâyun çavuşları ve kapıcıbaşılar gibi memuriyetlerden seçilen mübâşirlere verilir, mübâşirlerin maaş ve yollukları da bedele katılırdı.

Bu yazımda İstanbul’a yakınlık ve ulaşımda kolaylık önemliydi. Bu sebeple Avrupa yakasında Küçükçekmece’den başlamak üzere bütün Trakya bölgesi kazalarına öncelik verilirdi. Anadolu yakasında ise Kartal İskelesi’nden itibaren Marmara kıyısı kazaları takip edilir. Oradan Batı Anadolu sahilleri boyunca Balıkesir, Manisa, İzmir, Muğla, Antalya ve Alanya’ya kadar yazım yapılırdı. Ayrıca Gelibolu mıntıkası, Akdeniz’de Bozcaada, Midilli, Limni, Sakız, Sisam, Rodos, İstanköy, Eğriboz, Kıbrıs ve Girit adaları, Mora yarımadası ve Atina’nın sahil kazaları, Selânik başta olmak üzere Kavala, Drama ve Siroz gibi Balkan şehirleri, Arnavutluğun sahil kesimleri de tercih edilen bölgelerdi. İskenderiye de önemli kalyoncu merkezlerindendi. Karadeniz sahili boyunca İzmit’ten başlayarak Adapazarı, Sinop, Bartın, Kastamonu, Samsun, Ordu, Giresun (Karahisarışarkî) ve Trabzon’dan nefer yazılırdı. İhtiyaca göre Bolu, Bursa, Bilecik, Ankara, Çankırı, Afyon (Karahisarısâhib), Eskişehir ve Kütahya’dan da asker alınırdı. Tuna’daki İnce Donanma için Tuna yalılarından nefer temin edilirdi.

Kalyoncu yazımına “sürmek”, görevlilerine de “sürücü” denilirdi. Kazalarda yazımı biten neferlerin başında mevcutlarına göre bir veya iki ağa ile (başbuğ) bayraktar (alemdar) bulunurdu. Bayrak açıp kalyoncu süren ağalar için alemdar ağası tabiri de kullanılırdı. Gönüllü olarak kalyoncu yazılmak mümkündü. Meselâ bayrak askerliğini meslek edinmiş binlerce “yalı uşağı” vardı. Bilhassa savaş dönemlerinde sadrazam, şeyhülislâm ve kaymakam gibi önde gelen devlet erkânı bedelini kendileri karşılamak üzere kalyoncu yazdırıp tersaneye teslim ederlerdi. Kalyoncu yazılan her nefer muteber bir kefil göstermek zorundaydı, bu kefiller de defterlere işlenirdi; gayri müslim erlerin kefili kaza kocabaşıları olurdu. Taşrada yazım işlemleri biten kalyoncuların en geç mart ayı içinde İstanbul’da olmaları istenirdi. İstanbul yolculuğu boyunca neferlerin tayinatları verilirdi. Şehre ulaşınca ağaları ilgili makamlara nefer mevcudunu bildirir, kalyoncular ekmekbaşısı da her biri için ekmek tahsisatı yapardı.

Kalyoncu bedeli olarak en az dört, en çok on hâneye bir nefer düşmek üzere 100 kuruş tahsil edilirdi. Bedel ekseriyetle kalyoncu yazımı yapılan bölgelerden toplanırdı. Bedel tahsili işi de mübâşirlerce yapılırdı. Bir kalyoncunun göreve gelmemesi durumunda o kazadan bedelin iki katı alınırdı. Doğal âfet ve nüfus azalması gibi olağan üstü şartlarda bedel affedilir veya başka bir kalemle mahsubu yapılırdı. Asker yazımında ihmali görülen yönetici sürgün ve hapis cezasına çarptırılırdı. Kaptanpaşaların kalyoncu bedelinden yıllık olarak muayyen bir miktar pay almaları âdettendi. Kalyoncu neferlerine ücretleri ulûfe sistemine göre verilirdi. Yazıma giden mübâşirler altı aylık ücretleri peşin öderlerdi. Tüfekçi kalyoncuların silâh ve elbise paraları ayrıca karşılanırdı. Silâh ücreti neferlerde 10 kuruş, ağalarında 50 kuruştu. Ücretlerden başka askerlerin savaş ganimetlerinden pay alma hakları da vardı.

Donanma sefere çıkarken kalyoncular altı aylık iâşe ve tayinatlarını peşin alırlardı. İâşe olarak peksimet, pirinç, mercimek, et ile sade yağ veya zeytinyağı tahsis edilirdi. Ancak neferler, toplu aldıkları kuru tayinatı ya dışarıda satıp paraya tahvil ederler ya da gemi içinde açtıkları tezgâhlarda pazarlarlardı. III. Selim dönemi ıslahatlarıyla bu usule son verildi ve gemilerde merkezî mutfak kuruldu. 1804 yılından itibaren nefer başına 3,5 kıyye pirinç, 170 dirhem sade yağ ile günlük 40 dirhem zeytin, 20 dirhem soğan, 5 dirhem tuz ve 10 dirhem sirke verilmek suretiyle yetmiş yedi günlük hesap yapılır ve erzak gemi kaptanına zimmetlenirdi. Sefer dönüşü kalyoncular için yoklama yapılır, mevcutlar deftere kaydedilir, varsa kalan alacak ödenir ve ertesi yıl mevsimine kadar terhis edilirlerdi. Savaşlarda yaralanıp sakat kalan kalyoncularla yaşlı ve kimsesiz olanlara hekimbaşı muayenesi şartıyla maaş bağlanırdı. Yaşlı ve hasta emekliler Kalyoncu Kışlası’nda ikamet edebilmekteydi. Kimsesiz ölen kalyoncuların malları önceleri devlet hazinesine aktarılırken Gazi Hasan Paşa döneminde bundan vazgeçilerek diğer kimsesiz kalyoncuların cenaze masrafları için tahsis edilmişti.

Kışla inşa edilmeden önce bayraktarları eşliğinde İstanbul’a gelen kalyoncular şehrin iki yakasında belli semtlerdeki hanların bekâr odalarına yerleşirlerdi. Kasımpaşa’da Hasköy ve Çeşme Meydanı, Tophane, Fındıklı, Salıpazarı, Galata, Beyoğlu, Eminönü’nde Bahçekapı, Yemiş İskelesi, Tahtakale ve Küçükpazar, Kumkapı, Saraçhane, Gedikpaşa, Yedikule, Üsküdar’da Balaban İskelesi ve civarı bekâr kalyoncuların yatağı haline gelirdi. Kalyoncuların denetiminden kaptanpaşa sorumluydu. Onun emriyle kalyoncu çavuşları, Galata ve Kasımpaşa civarında inzibat amaçlı kalyoncu kulluğu (kolluğu) denilen karakollar oluştururlardı. Burada kalyoncu erlerin tezkireleri kontrol edilirdi. Galata’daki kalyoncu kulluğu çavuşuna Galata başağası denilirdi.

Alınan tedbirlere rağmen kabadayılık ve zorbalıklarıyla şehirde korku salan kalyoncular zaman zaman ciddi asayiş sorunlarına yol açabiliyorlardı. Bunların gelişiyle İstanbul’da fuhşun artması büyük rahatsızlık uyandıran bir husustu. Bunun önlenmesi yolunda idam dahil çok sert tedbirler alınırdı. Ayrıca kalyoncu neferlerin ticaretle uğraşmaları diğer bir sorundu. Meselâ Galata ve Tophane’de seyyar kasaplık yapmaları sur içi esnafını olumsuz etkilemekteydi. Şikâyetler artınca bunlara Galata ve Kasımpaşa’da on üç yerde ayaktan et satma izni verilerek denetim altında tutulmaları amaçlanmıştı. III. Selim döneminde Eğrikapı ve Yedikule salhâne kasaplarının şikâyeti üzerine kalyoncuların koyun ve kuzu satmaları tamamen yasaklanmıştı. Kalyoncuların hamamlarda tellâk olmaları, vergi vermeden tütün ve kahve ticareti yapmaları da bir mesele teşkil ediyordu. Üsküdar’da müstakil bir Kalyoncular Çarşısı oluşmuştu.

İstanbul’da kalyoncuların sayısı ve etkileri arttıkça yeniçerilerle güç mücadelesi başladı. İki grup arasındaki husumet 1772’de şiddetli bir çatışmaya dönüştü. Galata Vak‘ası olarak tarihe geçen silâhlı kavga 25 Şubat’ta başladı ve geceli gündüzlü üç gün devam etti. Avrupa yakasındaki bu husumetin aksine Üsküdar’da iki grup zorbalıkta ittifak halindeydi. Üsküdar ve civarının muhafaza, asayiş ve inzibatından sorumlu 59. Yeniçeri Ortası erlerinin aynı zamanda Kalyoncu Ocağı’na kaydolmaları gelenekti. Bunlar sefere memur edilmek istendiklerinde kalyoncu olduklarını söyler, itiraz ederlerdi.

Kalyoncuların kıyafetinde Garp ocaklarından ilham alındı. Başlarına değerli kumaştan makdem veya puşi denilen bir sarık sarar, sırtlarına kar beyazı renkte gömlek giyerlerdi. Onun da üstüne Cezayir biçimi fermene adı verilen al çuhadan ve kaytandan işlemeli kolsuz bir yelek (salta) atarlar bellerine de Lahorî kırmızı yün bir şal kuşak sararlardı. Ayrıca mevsimine göre ince veya kalın çuhadan yapılan, uzun kollu, kukuletalı ve bornoz biçiminde bir yağmurlukları vardı. Altlarına yarım şalvar giyerlerdi. Bu sebeple yaz kış baldırları çıplak olurdu. Şalvar yazın beyaz, kışın kırmızı kumaştan kesilirdi. Kalyoncular kuşaklarında tabanca, biri kısa, diğeri uzun iki yatağan taşırlardı. Çavuşlarının bir kulaç kadar uzun bıçaklarıyla kendilerine özgü çifte tabancaları olurdu. Bunların kabzaları gümüş kaplı ve altın yaldızlıydı. Bir dönem İstanbul’unda çok moda olan kalyoncu ayakkabılarına kalyoncu veya Galata yemenisi denilirdi. Horoz ibiği kırmızısı sahtiyandan yapılan yemeninin üst kısmı açıktı ve çıplak ayakla giyildiğinden parmak araları görünürdü. Bıçkın tabir edilen kalyoncu neferlerinin bir diğer alâmetleri ise ellerine, kollarına, pazılarına ve baldırlarına yaptırdıkları dövmelerdir. En çok ayyıldız, kalyon, çapa, balık, kalp ve deniz kızı figürleri tercih edilirdi. Galata yemenisiyle baldırı çıplak pırpırı kalyoncu kıyafeti uzun yıllar İstanbul’un havaimeşrep ve kabadayılığa özenen gençleri arasında Cezayir kesimi adıyla moda oldu. Bu moda Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılışına kadar sürdü. Kumaşların cinsi sebebiyle kalyoncu kıyafetinin maliyeti oldukça yüksekti. Özellikle sarıklar pahalı Hint ve Acem şallarından yapılıyordu. İşsiz güçsüz gençlerin bile modaya uymak için başlarına 300-400 kuruşluk şal sarmaları sosyal bir mesele haline gelmişti. II. Mahmud kalyoncular müstesna başa şal sarılmasını yasakladı.

Kalyonculuk tarihinin en önemli aşamalarından biri, Garp ocakları geleneğinden gelen Kaptanıderyâ Mezemorta Hüseyin Paşa’nın gayretleriyle hazırlanıp onun vefatından sonra uygulanan 1701 tarihli Bahriye Kanunnâmesi’dir. Bu kanunla donanmada kalyon inşası devlet politikası haline geldi. Kaptanpaşa eyaletine bağlı derya beylerinin gemilerinde de kalyoncu istihdamı kararlaştırıldı. Tersanede kalyoncu muamelelerini yürüten kalemler yeni baştan düzenlendi. Kanunnâmeye muhtelif tarihlerde ilâveler yapıldı. Bu düzenlemelerle kalyonculuk 1770 yılına kadar donanmada altın çağını yaşadı. Fakat 1770’te Ruslar’a karşı Çeşme mağlûbiyeti, neredeyse son elli yıldır savaş yüzü görmeyen bahriyedeki eksiklikleri ortaya çıkardı. Savaşın ardından kaptan-ı deryâ olan Gazi Hasan Paşa başta kalyoncular olmak üzere askerî sınıfların ıslahına çalıştı. Kalyoncu sayısının ilk aşamada 5000’den 8000’e, daha sonra 12.000’e yükseltilmesine ve bunlar için büyük bir kışla inşasına karar verildi. Bununla bekâr odalarındaki denetimsiz kalyoncuların bir nizam altına alınması amaçlanıyordu.

İstanbul’daki modern askerî binaların öncüsü kabul edilen Kalyoncu Kışlası, Gazi Hasan Paşa’nın sahibi olduğu arazi üzerinde biraz da deniz doldurularak inşa edildi (1783). Kışla zaman içinde Cezayirli Gazi Hasan Paşa Kışlası, Kasımpaşa Kışlası, Bahriye Kışlası ve İstanbul Kışlası isimleriyle anıldı. Tersanede erzak ambarları yakınındaki üç katlı, 160 odalı, dikdörtgen planlı, ortası avlulu kâgir kışlanın bütün masrafları da Hasan Paşa tarafından karşılandı. Kışla âzami 8700 nefer kapasiteliydi. Etrafı duvarlarla çevrili binanın avlusunda tek kubbeli bir cami ile bir de mektep bulunuyordu. Paşa bunlar için de kendi vakfından gelirler tahsis etti. Tarihteki bu ilk bahriye kışlasının inşasıyla kalyonculuk kurumsallaştı ve yeni bir ocak/orta statüsüne yükseldi. Fakat 1783’te Kırım’ın kaybıyla Karadeniz’de Rusya tehdidinin ortaya çıkması, ardından 1798’de Fransa’nın Mısır seferiyle Akdeniz’de dengelerin değişmesi dikkatleri tekrar donanmanın, dolayısıyla kalyoncuların üzerine çevirdi. III. Selim’in emri ve Kaptanıderyâ Küçük Hüseyin Paşa’nın gayretleriyle kalyonculuk ıslah edilmeye çalışıldı. 1792’de kalyoncu yazımı yapılan mahallerin önde gelenlerinden oluşan bir komisyona raporlar hazırlatıldı. Sistemdeki köklü değişim 1804 tarihli Bahriye Kanunnâmesi ile oldu. Kanunnâme gereği tersanede müstakil bir bahriye hazinesi teşkil edildi ve kalyoncu bedelleriyle bütün giderler buraya bağlandı. Gedikli yeni bir kalyoncu tüfekçiliği sınıfı oluşturuldu. Bunlar için ayrı bir nizamnâme hazırlandı. Tüfekçiler kışlada ikamet edecekler, Levent Çiftliği usulünde tâlim göreceklerdi. Ayrıca kalyonculardan Hüseyin Paşa çıplakları adıyla ün yapan bir merasim kıtası oluşturuldu.

III. Selim reformları 1807 Kabakçı İsyanı’yla sonuçsuz kalınca kalyoncular tekrar disiplinden uzaklaştı. II. Mahmud yeniçeriliğin kaldırılmasına kadar kalyonculuğa dokunmadı. Hatta 1821 Rum İsyanı sürecinde kalyoncu istihdamı arttı. Ayrıca ocağın kaldırılışı sürecinde kalyoncular sultanın yanında yer aldı. Fakat özellikle 1827 Navarin baskınının ardından şartlar değişti. Kalyoncu neferleri katıldıkları bu son büyük deniz savaşında çok ağır kayıplar verdiler. Binlercesi şehid düştü. Navarin’in ardından dünyadaki teknolojik gelişmelere uygun olarak donanma yeni baştan tanzim edilirken gedikli ve tâlimli kalyoncu tüfekçiliğine öncelik verildi. II. Mahmud bahriyedeki en köklü ıslahatını 10 Haziran 1831 tarihli bir kanunla yaptı. Kara ordusuna benzer yapıda Asâkir-i Mansûre-i Bahriyye teşkilâtı oluşturuldu. Ardından bahriye neferi alımında kura sistemine geçildi. Bahriye askerleri dâimî olarak Kalyoncu Kışlası’nda kalacaklardı. Kalyoncu bedelleri de yeni askerî sınıfın masraflarına tahsis edildi. Tam bu esnada Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa isyanı başlayınca tekrar kalyoncu yazımı yapıldı. Fakat bu durum uzun sürmedi ve 1833’te kalyoncu istihdamından kesin biçimde vazgeçilmesine karar verildi. Bundan böyle kazalardan kalyoncu askeri yerine iki taksit halinde yıllık 500 kuruş bedel tahsil edilecekti. Bu arada Galata ve Kasımpaşa’daki kalyoncu karakollarına tâlimli bahriye askerleri yerleştirildi. 1839 Tanzimat sürecinde modern ordu düzenlemelerine hız verildi. 1845’te Kalyoncu Rûznâmçeliği Kalemi lağvedildi ve Asâkir-i Bahriyye Yoklama Odası kuruldu. 1849’da çıkarılan Bahriye Nizamnâmesi’nde kalyonculuğa dair hiçbir ibareye yer verilmedi. Bir döneme damgasını vuran kalyoncular, Barbaros Hayreddin Paşa ile donanmada zirve noktasına ulaşan Akdeniz korsanlığı geleneğinin son temsilcileri oldular. Yaklaşık 150 yıl varlığını sürdüren kalyonculuktan günümüze Kasımpaşa’da Kuzey Deniz Saha Komutanlığı Karargâh Binası olarak hizmet veren kışla, Beyoğlu’nda Kalyoncu Kulluğu isimli bir mahalle ve bazı ailelerin soyadları kaldı.

BİBLİYOGRAFYA :

Lingua Franca, s. 238-241; BA, D.BŞM. d., nr. 5085, s. 1-2; nr. 6257, s. 1-3; BA, D.BŞM.TRE. d., nr. 14775, s. 1-2; nr. 15260, 15275, 15463, 15487, 15585, 15605, s. 2-3; nr. 15641, s. 2-3; nr. 15657, 15665, 15672, s. 2-3; nr. 15687, s. 2-4; BA, KK.d., nr. 5725; BA, MAD.d., nr. 8897, s. 1-177; nr. 5573, 5622, 8885, 8889, s. 1-7; nr. 8891, 16217; BA, ML.MSF.d., nr. 19006; BA, AE.SABH.I., nr. 50/3590, 108/7354, 187/14472, 347/24241; BA, AE.SSLM.III., nr. 44/2532, 126/7663, 264/15249; BA, C.AS, nr. 170/7439, 175/7639, nr. 592/24935, 683/28683, 1105/48859; BA, C.BH, nr. 2/61, 5/205, 6/252, 11/549, 12/577 ve çeşitli dosyalar; BA, C.BLD, nr. 113/5636, 147/7332; BA, C.DH, nr. 39/1916, 128/6354; Mahmud Şevket Paşa, Osmanlı Teşkilât ve Kıyâfet-i Askeriyyesi, İstanbul 1325, I, 9, 15-18, 46-47, 90-91; Mehmed Şükrü, Bahriyemizin Tarihçesi, İstanbul 1328, s. 14-33; Abidin Daver, Gemi, İstanbul 1932, s. 21-22; Uzunçarşılı, Merkez-Bahriye, s. 406-490; İdris Bostan, Osmanlı Bahriye Teşkilâtı: XVII. Yüzyılda Tersâne-i Âmire, Ankara 1992, s. 98-100; a.mlf., Kürekli ve Yelkenli Osmanlı Gemileri, İstanbul 2005, s. 103-169, 278-399; Bahriye Nizamnâmesi: 1849 (haz. Sabahattin Öksüz), Ankara 1996, s. 1-51; Ali İhsan Gencer, Bahriye’de Yapılan Islahât Hareketleri ve Bahriye Nezareti’nin Kuruluşu (1789-1867), Ankara 2001, tür.yer.; Ahmet Uzun, İstanbul’un İaşesinde Devletin Rolü: Ondalık Ağnam Uygulaması (1783-1857), Ankara 2006, s. 133; Yusuf A. Aydın, Sultan’ın Kalyonları, İstanbul 2011, s. 17-147, 291-403; Levent Düzcü, Yelkenliden Buharlıya Geçişte Osmanlı Denizciliği: 1825-1855 (doktora tezi, 2012), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 26-136; Ali Fuat Örenç, “Deniz Kuvvetleri ve Deniz Harp Sanayii”, Dünya Savaş Tarihi: Osmanlı Askeri Tarihi (ed. Gültekin Yıldız), İstanbul 2013, s. 121-137; a.mlf., “1827 Navarin Deniz Savaşı ve Osmanlı Donanması”, TD, sy. 49 (2009), s. 37-84; İlhan Ekinci, “Karadeniz’de Âyanlar ve Denizcilik”, Karadeniz Araştırmaları, sy. 37, Çorum 2013, s. 31-49; Kemal Beydilli, “Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun”, DİA, XXXI, 514-516.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2019 yılında Ankara’da basılan (gözden geçirilmiş 3. basım) EK-2. cildinde, 10-13 numaralı sayfalarda yer almıştır.